Vatan haini kimdir?
Sağ iktidarların en bildik söylemidir kendisini eleştirenleri “vatan haini” ilan etmek. Her ayıbını “ezan, bayrak, Kuran” nutuklarıyla örtmeye kalkışan bu anlayışın vatan sevgisi de hayli ilginç. Vatan topraklarının altını küresel maden şirketleri ile onların taşeronluğunu yapan yerli ortaklarına, toprağın üstünü de beton lobisine peşkeş çekmekten hiç rahatsız olmaz. Gerekçe hazırdır: “Ne yani toprak altındaki madenlerimizi çıkarıp ekonomiye kazandırmayalım mı?” ya da “İnşaat sektörü olmazsa istihdam düşer, ekonomi durgunluğa girer”. Vatan topraklarına yapılan bu talana karşı çıkanlar onlara göre “vatan haini” dir. Ülkeye katma değer kazandıracak madenlerimizi çıkarmak ise vatanseverlik. Kimse madenleri çıkarmayın demiyor oysa. Madenleri doğaya, insana ve toprak üstündeki kalıcı zenginliklerimize zarar vermeden çıkarmanın yollarını bulmak önemli olan. Ve karşılığında neleri feda edeceğinizin hesabını yapmak. Ormanları, zeytinlikleri, tarım alanlarını, arkeolojik zenginliklere sahip olduğu bilinen ama kazı yapılmamış alanlarda madenciliğe ruhsat veriyorsanız altın yumurtlayan tavuğu bir seferde toptan yumurta alma uğruna feda ediyorsunuz demektir. Madencilik lobisi tüm dünyada güçlüdür. Küresel şirketlerdir. Yerliler de öyle… Bu lobinin bir ayağı siyasette, bir ayağı medyada ve bir ayağı da yerel yönetimlerdedir. Bir maden şirketi bir ülkeyi ya da bölgeyi gözüne kestirmişse eğer; önce ülkenin madencilik yasalarını kendilerine güçlük çıkarmayacak şekilde değiştirilmesi için lobi faaliyetlerine başlar. Parlamentoda kendilerine destek olması için vekiller kafa kola alınır. Kamuoyunun hazırlanması için ikinci yapılacak iş, basını yanlarına çekmektir. Madencilik yasası değişmeden önce o ülkenin ne kadar zengin madenlere sahip olduğu, yeraltındaki madenlerin çıkarılması halinde ülkenin ekonomik sorunlarının çözüleceği, bölge halkına geniş istihdam olanağı sağlanacağı yazdırılır. Bölge halkına sosyal sorumluluk projeleri kapsamında yardım edilir. Madencilik yasası geçince artık birkaç aktivist ve bölge halkı eylem yapsa da iş işten geçmiştir. ZEYTİN Mİ ALTIN MI? AKP iktidarı döneminde madencilik yasası tam 15 kez değiştirildi. Şimdi 16. kez değiştirilmeye çalışılıyor. Bu yasa değişikliği ile zeytinlikler madenciliğe kurban edilecek. Kamuoyunu yatıştırmak için de zeytin ağaçlarının taşınarak korunacağı söyleniyor. Evet zeytin ağaçları teknik olarak taşınabilir. Ama zeytinin kalitesi için sadece toprağın niteliği önemli değildir. Rüzgârı, nemi, bulunduğu eğimi, bölgenin iklimi de kaliteyi belirleyen öğelerdir. Hem zeytin, sizin çıkaracağınız madenlerden daha mı değersiz? Maden rezervi sonuçta sınırlı. Rezerv bitince şirketler çekip gidecek. Ama binlerce yıl orada olan zeytinler size asırlar boyu ürün verecek. Madenlerden geçinen insanlarımızın sayısı bir avuç iken zeytin ve zeytin ürünlerinden geçinen insanların sayısı üreticisinden toplayıcısına, işlendiği fabrikadan pazarlamacısına, ihracatçısına kadar on binleri buluyor. Ülke ekonomisi için ürettiği katma değer açısından da zeytin, madencilikten ve turizmden daha yüksek. Türkiye’nin zeytin ve zeytinyağı ihracatından elde ettiği gelir yıllık 476 milyon dolar. Turizm sektörünün yıllık geliri 61 milyon dolar. Peki madencilikteki gelirimiz? Sadece 6.5 milyon dolar. Şimdi söyleyin bakalım vatanını seven kim, vatan haini kim?
Source: Miyase İlknur
Hem bağımlı hem taraflı…
Ebubekir Şahin Bey’in başında bulunduğu “RTÜK mezbahası” önceki gün yine giyotinini eline aldı ve kurbanlık koyun diye baktığı üç televizyon kan alına “Bu son! Bir kere daha canımızı sıkarsanız bu giyotin kellenize inecek” uyarısını yaptı. Böylece Halk TV ’ye “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” gerekçesiyle 10 gün süreyle “yayın durdurma” , Sözcü TV ve Tele1 TV kanalına da (anladığım kadarıyla reklam gelirlerinin) yüzde 3’ü tutarında para cezası verilmiş. Önce şu cezaları ele alalım: Halk TV halkı “kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” için cezalandırılmış. İyi de ceza konusu yayınında ne denmiş de halkımız kin ve düşmanlığa tahrik olmuş? RTÜK dışında böyle bir iddiayı ortaya atan tek bir kişi var mı? Varsa o kimdir, iddiasının gerekçesi nedir? Tek bir kişi -bu yayın sonucubaşkalarına karşı düşmanlık hissi çok yükseldiği için gidip de tanımadığı bir başka kişi veya kişilere saldırmış mı? Ya da böyle biri tespit edilmiş de polis o kişiyi eyleme geçmeden önce yakalamış mı? Bilerek söylemiyorum ama çok açık iddia ediyorum ki RTÜK bu cezayı elinde herhangi bir somut gerekçe veya delil olmadan almıştır. Bir başka deyişle kararın keyfi olmak dışında hiçbir dayanağı yoktur. Kaldı ki bu tür “tehlike suçu” iddiasını dile getiren eylemlerin ciddiye alınması için evrensel denecek kadar yaygın hukuk kuralı, o eylem nedeniyle “açık ve yakın tehlike” nin orta çıkması gerekir. Ortada öyle bir durum var mı? Yoook! O halde bu kararı “keyfi” diye nitelemek haksız mı? Aslında biz bu keyfi kararları tartışıp, İletişim (ifade) özgürlüğünün asgari düzeyde saygı gördüğü bir ülkede, bu tür cezalandırma usullerinin yeri olmadığını ve olamayacağını savunuyoruz ama bu arızaları yaratan yanlıştan pek söz etmiyoruz. Sıkıntı ne Ebubekir’in ne de öteki AKP’li ve yandaş üyelerin kişilikleriyle ilgili. Yanlış ta 1994’ten yani ilk RTÜK yasasından geliyor: O tarihin Tansu Çiller, Coşkun Kırca gibi etkin politikacıları RTÜK Üst Kurulu üyelerinin TBMM’ce seçilmiş parti temsilcilerinden oluşmasını istediler. Partiler de RTÜK’te birkaç sandalye edinmek için buna “evet” dediler. Basın Konseyi başta olmak üzere gazeteci meslek kuruluşları ise RTÜK’te üyelerin meslek temsilcileri ağırlıklı olmasını ısrarla talep etti. Ama hep iktidarda kalacağı hayalini taşıyan iktidar mensupları bu önerileri dinlemedi. O yüzden şimdi, (aynen sözde bağımsız ve tarafsız yargı sistemimiz gibi) “tarafsız ve bağımsız” ama Ebubekir Bey dışında herkes kabul eder ki “Saray’a bağımlı ve taraflı” bir RTÜK’ümüz var. Böyle bir RTÜK de kendisine fısıldananlar dışında karar almıyor, alamıyor. İlginçtir bir ara Basın İlan Kurumu da “resmi ilan” dağıtımına aracılık ettiği gazetelere hizmet verirken gazetelerin “ayın içeriğine” bakmadan hareket ederdi. Ama AKP iktidarı döneminde o kurum da bir ara kendisini “mubassır” (öğrencileri yola getirmekle görevli kişi) yerine koymuştu. Orada hangi rüzgârlar etkili oldu bilmiyoruz ama o eski şikâyetler duyulmaz oldu. Basın İlan Kurumu konusunda inşallah yanılmıyorumdur diyerek diliyorum: Darısı RTÜK’ün başına…
Source: Oktay Ekşi
Cezaevinden çıktı, ihbarına gelen polisi bıçakladı
İzmir’in Bayraklı ilçesinde, KADES ihbarına gelen polis memuru M.U., aile içi şiddet olayına müdahale ederken cezaevinden yeni tahliye edilen S.Ö. tarafından bıçaklanarak yaralandı. Olayın ardından saldırgan, polisler tarafından bacağından vurularak etkisiz hale getirildi. Saldırganın 12 suç kaydının olduğu, aile içi şiddet nedeniyle cezaevinden geçtiğimiz hafta tahliye edildiği öğrenildi. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu İzmir Temsilcisi Tülin Osmanoğulları, saldırganın tahliyesine tepki göstererek “Yıllardır bizi yöneten siyasi iktidar, anayasayı, hukuku bir kenara bırakmış durumda. Ülkeyi, yargı paketleriyle yönetiyorlar. Bu paketler, kamuoyunu oyalamak için gündem değiştirme amacı güdüyor. Onuncu yargı paketi de bu şekilde geçti ve birçok tutuklu salıverildi. Özellikle kadına yönelik şiddet suçlarından tutuklular, serbest bırakıldı” dedi.
Source: Ece İçmez
Alışmak
Türkiye, AKP iktidarında, anayasanın ikinci maddesinde ifadesini bulan demokratik, laik, sosyal hukuk devleti özelliğini yitirmiş olmasına rağmen, halk kitlelerinin buna etkili, örgütlü ve bütüncül bir tepki veremiyor olması, halkın gerçekten daha iyi bir yaşamı hak edip etmediğini de tartışma konusu haline getirebiliyor. Bu durum, yaşamı boyunca halk için mücadele verenlerin mücadele direncini de kırabiliyor, onların zaman zaman, “Halk ne hali varsa görsün, bu tepkisiz halk için mücadele vereceğime, fedakârlık yapıp bedel ödeyeceğime, kendim için mücadele veririm, daha iyi” biçiminde düşünmesine neden olabiliyor. Halk, kendisinin ezilmesine ve sömürülmesine, ahlak, erdem ve adalet duygusunun yok edilmesine, olağanüstü durumların olağanlaşmasına alıştıysa ve bu durumu kanıksadıysa, o halkın kurtulması olanaksızdır. Dünyada adaletin ve özgürlüğün, halkın etkili, örgütlü ve bütüncül tepkisi ve mücadelesi olmadan elde edildiğine dair tek bir örnek bile yoktur! “Armut piş, ağzıma düş” tembelliği ve korkaklığı ile halkın kurtulması olanaksızdır. Bazı şeylerin kendi kendine değişeceği beklentisiyle ve hayal perestliğiyle halk kurtulmaz. Halkı kurtaracak olan halktır! Halkın kurtulmak için bir kurtarıcı araması ve beklemesi de saçmalıktır. İnsanlık tarihinde adalet ve özgürlük her zaman, bedel ödenerek, mücadele verilerek elde edilmiştir. Bölük pörçük ve anlık tepkilerle, dilekler ve temennilerle, halk kendisi için bir gelecek inşa edemez. Rahatının bozulmasını ve sorumluluk almayı göze alamayan bir halk, adaleti de özgürlüğü de hak etmez, ömür boyu köle olarak yaşamaya mahkûm olur. Bu mahkûmiyeti sağlayan da halkın kendisidir. Halk böylece kendi kendisini köleliğe mahkûm eder. *** Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Aydınlanma devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk , “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyerek, adalet ve özgürlük yolunda ölümü göze almıştı. Türkiye böyle bir lider ortaya çıkartmıştır, ancak Türk halkının büyük çoğunluğu hâlâ Atatürk’e layık olmayı başaramamıştır. Atatürk’e ve onun bu vatan, bu halk için gösterdiği fedakârlıklara ve harcadığı emeklere layık olmak, Atatürk bayrakları asmakla, ulusal bayramlarda marşlar söylemekle, “ben Atatürkçüyüm, ben Kemalistim” demekle olmaz. Atatürk’e layık olmak eylemle olur, Atatürk gibi olmakla olur, Atatürk gibi yaşamakla olur! Atatürk her ne kadar Türk milletinin zeki, çalışkan ve cesur olduğunu ifade etmiş olsa da, bu ifadesinin kendi kuşağıyla sınırlı olduğunu veya fazlasıyla iyimserlik içerdiğini veya geleceğe yönelik bir amacın ve hedefin dışavurumu olduğunu söylemek daha gerçekçi olur. Aksi bir durum söz konusu olsaydı, Türkiye bugünlere gelmezdi, çok daha ileri bir yerde olurdu! Siyasetçilerin halka yeterli ve etkili bir biçimde öncülük edemedikleri doğrudur. Ancak halkın da artık, sorumluluğu sürekli siyasetçilerin üzerine atmak yerine, sorumluluk üstlenmesi gerekmektedir. Kendi anayasasına, demokrasiye, laikliğe, sosyal devlete, hukuk devletine sahip çıkamayan bir halk, şikâyet etme ve söylenme hakkını da kaybeder. Kötü olan şeylere alışmak ve kötü olan şeyleri kanıksamak, kaderciliğin, miskinliğin, hiççiliğin bir başka biçimidir. *** Bu nedenlerle, halk için mücadele verenlerin, halkın kötü olan şeylere alışmasına da alışmaması, umutsuzluğu aşması, halk için mücadeleye devam etmesi gerekir. Ancak bu mücadelenin başarıya ulaşması halkın uyanmasıyla olanaklıdır. Halkın gücünden bağımsız bir biçimde bireysel çabaların sonuç vermesi olanaksızdır. Bireysel çabalarla, belli başlı kişilerin karşılıklı olarak egolarını tatmin etmelerinin ötesine geçilemez. Toplumsal mücadele, bireyciliği de, bireyi de aşan bir konudur.
Source: Örsan K. Öymen
Topraktan sofraya, sofradan dijitale: Şef Jale Balcı”nın ilham veren hikayesi…
Şef Jale Balcı ile geçmişin izlerini bugünün heyecanıyla birleştiren ilham dolu bir yolculuğu, kadın emeğini, dijital dönüşümü ve mutfağın sadece damakla değil, ruhla kurduğu bağı konuştuk. – Antakya gibi zengin bir mutfak kültürünün içinden gelen bir şef olarak çocukluğunuzun sofralarından bugünkü vizyonunuza uzanan yolculuğunuzu dinlemek isterim… Müthiş bir mutfaktan ve müthiş bir yeme alışkanlığından geliyorum. Antakya gibi gastronomiyle yoğrulmuş bir şehirde doğup büyümek, bana sadece yemek yapmayı değil; mevsiminde yemenin kıymetini, damak zevkinin karaktere nasıl yansıdığını ve sofranın birleştirici gücünü öğretti. Çocukluğum, her biri adeta birer ziyafet olan sofralarla geçti. Evimizde her şey mevsimindeydi, en tazesi, en iyisi soframıza gelirdi. O sofralarda sadece yemek yenmezdi; gelenek, hikâye, duygu, paylaşım da olurdu. Bugünkü mutfak vizyonumun temelini işte bu çok katmanlı yaşanmışlık oluşturuyor. Antakya, benim için yalnızca bir coğrafya değil, bir damak hafızası, bir yaşam biçimi. – İlk profesyonel adımınızı attığınız dönemde sizi mutfağa çeken şey neydi? Gastronomi sizin için o yıllarda da bir meslekten fazlası mıydı? Kariyerime finans sektöründe başladım; borsada broker’lık yaptım. O dönem para piyasalarında büyük dalgalanmalar, yoğun stres ve belirsizlikler yaşanıyordu. Ardından ikiz çocuklarımın doğmasıyla birlikte hayatımın yönü tamamen değişti. Anne olunca beslenmenin sadece fiziksel değil, ruhsal gelişim üzerindeki etkisini çok daha derinden hissettim. Bir çocuğun büyümesinde yediği yemeğin nasıl bir karaktere, nasıl bir yaşam tarzına dönüştüğünü birebir gözlemledim. Bu farkındalık beni mutfağa yönlendirdi ama sadece yemek yapmak için değil. Gastronomi benim için başından beri bir meslekten fazlasıydı. Hayata bakışımın, insanı anlama biçimimin bir yansımasıydı. – Finans sektöründe geçen yıllarınızın ardından şefliğe yönelmek cesur bir karar gibi görünüyor. Bu geçiş sürecinde sizi en çok zorlayan ne oldu, en çok besleyen neydi? Açıkçası bu dönüşüm tamamen içsel bir huzursuzluğun sonucuydu. Finans sektöründe oldukça dinamik ama bir o kadar da baskılı, stresli ve eril enerjinin yoğun olduğu bir ortamdaydım. Gün geçtikçe, konuşma tarzımın bile erkeksileştiğini, kendi özümden, dişil doğamdan uzaklaştığımı fark ettim. Gerçek anlamda mutsuzdum. Yemek hiç aklıma gelmemişti. Çünkü o dönemlerde kadın şef neredeyse hiç yoktu. Ta ki bir arkadaşımın hediye ettiği bir yemek atölyesine katılana kadar… Oradaki Fransız şef, “Sende bir şey var” dedi. O cümle, içimde çok derin bir yerle buluştu. – Yeni girişiminiz Panmarket fikri nasıl doğdu? Bir online site kurmak şeflikten çok farklı bir alan gibi görünse de sizce aralarında nasıl bir bağ var? Panmarket fikri, 2015’ten sonra zeytinyağı kitabım için yaptığım saha çalışmaları sırasında doğdu. O dönemde pek çok bağ, bahçe ve üreticiyi ziyaret ettim. Gördüklerim beni derinden etkiledi. Bazı üreticiler ürünlerine inanılmaz bir özen ve tutkuyla yaklaşıyordu. Bu kadar emek verilen ürünlerin çoğu zaman hak ettiği değeri görememesi beni harekete geçirdi. O günlerden itibaren bu fikir içimde yavaş yavaş şekillendi. Şeflik sadece pişirmek değil; ürünü tanımak, onun geldiği toprağı ve yetiştiği mevsimi bilmek demek. Ne yazık ki bugün birçok şef, kullandığı ürünün nereden geldiğini bilmiyor. Üstelik her şeyi her mevsim bulabiliyor olmak da lezzetin özünü ve doğallığını yok ediyor. Bu durum, sürdürülebilirlik açısından da büyük bir tehdit oluşturuyor. Panmarket, işte bu farkındalıkla doğdu. – Panmarket üzerinden ulaştığınız üreticilerin çoğu yerel ve küçük ölçekli. Bu insanlarla kurduğunuz temas size ne öğretti? Ve sizce bu ölçek ekonomisinde sürdürülebilirliğin anahtarı ne? Panmarket aracılığıyla birebir temas kurduğum yerel ve küçük ölçekli üreticilerden en çok öğrendiğim şey; üretimin bir kazanç değil, bir yaşam biçimi olduğu gerçeği. Onlar toprağı bir geçim aracı olarak değil, adeta bir yaşam ortağı olarak görüyorlar. Tutkuyla, sabırla ve çoğu zaman büyük maddi beklentiler olmadan üretiyorlar. Bu da bana lezzetin aslında samimiyetten, emeğin içtenliğinden doğduğunu gösterdi. – Anadolu mutfak kültürüne derinlemesine hâkimsiniz. Sizce bugünün tüketicisi, bu kadim bilgiye nasıl yaklaşıyor? Panmarket aracılığıyla bu kültürel mirası dijitale taşımak sizce neden önemli? Bu gerçekten çok önemli ve değerli bir soru. Çünkü biz kendi kültürümüze, topraklarımıza ve ürünlerimize sahip çıkmazsak, bir süre sonra başkalarının ne ürettiğini bilmeden, dışarıdan gelen gıdalara mahkûm hale geliriz. Bu sadece bir ekonomik mesele değil; bu, gıdamız üzerinden kimliğimizin, sağlığımızın ve geleceğimizin yönetilmesi demek. Anadolu dediğimiz yer sadece bir coğrafya değil; Mezopotamya’yla birlikte insanlığın en eski üretim hafızasına sahip bir toprak. İpek Yolu’nun geçtiği, ilk tohumların yeşerdiği, ilk tandırın yakıldığı yer. Ve biz bu mirası yeterince bilmiyor, sahip çıkmıyoruz. Bugünün tüketicisi ne yazık ki halen sofrasına her şeyin eskisi gibi geleceğini sanıyor. Oysa gidişat hiç öyle değil. Gerçek Anadolu ürünleri, ustaları, tarifleri bir bir yok oluyor. Eğer biz bu sürece dur demezsek, birkaç yıl içinde o lezzetleri sadece kitaplarda ya da anılarda hatırlayacağız. Panmarket bu yüzden var: Anadolu’nun sesi hâlâ duyulsun diye. – Bugün gastronomi sektörünün en büyük sorunu sizce ne? Bu soru da gerçekten çok önemli ve uzun uzun konuşulması gereken bir konu. Ama özetle söylemek gerekirse, bence en büyük sorun liyakat eksikliği ve sorumluluk bilincinin kaybı. Sektörde uzun süredir yer alan bazı isimler (ki ben onlara zaman zaman “dinozorlar” diyorum) hâlâ kendilerini tartışmasız doğru kabul edip “Ben bu sektöre ne katıyorum” sorusunu sormuyorlar. Eğer gerçekten katkıları kalmadıysa, yerlerini gençlere açmaları, onlara el vermeleri gerekiyor. Aynı şey kurumlar için de geçerli. Şov peşinde koşan, içi boş içeriklerle gastronomiyi sığlaştıran yapılara karşı bir denge kurulmalı. Yemek sadece karnı doyurmak değildir; kültürdür, diplomasi aracıdır, tarihin ve toplumların hikâyesini anlatan bir dildir. Ama bugün ne yazık ki gastronomi, sosyal medyada birkaç görselle tüketilen, iki şefin alkışlandığı yüzeysel bir gösteriye dönüştü. Michelin yıldızı almak ya da birkaç yabancı şefi Türkiye’ye getirmekle bu iş gelişmez. Gerçek gastronomi, kim ne yiyor, neden yiyor, kim üretiyor ve neye hizmet ediyor gibi sorularla ilgilenir. Eğer herkes bu sektörde yaptığı her işte “Ben şu an gerçekten gastronomiye ne katıyorum” sorusunu kendine sorsa, o zaman bu alan büyür, derinleşir ve değer kazanır. Aksi halde sadece görünürlükle ilerleyen ama içerik açısından zayıflayan bir sektörü izlemeye devam ederiz. – E-ticaret ve gastronomi son yıllarda ciddi şekilde kesişti. Sizce dijitalleşme, gıdayla kurduğumuz bağı koparıyor mu yoksa dönüştürüyor mu? Dijitalde çok fazla ürün var gibi görünüyor ama gerçek, nitelikli ürünlere ulaşmak aslında her zamankinden daha zor. Görünenin cazibesi artarken içerik çoğu zaman sığlaşıyor. İnsanlar bugün o kadar kötü domates yiyor ki gerçek bir domatesin tadını unuttu. İşte tam da bu yüzden dijital alanda birebir ilişki kurmaya, ürünün izini sürmeye ve gerçek lezzeti yeniden hatırlatmaya çalışıyorum. – Son olarak kadın girişimciliği son yıllarda çok konuşuluyor ama hâlâ görünürlük ve kaynaklara erişim meselesi ciddi bir problem. Sizce bu alandaki en acil ihtiyaç nedir? Bu dünyanın geleceğini kadınların inşa edeceğine inanıyorum. Kadınların sadece alkışlanmaya değil, gerçekten kaynaklara, eğitimlere, pazar erişimine, finansal desteğe ve karar mekanizmalarına katılmaya ihtiyacı var. Bu sağlandığında sadece kadınlar değil, toplum kazanacak.
Source: Burçak Şener
Bilimden yana edebiyata doğru
Bizlerin yaşam döngüsü tam otuz iki yıldır ortaçağ karanlığı olarak nitelendirdiğimiz Sivas katliamının yaşandığı o kara günde saklı. Bu ülkede bellek ve toplumsallık arasındaki kusurlu ilişkinin bizi yorduğu, incittiği gerçeğini sakınmadan söze başlamak gerekiyor. Buna karşın itirazımızı zaman zaman yüksek sesle çoğunlukla da üretime geçerek yapmak üzerine kurulu bir anlayıştan geliyoruz. Toplumsal sorumluluğu ve örgütlenme bilincini bize öğreten anne ve babalarımızın eksikliğine rağmen kardeşim Zeynep Altıok ’la Madımak Oteli’nde yaşatılanın bir “aydın katliamı” olduğunu hatırlatma, gelecek kuşaklara öğretme, anlatma sorumluluğunu taşıyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse bir katliama karşı ortak direnci geliştirmenin en temel noktalarından birinin orada öldürülen isimlerin kimler olduğunu, neler yaptıklarını, arkalarında hangi eserler bıraktıklarını tanıtmak, gelecek kuşaklara da bu mirası bırakmaktan geçtiğine inanıyoruz. *** O kara gün yitirdiğimiz Asım Bezirci , fakir bir emekçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Liseyi parasız yatılı olarak Erzurum Lisesi’nde okumuştu. Lise son sınıftaki sınıf arkadaşı daha sonra kendi gibi edebiyatımızda eleştiriye yön verecek Fethi Naci ’ydi. Her ikisi de üniversite okumak için İstanbul’a gelmiş, Asım Bezirci, edebiyat fakültesini, Fethi Naci ise iktisat fakültesini seçmişti. Asım Bezirci arkadaşına kızgınlıkla, “Edebiyata sırt çevirdin” demişti. Ama Fethi Naci hayatını güvence altına almak istiyordu. Ona edebiyatı seçerek aç kalacağını ima etti. Sonuçta Naci’nin dediği gibi oldu. Ama her ikisinin de hayatı, siyasi düşüncelerinden ve yapıtlarından dolayı soruşturularak, hapis yatarak, tercih etmediği bir işte çalışmak zorunda kalarak geçti. Buna karşın hep okudular, öğrendiler, yazdılar, aydın namusunu yüreklerinde taşıyarak hep dirençli kaldılar. *** Bezirci’nin üniversite yılları da kolay geçmedi; parasızlığın yanına düşünsel yapılanmasını artırıp sınıfsal bilincine eriştiği için soruşturmalar eklendi. Dahası üniversitede bir hocası onu solcu olduğu gerekçesiyle ihbar ettiği için bursu kesildi. Böylece üniversitede öğretim üyesi olma hayali suya düştü. Buna rağmen yılmadı Asım Bezirci. Tam anlamıyla bir edebiyat tarihçisi olmanın hakkını verdi. *** Sivas’ta cumhuriyet düşmanlarınca yakılarak öldürülünceye kadar 70 inceleme kitabı, 17 çeviri kitabıyla çıktı okur karşısına. Bu verimliğiyle, edebiyatımızın çalışkan karıncası olarak anıldı. Bir gün olsun kendi görüşünden “taviz” verdiğini, inandığı değerlerden çark ettiğini görmedik! Onun için her şeyin temeli “yazınsal bir düşünce” ydi; bu nedenle de eleştirimizin öncülerinden biri oldu hep. *** O, başta Nâzım Hikmet, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Edip Cansever, Ahmet Haşim, Nezihe Meriç, Oktay Akbal, Nurullah Ataç gibi edebiyatımızın önde gelen yazarlarının biyografilerini kaleme aldı. Böylece her birine ait gelecek kuşaklara belgeli bir edebiyat tarihçiliği sundu; aynı zamanda her sözünü nesnelliğe dayandırdı. İkinci Yeni Olayı, Seçme Romanlar, Seçme Hikayeler, On Şair On Şiir, gibi çalışmalarıyla da edebiyatımızda kılı kırk yaran bir bakış açısından okurun yararlanmasına imkân sağladı. *** Ne var ki bu kadar yol açıcı bir yazarın hak ettiği ilgiyi ve değeri bulamadığını gördük geçen yıllar boyunca. Bu nedenle de Zeynep Altıok’la birlikte, “Bilimden Yana Edebiyata Doğru” başlığı altında geniş kapsamlı bir “Asım Bezirci Sempozyumu” hazırlamaya karar verdik. Bize omuz veren değerli Kadıköy Belediye Başkanı Mesut Köseler ’e teşekkürü borç biliyoruz. “Bilimden Yana Edebiyata Doğru: Asım Bezirci Sempozyumu” nu bugün saat 10.00’dan itibaren Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi’nde izleyebilirsiniz. Bizler, babalarını da aynı katliamda yitirmiş iki evlat olarak bu sempozyumu düzenlemeyi vefa olarak görüyoruz. Çünkü Aydınlanma karşıtlarının bilinçli kültürsüzleştirme politikalarıyla at başı giden toplumsal duyarsızlık iklimine, pek çok etkin kişinin kültür sanat alanına yeteri kadar eğilme bilinç ve iradesinden yoksunluğuna direnç göstermekle yükümlüyüz. Sempozyuma katılan baba dostları ve arkadaşlarımızla, Adnan Özyalçıner, Hilmi Yavuz, Atilla Birkiye, Turgay Fişekçi, Ayşegül Tözeren, C. Hakkı Zariç ve Hürriyet Yaşar ’la Asım Bezirci’yi konuşacağız. *** Kuşkusuz Asım Bezirci’lerin özlediği bir Türkiye düşünselliği bilimsellik temelinde konuşarak inşa edilir.
Source: Eren Aysan
İnsanlığın sınavı
Dünyaya egemen olmaya çalışan günümüz imparatorluğunun tek kutuplu bir gelecek hülyasının yarattığı vahşi bir gerçeklik var insanlığın aynasında. Bu gerçeklik, dünyayı “Tanrı’nın (‘para’nın anlayalım) krallığı” na dönüştürme tutkusunun günümüzdeki aktörlerinin masalarındaki projelerin uygulanmasıyla sürüyor. Günümüzde emperyalizmle onun imparatorluk düşlerinin gerçekleştirilmesinin önünde engel olduğunu düşündüğü ülkeler arasında süren savaş, ilk çağlardan beri süregelen sömüren-sömürülen, ezilen-ezen, yoksul-zengin, mazlum-zalim arasındaki savaşın günümüzdeki görüntüsüdür. PROJENİN ODAĞI Yaşadığımız topraklar, BOP denilen emperyalist projenin odağında yer alıyor. Bu projenin gerçekleştirilmesi için ABD emperyalizmi, finans kuruluşları, çokuluslu şirketleri, ordusu, silahlarıyla dünya egemenliğini gerçekleştirme politikalarındaki adımlarını atmaya önce gözünü diktiği ülkenin siyasetinde etkili olacak işbirlikçilerini yaratarak başlıyor. “Demokrasi” ve “seçimler” projenin ilk kurbanları oluyor ve birçok ülkede “seçimlerle gelen krallar” denilebilecek yöneticiler “büyük işbirlikçiler” olarak sahnede yerini alıyor. Bu figürler, “İşbirlikçinin de işbirlikçiye gereksinmesi vardır” gerçeğiyle ülkelerinde uygun kişileri aramaya başlıyor. Fonlarla, projelerle besledikleri kimilerinin taşeronlaştırılmasıyla devam eden süreçte istenilen özelliklere sahip olanları devşirmeye başlıyor. Bunlar, dağılan Arapların petrol milyarderleri, Sovyetler Birliği’nin yeni ülkelerindeki oligarklar, birçok ülkedeki ihale milyarderleri, etnik ve dinsel kümelenmeler, mafya ve bunlarla iç içe olan ideolojisi ne olursa olsun (radikal İslamcı, Siyonist, faşist fark etmez) yeni hizmetlere hazır olduğunu işaret edenlerdir. Ülkelerde yeni partiler kurdurulur, var olan bir parti bölünür ya da ele geçilir, muhalefet çeşitli yöntemlerle etkisizleştirilir. Medyada, güvenlik ve istihbarat kurumlarında, üniversitede, hukukta, kültürde kısacası yaşamın her alanında, her kurumunda bu politikaya hizmet etmeye hazır olan “akil adamlar” (akıl karıştırıcılar) en uygun işbirlikçiler olarak hizaya sokulur ve başka alanlarda yeni işbirlikçiler yaratılması için adımlar atılır. HÂLÂ UMUT İNSANDA Yaşama biçimimizle ilgili düzenleme emperyalizmin dayatması olarak ülkemize de karabasan oluyor: Sahte delil, gizli tanık, kumpas, hukuksuzlukla yurtseverlere gözdağı, ulusal egemenliğin yerini alan dinsel bağnazlık adımları… Bu gidişe dikkat çekmek için “Yeni Dünya Düzeni” ve “Türk-İslam Sentezi” ne karşı yazdıklarımdan oluşan, adını Nâzım Hikmet ’in “Ve güneş doğarken hiç umut yok mu/ Umut umut umut/ Umut insanda” dizeleriyle biten “Umut” şiirinden aldığım Umut İnsanda (1997) adlı kitabımda, onun “Büyük İnsanlık” şiirinden şu dizeler de vardı: “Büyük insanlık gemide güverte yolcusu/ tirende üçüncü mevki/ şosede yayan/ büyük insanlık./ Büyük insanlık sekizinde işe gider/ yirmisinde evlenir/ kırkında ölür/ büyük insanlık./ Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter/ pirinç de öyle/ şeker de öyle/ kumaş da öyle/ kitap da öyle/ büyük insanlıktan başka herkese yeter./ Büyük insanlığın toprağında gölge yok/ sokağında fener/ penceresinde cam/ ama umudu var büyük insanlığın/ umutsuz yaşanmıyor.” Büyük insanlığın düşleriyle emperyalist tutkuların savaşı da diyebiliriz yaşadığımıza. Yok edilmeye çalışılan insan onurunu, insanlaşma kavgasının büyük sevdalılarından Hayyam selamlasın: “Varlığın hem anlamı hem amacıyız biz/ Akıl gözünün cevheriyiz biz/ Dünyanın her yanı yüzüğün halkasıysa/ Yüzükteki taş biziz, taştaki nakış biziz…”
Source: Öner Yağcı
CHP”deki kavgada yeni raunt! Kılıçdaroğlu”nu partiden atacaklar
ANKARA – Cumhuriyet Halk Partisinde yolsuzluk skandallarının ardından baş gösteren iktidar kavgası kızıştı. Şaibeli kurultay sebebiyle bütün gözler pazartesi günü görülecek davaya çevrilirken, eski genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu ’nun mahkemenin ‘mutlak butlan’ kararı vermesi durumunda geri döneceğine yönelik açıklamaları partiyi ikiye böldü. Bir süredir sosyal medya üzerinden Ekrem İmamoğlu ve mevcut genel başkan Özgür Özel’e yakın hesaplardan Kılıçdaroğlu’na yönelik hakarete varan değerlendirmeler yapılıyordu. Son olarak CHP Kars İl Başkanı Onur Ulaşdemir’in “Bu parti, 13 yıl boyunca hiçbir başarı gösteremeyen bir maşaya teslim edilmeyecek!” açıklaması Kılıçdaroğlu cephesinde bardağı taşırdı. Bugüne kadar açıktan açığa tartışmalara dâhil olmayan Kılıçdaroğlu’na yakın milletvekilleri hakarete varan paylaşımlar gündeme gelince, sessizliklerini bozdu. Çok sayıda isim, Kılıçdaroğlu’na desteğini bildirdi. İmamoğlu taraftarları ise Kılıçdaroğlu aleyhine linç kampanyası başlattı. #r-1126774# İMAMOĞLU: İHANETE UĞRADIM Geçmişte ilişkilerini “ Baba oğul gibiyiz” şeklinde tarif eden Kılıçdaroğlu ile İmamoğlu arasındaki kavga da deşifre oldu. Kılıçdaroğlu geçen yıl İmamoğlu için “Sırtımdan hançerledi” demişti. Bu sefer İmamoğlu, eski genel başkanını ihanetle suçladı. CHP medyası üzerinden mesaj gönderen İmamoğlu “Büyük bir ihanete uğrama duygusuyla karşı karşıyayım. Çok içimi yaktı, tarifsiz bir şekilde kötü hissediyorum. Suçlu ilan ediliyorsam, en büyük ‘suç ortağım’ Kemal Bey’dir. Çünkü bu mücadelenin büyük bölümünde birer yol ve kader arkadaşıydık” dedi. İmamoğlu, mahkemenin karar vermesi durumunda döneceğini açıklayan Kılıçdaroğlu’na “Utançla hatırlanırsınız” diye gözdağı verdi. YARKADAŞ: DÜĞMEYE BASTILAR Kılıçdaroğlu’nun geri adım atmaması üzerine parti yönetiminin ihraç kartını açacağı öne sürüldü. Delege pazarlıklarıyla devirdiği Kılıçdaroğlu’na “Allah kimseyi senin pozisyonuna düşürmesin” açıklamasıyla set çekmeye çalışan Özgür Özel’in fiilen de dönüş yolunu tıkayacağı konuşuluyor. Kılıçdaroğlu’na yakın isimlerden eski milletvekili Barış Yarkadaş “Genel merkez, il başkanlıklarına bir çerçeve metin yollandı. Bu metin CHP’nin 7. genel başkanı Kılıçdaroğlu’nu hedef alıyor. Metin il başkanlıkları tarafından zenginleştirilecek ve peş peşe yayınlanacak. Böylece Kılıçdaroğlu karşıtı bir hava oluşturulacak. Ardından ise Kılıçdaroğlu’nu İHRAÇ etmek için düğmeye basılacak” mesajını paylaştı. ESKİLERDEN ÖZEL”E DESTEK CHP’deki “mutlak butlan” tartışmasına eski genel başkanlar da dahil oldu. Altan Öymen, Hikmet Çetin ve Murat Karayalçın yazılı bir açıklama ile Özgür Özel’e destek verdi. Kemal Kılıçdaroğlu’na çağrı yapılan bildiride, “Bize göre temel çözüm, önceki dönem Genel Başkanımızın yargı tasarımı ile partimizi düzenleme sonucu doğuracak tüm olasılıkları reddeden ve Özel’in yanında dimdik duran bir tutum almasıdır” denildi. YAVAŞ”TAN TEK YUMRUK ÇAĞRISI Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ise “Tartışmaların bir şekliyle sonlanması şarttır. Bu süreçte önceki ve mevcut genel başkanımız ile tüm partililerin tek yumruk hâlinde bir ve bütün durması en büyük arzumdur, olması gerekendir. Aksi hâlde ben dâhil hiçbirimizin siyaset yapmasının bir anlamı kalmaz” dedi.
Source: Sinem Eryılmaz
İmamoğlu’nun en duygusal anları
İşte Kılıçdaroğlu, Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu görüşmelerinin tutanağı
Görevden alınan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu, CHP’nin önceki dönem TBMM Grup başkanvekili Engin Özkoç, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer, Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar’a mektup yazdı. Mektubunda, “Recep Tayyip Erdoğan, iktidarın mahkeme kararıyla CHP’yi uçuruma yuvarlamak istiyor. Bu süreç hepimizin zararına bir yolda ilerliyor. Sizden de ricam Kemal Kılıçdaroğlu ve Özgür Özel’i bir araya getirin, beraber ortak bir yolda ilerleyin. Tayyip Erdoğan’ın, iktidarın dayattığı yolu reddedin ve bu ortak yolu siz inşa edin” dedi.
“Ortada bir feryat var. Bir araya gelip konuşalım” dediler. Böyle bir toplantıda, Zeydan Karalar yurtdışındaki bir toplantısı nedeniyle bulunamayacağını belirtti, görüşlerini aktardı. İmamoğlu’nun istediği, Kılıçdaroğlu ve Özgür Özel’i bir araya getirip yol açılmasıydı. Vahap Seçer ve Engin Özkoç, Mansur Yavaş’ı ziyaret etti. Böyle bir görüşme için Özgür Özel’in de talebi vardı. Ancak, Özgür Bey, “Genel başkan olarak Kılıçdaroğlu’nu arar ve reddedilirse bu durumun partiyi zor duruma düşüreceğini” belirtti.
KILIÇDAROĞLU İLE BAŞ BAŞA
Saat 15.00’da Kılıçdaroğlu’nun ofisinde buluştular. Çalışma odasının arkasında kütüphaneli oda var. Oradaki yuvarlak masa etrafında toplandılar. Kılıçdaroğlu, geliş amaçlarını dinledikten sonra görüşlerini söyleyeceğini belirtti. Konuşma sırasında hem Türkiye’de hem dünyada çok ciddi gelişmeler, sıkıntılardan söz edildi, şu görüşler dile getirildi:
“Bu sıkıntılardan dolayı ülkede de yaşanan huzursuzluklar var. Bir de bunun üzerine Tayyip Erdoğan, partimizin kurultayıyla ilgili bir ‘mutlak butlan’ kararı aldırılmak üzere bir yola sokmuş. Mahkemeler artık iktidarın mahkemeleri haline dönüşmüş. Eğer ‘mutlak butlan’ kararı çıkarsa, bu Tayyip Erdoğan’ın partimize dayattığı bir karar olacak.
Böyle bir kararla iktidar, partimizin parçalanacağı, birbirimize düşeceğimiz bir atmosfer oluşturmaya çalışıyor. Bunun önüne geçebilmek için eğer uygun görürseniz sayın Özgür Özel ile birlikte bu akşam bir araya gelelim. İsterseniz siz bir araya gelin, isterseniz biz de katılabiliriz. Birlikte, Tayyip Erdoğan’ın dayattığı bir yoldan değil, CHP’nin iki genel başkanının açtığı bir yoldan yürüyelim, biz de arkanızda olalım.”
Vahap Seçer ve Engin Özkoç, Ekrem İmamoğlu ile Marmara Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda 24 Haziran’da görüştü.
ÖZGÜR BEYLE GÖRÜŞECEĞİM BİR ŞEY YOK
Bu konuşmalar üzerine CHP’nin 7. Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, görüşlerini şu sözlerle ortaya koydu:
“Mutlak butlan kararı hukuki olarak çıkarsa, bunu reddedemem. Çünkü eğer ben reddedersem partiyi kayyuma teslim etmiş bir genel başkan olurum. Onun için bunu ben kabul edemem. O yüzden, benim şu anda sayın genel başkan Özgür Özel’le görüşeceğim herhangi bir şey yok. Biz bunu mahkeme kararından sonra oturur konuşuruz. Ben o zaman önceki genel başkan olarak, kendisinin fikirlerini elbette alacağım.”
O ZAMAN BİR ANLAMI KALMIYOR
Ancak, orada bulunan üç isim de, “Mahkeme kararı çıktıktan sonra zaten bir anlamı kalmıyor, geç kalmış oluyoruz. Bu konuda bizim sizin genel başkanla oturup konuşmanızın çok büyük önemi var” dediler. Bunun üzerine Kılıçdaroğlu, “Yani şu anda oturup konuşuruz ama şu anda konuşulacak bir şey görmediğini” söyledi. Bunun üzerine Vahap Seçer söz aldı ve şu açıklamada bulundu:
“Sayın Genel Başkan, başımızın üstünde yeriniz var. Siz bizim genel başkanımızsınız. Ama bu ‘mutlak butlan’ kararını siz kabul ederseniz, toplumun büyük bir kesiminin, örgütün tepkisiyle karşı karşıya kalırsınız ve yıpranırsınız. Bizim amacımız partimizi ayakta tutmak. Siz de, Özgür Bey de iki genel başkanımızsınız. Bir araya bu akşam gelin, bizi istiyorsanız beraber olalım. Siz bu dayatılan mutlak butlan kararında değil, sizin açtığınız bir yolda yürüyelim.”
BENİ GENEL MERKEZE SOKMAYACAKLARMIŞ!
Bu açıklama üzerine Kılıçdaroğlu, “Arkadaşlar bu konuda telaşlanacak bir şey yok. Örgütün tepkisi ne olacak? 2-3 gün tepki gösterir. Neymiş, beni genel merkeze sokmayacaklarmış. Evet sokmasınlar. Genel başkan neredeyse genel merkez orasıdır. Bunların hepsi yoluna girer. Telaşa gerek yok. Bu karara karşı çıkılırsa hem kararlarını nasıl alacaklar? Maaşları nasıl ödeyecekler? Milletvekillerini nasıl seçecekler? Bu karara karşı çıkarlarsa belediye başkanını nasıl seçecekler?” dedi.
Kılıçdaroğlu’nun bu açıklaması üzerine, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş söz aldı ve şunları söyledi:
“Sayın Genel Başkan, öyle şey olur mu? Bu sizin dediğiniz şekilde olursa, bu sefer parti bölünür, parçalanır. Toplumda birbirini destekleyen, bizi destekleyen kesim de ayrışıyor. O zaman benim siyaset yapma gerekçem kalmaz. O zaman ben siyaset yapmam.”
NASIL BİR YOL YÜRÜYECEKSİNİZ?
Bu sözleri sessizce dinleyen Kıllıçdaroğlu, “Anlıyorum” demekle yetindi. Hemen ardından sözü Engin Özkoç aldı, şunları söyledi:
“Sayın Genel Başkanım, yani diyorsunuz ki mahkeme kararından sonra, tam anlamak için soruyorum, mahkeme kararından sonra böyle bir şeyi görüşeceksek siz o karardan sonra nasıl bir yol yürümeyi düşünüyorsunuz? Biz bunu Genel Başkanla da konuşacağız, diğerleriyle de konuşacağız, Ekrem Bey’le de konuşacağız.”
Kılıçdaroğlu, kongreleri yapıp sonra kurultaya gidileceğini söyledi. Bunun üzerine Engin Özkoç, sürenin 1,5- 2 yılı bulabileceğini belirtti.
MİTİNGLERİN YAPILMASI YANLIŞ
Kılıçdaroğlu, CHP’nin düzenlediği ilçe, il mitinglerine konuyu getirdi ve görüşlerini şöyle açıkladı:
“Arkadaşlar bakın Ekrem Başkan’la ilgili mitingler yapılmasını yanlış buluyorum. Bu mitinglere gerek yok. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde Aziz Kocaoğlu 400 yıl hapis istemiyle yargılandı. Gittik, bir kez miting yaptık. Kendisine de, ‘Bu seninle hukuk arasında bir meseledir’ dedim. Burada da diyorum, bu konu Ekrem Bey’le hukuk arasında bir meseledir. Onun için böyle mitinglere falan gerek yok. Eğer bir diplomasi yürütülecekse bu diplomasi grup başkanvekilleri aracılığıyla yürütülür.”
Bu sözler, odada bulunanları rahatsız etti. Mansur Yavaş yeniden söz aldı. Yavaş, “Efendim böyle bir süreçte parti tamamen parçalanır. Kamuoyu yoklamalarına göre CHP birinci parti ama böyle olursa bir anlamı kalmaz” dedi.
ÖZGÜR BEY’E GİDİLDİ
Kılıçdaroğlu’nun yanından memnun ayrılmayan üç kişilik heyet, çıkınca CHP Genel Başkanı Özgür Özel’i ziyaret etti. Mansur Yavaş, Kılıçdaroğlu ile aralarında geçen konuşmayı özet olarak anlattı, Vahap Seçer ve Engin Özkoç da konuşmadan bölümler dile getirdi. Son sözü alan Yavaş, Kemal Bey’e, bu durumda siyaset yapmanın anlamının kalmayacağını ifade ettiğini kaydetti. Bu konuşmalardan sonra, Özgür Özel’e böyle bir ortamda ne yapmayı düşündüğü soruldu. Özgür beyin cevabı şöyle oldu:
“Ben yemek teklifine, buluşma, görüşme teklifine varım. Yani ortak bir yol konusuna varım, ama bu böyle olmaz. Yani ne yapacağımı şaşırdım. Size bu durumda söyleyeceğim şudur: Bunu Ekrem Başkan’la da bir görüşün, konuşun. Ondan sonra gerekirse tekrar bir araya gelip oturup konuşuruz elimizden geleni yapmaya çalışalım.”
CEZAEVİNDE İMAMOĞLU’NUN ANLATTIKLARI
Mansur Bey, programı olduğu için cezaevine gidemeyeceğini söyledi. Vahap Seçer ve Engin Özkoç, Marmara Cezaevine gitti. Karşılarında Ekrem İmamoğlu vardı. Onu çok bitkin, yorgun gördüler. İmamoğlu, Kılıçdaroğlu ile cezaevinde yaptığı görüşmeyi şöyle anlattı:
“Arkadaşlar, Kemal Bey’i buraya davet ettim, hakkını yiyemem eksik olmasın davetime icabet etti geldi. Kendisine dedim ki ‘Sayın Genel Başkanım beni kurultayda divan başkanı yapan sizsiniz, divan başkanı bendim. Genel Başkan sizsiniz. Bu kurultayda ne gördünüz, ne vardı bana söyleyin?’” dedi.
İmamoğlu, bu sözleri üzerine Kılıçdaroğlu’nun, “Yok, yok bir şey. Kurultay normal bir kurultay oldu” dediğini öne sürdü ve açıklamasını şöyle sürdürdü:
“Sayın Genel Başkanım her kurultayda olan şeyin dışında bu kurultayda gördüğünüz bir şey varsa bunu oturalım konuşalım. Ama bir kurultay meselesi yüzünden partiyi ve içeride bulunan, bakın ben sizin belediye başkanınızım, beni arkadaşlarımızı burada beton duvarların arasında sıkıştırmayın. Neyse konuşalım. Benim sözlerim üzerine Kılıçdaroğlu ‘Herhangi bir şey yok. Bir mutlak butlan kararı için mahkemeye başvuru var. Bu davada da ben taraf olmadım. Davayı açanlar açtılar. Önüme bir şey gelirse ondan sonra bakacağım, konuşacağım’ dedi. Ben de kendisine dedim ki ‘Efendim mahkeme kararı açıklandıktan sonra bu Tayyip Erdoğan’ın bizi, partiyi yola sokması olur. Biz bunu reddedelim. Tayyip Erdoğan bir şey istiyorsa bu bizim, partinin hayrına değildir. Siz ve Özgür Bey bir araya gelseniz bir otursanız bir konuşsanız’ deyince cevabı, ‘Hay hay, olur’ dedi.
BİR KURULTAY UĞRUNA
‘Peki efendim sizi Genel Başkan mı arasın siz mi Genel Başkanı ararsınız?’ dedim. Oturup konuşacağını söyledi. Ben, bu görüşmeyi Özgür Bey’e de söyledim. Özgür dedi ki ‘Siz içeriden belki göremiyorsunuz ama CHP Genel Başkanı olarak ben gidersem, bir sıkıntı yaratır. Yani reddedilmiş olurum. Ama kendisiyle konuşulup bir araya gelme konusunda gerçekten burada sana söylediği gibi samimiyse o zaman bir araya gelmemizde hiçbir sıkıntı yok’ dedi. Ama arkadaşlar dedim ya böyle bir tutum olmaz. Bir kurultay uğruna parti böyle bir girdaba sürüklenmez. Yani bu adam beni beton duvarlar arasına gömmek istiyor” dedi.
VAHAP BEY’İN ELLERİNİ TUTTU…
Hava oldukça dramatikti. İmamoğlu, yakın dostu Mersin Belediye Başkanı Vahap Seçer’in ellerini tuttu ve şunları söyledi:
“Vahap, senin de çocukların var, benim de çocuklarım var. Benim de bir ailem var, senin de bir ailen var. Evet, belediye başkanıyız ama bunlar ailemi yok etmeye çalışıyorlar. Etrafımı yok etmeye çalışıyorlar. Benim hayatımı yok etmeye çalışıyorlar. Yıllardan beri kurduğum, siyasete girmeden önce de bir hayatım vardı. Kimseye de muhtaç değildim. Param da vardı, pulum da vardı; işim de vardı. Ama ben siyasette dik durmanın, siyasette mücadele etmenin bedelini burada ödüyorum. Beni burada yalnız bırakmayı düşünen bir zihniyet olabilir mi?”
Bu sözlerden sonra görüş odasında bir sessizlik oldu. Ekrem Bey de, Vahap Bey de, Engin Özkoç da çok duygulanmıştı. Vahap Bey’in ellerini bırakmadan duygularını ifade ederken, göz yaşlarına da hakim olamadı. “Beni beton duvarlar arasına gömmek istiyor” sözleri çok etkileyiciydi. Bu, korkunç sözlerdi…
KILIÇDAROĞLU: ADAY OLMAYACAĞIM
Kılıçdaroğlu’na mutlak butlan çıkması halinde kurultayda aday olup olmayacağını da Engin Özkoç sordu. Kılıçdaroğlu kurultayda genel başkanlığa aday olmayacağını belirtti. O görüşmede Engin Özkoç da şu öneride bulundu:
“Mahkemenin karar vermesi halinde, partiyi üç ay içinde kurultaya götürüleceğinin şimdiden açıklanmasında fayda var. Böylece kamuoyu rahatlar, mutlak butlan ortadan kalkar. İki genel başkanın kararı olur. Kurultaya gidilir. Kim yarışıyorsa yarışır. Ondan sonra parti de yoluna bakar, artık bu işlerden kurtuluruz. Yani bir yol muhakkak bulunur. Ama maalesef kabul görmedi.”
Source: Saygı Öztürk
İşçilerden SABAH’a teşekkür: Sesimiz oldunuz
İzmir Buca”da belediye işçilerinin maaş ve geriye dönük ödemelerini alamadıkları için başlattıkları halk sağlığını tehdit eder boyutlara gelen iş bırakma eylemi, 8″inci günde son buldu. Ödeme takvimi konusunda anlaşan işçiler iş bırakma eylemini sona erdirdi. KARABAĞLAR”DA ISYAN Varılan anlaşma uyarınca Buca Belediye Başkanı Görkem Duman”ın işten atılmaları için işlem başlattığı işçiler de işlerine geri döndü. Yaklaşık 1800 işçiye alacakları en geç önümüzdeki hafta sonuna kadar ödenmiş olacak. Başkan Duman, maddi açıdan zor duruma düşen işçilerin maaşlarını ödemek yerine bir grup çalışanla sokağa çıkıp çöp toplarken objektiflere poz vermeyi tercih etti. SABAH, Buca”da yaşananları “Şovu Bırak Borcunu Öde” başlığı ile manşetine taşıdı. Ses getiren haberimizin ardından dün taraflar bir araya geldi. Saatler süren görüşme sonrası işçiler belediyenin sunduğu ödeme planını kabul etti. Yine taraflar arasında varılan anlaşma uyarınca CHP”li Buca Belediye Başkanı Görkem Duman”ın greve çıkmayan işçileri tehdit ettiği gerekçesi ile Buca Belediyesi”ndeki görevlerine son verip Buca-Mar Şirketi”ne iade ettiği işçiler de eski görev yerlerine geri döndü. İşçiler eylemler sırasında yaptığı haberlerle işçinin sesi olduğunu söyledikleri SABAH”a etkili yayınlarından ötürü teşekkür etti. Öte yandan İzmir”de CHP”li Karabağlar Belediyesi”ne bağlı Karbel şirketinde çalışan işçiler söz verildiği halde maaşları eksik yatırılınca Başkan Emine Helil İnay Kınay”a isyan etti.
Source: Ertan Gürcaner
Yemekle değil değersizlikle savaştı
Nihal Candan… Ekranlardan tanıdığımız, renkli görüntüsüyle hafızalara kazınan, ama arka planda çok daha derin bir hikâyeyi taşıyan genç bir kadındı. Nihal programım için içeri girdiğinde gülümsüyordu ama gülümsemesiyle gözleri arasında kopukluk vardı. İşte ben en çok orada dururum; gözle gülümseme arasında kurulamayan o köprüde. Çünkü orası genelde acının, yalnızlığın ve bastırılmış kırgınlıkların evidir. Onunla göz göze geldiğimde içimden geçen ilk cümle şuydu: “Bu kız, uzun zamandır kendini anlatamamış.” Program başladığında bir noktada sustum. Çünkü artık sadece bir konuk değil, bir yardım çığlığı duyuyordum. Sessiz ama çok derin bir çığlıktı bu. O anlattıkça içimde bir meslektaş duyarlılığı değil, bir insan olarak sızlayan bir vicdan oluştu. Özellikle cezaevi süreci, toplum tarafından linç edilmesi, kadın bedenine dayatılan kalıplarla baş etme çabası… Her cümlesinde biraz daha çözülen, biraz daha içini açan bir kadın vardı karşımda. Ve en çok da kırgınlığı vardı. Nihal programda özellikle kırgınlığını çok fazla anlatıyordu. Duygusal olarak hem cezaevi süreci hem toplum tarafından linçlenmek, hem de katıldığı stil programlarında çok zayıf olmaya zorlanmak, ya da “balık etli” olmanın kıyafeti güzel taşıyamamakla özdeşleştirilmesi… Bütün bunlar onun psikolojik olarak değersiz olduğu algısına itilmesine neden olmuştu. Aslında haykırdığı şuydu: “Ben yeterli değil miyim?” Program bitti ama içimde bitmedi. O yayında sadece konuşan değil, içten içe tükenen bir genç kadının hikâyesi yankılandı. Ve ne yazık ki o yankının en acı finalini bugün konuşuyoruz. YALNIZLIK VE TERK EDİLME EN KIRILGAN NOKTAMIZ Nihal”in en hassas olduğu konulardan biri duygusal ilişkileriydi. Hayatında ona değer veren birinin varlığı, birçok şeyi dengeleyebiliyordu. Ama maalesef… Partneri tarafından terk edilmek, ardından başka biriyle birlikte olduğunu öğrenmek… Bu, onun için ikinci bir yıkım oldu. Zaten hayatın içinde birçok cephede savaş veriyordu: toplumla, medyayla, kendi iç sesiyle. Ama kalbinde kurduğu yerin yıkılması, diğer tüm cepheleri de düşürdü. Anlatamadığı bir utançla baş başa kaldı. Çünkü kadınlara öğretilmişti: Güçlü görün, üzülme, yıkılma. Ama o yıkıldı. Ve kimse elini uzatmadı. İşte tam orada, yemekle olan ilişkisi yeniden sarsıldı. “Mutsuzum, o zaman yemek yememeliyim,” düşüncesi pekişti. Çünkü zihnindeki denklem çoktan kurulmuştu: “Ben güzel olmazsam, sevilmem. Ben yeterince ince değilsem, değerli değilim.” BİR PSİKOLOG VE KADIN OLARAK TOPLUMA BİR ÇAĞRIM VAR Nihal Candan”ın hikâyesi bir bireyin trajedisi değildir. Bu, hepimizin toplum olarak sorumlu olduğu bir çöküştür. Biz görmezden geldikçe, yargıladıkça, “hadi ama güçlü ol” dedikçe, birileri içeriden sessizce ölüyor. Yeme bozukluğu bir kapris değildir. Depresyon, zayıflığın değil, fazla dayanmanın sonucudur. Ve linç kültürü, hepimizin insanlığından biraz eksiltir. Bu da benim bir psikolog olarak, topluma çağrımdır: – Lütfen birbirinizi sadece gördüğünüz kadarıyla yargılamayın. – Sosyal medyada yazdığınız her kelimenin bir ruhu delip geçebileceğini unutmayın. – Kadınların bedenine dair yapılan her yorum, onları bir adım daha yetersizlik hissine sürükleyebilir. – Sevgisizlik, terk edilme, yalnızlık… Bunlar sandığınızdan çok daha derin yaralar açar. – Ve en önemlisi: Gülümsediği için iyileşti sanmayın. Bazı gülümsemeler, son çırpınıştır. BİR KADININ SESSİZ ÇÖKÜŞÜ Nihal Candan, Türkiye”nin ekranlarından tanıdığı bir isimdi. Renkli giysileri, iddialı sözleri, cesur adımlarıyla tanındı. Ama kimse onun iç dünyasına mikrofon uzatmadı. Gördüğümüz sadece dışıydı. Oysa dışı ne kadar iddialıysa, içi de o kadar hassastı. Onu toplumun gözünde “tarz yarışmalarının yarışmacısı” yapan şey, aslında kırılgan bir ruhun var olma çabasıydı. Kimi zaman çok zayıf olması gerektiği söylendi ona… Kimi zaman da “balık etli kız güzel kıyafet taşıyamaz” dendi. Ve o bu kalıpların arasında, bir kadının “görünerek” var olabileceğine inandırıldı. Ama görünmek başka, görülmek başka. O sadece görünüyordu, hiç görülmedi. Katıldığı stil yarışmalarında yapılan yorumlar, bedenine dair gelen eleştiriler… “Senin proporsiyonun kıyafeti kaldırmaz” dediklerinde, aslında dolaylı bir şekilde “sen yeterli değilsin” denmiş oluyordu. Bunu bir kadın olarak okurken içim ezildi. Çünkü bu yalnızca Nihal”e değil, tüm kadınlara söylenmiş bir cümleydi. Yemekle olan ilişkisi de orada bozulmaya başladı. Çünkü “hafif” olmak, “ince” olmak, bu düzende sevilmenin ve alkış almanın koşulu gibi gösteriliyordu. Oysa yemek yemek, yaşama katılmak demektir. Yemekten vazgeçmek, yaşamdan vazgeçmenin ilk adımıdır. DEPRESYONA BAĞLI ANOREKSİYA Anoreksiya nervoza, sadece bir “zayıflama isteği” değildir. Bu hastalık, kişinin kendini değersiz hissetmesinin, kontrolünü kaybettiğini düşünmesinin, görünmezleştiğini sanmasının bir dışavurumudur. Nihal, uzun süredir bu hastalıkla mücadele ediyordu. Psikolojik destek alıyordu, evet. Ama duygusal olarak her çöküş yaşadığında ilk vurulan nokta yeme bozukluğu oluyordu. Ve biz, dışarıdan izledik. Kimi zaman acıdık, kimi zaman yargıladık. Ama hiç gerçekten duymaya çalışmadık. Bir kadın düşünün… Terk edilmiş, aldatılmış, yalnız bırakılmış. Kendini kötü hissediyor. Hayatla bağı kopmuş. Ve en acısı: Artık yemek yemek istemiyor. Çünkü “yaşama” katılmak istemiyor. Bu, sıradan bir mutsuzluk değil. Bu, varoluşsal bir çöküştür. Anlatması kolay, taşıması imkânsızdır. SEVİLMEK İÇİN BEDEL ÖDEDİ Kadın olmak, özellikle medyada görünür bir kadın olmak… Zor bir şey. Hep bir kalıba sokuluyorsunuz. Kilonuz konuşuluyor. Gözaltınız, bacağınız, saçınız… Her şeyiniz yargılanıyor. Ve bir yerden sonra buna teslim olmamak imkânsızlaşıyor. Nihal de teslim olmamak için direndi ama sonunda bu baskıya yenik düştü. Hepimiz gibi o da sevilmek, kabul görmek istedi. Ama sevilmek için bedel ödemek zorunda kaldı. Ve o bedel, onun canı oldu. SON SÖZ Yemek yemek istememesi, yaşamak istememesiyle aynıydı! Artık yemek yemek istemiyordu. Çünkü mutlu değildi. Çünkü değersiz hissetmişti. Çünkü sevilmemişti. Çünkü yalnız bırakılmıştı. Ve belki de hepimizin biraz daha sarılmaya ihtiyacı vardı. Ama kimse onun elinden tutmadı. O da yavaşça, sessizce… Gitti!
Source: Esra Ezmeci̇
Kirli plan deşifre oldu
İsrail basını, ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu”nun işgal altındaki Batı Şeria”da “İsrail”in sınırlı egemenliğine dayalı iki devletli çözüm” konusunda anlaşmaya vardığını iddia etti. Israel Hayom gazetesine göre “Gazze”de 2 hafta içerisinde ateşkesin sağlanması, bölge ülkeleriyle normalleşmeyi hedefleyen Abraham Anlaşmalarının Suriye ve Suudi Arabistan”ı da kapsayacak şekilde genişletilmesi ve Batı Şeria”da sınırlı İsrail egemenliğine dayalı 2 devletli bir çözüme ulaşılması” konularında anlaşmaya varıldığı ileri sürüldü. GAZZE BOŞALTILACAK Planda Gazze”nin yönetiminin Mısır ve BAE”nin dahil olduğu 4 Arap ülkesine devredilmesi ve Hamas liderlerinin diğer ülkelere sürgün edilmesi dikkat çekiyor. İsrail”in saldırılarıyla insanlık felaketiyle boğuşan Gazze”deki Filistinlilerin “gönüllü göç” adı altında “dünya genelinde kendilerini kabul eden pek çok ülkeye göç ettirileceği” ileri sürüldü. “YENİ ORTADOĞU İÇİN YENİ BİR ŞANS” AFİŞİ İRAN”LA karşılıklı saldırıların ardından İsrail”de Suudi Arabistan ile normalleşme anlaşmasının imzalanabileceği daha sık dile getirilmeye başlandı. Suudi Arabistan, Suriye, Umman ve Lübnan liderlerini ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile yan yana gösteren büyük bir afiş, Tel Aviv”in merkezi bir noktasında reklam panosuna yerleştirildi.
Source: Sabah
Abdurrahman Dilipak, imam hatip lisesi mezuniyetini hedef aldı
25 Haziran Çarşamba günü, Adana”nın Çukurova ilçesinde yer alan Hümeyra Ökten Kız Proje İmam Hatip Lisesi”nde mezuniyet şenlikleri düzenlendi.
Okul bahçesindeki törende öğrenciler, kortej yürüyüşünde “Mankurtlaşmayacağız” ve “Tarihimiz Hazinedir” yazılı dövizler taşıdı.
ve 12. sınıfların katıldığı program, sertifika takdimi, fotoğraf çekimi ve kep atma etkinliğiyle sona erdi.
Öğrencilerin eğlendiği anlar kameralara yansırken, Abdurrahman Dilipak sosyal medya hesabından paylaştığı mesajla kız öğrencileri kıyafetleri üzerinden hedef aldı.
Dilipak, “Bu Adana Hümeyra Ökten Kız Proje İmam Hatip mezuniyet töreni, az zamanda büyük işler başarmışız. Mini etekli ilahiyatçılar geliyor” ifadelerini kullandı.
Source: Haber Merkezi
2 aylık hamileydi… 3. kattan düşüp öldü! Emel”in ailesinden kan donduran iddia!
Gaziantep te olay, önceki gün saat 05.30 sıralarında Onat Kutlar Mahallesi’nde meydana geldi. Vergi Dairesi’nde gelir uzmanı olarak çalışan Emel Akbaş Bayhan (38), 1.5 yıl önce evlendiği ve aynı kurumda müfettiş olarak çalışan eşi M.Ş.B, ile oturdukları evin 3’üncü katından düştü. AMBULANSLA HASTANEYE KALDIRILDI DHA daki habere göre çevredekiler durumu 112 Acil Çağrı Merkezi ekiplerine bildirdi. İhbarla gelen sağlık görevlileri Emel Akbaş Bayhan’ı özel bir hastaneye kaldırdı. MÜDAHALE EDİLDİ AMA KURTARILAMADI Hastanenin acil servisinde tedaviye alınan Bayhan, doktorların tüm müdahalesine rağmen kurtarılamadı. Emel Akbaş Bayhan’ın cansız bedeni, dün Adli Tıp Kurumu’nda yapılan otopsi işlemlerinin ardından yakınlarına teslim edildi. İKİ AYLIK HAMİLEYDİ 2 aylık hamile olduğu öğrenilen Bayhan’ın cenazesi ise bugün Bahaeddin Nakıpğlu Camisinde kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. DÜŞME ANI KAMERADA Emel Akbaş Bayhan’ın 3’üncü kattaki evinin yatak odasındaki pencereden düştüğü anın güvenlik kamera görüntüleri ortaya çıktı. Olayla ilgili soruşturma başlatan polis, Emel Akbaş Bayhan’ın eşi M.Ş.B’yi gözaltına aldı. EŞİNİN İNTİHAR ETTİĞİNİ SÖYLEDİ M.Ş.B., emniyetteki ifadesinde eşi ile aralarında bazı sorunlar olduğunu ve olay günü de tartışma yaşadıklarını belirterek, eşinin intihar ettiğini söyledi. M.Ş.B., ifadesinin ardından serbest bırakıldı. DAHA ÖNCE DARP VE TEHDİT EDİLMİŞ Ailenin avukatı İsmet Tiryaki, Emel Akbaş Bayhan’ın ölümünde bazı şüpheler olduğunu ve bunun üzerine çalıştıklarını ifade ederek, Maktulün ölümünde bazı şüpheli hususlar var. Kimseyi direkt suçlu ilan edemeyiz ancak bu şüpheleri aydınlatıp takibini yapmamız lazım. Maktulün daha önce de şüpheliye karşı adli ve idari makamlara müracaatları var. Darp edildiği ve tehdit edildiğine dair. Bu müracaatlar da kurumlarda kayıt altındadır. AYAKLARININ ÜZERİNE DEĞİL BAŞ ÜSTÜ DÜŞÜYOR Maktulenin ölüm kayıtlarında başının üzerine düşmesi dikkat çekici. Normalde intihar eden birisinin ayaklarının üzerine düşmesi refleks göstermesi gerekiyor. Direnç göstermesi gerekiyor. Hareketsizce yere düşme şekli şüphelidir. Bu şüpheyi aydınlatacağız. Tüm görüntüler de kamera kayıtları ile mevcuttur’’ dedi. ÇOCUĞUNU ALDIRMAK İSTEDİ Emel Akbaş Bayhan’ın annesi Muazzez Akbaş, kızının intihar ettiğini düşünmediğini ifade ederek, kızının hamile olduğunu öğrendikten sonra çocuğu aldırmak istediğini ve bu sebeple eşi ile sorunlar yaşadığını söyledi. KOCASI SÜREKLİ KUMAR OYNUYORDU Daha detaylı soruşturma istediklerini kaydeden Muazzez Akbaş, Kızım intihar etmedi. Kızım kocasıyla hep tartışıyordu. Kocası kumar oynuyordu sürekli. Aylığını sürekli kumara veriyordu. Eve bir şey getirmezdi. Evleneli daha sene olmadı. Defalarca dövüş kavga oldu. Bu tartışmalar kavgalar yüzünden karakolluk da olduk. Benim kızım inançlı ve asla intihar ettiğini düşünmüyorum. İntihar etmez. Evlenmeden önce hiçbir sıkıntısı yoktu. Hamileyim demiş çocuğu doğurmak istememiş imza istemiş ve vermemiş. Sürekli kızımı tehdit ediyordu. Gözaltına alınmış ancak adalete güvenim tamdır. Tutuklanmasını istiyorum. Tek sıkıntım o gezerse dışarıda ben yaşayamam diye konuştu. EVLERİNDE HUZUR YOKTU Emel Akbaş Bayhan’ın kardeşi Ömer Akbaş ise ablasının eşi ile sürekli tartışma halinde olduğunu belirtti. Olayın intihar olduğunu düşünmediklerini kaydeden Ömer Akbaş, “Zaten sürekli ablamla eşi tartışma halindeydiler. Evde hiç huzuru yoktu. Ayın bir iki haftası hep huzursuz olduğu için anneme geliyordu geri gidiyordu. Hiçbir şekilde huzurlu evlilik yaşamadı. Son dönemde de hamile olduğu için aldırmak istemiş bu yüzden tartışma çıkmış. Karşı taraf imza vermemiş çocuğu aldırmak için. Biz bunun intihar olduğunu asla düşünmüyoruz. Savcılığın da kadın cinayet şüphesi olmasına rağmen şahsı hemen serbest bırakmasına da anlam veremiyoruz. Daha ayrıntılı ve detaylı araştırma yapılmasını talep ediyorum. Adalete olan güvenimiz tamdır. Savcılar hakimler gereğini yapacaktır diye düşünüyoruz diye konuştu.
Source: Habertürk
Muhafazakâr gençler dinden mi kopuyor?
Türkiye”de uzun süredir muhafazakâr gençlerin dinden koptuğu söyleniyor. Gençler deist mi oluyor, ateizme mi yöneliyor yoksa dine kayıtsız hale mi geliyor? Bunun için anketlere dayalı araştırmalar kadar gençlerin yaşama biçimleri, beğeni tercihleri, yeme içme ve giyinme kültürlerine bakmak da önem taşır. Yeter ki bunu “görme” ve “okuma” yeteneğimiz olsun.Neden muhafazakâr aile gençlerinin dinden uzaklaştığını söylüyoruz?Çünkü mahremiyet sınırları belirsiz, flört yaygın, zamanlarını çoğunlukla kafelerde kız-erkek beraber geçiriyorlar, namaz kılma oranı düşük, makyaj yaygın, moda takip ediliyor, bireysel kariyerini yapmak en önemli amaç haline geliyor. Dava bilinci azalıyor. Kur”an Kursu”na gitmeye pek istekli değiller. Deist olanlar da var. Listeyi uzatmak mümkün.Muhafazakâr gençlerin dinden uzaklaşmalarını üç temel meseleyle açıklamak mümkün: Dindarlık paradoksu, sekülerleşme ve yeni dindarlık. Muhafazakâr gençlerin dinden soğumalarının temelinde yer alan en önemli faktörlerin başında dindarlık paradoksu gelmektedir. Dindarlık paradoksu, dini hayat pratiklerinde tutarsızlık ve çelişkilerin yaygınlaşmasını anlatmak için kullandığım bir ifade. Sabah akşam Allah”tan bahseden, namaz kılıp oruç tutan bir kişinin ticareti faizle yapması, işlerinde rahatlıkla yalan söylemesi, verdiği sözü tutmaması… Yani inançta dini söylem hakim ama amelde tamamen bunlarla çatışan davranışlar hakim.Gençler, ailelerinde ve çevrelerinde gördükleri yoğun dindarlık paradoksu karşısında önce şaşkın ve anlamsız duygular yaşıyorlar. Ancak arkasından bir kısmı bunu kanıksıyor ve uyum sağlıyor, önemli bir kısmı da dine karşı soğuyor. Çünkü öğretide savunulan ve konuşulan din pratikte adalet sağlamıyor, dürüstlük üretmiyor, anlaşmalara sadık kalmaya yaramıyor. Dinin işlevsizliği ile karşılaşılınca ona olan güveninde de azalma ortaya çıkıyor.İkinci önemli neden sekülerleşme. Sekülerleşme artık politik değil, toplumsal yüzüyle etkilidir. Gündelik hayatta belirleyicidir. Maddi ilişkiler, kapitalist iş hayatı, alış veriş kültürü, beğeni ve arzu talepleri büyük ölçüde sekülerdir. Sosyal medya moda, aşk, nefret, beğeni görsellerini bol bol seküler biçimde üretiyor. Bilinç seküler bir toplum dünyasında şekilleniyor. Küresel dünyanın ağları, ilişkileri, etkileşimleri de pratik sekülerliği empoze ediyor.Gençler, ağırlıklı olarak sekülerleşen toplum içinde yetişiyorlar. Eski sünnetler, düğünler, doğum etkinlikleri, mahalle kontrolü ve esnaflık ahlakına dayalı çalışma hayatı yok. Dini bilgiyi de mahalle hocası, cemaat, Kur”an Kursu, aile gibi yerlerden almıyor. Dini bilginin bu yapılardaki kontrolü, tekeli, kapalılığı ve korunması yok artık. Oysa seküler okullar, sosyal medyanın her çeşit erişilebilir bilgiyi gençlere sunuyor. Her çeşit dini bilgi filtresiz, kontrolsüz, otoritesiz bir şekilde ağlarda dolaşıyor. Gençler tek başına yaşadıkları odalarında ve kendilerine ait bilgisayarlarında bunlarla baş başa kalıyorlar. Dini ateizm, feminizm, eşcinsellik konularla senteze sokan birçok görüşle karşılaşıyorlar.Muhafazakâr gençler, yeni şartlarda yetişiyorlar. Dinin de yeni şartlardaki söylemlerine, biçimlerine ve algılarına yöneliyorlar. Anne-babadan, camiden, cemaatten, esnaftan ve mahalleden gelen dini pratikler ve kültür yok artık. Bunun yerine yeni şartlar, yeni yorumlar ve yeni tarzlarla gelişen dini pratikler yükseliyor. Yeni dindarlık doğuyor. Ana-baba, mahalle ve cemaatteki dindarlıktan epeyce farklı. Yeni dindarlık üniversitedeki kız arkadaşı ile oturup çay da içiyor, namaz da kılıyor. Kız veya erkek arkadaşı ile dertleşiyor. Ona danışıyor. Yine yeni dindarlık, başını açıyor ama namazı da çok önemseyerek kılıyor. Bunları birbirine çok karşıt görmüyor. Dünyadaki modaya uygun renkler, desenler, kumaşlar ve tarzları tesettürle mecz ediyor. Birçok muhafazakâr kadın dergisinde bunu görüyoruz.Muhafazakâr gençler tamamen dinden kopmuyorlar. Yaşanan değişimlerden etkileniyorlar, onu anlamak istiyorlar. Burada kimi sapma davranışları çıkıyor. Ama aynı zamanda yeni dindarlık pratiğini de geliştiriyorlar.
Source: Ergün Yildirim
Gazze için endişeliyiz (!): Bildiri yazmaya gidiyoruz
Dünyanın gözü İran ile İsrail arasındaki çatışmaya çevrilmişken, Gazze”de yaşanan insanlık dramı sessizce unutturuluyor. Oysa Gazze, hâlâ kanıyor, yürekler sızlamaya devam ediyor. Oysa Gazze, hâlâ ağlıyor, soykırım devam ediyor.İsrail”in aylardır sürdürdüğü amansız saldırılar, sadece binaları değil; bir halkın ruhunu, hafızasını, geleceğini yerle bir etti. İsrail – İran Savaşı başladığı günden bu yana, gözlerin ve gönüllerin görmediği Gazze”de, sadece üç hafta içinde, üç yüz çocuk şehit edildi. Görmemeyi, duymamayı ve konuşmamayı tercih ettik. Mahkum edildiğimiz suskunluk, yalnızca bir ihmalkârlık değil; aynı zamanda evrensel bir çöküşün ilanı oldu.GÖREN KÖRLER CEMİYETİ: BM VE ABUluslararası toplumun üzerine titremesi gereken her bir çocuk her bir bebek, bugün göz göre göre toprağa veriliyor. Kimi enkaz altında nefessiz kaldı, kimi açlık ve susuzluktan öldü. Kimisi de gözlerinin içine baka baka bombalanan bir okulda hayatını kaybetti. Kaçının adı biliniyor? Kaçı bir istatistik olarak sayıldı, kaçı unutuldu?Bir medeniyetin çöküşü, insanlığın acıya alışmasıyla başlar. Bugün Batı dünyası alıştı. BM, AB ve diğer sözde insani örgütler, sadece bildiriler yayımlayarak sorumluluklarını yerine getirdiklerini düşünüyor. Oysa “tarafsızlık”, zalimle mazlumu eşitlemek demektir. Oysa “iki tarafa da çağrı yapıyoruz” demek, kurbanla cellâdı aynı kefeye koymaktır. Bu, adalet değil; korkaklığın diplomatik ifadesidir.SIRADAKİ CENAZE: İNSANLIKGazze”de öldürülenler sadece insanlar değil; barışa olan inanç, insan haklarına olan güven ve vicdanın kendisidir. Bir çocuğun cansız bedeni, uluslararası hukukun iflas belgesidir. Bir annenin yıkılmış evinin önünde tuttuğu fotoğraf, ahlaki düzenin yıkılış manifestosudur.Bütün çocuklar masumdur. Ama bazıları ölü doğar; çünkü dünya onları yaşatacak kadar cesur değildir. Gazze”de çocuklar, bizim utancımızla doğuyor, bizim korkaklığımızla ölüyor.Unutmayalım: İsrail”in vahşeti kadar, dünyanın suskunluğu da tarihe suç olarak yazılacaktır. Herkesin sustuğu yerde bir kişi konuşursa, o artık sıradan bir nefes değildir; o, insanlığın sesidir.SIRADAKİ CENAZE: İNSANLIKBugün Gazze”yi unutmak, yarın insanlığın tamamen susmasına kapı aralamaktır. Biz sustukça daha fazla çocuk katledilecek, daha fazla kadın gözyaşı dökecek. Ve bir gün, sıra bize geldiğinde; “Niçin kimse ses çıkarmadı?” diye sorduğumuzda, cevabı baktığımız aynada bulacağız.Tarih göstermiştir ki, soykırımlar yalnızca silahla değil; görmezden gelinerek, sessizlikle ve diplomatik kayıtsızlıkla mümkün kılınır. Bugün susan uluslararası toplum, yarının suç mahallinde sanık sandalyesinde yerini alacaktır.
Source: Levent Ersin Orallı
Parkta oturan genç kızları önce takip sonra taciz etti
Denizli”nin Pamukkale ilçesine bağlı Kınıklı Mahallesi”nde B.K. (24) ile E.D. (23) isimli iki genç kadın sohbet etmek için Çamlık Bulvarı”nda bulunan bir parka gitti. Genç kadınlar sohbet ederken yanlarına oturan bir şüpheli, kadınlara temas etmeye çalışıp hareketlerde bulundu. ARBEDE ÇIKTI Çevredeki vatandaşlarda dahil olunca arbede yaşandı. Ardından şüpheli arkadaşıyla birlikte motosiklet ile olay yerinden uzaklaştı. Genç iki kız tacize uğradığını belirterek polis ekiplerine başvurdu. 21 Haziran Cumartesi günü yaşanan olayda, B.K. ile E.D. şüphelinin alkollü olduğunu ve kendilerini rahatsız ettiğini söyledi. DAHA ÖNCEDEN DE TAKİP EDİYORMUŞ İhbar üzerine çalışma başlatan polis ekipleri, olay sonrası olay yerinden plakasız motosikletle kaçtığı belirlenen şüpheliyi yakalamak için çalışma başlattı. Görgü tanıklarının ifadeleri ve güvenlik kameralarında inceleme yapan polis ekipleri, kimliğini belirlediği şüphelinin kızları daha önceden de takip ettiğini tespit etti. GÖZALTINA ALINDI Şüpheli yapılan geniş çaplı aramalar sonucunda yakalanarak gözaltına alındı. “ÇAYIMI DÖKTÜ, KÜFRETMEYE BAŞLADI” Tacize uğradıklarını belirten B.K. polis ifadesinde, şüphelinin yanlarına gelerek kendilerine temas ettiğini ifade ederek, “Tanımadığımız alkollü biri yanımıza geldi ve bana temas ederek yanıma oturdu. Daha sonrasında önümde duran bardaktaki çayımı döktü ve bize küfür etmeye başladı. Sonra etrafımızdakiler toplandı. Aramızda kavga çıktı. Şüpheli arkadaşıyla birlikte motora binerek kaçtı” dedi.
Source: Haberler
Soykırımcı İsrail yeni katliama hazırlanıyor! Filistinliler için sürgün emri çıkardılar
İsrail Ordu Sözcüsü Avichay Adraee, X hesabından Gazze Şeridi”nin orta kesimlerinin numaralandırıldığı ve “boşaltılması istenen bölgelerin” kırmızı renkle işaretlendiği bir harita yayımladı.Ordu Sözcüsü Adraee, Gazze Şeridi”nin orta kesimlerinde yer alan En-Nusayrat, Ez-Zehra, El-Miğraka, En-Nüzhe, El-Bevadi, El-Besme, El-Besatin, Bedr, Ebu Hureyre, Er-Ravda ve Es-Safa beldelerine saldırı tehdidinde bulundu.Söz konusu beldelerin, “tehlikeli çatışma bölgeleri” olduğunu ve Filistinli grupların İsrail”e roket atmayı sürdürdüğünü iddia eden Adraee, bu beldelerdeki Filistinliler için güneyde “güvenli olduğunu” iddia ettiği Mevasi bölgesine zorunlu göç emri yayımladı.İsrail ordusu, 7 Ekim 2023″ten itibaren Gazze”de bloklara böldüğü haritalarla Filistinlilere zorunlu sürgün emirleri yayımlıyor. Gazze”deki 2,3 milyon Filistinli nüfusunun yüzde 90″ından fazlası İsrail”in saldırıları karşısında en az bir kere zorla yerinden edilmiş durumda. Gazze”deki Filistinliler, İsrail ordusunun “güvenli bölge” diye açıkladığı noktalara da saldırı düzenlemesi nedeniyle “Gazze”de güvenli yer yok” sloganını tekrar ediyor.03:29 İsrail güçlerinin işgal altındaki Batı Şeria”da Filistinlilere düzenlediği saldırılarda 2″si çocuk 4 Filistinli yaralandı03:10 İsrail ordusu, Gazze”nin merkezindeki bazı mahallelere saldırı tehdidinde bulunarak Filistinliler için sürgün emri yayınladı02:14 Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, “Önümüzdeki dönem gerçekten yine hareketli günler var. Gazze hiç gündemimizden düşmeyecek. İran-İsrail meselesini takip edeceğiz. Suriye ile ilgili dosyalar devam ediyor. Rusya-Ukrayna ile ilgili muhtemelen bir tur daha olacak. Ona yönelik hazırlıklarımız devam ediyor.” dedi01:50 ABD Başkanı Donald Trump, İsrail”in saldırılarını sürdürdüğü Gazze Şeridi”nde “önümüzdeki hafta içinde ateşkes sağlanabileceğini” söyledi00:01 Birleşmiş Milletler Yakın Doğu”daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA), Gazze”deki sözde insani yardım dağıtım merkezleriyle ilgili “ölüm meydanları” benzetmesi yaptı
Source: Www.star.com.tr
“Babam annemi benim odamda öldürdü” 10 yaşındaki çocuk vahşeti anlattı!
İzmir de olay Karabağlar ilçesinde, 25 Aralık 2023 te saat 05.00 sıralarında Vatan Mahallesi 9057 Sokak taki müstakil bir evde meydana geldi. Bir arkadaşıyla içki içip, evine giden Kayhan Barbak (39) ile eşi Zehra Barbak (37) arasında tartışma çıktı. KANLAR İÇİNDE DIŞARI ÇIKTI DHA daki habere göre tartışmanın büyümesi ile Kayhan Barbak, mutfaktan aldığı bıçakla Zehra Barbak ı 3 yerinden bıçakladı. Kanlar içinde kalan Zehra Barbak, yardım istemek için dışarı çıkıp, eşi tarafından bıçaklandığını söyledi. OLAY YERİNDE HAYATINI KAYBETTİ Çevredekilerin ihbarıyla adrese sağlık ve polis ekibi sevk edildi. Sağlık ekibi, Zehra Barbak ın hayatını kaybettiğini belirledi. Polis ekipleri, Kayhan Barbak ı suç aleti bıçakla birlikte yakaladı. İfadesinde cinayeti, Kıskançlık yüzünden işlediğini söyleyen Kayhan Barbak, polisteki işlemlerinin ardından sevk edildiği adliyede tutuklandı. KATİL, ÇOCUĞU UYUTMAYA ÇALIŞMIŞ Kayhan Barbak, savcılıktaki ifadesinde; tartıştıklarını, çok alkollü olduğu için bıçak aldığını ancak eşini bıçakladığını hatırlamadığını söyledi. Barbak ifadesinde ayrıca balkondan eşinin arkasından baktığını, dayısının evinin yakın oluşu nedeniyle oraya gittiğini düşündüğünü, tartışmalarına uyanan çocuğunu uyutmaya çalıştığını hatırladığını söyledi. Kayhan Barbak hakkında Eşi kasten öldürme suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle dava açıldı. SANIĞIN YARGILANMASINA DEVAM EDİLDİ Kayhan Barbak ın yargılanmasına dün İzmir 22 nci Ağır Ceza Mahkemesi nde devam edildi. Tutuklu sanık Barbak ile taraf avukatları, öldürülen Zehra Barbak ın annesi Naime Özkan ve Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu üyeleri salonda hazır bulundu. VAHŞETİN TANIĞI DİNLENDİ: TİTRİYORDUM Duruşmada çiftin müşterek çocukları M.A.B. (10), uzman pedagog eşliğinde SEGBİS ile tanık olarak dinlenildi. Olay günü evde anne ve babasıyla olduğunu söyleyen M.A.B., Annemin bağırmasıyla uyandım. Annemin boğazını sıkıyordu. Sonra da annemin bacağına bıçak soktu. Korkudan salona gittim. Titriyordum. Annemin gözü de morarmıştı. HER ŞEY BENİM ODAMDA OLDU Ben salonda çizgi film izlerken halamlar ve polis geldi. Polisler babamı alıp götürdü. Annemi bıçakladığı anı gördüm. Bütün her şey benim odamda oldu. Annem odamdan çıkarken yaralıydı. Burnundan da kan geliyordu. Gözü mordu. LAVABODA BIÇAK VARDI Lavaboda annemi bıçakladığı bıçak vardı. Evde her akşam kavga ederlerdi. Sürekli annemin telefonuna bakıyordu. Onlarla ilgili tartışıyorlardı. Olaydan önce bana da tokat attı dedi. CANİ: ÇOCUK TEMBİHLENMİŞ Tanık beyanlarına ilişkin savunma yapan sanık Kayhan Barbak, “Çocuk tembihlenmiş. Oğluma da eşime de bir kere vurmadım. Kazayla oldu. Bilerek yapmadım. Keşke ben ölseydim eşim yaşasaydı ifadelerini kullandı. Beyanların ardından ara karar açıklandı. Sanığın tutukluluk halinin devamına karar veren heyet, dosyadaki eksikliklerin giderilmesine hükmedip davayı 7 Kasım’a erteledi.
Source: Habertürk