“Sosyal Sorunlar Gündemi – Adalet, Eğitim ve Toplumsal Dönüşüm”

Yeniden Türkiş Dekameron

Sevgili okurlarım, epey bir zamandır yaklaşık 20 yıldır bu köşede neredeyse aynı sorunları yazmaktan bıktım. Resmen neşemizi yitirdik ve zombilerin işgal ettiği bir ülkede hayatta kalmaya çalışıyoruz. Açıkçası ben ülkeyi kurtarmaktan bıktım. Ayrıca sürekli aynı sorunları yazmak insanda inanılmaz bir yorgunluk yapıyor, sizce de öyle değil mi? Şimdi sizlere başucu kitabım Dekameron’dan söz etmek istiyorum. 1349-1353 yıllarında İtalya’da Boccaccio adlı bir yazar, ilk kez yazı dili Latince olan ülkede İtalyanca bir kitap yazmış. Adı da: Dekameron. Dekameron veba salgını sırasında bir şatoya çekilmiş yedi genç kadınla, üç genç erkeğin anlattığı hikâyelerden oluşuyor. Bu hikâyeler o güne kadar kimsenin söylemeye cesaret edemediği hikâyeler. Biraz ipucu verelim: Örneğin pek çok hikâye papazların rahibe stajı görmek için manastıra gelen zengin kızlarının içindeki şeytanı nasıl çıkardıklarıyla (biraz bizim cin çıkarmaya benziyor daha esaslısı) ilgili. Sevgilisini koca eve geldiği için küpün içine saklayan gözüpek kadınlarla insanı acayip güldürür. Hele de her şeyi göze alıp, sağır dilsiz taklidi yaparak erkek sineğin bile giremediği rahibe manastırına girmeyi başaran yakışıklı bir adamın, rahibelerin cinsel isteklerinden bıkıp “yeter artık!” dediği için nasıl aziz ilan edildiği hikâye bir numaradır. Tabii yazar ve hikâyeler papa tarafından aforoz edilir, hiçbir matbaa eseri basmaya cesaret edemez. Ama halk kim takar papayı diyerek elyazısıyla hikâyeleri çoğaltıp pazaryerlerinde dağıtmaya başlar. Yıllar geçer artık kitap için basma yasağı kalkmıştır. Ünlü komünist film yönetmeni, (ölümü hâlâ şaibelidir) Paolo Pasolini Dekameron Masalları diye beş hikâyeden oluşan bir film yapar. Papa onu da aforoz eder. Yasaklanır. Ardından gene aynı ünlü İtalyan yönetmen Federico Fellini Bacio adlı bir film yapar ve papa onu da yasaklanır. Şimdi bunları neden anlattım, insanın başucu kitabı Dekameron olunca, yemeyip içmeyip bir “Türkiş Dekameron” kitabı yazması kaçınılmaz olur. İki yıl önce başladım ülkemin Dekameron hikâyelerini yazmaya. Basıldı iki yıl önce, o zaman gördüm ki en entelektüel arkadaşlarım bile Dekameron’u bilmiyor. Şimdi yeniden basıldı. Okuyanlar şaşırıyor, sanki ben hayal gücümü kullanmış abartılı hikâyeler yazmışım. Hayır az bile yazdım, bu ülke insanını tanıyın diye. Çünkü bu köşenin yazarı, sırça köşklerde değil, bu ülkenin her yerinde dolaşıp durur, ülkenin argo edebiyatını pek iyi bilir. Şimdi size müstehcen bazı görüntüler sunacak. Aman aman siz gözlerinizi kapayıp, kulaklarınızı tıkayın… Ya da başbakanımıza yaranmak için beni de ihbar edin! Herkese açık bir halk plajındayız. Uzun şortunu giymiş, orta yaşlı adam etrafındaki kadınlara (kızına, karısına, kız kardeşine haşema giyin diye emretmiş) kendi namusundan pek bir emin, çevredeki mayolu kadınları, kızları resmen dikizliyor. Devam ediyoruz küçücük 13-14 yaşlarında bir kız. Kızın bulunduğu odanın kapısı önünde, her yaştan, her meslekten adam sıraya girmiş, odaya girme sırasının kendilerine gelmesini bekliyorlar. 12-13 yaşındaki kızların “pazara çıkarıldığı” bir kapalı yerdeyiz. Babalar ellerinde kızlarının “fiyatlarını” gösteren kâğıtlarla dolaşıp duruyorlar. “Alıcılar” , kızların beş katı yaşlı adamlardan oluşuyor. Adamlardan biri babalardan birine yaklaşıyor. “Duydum ki sende bir ilaç varmış, yani şey…“ d erde bak. Sen benim küçük kızı al, ilaç benden sana bedava.” Aile meclisi karar vermiş, kız gebe, bağırarak ağlayarak, kendisine tecavüz edenin amcası olduğunu söylüyor. Kızın sözlerini ne anne duyuyor ne baba ne orada bulunan amca ne küçük erkek kardeşi… Karar alınıyor, kız öldürülecek. Amca, “Babasıyla benim yaşım büyük, bu cinayeti kardeşi işlemeli. Çünkü o daha 16’sına yeni bastı. Az bir cezayla çıkar.” Aile, amcaya minnetle bakıyor, iyi bir akıl yürüttü. Aileyi kurtardı. Sonra küçük kardeşin eline bir silah veriliyor ve kızın bulunduğu odaya yollanıyor. Baba, kardeşi silahı nasıl kullanacağını öğretiyor ve kardeş içeri girip silahı ablasına boşaltıyor. Kurşun sesleri kesildiğinde baba ve amca birbirlerini tebrik ediyorlar. Neyse ben burada keseyim. Buyrun Türkiş Dekameron’a. Korkmayın! Müjde karar verdim ikinci Türkiş Dekameron kitabına başladım. Bugünlerde şaşırtmak hoşuma gidiyor.

Source: Işıl Özgentürk


Milli Eğitim ideolojik kuşatma altında!

Edep nedir diye sorsam, herkes “terbiye, kültür” anlamına gelen Arapça kökenli bir sözcük der. Bu sözcüğü, kurdukları oluşumun adının kısaltması olarak seçen EDEP (Eğitime Destek Programları Merkezi) adlı bir merkez var. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı olduğu dönemde öncülük ederek kurduğu TÜRGEV’in (Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı) bünyesinde 2014’te faaliyete başlayan merkez, birçok il ve ilçede şube de açtı. Bununla da kalmadı, gerici ve dinci, cemaatçi birçok vakıf ve dernekle işbirliği halinde Eğitime Destek Platformu adı altında etkinlikler yapıyor. Örneğin Kâğıthane’de, Kâğıthane Belediyesi, TC Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), TC Gençlik ve Spor Bakanlığı, ilçe milli eğitim müdürlüğü, ilçe gençlik spor müdürlüğü ile birlikte Kâğıthane Yaz Okulu başlatılıyor. Başvuru duyurularının afişinde biri türbanlı iki kız, biri erkek üç çocuk var. İlkokul ve ortaokul öğrencilerine yönelik olarak 19 mahalle ve 21 okulda düzenlenen, “Bir Yaz Bin Gelecek” sloganıyla duyurdukları proje kapsamındaki dersler arasında spor etkinlikleri ve akıl-zekâ oyunları ile birlikte, “Kuranıkerim eğitimi, Canım Peygamberim, Ahlak Eğitimi” başlıkları da var. ACABA KİMLER EĞİTMEN OLACAK? Projeye katkıda bulunan vakıf ve derneklerin adına bakınca durum anlaşılıyor. Ensar Vakfı, Lider İmam Hatip Mezunları ve Mensupları Derneği, TÜGVA, İnsan ve Medeniyet Hareketi, Eğitim Bir-Sen, İHH, Cihannüma Derneği, Hayrat Vakfı… Laiklik karşıtı bu oluşumların her biri tarikatlar ve cemaatlerle ilişkili. Milli Eğitim Bakanlığı, kendisinin varlık nedeni olan devlet okullarında çocuklara eğitim verme görevini Diyanet ile bu gerici vakıf ve derneklere bırakırken hem 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasası’na ve 3 Mart 1924 tarihli Öğretim Birliği Yasası’na (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) hem de anayasaya aykırı davranıyor. MÜFREDATI KİM BELİRLİYOR? MEB’in yalnızca mekân desteği sağladığı bu yaz okullarında okutulacak müfredat nasıl belirleniyor? Milli Eğitim Bakanlığı’nın adı cemaat yurtlarında çocuklara tecavüzle anılan gerici kurumları, laiklik karşıtı gerici oluşumları kamu okullarındaki müfredata ve öğretmen kadrosuna sokması, yalnızca eğitim alanında değil, anayasal düzen açısından da ciddi bir tehdittir. Kamu kaynaklarıyla yürütülen yaz okulu projesiyle araya spor ve zekâ oyunlarını sıkıştırarak asıl yapılmak istenen, dini içerikli bir faaliyettir, siyasal İslamcı karşıdevrime mürit yetiştirmektir. EĞİTMENLERİN ÜCRETİ NASIL ÖDENİYOR? Tüm Öğretmenler Birliği Sendikası, TÜGVA’nın yaz okulu eğitmenlerinin ücretini halk eğitim üzerinden açılan kurslarla MEB’den aldığını açıkladı. Halkın vergileriyle oluşan bütçeden karşılanan bu faaliyetler, tek bir inancın ve mezhebin kamusal eğitimi ideolojik kuşatma altına almasına ve eğitimdeki eşitlik ilkesine de aykırıdır. Daha önce benzer protokoller, Danıştay tarafından iptal edilmiş olmasına karşın, MEB pedagojik açıdan sorunlu olduğu uzmanlarca da defalarca açıklanan bu uygulamalara devam ediyor. Laik ve bilimsel eğitim, 21. yüzyılda vazgeçilmez bir insan hakkıdır! Anayasamızda ve Milli Eğitim Temel Kanunu’nda tanımlanan bu hak, anayasa ve yasalar çiğnenerek yok edilmiştir. Bilgi temelli, eşitlikçi, laik, çağdaş ve bilimsel eğitimden yana olan tüm kurum ve kuruluşların, öğretmenlerin, sendikaların sesini daha fazla çıkarması gerekiyor!

Source: Zülal Kalkandelen


Organize işler

Antik Yunan tarihinin “ Sokrates öncesi” diye anılan ilk filozofları, sayıları 23’e ulaşan bir düşünür topluluğuydu. En önemlileri, Thales, Pitakos, Bias ve Solon ’dular. Felsefeye ilişkin metinler yazdılar, Sokrates başta, onlardan sonra gelen düşünürler metinlerini okudu ve çıkarsamalarını daha ileriye taşıdılar. Ama günümüze, bizlere, felsefenin temel taşlarını koyan bu düşünürlerden salt kulaktan kulağa çağları aşan tümceler ve ders niteliğinde kısa öyküler kaldı, yalnızca. Öykülerden biri, bu düşünürlerden zaten “yedi bilgeler” olarak bilinen yedisinin Ege Denizi’nin iki yakasından söyleşmek için gelip Delfi kentindeki Apollon Tapınağı’nda buluşmalarına ilişkindir. İTAAT ETME, EMRETME Apollon Tapınağı’nın yaşlı rahibi, yedi bilgelerden tapınak duvarlarına tarihe kalacak birer vecize yazmalarını, daha doğrusu oymalarını ister. İspartalı Şilon, bir merdivene çıkıp tapınağın çatı kirişine: “Kendini iyi tanı” tümcesini kazır. Kleobules ve Periandres , kirişin iki yanındaki duvarlara: “Ölçü mükemmelliktir” ve “Dünyanın güzelliği sükûnettir” yazarlar. Alçakgönüllü Solon, gözlerden uzak bir köşeye, tarihe geçen “İtaatı öğrenirsen emretmeyi öğrenirsin” vecizesini oyar. Thales, tapınağın dış duvarına, gezginlerin görebileceği biçimde: “Yoldaşlarını anımsa!” sözünü işler. 2600 YILDA NE DEĞİŞTİ? Anlaşılmazlığıyla ünlü Pitakos, yerdeki taşlara gizemli bir “Kefaletini iade et” notu düşer. En sona, Söke yakınlarındaki Prien kentinden gelen Bias kalmıştır. Bilge dostlarına boynunu büküp, bir şey yazmak istemediğini söyler. “ Haydi Bias, Teutamos ’un oğlu, sen ki aramızdaki en parlak ışıksın” tadında övgülere karşın epeyce nazlanır. Sonunda keskiyi alır ve tapınağın duvarına: “İnsanların çoğu kötüdür” sözünü çakar. Tarihin ilk düşünürlerinden Bias’ın, bizim topraklarımızda 2600 yıl önce yaşayan insanları gözlemleyip dile getirdiği saptama, acaba doğru muydu? Doğru ise zamanında mı geçerliydi, yoksa bugün için de mi geçerli? SAF KÖTÜCÜL,SALT KİNDAR Organize kötülüğün yetiştirdiği “dindar ve kindar” kuşaktan çıka çıka dindarlığa nanik yaparak saf kötücül ve salt kindar çıkanlara bakıp, düşünüyorum. Organize kötülüğün 2008’den 2016’ya iftiralar, çakma kanıtlar, gizli tanıklar, tehdit ve vaat karşılığı alınan yalan ifadelerle kurulan kumpas davalarda hapiste çürüttüğü, kimini öldürdüğü Ergenekon, Balyoz, askeri casusluk vb. mağdurlarını düşünüyorum. Organize kötülüğün, 15 Temmuz 2016’daki askeri darbe teşebbüsünden asıl sanıkları değil, her şeyden habersiz aldıkları emre itaat eden erleri, askeri öğrencileri ömür boyu hapis cezasına çarptırdığını, düşünüyorum. ORGANİZE ZORBALIK Organize kötülüğün, 2025’te yine iftiralar, çakma kanıtlar, eski suçlu gizli tanıklar, tehdit ve vaat karşılığı yalan ifadelerle tutukladığı muhalif parti başkanını, belediye başkanlarını ve seçimle kaybettiği belediyelere çökme operasyonlarını düşünüyorum. Organize kötülüğün, din devleti hülyasıyla çıktığı yolda ne din ne de devlet bıraktığı hukuk tanımaz baskı rejimini izlerken düşünüyorum. Organize kötülüğün “önder” diye yücelttiği on binlerce çocuğumuzun katilini, bağışladığı Hizbullah canilerini, hapisten saldığı hırsızları, uğursuzları düşünüyorum. Umudunu yediği gençlerimizi, doktorlarımızı, mühendislerimizi göçe zorlar, hatta kovarken onların hakkını oradan buradan getirdiği ellere yedirmesini seyrediyorum, çaresiz… Gerçekten çoğu mu kötü bu topraklarda yetişen insanların? KORKUNUN KARANLIĞI Kötülük çoğunluk mu bu ülkede? Hayır! Yaşamlarını eliyle, beyniyle, alınteriyle kazanan; emekçisi ve emeklisiyle yozlaşmadan ayakta kalmaya çalışan, acı çeken, azla yetinen çünkü yurdunu seven erdemli insanlar çoğunluk, bu ülkede. Kötüler azınlık ama organize. Öylesine dağınık ama çoğuluz ki yoz ve azgın bir azınlık sultası bile ancak organize işlerle durabiliyor artık, önümüzde. Oysa çektiğimiz çilenin sorumlusu, azınlık sultası bile değil. Yarın çoğunluktanmış gibi yapacak, bugün ise sultaya başını sallayıp rahatına bakan korkaklar. Kötülük, korkakların karanlığıdır. Ve hükmü, cesurlar ışığı yakana kadardır.

Source: Mine G. Kırıkkanat


İşyeri hekimleri özlük haklarından mahrum, muayene için masaları bile yokÇ-: Sağlıksız ve kötü ortam

İşyerinde çalışanların iş kazalarından korunması için emek veren işyeri hekimleri, sektörde pek çok olumsuzlukla karşı karşıya kalıyor. İşyeri hekimlerinin görev tanımını yapan Türk Tabipleri Birliği (TTB) İşçi Sağlığı İşyeri Hekimliği Kolu’ndan Dr. Figen Şahpaz, “İşyeri hekimleri öncelikle işin tehlike ve risklerini bilir ve bütün muayenelerini ona göre yapar. Çalışan henüz işe alınırken yaptığı işe giriş muayenesinde kişinin sağlığının yapacağı işe uygun olup olmadığını değerlendirir, gerekiyorsa sağlığına uygun başka bir işte çalışmasını işverene teklif eder. Çalışanların yaptıkları iş nedeniyle sağlığının bozulup bozulmadığını kontrol eder” dedi. Yıllardır işçi sağlığı ve güvenli çalışma ortamlarıyla ilgili ciddi sorunlar yaşadıklarına dikkat çeken Şahpaz, “İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası 13’üncü yılını doldurmak üzere. Özünde, özel sektörün piyasaya egemen olmasını hedefleyen ve önceleyen bir yasa bu. Yasa yayınlandığından bu yana İş Sağlığı ve Güvenliği Meclisi’nin kayıtlarına göre 22 bin üzerinde işçi iş cinayetlerinde hayatlarını yitirdiler. 2012’de 878 işçimiz ölürken 2020’de 2 bin 427 işçimizi iş cinayetlerinde kaybetmişiz. Ülkemizde her iki ayda bir, Soma katliamından fazla işçi ölüyor” diye konuştu. “YILLAR İÇİNDE DE AKLIN TAKİBİ BİZ” Türkiye’de çocuk işçi oranının da gittikçe arttığını belirten Şahpaz, “Yaklaşık 1 buçuk milyon çocuk okul forması yerine işçi kıyafeti giymek, çalışmak zorunda. Çalışma yaşı dörde inmiş durumda. Her gün 1-2 çocuğumuz çalışırken ölüyor. Bu da yetmezmiş gibi 2016’da zorunlu eğitim kapsamına alınan meslek edindirme merkezleri yani MESEM’ler, yasal kılıf altında çocukları okuldan alıp iş yaşamına, fabrikalara sokuyor, yasalara göre çalışmaları yasaklanmış iş alanlarında çocukları ucuz işgücü olarak kullanmaktan çekinmiyorlar” dedi. Aktif olarak çalışan 15 bin işyeri hekimi olduğunu belirten Şahbaz, “Maaşları yıllar içinde hızla düştü. Sağlıksız ortamlarda ve kötü çalışma koşullarında hizmet vermek, elinde çantasıyla, kendi aracıyla yollarda, onlarca işyerine giderek kendine ait bir odası, muayene masası bile olmadan çalışmak zorunda kaldılar. İşyeri hekimi sertifika eğitimleri de piyasaya devredildi. Eğitimde de kalite düştü, mevzuattan bile habersiz işyeri hekimleri, hemşireler, uzmanlar yetiştiriliyor ne yazık ki” ifadelerini kullandı.

Source: Damla Polat


Ahmet Piriştina böyleydi içimizden gelen biriydi

Kendi kendinize sorarsınız.“Bu kadar yıl nasıl geçti?”15 Haziran’ları unutmak mümkün değil.Bugün, Ahmet Piriştina’yı kaybedişimizin üzerinden tam 21 yıl geçti.Bazı insanlar vardır, siyasetin değil, hayatın içinden gelir.Ahmet abi öyleydi.Benim için sadece bir belediye başkanı değil, bir dost, bir fikir insanı, bir akil adamdı.Herkes onu severdi, ama onu tanıyanlar bir başka severdi.Anılar hala taptaze…Dertli ama umutlu konuşmalar; kimi zaman memleketin çelişkilerini, kimi zaman mahallenin yollarını konuşurduk.Masada harita da olurdu, kahve de…Ama en güzeli şuydu.Ahmet Piriştina’yla aynı masada oturduğunuzda kendinizi eşit hissederdiniz.Ne kibir vardı, ne mesafe.Geçtiğimiz günlerde Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek’i uğurladık.Tüm şehir, arkasından yürüdü.Tıpkı 21 yıl önce Piriştina’nın arkasından yürüdüğümüz gibi.O gün de gözyaşı sel olmuştu.Tanıyan da tanımayan da oradaydı.Çünkü bazı insanlar resmî görevlerinden çok daha fazlasıdır.Onlar, halkın vicdanıdır.Cenazeye gelen kalabalık, aslında o kişinin hayatı boyunca nasıl bir iz bıraktığını anlatır.Kalabalıklar yalan söylemez.Sessiz bir teşekkür çok kıymetlidir.Siyasetin insanla olan bağını özlüyoruz.Yolu çamurdan çıkarmaya çalışan, bir kahvede oturup çay söyleyen, çocuğun başını okşayan, gençle göz göze gelen, yaşlıya hal hatır soran siyasetçileri özlüyoruz.Ahmet Piriştina böyleydi.Bu topraklar hala “içimizden gelen adamları” bekliyor.Bugün 15 Haziran…Ahmet Piriştina’yı andığımız, içimizdeki eksikliği biraz daha fazla hissettiğimiz gün.Makamdan değil, halktan gelen sevginin nasıl bir güç olduğunu hatırlatma günü.İşte bu yüzden Ahmet abi hala burada.İzmir’de bir durakta, bir anıtta, bir kalpte…Ve bizim hafızamızda.Ruhu şad olsun.Ahmet Piriştina’yı sevgiyle, özlemle anıyorum. Yeni jenerasyonunmotivasyon modeli Son zamanlarda bir kortun etrafını çevreleyen camlara biraz daha dikkatle bakar oldum. Çünkü o camlar sadece oyunun sınırları değil, aynı zamanda padelin ruhunu taşıyan strateji duvarları gibi geliyor bana…Birkaç ay öncesine kadar uzaktan bakıyordum bu spora. Şimdi haftanın birkaç günü raketi elime alıyorum, o cam kortun içine giriyorum. İtiraf edeyim, bağımlılık yapıyor. Hele bir de oyunun içine girince, sadece fiziksel değil zihinsel olarak da tazelediğini fark ediyorsunuz.Son dönemdeki bu padel merakım beni Urla’daki Göztepe Yelken Tesisleri’ne götürdü. Orange Padel’i kuran dört genç girişimcinin hikayesini dinledim.Bugün size bu dört gençten bahsetmek istiyorum.Bazı hikayeler vardır, üniversite kantininde başlar. Bazılarıysa kampüsün arka köşesinde gece yarısı edilen bir cümlede… “Ya, biz niye böyle bir şey yapmıyoruz?”Burak Eroğlu, Efe Özbayrak, Erdem Yurdakul ve Doğa Kömürcüoğlu…Sabancı Üniversitesi Endüstri Mühendisliği’nden mezun bu dört arkadaşın hikayesi tam da böyle başlamış.Birlikte okudular, birlikte projelere girdiler, farklı şirketlerde çalıştılar, yollar ayrıldı, sonra yeniden birleştiler. Ortak bir tutkuda, padelde hem de…Ve orada bir fikir doğdu.“Bu oyun sadece sahada değil, hayatın her yerinde oynanmalı. Neden biz yapmayalım?”Ortaklardan Alihan Özbayrak ve Yarkın Sakuçoğlu, Amerika’da eğitim alırken kurdukları Socio adlı etkinlik yönetim platformunu Cisco’ya sattılar.Ve Forbes’un “30 Under 30” yani 30 yaş altı 30 kişi listesine girdiler.Yani büyük düşünmeyi bilen, global pazarda oynamayı öğrenmiş isimler…Şimdi enerjilerini padel gibi potansiyeli büyük ama Türkiye’de hala gelişmekte olan bir spora aktarıyorlar.Bugün Avrupa’da padel, şirketlerin iç iletişimde kullandığı bir araç.Orange Padel de Türkiye’de bu modeli uygulamaya başladı.İlk etapta birçok büyük şirketle kurumsal turnuva görüşmeleri yapıldı bile.“Ofiste kahve sohbeti yerine, kortta strateji geliştirme…”Düşünün, bu artık yeni jenerasyonun motivasyon modeli. Padel neden yayılıyor? Kort daha küçük, raket hafif, top daha az basınçlı.Güce değil stratejiye dayalı.Takım oyunu yapabiliyorsunuz.Duvarları kullanabiliyorsunuz, yani oyun durmuyor.Düşük sakatlık riski var.Spor ve sosyalleşme aynı anda olabiliyor. Nereden çıktı bu padel? 1969’da Meksika’da Enrique Corcuera, evinin arka bahçesinde başlattı.Bugün 90’dan fazla ülkede oynanıyor.Toplam oyuncu sayısı 25 milyona yaklaştı.İspanya’da futbol kadar popüler.2018’de British Journal of Sports Medicine’in yaptığı bir araştırmaya göre raket sporları insan ömrünü ortalama 9.7 yıl uzatıyor.Yüzme, koşu ve bisiklet gibi sporları bile geride bırakıyor.Neden mi?Çünkü hem fiziksel efor istiyor, hem zihinsel odaklanma…En önemlisi sosyal bağ kuruyorsunuz. Takım oyunları beyne iyi geliyor. Seçimlerinizi iyi yapın Bu dört genç, sadece bir alan kurmadı.Bir ihtiyacı sezdi, cesaret etti, çalıştı ve tasarladı.Ama daha da önemlisi…Güçlü arkadaşlıkların ve dostlukların olması.Bu da çoğunlukla bulunduğunuz ortamla ilgili…O yüzden okullarınızı, mesleklerinizi, ilgi alanlarınızı iyi seçin.Bu seçimler sizi mutlaka bir yerlere götürüyor.

Source: Deniz Si̇pahi̇


İran o kadar da fos çıkmadı

İran’ın tehditlerini acıklı bulmaya başladık.- “Amma da kâğıttan kaplanmış bu İran” dedik.- İstihbarattaki destansı boşluğuyla alay ettik.*Fakat itiraf edelim ki…İran’ın İsrail’e yönelik karşı saldırısı, öyle yabana atılacak bir saldırı değil.*İlk kez…- Tel Aviv’den yıkım görüntüleri gelmeye başladı.- İsrail yönetimi en azından beklemediği türde bir karşılık gördü.- İran’ın füzeleri, bu kez etkili oluyor.*Ne yalan söyleyeyim?İran’ın karşı saldırısının etkili olması çok hoşuma gitti.İran’da rejim yıkılır mıŞöyle söyleyeyim:İran’da rejimin yıkılması tabii ki mümkün olabilir.*Ancak bu yıkım…- Asla İsrail eliyle olmaz.- Asla Netanyahu’nun çağrısıyla olmaz.*Hatta ve hatta İsrail’in saldırıları, Netanyahu’nun çağrıları falan…İran’da rejime can suyu olur.*İran’da rejim yıkılacaksa…Bu ancak ve ancak kendi iç dinamikleriyle mümkün olabilir.*Tabii bu arada İsrail saldırılarının…Orta vadede…İran’ın iç dinamiklerini, rejim aleyhine değiştirme ihtimalini de yabana atmamak lazım.TERÖRSÜZ TÜRKİYE’NİN KIYMETİ – Ortadoğu karışınca…- İran ile İsrail arasında füzeler uçuştukça…- Ölümler, yıkımlar arttıkça…- Tehditler, gerilimler yükseldikçe…Terörsüz Türkiye’nin kıymetini çok daha iyi anlıyoruz.KAHVERENGİ KIYAFETİN HİKMETİCUMHURBAŞKANI Erdoğan, Marmaris’te kahverengi tonlu bir takım elbiseyle görüntülendi.*Erdoğan’ın meşhur ekose “kazanan / kazandıran” bir ceketi vardı.O ceketin tantanası çok yapıldı.Elitler yadırgadı, ahali benimsedi ve o ceket, “kazandıran ceket” olarak şan yaptı.*Erdoğan, aynı taktikle ilerliyor.Yine elitlerin, küçük ve büyük burjuvaların, “şehirliler kahverengi giymez” diye ahkam kesenlerin inadına…Bu sefer de kahverengi giymiş.*Erdoğan’ın “kazandıran ceketi”ni taklit eden çok siyasetçi çıkmıştı.Bakalım kahverengi tonlu takım elbiseyi ilk hangi siyasetçinin üzerinde göreceğiz.GÜL GİBİ BİR ADAM: HÜSEYİN GONCAGÜL MUHAFAZAKAR, mütedeyyin camianın tiyatrocularındandı Hüseyin Goncagül.*Beş özelliği vardı Goncagül’ün:- BİR: Sürekli gülümserdi.- İKİ: Aşırı cömertti.- ÜÇ: Latife yapmadan duramazdı.- DÖRT: Kalp kırdığı görülmemiştir.- BEŞ: İtimat telkin ederdi.*Goncagül’ü kaybetmişiz.Allah’tan bin rahmet.ÜÇ İSİM ÜZERİNDEN CHP’NİN İÇ DURUMU- EKREM İMAMOĞLU: Patron gibi davranıyor. Özgür Özel’in de Kemal Kılıçdaroğlu’nun üzerindeymiş gibi bir tutum alıyor. Toparlayıcı, barıştırıcı, ortak hedef koyucu bir lider havasında. Hapishane koşullarında bile bu algıyı verebilmesi bu işleri iyi kıvırdığının kanıtı.- KEMAL KILIÇDAROĞLU: Cezaevi ziyaretini İmamoğlu’nun talebiyle yaptığı belli olunca… İmamoğlu taraftarları bayağı bir şok yaşadı. İmamoğlu’nun Kılıçdaroğlu ile görüşmek istemesi, Kılıçdaroğlu’nun CHP içinde yabana atılmayacak bir isim olduğunu ortaya koydu.- ÖZGÜR ÖZEL: İmamoğlu’nun patronajlığına iyice alıştı. Hiç mesele etmiyor. İçine sindirdiği formül galiba şu: “İmamoğlu lider, Özel genel başkan, Kılıçdaroğlu idare edilecek isim.” Fakat Kılıçdaroğlu’na bu kadar uzak durması, anlaşılır gibi değil. Üstelik İmamoğlu bile Kılıçdaroğlu’na özel önem verirken….

Source: Ahmet Hakan


Kurduğu dernekle 600 engelliye ışık oldu! 6 çocuk sahibi babanın gurur tablosu

Sabah”tan Batuhan Altınbaş”ın haberine göre 1975 yılında Adıyaman”ın Gerger ilçesinde dünyaya gelen Abdullah Polat, henüz 6 aylıkken geçirdiği göz nezlesinden sonra yanlış tedaviler nedeniyle görme yetisini kaybetti. Erken yaşta hayatın zorluklarıyla karşı karşıya kalan Polat, ilkokulu bitirdikten sonra çalışmak için geldiği İstanbul”da eniştesinin yanında konfeksiyon atölyesinde çalışmaya başladı. 17 yaşında evlenen Polat”ın, 6 çocuğu ve 8 torunu var. Engelli olmasına rağmen zor şartlar altında çocuklarını büyüten Polat, 28 Şubat”ta da mağdur olan isimlerden biri oldu. Başakşehir”de açtığı Engelliler Derneği ile engellilere de kucak açan fedakâr baba, hayat öyküsü ile büyük takdir topluyor. 12 yaşında İstanbul”a geldiğini söyleyen Abdullah Polat, O zamanlar maddi durum ve engelimden dolayı okuyamadım. Eniştemin yanında konfeksiyonda çalışmaya başladım. Evlendim, 6 çocuğum, dördü evli 8 torunum var. Allah onlardan razı olsun, şükrediyorum ki bana hayırlı evlatlar nasip etti. Çalıştığım yerlerde engelli olduğumu hiç belli etmedim. Engelsiz bireyler gibi çalıştım, halbuki önümü göremiyorum. dedi. 2011 yılında Başakşehir Engelliler Derneği”ni kuran Polat, 6 aylıkken göz nezlesi geçirdim. Bir kocakarı ilacı ile göz korneam yandı. O günden bu yana yüzde 80 görme engelim var. 2009″da engelli camiasına girdim. Çeşitli STK”larda devam ettim. 2011 yılında bu derneği kurduk. Şu anda 500-600 civarı kardeşimize hizmet ediyoruz. Rabb”im öyle bir azim vermiş ki bir kapıyı kapatıyor, diğer kapıyı açıyor. Engelli olduğum hâlde engelli kardeşlerime hizmet etmeye çalışıyorum. Bir sürü aktivite ve projemiz var. şeklinde konuştu. Abdullah Polat, Başörtülü kardeşlerimize destek verirken gözaltına alındım. Nezarette yattım, hücrede kaldım. Demokratik hakkımızı kullanırken türlü işkencelere maruz kaldık. Hakkımda gıyabi tutuklama vardı, 3 aya yakın cezaevinde kaldım. 5 yıl boyunca yargılandım. ifadelerini kullandı.Abdullah Polat”ın çocukları da babaları hakkında duygu ve düşüncelerini dile getirdi. Yasin Polat (30): Babam çok fedakâr biri. Bizi büyüttü, özenle yetiştirdi. Bizim için çabalamadığı şey yok. İyi ki böyle bir babam var. Allah başımızdan eksik etmesin. Evliyim, onlardan hâlâ kopamadım. Aynı apartmanda oturuyoruz. Hiç ayrılmadık, aileme bağlı biriyim. Babam hâlâ evimizin direği.

Source: Gazetevatan.com


AKP”den emeklileri korkutan zam açıklaması: “Gündemimizde yok”

3 Temmuz”da duyurulacak enflasyon verisinin ardından 6 aylık enflasyon farkı kesinleşecek. 16 milyondan fazla emeklinin maaşında yapılacak artış oranını belirleyecek veri, SSK ve Bağ-Kur emeklilerinin yalnızca kök aylıklarına yansıtılacak. Bir başka deyişle hali hazırda 14 bin 469 TL”lik en düşük emekli maaşı alan yaklaşık 2.5 milyon vatandaş 0 TL zam alırken, 1.5 milyondan fazla vatandaş ise enflasyon farkının altında emekli zammı almaya hak kazanacak.

EN DÜŞÜK EMEKLİ MAAŞINA ZAM İÇİN MECLİS”İN TOPLANMASI GEREKİYOR Normal şartlar altında 1 Temmuz”da tatile girmesi beklenen Türkiye Büyük Millet Meclisi”nin (TBMM), en düşük emekli maaşına zam yapılması için 3 Temmuz”un ardından toplanması gerekecek. Konuya ilişkin basın mensuplarının sorusunu yanıtlayan AKP Grup Başkanı Abdullah Güler, kendisine yöneltilen “En düşük emekli maaşında düzenleme olacak mı?” sorusuna tartışmalı bir yanıt verdi. Güler, en düşük emekli maaşında artış gören bir düzenleme için “Şu an gündemde değil. Herhangi bir görüşmemiz olmadı” ifadelerini kullanırken, AKP”nin bu yıl da taban aylığa zam yapmama ihtimali milyonlarca emeklinin sosyal medyada isyan etmesine neden oldu.

2023″TE EMEKLİ YILI TEK ZAMLA KAPATMIŞTI Geçtiğimiz yıl Meclis”in gündem yoğunluğu nedeniyle tatile 31 Temmuz 2024″te çıkması milyonlarca emeklinin işine yaramış ve en düşük emekli maaşını 12 bin 500 TL”ye yükselten teklif Meclis Genel Kurulu”nda kabul edilmişti. Buna karşın 2023″te en düşük emekli maaşına ara zam yapılmamış ve milyonlarca emekli seneyi tek zamla kapatmıştı. Bu yılın programında bir değişikliğe gidilmemesi ve TBMM”nin 1 Temmuz”da tatile çıkması halinde en düşük emekli maaşı alan milyonların zam hayali yine ocak ayına kalmış olacak.

Source: Derleyen: Mustafa Balcı


Erdoğan’ın bayramda giydiği ayakkabının fiyatı şaşırttı

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı bir programda giydiği takım elbise ve ayakkabılar sosyal medyada kısa sürede gündem oldu.

İYİ Parti Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda dikkat çeken ifadeler kullanarak şunları kaydetti:

“TAM 300 BİN TL”

“Stefano Ricci, İtalyan. Timsah derisi. Kahverengi. Tam 300 bin TL. 20 emekli bir araya gelse, bir çift ayakkabısını ancak alabiliyor bir aylık emekli maaşları ile. Kestane balı, manda yoğurdu, Medine hurması ve yulaf ezmesine ise paraları kalmıyor!”

Paylaşım kısa sürede sosyal medyada gündem olurken, emekli maaşlarıyla geçinmeye çalışan milyonlarca yurttaşın ekonomik durumu yeniden tartışma konusu oldu.

Erdoğan’ın giydiği lüks ayakkabının markası olan Stefano Ricci, timsah derisinden yapılan ürünleriyle biliniyor ve dünyanın en pahalı erkek giyim markaları arasında yer alıyor.

🇮🇹Stefano Ricci, İtalyan.🐊Timsah derisi.👞Kahverengi.💰Tam 300 bin TL.👉20 emekli bir araya gelse, bir çift ayakkabısını ancak alabiliyor bir aylık emekli maaşları ile.🍯Kestane balı, manda yoğurdu, Medine hurması ve yulaf ezmesine ise paraları kalmıyor! pic.twitter.com/CvgcUmNOtP
— Turhan Çömez (@ComezTurhan) June 14, 2025

Source: Haber Merkezi


Orta Doğu”da adaletin iflası

Ortadoğu semalarında patlayan füzeler, sadece şehirleri değil, uluslararası adalete olan inancın son kırıntılarını da yok etti. İsrail”in “Yükselen Aslan” operasyonuyla başlayan ve İran”ın “Sadık Vaat” ile cevap verdiği bu kanlı düello, iki ülkenin savaşından çok daha fazlası. Bu, kuralların sadece zayıflar için yazıldığı, adaletin ise güçlünün bir aracı haline geldiği küresel sistemin iflasının ilanı. Her şey, İsrail”in uluslararası hukuku hiçe sayan pervasız saldırısıyla başladı.

Bu, Gazze”de aylardır izlediğimiz filmin aynısıdır. Orada hastaneleri, okulları ve mülteci kamplarını vuran İsrail, burada da komşu bir ülkenin kalbine vururken aynı dokunulmazlık zırhına sığınıyor.

Birleşmiş Milletler üyesi egemen bir devletin topraklarını 200 savaş uçağıyla bombalamak, Genelkurmay Başkanı Bakıri”den Devrim Muhafızları Komutanı Selami”ye kadar tüm komuta kademesini suikastla ortadan kaldırmak, nükleer tesislerini vurmak… Hangi devlet, bu eylemlerin ardından kınanmak yerine “kendini savunma hakkı” adı altında Batı”dan alkış alabilir? Cevap basit: Sadece dokunulmazlığı olanlar.

NÜKLEER SİLAH HAKKINA SAHİP ÜLKELER Mİ VAR?

Bu adaletsizliğin en bariz örneği ise nükleer meselesinde karşımıza çıkıyor. Batılı başkentlerden yükselen koro, tek bir ağızdan haykırıyor: “İran nükleer silaha sahip olamaz.” Peki, bu yasağı koyanların kendileri binlerce nükleer başlığa sahipken, bu ahlaki üstünlüğü nereden buluyorlar?

Daha da vahimi, İran”ın nükleer programını “varoluşsal tehdit” olarak gören İsrail”in, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması”nı imzalamayan, sahip olduğu nükleer silahları ne kabul ne de inkar eden bir devlet olması. Bu, bir “nükleer apartheid” düzeni.
Sistem, bazı “seçkin” ülkelere dünyayı defalarca yok edecek güce sahip olma hakkını tanırken, diğerlerine bu caydırıcılığa sahip olmayı yasaklıyor.

TARİHİN TEK SUÇLUSU, GÜNÜMÜZÜN YARGICI

Bu ilginç koronun şefliğini ise tarihte atom bombasını siviller üzerinde kullanan tek ülke olan Amerika Birleşik Devletleri yapıyor. 1945″te Hiroşima ve Nagazaki”de yüz binlerce insanı bir anda yok eden ABD, bugün binlerce nükleer başlığa sahip bir güç olarak dünyaya nükleer ahlak dersi vermeye kalkışıyor.

İsrail”in İran”a saldırısına “Gerekirse İsrail”i savunacağız” diyerek açık çek veren Washington, Tahran”ın misillemesini ise “saldırganlık” olarak yaftalıyor. Bu, failin yargıç rolüne soyunduğu, tarihin en acı ironilerinden biri. Adalet, nükleer silahları kullananın değil, ona sahip olmak isteyebileceğinden şüphelenilenin cezalandırıldığı bir mekanizmaya dönüşüyor.

Askeri saldırılar, bu büyük oyunun sadece görünen yüzü. Perde arkasında, İran”ın devletçi ve kendine yeterliliği hedefleyen ekonomi modelini çökertmeye yönelik on yıllardır süren bir ekonomik savaş var. Amaç sadece İran”ı silahsızlandırmak değil, aynı zamanda direnen ekonomik yapısını kırarak onu Batı”nın liberal pazar sistemine entegre etmek ve bağımlı kılmaktır.

Natanz”daki tesislerin vurulması sadece askeri bir hedefi değil, İran”ın teknolojik bağımsızlık arayışını da hedef alır. Bilim insanlarının öldürülmesi, ülkenin en değerli sermayesi olan insan kaynağını yok etmektir. Bu savaş, füzelerle olduğu kadar ambargolarla, suikastlarla ve ekonomik kuşatmayla yürütülüyor.

ATEŞ ÇEMBERİNDE İSTİKRARIN SESİ: TÜRKİYE

Bu kaos ortamında, Türkiye gibi bölgenin kadim devletlerine tarihi bir sorumluluk düşüyor. Türkiye”nin pozisyonu, bu çifte standartlı düzenin kendisine karşı bir itirazı temsil etmektedir. Ankara, bir yandan tüm taraflarla diyalog kanallarını açık tutarak gerilimi düşürmeye çalışırken, diğer yandan her platformda meydana gelen uluslararası sistemin iflasını dile getiriyor.

Türkiye”nin rolü, sadece arabuluculuk değil, aynı zamanda adaletin sesi. Uluslararası hukukun herkese eşit uygulanmadığı bir dünyada kalıcı barışın olamayacağını, bir ülkenin güvenliğinin diğerinin güvensizliği üzerine inşa edilemeyeceğini savunmaktır.
Ateş çemberi genişlerken, aklıselimi ve adalet arayışını temsil eden Türkiye gibi istikrar unsurlarının sesi, her zamankinden daha gür çıkmalıdır. Çünkü bu adaletsiz düzen devam ettikçe, Ortadoğu”da barış değil, sadece bir sonraki savaşın tarihi beklenecektir.

Bartu Eken / Haber7

Source: Bartu Eken