“Wellness Insights – Health Tips, Economic Impacts & Seasonal Awareness”

Asgari ücret ve enflasyon… ya döviz kuru!

Asgari ücretteki artış enflasyon oranını yukarılara taşır mı? Bu soru çoğu ekonomist tarafından ampirik olarak incelenmiş ve sorunun sade bir yanıtının olmadığı, etkileşimin çeşitli nedenlere ve olgulara bağlı olarak değiştiği gözlemlenmiş ve veri analizleri ile ortaya konmuştur. Asgari ücret adı üstünde, belirli bir zaman diliminde çalışanın alabileceği en alt sınır geliri ifade eder. İnsan onurunu temsil eden sağlıklı beslenme, barınma, giyim, ulaştırma, sağlık ve iletişim gruplarındaki harcama gereksinimlerinin asgari düzeyde de olsa sağlanmasını içerir. Nerede tüm bunlar, nasıl bir asgari ücretli bunları temin edebilir gibi soruların dillendirildiğini duyar gibiyim… Pekâlâ bunlar 4 kişilik bir ailenin asgari ücretle çalıştığı varsayımı altında elde edilebilir diyenler de olacaktır. Tüm bunlar yalın, verilere dayalı, bütçe olanakları kapsamında, ekonomik büyümeden elde edilecek ek gelirle ifade edilebilen ölçüler gibi görünebilir ve gerçekten de herhangi bir ekonomi yönetiminin söylemlerinde sentezlenebilir. Öyle ama işin gerçek yapısı tamamen farklı bir özelliğe sahiptir… Gerçek yapı asgari ücretin enflasyona neden olup olmaması ve bu nedenselliğin farklı enflasyon oranlarında nasıl yer bulduğu yanında, döviz piyasası ve bizi yönetmeye çalışanların asgari ücretten ne anladıklarını içeren özellikler bütünüdür. özellikler bütünüdür. İlki ile başlayalım… Asgari ücretle enflasyon arasında bir ilişkinin varlığı temelde iki kapsamda incelenir: Birincisi hangi enflasyon oranında bunun tartışıldığı, ikincisi ise asgari ücretin toplam ücretler içindeki payıdır (doğal olarak diğer faktörler sabit kalmak şartıyla). Bu tartışmayı biraz daha kapsamlı hale getirmek gerekir. Nedensellik modellerine dayalı akademik çalışmaların çoğu asgari ücretlerden tüketici fiyatlarına yansımanın düşünülenden daha düşük olduğunu, yüksek enflasyon oranlarını tecrübe eden bizim gibi ülkelerde ise bunun çok daha düşük etkileşim yarattığını ortaya çıkarmıştır. Hatta diğer bazı grup araştırmalara göre de asgari ücret artışının tüketici fiyatlarını etkilediğinin kanıtlarına rastlanmadığı görülmektedir. OECD’nin örneğin diğer bir akademik araştırması adil asgari ücret artışlarının en fazla çok küçük ve kısa süreli bir genel enflasyon etkisi yarattığını göstermektedir. Ekonomik dağınıklığın nedenleri arasında önemli iki aktör bütçe açığı ve döviz kurudur. Her fiyat dengesinde beklenen sonuçlar kendini dış ticaretin fiyat oluşumunda da (döviz kuru) gösterir. Bu denge esasında enflasyon, faiz ve kur arasındaki ilişkinin bir meyvesidir. Bu meyve son 8 yıldır kokmaya, bozulmaya başladı ülkemizde. Götürüsü getirisinden çok daha fazla olan, yersiz ve bir fizibiliteye bağlı olmadan, geleceğin satılmasına neden olan dövize bağlı yatırımların etkisi yanında, enflasyon ve faiz oranı ile bağlantısı kopan, aynı zamanda baskılanan bir kur gerçeğine rağmen tüketici fiyatlarındaki artışın yükseklerde seyretmesi akla en sonuncu olguyu getirmektedir. O da karar vericilerin asgari ücretten ne anladıkları olgusu… Asgari ücretin genel ücret haline yakınsadığı ülkemizde, toplam maliyet artış oranının etkisini sadece hacim etkisi (yani toplam ücretlerin nominal lira değeri) ile ölçmeyi yeğleyen ekonomi yönetimi, daha genç yaşından itibaren ortalama bir gelirle çalışma hayatına başlayan, aile kuran, çocuk yetiştiren, artan geliri ile insanca yaşam seviyesini elde eden ve tasarruf yaparak bir sonraki kuşağın hayat standardını artıracak toplumsal gerçeğe arkasını dönmektedir. Öyleki, asgari ücret ile başlayan bu kısır döngünün ülkemizi içinden çıkılmayacak ekonomik buhrana götüren bir hastalığa dönüştüğünü görmeyecek kadar da kör etmiş bu karar vericileri… Dövizi, iç talebi ve işgücü piyasasını baskılayarak indirilmeye çalışılan bir enflasyonun bir ekonomide çok daha yüksek fiyat artışlarını doğuracağı, fakirliği artıracağı ve sosyal ve siyasal türbülans yaratacağını söylemek kehanet olmayacaktır. Onun için de asgari ücretten başlayarak emeklilerden ve diğer emek sağlayıcılardan çalınanların önce yerine konması, sonra da açıklanan büyüme oranlarının da kullanılarak ek gelir artışlarının hanehalklarına iletilmesi zorunluluk haline gelmiştir.

Source: Veysel Ulusoy


Osteoporoz sessiz ilerler DEXA erken yakalar

KEMİK ERİMESİ -2-

Kemik taramaları ve kan testi şart

Tarama yaptırmadan osteoporoz anlaşılır mı?

Osteoporoz sinsi bir hastalıktır. Çoğu zaman hiçbir ağrı ya da belirti vermez. Kemikler incelir, güçsüzleşir ama fark edilmez. Ta ki bir gün sıradan bir düşmeyle kırık oluşana kadar.

Kadınlarda en sık kalça ve omurga kırığı görülürken; erkeklerde de bilek kırıkları ilk sinyal olabilir.

Bu nedenle, semptom beklemeden risk grubundaki kişilerin düzenli taramadan geçmesi önerilir. (Kaynak: International Osteoporosis Foundation, 2024)

DEXA testi her yıl mı yapılmalı?

Hayır. DEXA sonucu normalse genellikle 3–5 yıl aralıkla tekrar edilmesi yeterlidir. Ancak osteopeni veya osteoporoz saptanmışsa, tedaviye yanıtı görmek için 1–2 yılda bir tekrarı önerilir.

Tedavi alan kişilerde kemik yoğunluğundaki % 3–5’lik artış bile kırık riskini önemli ölçüde azaltır.

(Kaynak: Endocrine Society – Bone Health Monitoring Guidelines)

ERKEKLER DE TARANMALI MI?

Evet. Erkeklerde osteoporoz daha geç başlasa da, kırık sonrası ölüm oranı kadınlardan yüksektir. Testosteron seviyesi düştükçe kemik kaybı artar. Ayrıca D vitamini eksikliği erkeklerde de çok yaygındır.

70 yaş üstü erkeklerin en az bir kez DEXA testi yaptırması önerilir. Ayrıca sigara içenler, kortizon kullananlar ve hareketsiz yaşayanlar için risk daha fazladır.

Kimler DEXA testi yaptırmalı?

– Tüm kadınlar: 65 yaş ve üzeri

– Tüm erkekler: 70 yaş ve üzeri

– 50 yaş üstü kadın ve erkekler: Düşme öyküsü, sigara içimi, D vitamini eksikliği, kortizon kullanımı gibi risk faktörleri varsa

– 40 yaş üzeri bireyler: Kalça, omurga veya bilek kırığı öyküsü olanlar

DEXA testi ağrısız ve hızlı bir işlemdir. Bir röntgen çekimi kadar kısa sürer ve özel bir hazırlık gerektirmez.

(Kaynak: American Bone Health – Bone Density Testing Guidelines)

DEXA taraması nedir?

DEXA (Dual-Energy X-ray Absorptiometry), kemik yoğunluğunu ölçen özel bir röntgen testidir.

Genellikle bel ve kalça kemiğine uygulanır. Son derece düşük

dozda radyasyon içerir.

Testin sonucu “T skoru” olarak verilir. Bu skor, kişinin kemik yoğunluğunun genç bir bireyin kemik yoğunluğuyla karşılaştırılmasıdır:

– T skoru -1 ve üzeri: Normal

– T skoru -1 ile -2.5 arası: Osteopeni (öncül evre)

– T skoru -2.5 ve altı: Osteoporoz

Bu sınırlar Dünya Sağlık Örgütü tarafından belirlenmiştir. (Kaynak: WHO Criteria for Osteoporosis Diagnosis)

Kemik sağlığı için hangi kan testleri gerekir?

Kemik yoğunluğunu yalnızca görüntüleme değil, bazı biyobelirteçler de etkiler. Bu nedenle DEXA ile birlikte şu kan testleri de yapılmalıdır:

– D vitamini düzeyi (25-OH-D): 30 ng/mL altı riskli kabul edilir.

– Kalsiyum: Kemik yapımında temel mineraldir.

– Paratiroid hormonu (PTH): D vitamini eksikliğinde artar ve kemik yıkımını tetikler.

– Alkalen fosfataz: Kemik yıkım sürecini gösterir.

– Tiroid fonksiyon testleri: Hipertiroidi, kemik kaybını hızlandırabilir.

Bu testlerle birlikte karaciğer ve böbrek fonksiyonları da izlenmelidir. Çünkü D vitamini aktif hâle bu organlarda gelir.

Taramayı ötelemek neden tehlikeli?

Kadınlarda menopoz sonrası ilk 5 yılda kemik kaybı çok hızlıdır. Bu sürede kemik kitlesinin % 10–15’i kaybedilebilir. Ancak bu durum çoğunlukla hissedilmez.

Erkeklerde süreç daha yavaş ilerlese de, özellikle 70 yaş sonrası hızlı bir düşüş başlar. Düşme sonucu kalça kırığı yaşayan 80 yaş üstü erkeklerin % 20’si ilk yıl içinde hayatını kaybedebilir.

DEXA testi ve kan tahlilleri, bu riski önceden görmek ve önlem almak için hayati önemdedir.

(Kaynak: European Journal of Endocrinology, 2023)

Test sonuçları kötü çıkarsa ne olur?

T skoru -2.5 ve altındaysa, doktorunuz kemik yapımını destekleyici ilaç tedavisi önerebilir. Ancak her osteoporoz hastasına ilaç şart değildir. Önce şu adımlar uygulanır:

– D vitamini ve kalsiyum desteği

– Fiziksel aktivite ve ağırlık taşıyan egzersizler

– Düşme riskinin azaltılması (halı kaldırmak, gece lambası kullanmak vb.)

– Alkol ve sigaranın bırakılması

– Kortizon ve tiroid ilaçlarının gözden geçirilmesi

Tüm bu yaşam tarzı değişiklikleri, ilaç tedavisi öncesinde ve sırasında etkilidir.

– Kalsiyum mu, D vitamini mi daha önemli?

– K2 vitamini neden bu kadar konuşuluyor?

– Destek alınmalı mı, yoksa besinden mi?

– Fazlası zararlı mı? Eksikliği neye yol açar?

Source: Haber Merkezi


Uzmanı uyardı: Aşırı terlemeye bağlı sıvı kaybı, kalp krizine yol açıyor

Yaz aylarının gelmesiyle birlikte ülke genelinde hava sıcaklıkları etkisini artırarak mevsim normallerinin üzerinde seyrediyor. Kavurucu sıcakların, kalp hastalarının yanı sıra böbrek yetmezliği, solunum rahatsızlığı ve obezite gibi kronik hastalıklara sahip bireyler için de ciddi sağlık riskleri oluşturduğu belirtiliyor. Artan sıcaklıklarla birlikte vücutta terleme yoluyla meydana gelen aşırı sıvı kaybı, kalp krizini tetikleyebildiğini belirten Kardiyoloji Uzmanı Prof. Dr. İstemihan Tengiz, Aşırı sıcak, sağlıklı bireylerde bile bazı mekanizmalarla sağlığı olumsuz etkileyebilir. Terleme yoluyla oluşan sıvı kaybı, vücutta sodyum ve potasyum gibi elektrolit dengesizliklerine yol açabilir. Bu durum, kanın yoğunlaşmasına ve dolayısıyla pıhtılaşmaya meyil oluşturur. Özellikle hipertansiyon veya kalp yetmezliği olan bireylerde, kullanılan idrar söktürücü ilaçlar da tabloyu ağırlaştırabilir. Bu yüzden hem sağlıklı kişilerde hem de kronik hastalığı olan bireylerde aşırı sıcağa maruz kalmamak büyük önem taşır. Sıcaklığın en yüksek olduğu 11.00-16.00 saatleri arasında güneşten uzak durmak ve mutlaka yeterli sıvı tüketmek gereklidir dedi. GENÇLER DE TEHLİKE ALTINDA Son yıllarda kalp ve damar hastalıklarının genç yaş grubunda da artış göstermeye başladığına değinen Tengiz, Covid enfeksiyonu ve bazı durumlarda aşılar, pıhtılaşma eğilimini artırabiliyor. Ancak esas neden, sağlıksız yaşam tarzının giderek yaygınlaşmasıdır. Hareketsizlik, obezite, kolesterol açısından zengin beslenme, sigara kullanımı bu riskleri tetikliyor. Özellikle yaz aylarında gençlerin plajlarda ya da sıcak ortamlarda aşırı alkol ve enerji içeceği tüketmesi, sıvı kaybını hızlandırarak kalp sağlığı açısından ciddi tehlikeler doğurabilir. Genç yaşlardan itibaren sağlıklı, dengeli ve kolesterolden fakir bir diyet, sigarasız yaşam ve düzenli egzersiz alışkanlığı kazandırılmalıdır ifadelerini kullandı. ASPİRİN KANI SULANDIRIYOR Kalıtsal kalp hastalıkları olan genç bireylerde sıcakla birlikte gelen stres, sıvı kaybı ve aşırı fiziksel aktivite kalp krizine neden olabileceğini söyleyen Tengiz, cümlelerini şu şekilde noktaladı: Özellikle spor yapılacaksa, sıcak olmayan saatlerde ve bol sıvı alımıyla yapılması önemlidir. Kalp krizi belirtileri arasında göğüste baskı, ağrı ve soğuk terleme yer alır. Böyle bir durumda hastanın rahat bir pozisyona alınması ve eğer mümkünse 300 mg aspirin çiğnetilerek kanın akışkanlığının artırılması faydalı olabilir. Ancak en önemli adım, hiç vakit kaybetmeden en yakın sağlık kuruluşuna ulaşmaktır.

Source:


HESİAD Başkanı Güven, Türkiye”nin pompaj depolamalı HES”lerde büyük potansiyeli olduğunu bildirdi

Hidroelektrik Santralları Sanayi İş İnsanları Derneği (HESİAD) Başkanı Güven, AA muhabirine, pompaj depolamalı HES santrallerine yönelik değerlendirmelerde bulundu.

Güven, fosil yakıtlardan uzaklaşan dünyada rüzgar ve güneş gibi değişken kaynakların enerji üretimindeki payının arttığına işaret ederek, bu durumun enerji arzında süreklilik ve istikrarı sağlamak için depolama çözümlerini zorunlu hale getirdiğini vurguladı.

PDHES sistemlerinin biri alt kotta, diğeri üst kotta bulunan iki rezervuar aracılığıyla çalışan enerji depolama tesisleri olduğunu belirten Güven, tesisin çalışma şekline ilişkin şunları kaydetti:

“Elektrik üretiminin talebi aştığı saatlerde, bu fazla enerji kullanılarak su alt rezervuardan üst rezervuara pompalanır. Talebin yüksek, üretimin düşük olduğu zamanlarda ise bu su türbinlerden geçirilerek yeniden alt rezervuara yönlendirilir ve böylece elektrik üretilir. Bu üretim döngüsü, yalnızca enerji depolamakla kalmaz, aynı zamanda şebeke frekans ve voltaj regülasyonu gibi yenilenebilir kaynakların gittikçe payının arttığı şebekelerde sistem ve frekans kararlılığını da sağlar. Ayrıca rüzgarın estiği ve güneşin parladığı saatlerde fazla üretilen enerji boşa gitmeden gelecekte kullanılmak üzere saklanır.”

“Türkiye”de büyük potansiyel var, ancak proje yok”

Güven, Türkiye”nin mevcut hidroelektrik santrallerinde ciddi depolama kapasitesine rağmen henüz faaliyette olan PDHES projesi bulunmadığına dikkati çekerek, “Bu tür projelerin planlama ve inşaat süreci 6 ila 10 yıl sürebildiği için bir an önce harekete geçmek zorunluluktur.” ifadelerini kullandı.

Toroslar, Doğu Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu”nun mevcut baraj altyapılarıyla bu yatırımlar için ideal bölgeler olduğunu söyleyen Güven, bu potansiyelin değerlendirilmesinin Türkiye’yi sadece enerji arzı açısından değil, yeşil enerji ihracatı anlamında da güçlendireceğini dile getirdi.

PDHES sistemlerinin 6 ila 24 saat arasında veya daha uzun süreli enerji depolayabildiğini, yüksek ilk yatırım maliyetlerinin uzun vadede geri dönüş sağladığını anlatan Güven, şöyle devam etti:

“1000 megavat ve üzeri kapasitelere ulaşabilen santraller, büyük ölçekli enerji sistemleri için uygundur. Depolanan her birim enerji başına sağlanan çıktı PDHES sistemlerinde en yüksektir. PDHES sistemlerinde ortalama 80 yıla kadar hizmet süresi, düşük işletme maliyeti ve bataryalara göre daha düşük birim maliyet ile yatırımın geri dönüşü oldukça güçlüdür.”

Ayrıca PDHES”te suyu üst kota pompalama işleminin tesisin çevresine kurulacak güneş ve rüzgar santralleriyle desteklenebileceğini belirten Güven, bunun da sistemi daha da sürdürülebilir kılacağını aktardı.

PDHES sistemlerinin kurak dönemlerde de avantaj sağladığını vurgulayan Güven, tarımsal sulama gibi alanlarda rezervuar yönetiminin optimize edilerek suyun ikili faydayla kullanılabileceğini söyledi.

“Türkiye bu fırsatı değerlendirmeli”

Güven, Türkiye”nin bu alandaki potansiyelini değerlendirebilmesi için stratejik adımlar atılması ve PDHES sistemlerinin ulusal enerji stratejilerine entegre edilmesi gerektiğini kaydetti.

Kamu, özel sektör ve akademiyi bir araya getirecek çalışma gruplarının kurulmasının önemine değinen Güven, yatırımları teşvik edecek finansal mekanizmaların da devreye alınması gerektiğini ifade etti.

Yerli türbin ve pompa üretimiyle teknoloji bağımsızlığının sağlanabileceğini dile getiren Güven, kuraklığa karşı uyarlanabilir su yönetimi politikalarının hayata geçirilmesinin yanı sıra, tüm projelerin çevresel sürdürülebilirlik ilkeleri doğrultusunda ve toplumla işbirliği içinde planlanmasının şart olduğunu söyledi.

HESİAD Başkanı Güven, enerji sistemlerinin gelecekte sadece üretim değil, aynı zamanda depolama odaklı olacağını vurgulayarak, “Türkiye, bu fırsatı değerlendirerek hem enerji güvenliğini sağlamlaştırabilir hem de iklim değişikliği ile mücadelede örnek ülkelerden biri haline gelebilir.” değerlendirmesinde bulundu.

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.

Source:


‘Hiç duramıyorum!’

Başak Gümülcinelioğlu çok tanınan, yer aldığı projelerde fark yaratan ve bir oyuncu olmasının yanında tiyatro oyunu çevirmenliği, müzik gibi farklı alanlarda üretim yapan bir isim. Şu sıralar Disney+’ta yayımlanan “Aşkı Hatırla” dizisinde Umay rolünde yer alan oyuncu aynı zamanda hamilelik heyecanını da yaşıyor. Gümülcinelioğlu ile hem merakla beklenen yapımdaki rolünü hem de yaşamın diğer alanındaki üretimlerini ve yaklaşımını konuştuk. – Yer alacağınız projeleri seçerken titiz davrandığınızı biliyoruz. Peki, Umay olmaya nasıl karar verdiniz? Bu proje bana doğum günümde geldi. Evet, ince eleyip sık dokuyorum gerçekten. Çok fazla okuma yapıyorum, senaryosundan başlayıp projedeki kişilerden yaratıcılarına kadar her detaya dikkat ediyorum. Eşimle evlilik yıldönümümüz ve doğum günlerimiz çok yakın tarihlerde. Hepsini kutlamak için Kapadokya’ya gitmiştik. Tam İstanbul’a dönmüştük ve doğum günümü kutluyorduk ki “Aşkı Hatırla” projesi geldi. O gün elime ulaşan sahneler Kapadokya’da geçiyordu. Hayatta bazı şeylerin tesadüften öte olduğuna inanıyorum. Bir anda karakteri çok sevdim, içim ısındı ve projeye dahil olmak istedim. – Sizce Umay, izleyicinin sevip sahipleneceği bir karakter mi yoksa dışlayıp mesafeli duracağı biri mi? Bu seyircinin kim olduğuna ve hayatının neresinde durduğuna bağlı olarak değişir. Eğer seyirci, hayatının bu döneminde masalsı bir aşk hikâyesinin hiç kimse tarafından bölünmemesini tercih ettiği daha romantize bir noktadaysa Umay’ı anlamaması normal ama hikâyenin gerçekleri de var. Umay, Deniz’in (Barış Arduç) sevgilisi ve Deniz’e defalarca ilişkisinin bitip bitmediğini soran, dürüst cevaplar arayan bir kadın. Olgun davranmaya çalışıyor ama ilk üç bölümde de görüyoruz ki Umay’ın damarına epey basılıyor. Masalsı bir romans değil bu, gerçek bir hayat kesitinin içinde geçen bir hikâye. Bu nedenle, empatik ve objektif bakabilen herkesin her karakteri anlayabileceğini düşünüyorum. Hayatta “doğru insanlar” yoktur bence. Doğru davranışlar, doğru seçimler, doğru anlar vardır. – Tiyatroda aktif olarak çeviri yapıyorsunuz. Bu alan, tiyatronun evrensel yönü göz önünde bulundurulduğunda, dil ve kültür arasında derin bir birikim gerektiriyor. Tiyatro çevirmenliğine nasıl başladınız? Ne güzel söylediniz, o kadar aynı düşünüyoruz ki bu konuda. O yüzden sırf çağdaş Amerikan ve İngiliz metinleri çeviriyorum. Bunun nedeni de çağdaş Türk, Amerikan ve İngiliz kültürlerine vakıf olmam; üç kültürde de yaşamış ve eğitim görmüş olmam. Çeviri yapmaya kariyerimin ilk yıllarında başladım. Sayısız deneme çekiminden sonra bir gün umutsuzluğa kapıldım ama kendime “Umutsuzluğu yakıştırmam” dedim, çalışmıyor olmayı kabul etmedim. İngiltere’de eğitim alırken topladığım, sevdiğim metinleri Türkiye’ye döndükten sonra çevirmeye başladım, sırf boş kalmamak ve “Neden olmuyor”u düşünmemek için. Bazen hayalini kurduğumuz şey, hayal ettiğimiz şekilde gerçekleşmez ama sonra daha da güzelleşerek gelebilir. İlk çevirim kabul edildikten sonra birçok oyun çevirmeye başladım. Geçen ay bir oyunum Devlet Tiyatroları repertuvarına girdi, geçen yıl ise Şehir Tiyatroları’nda oynanan bir oyunum olmuştu, yıllardır da özel tiyatrolarda sahneleniyor. Sanırım hayatta “durmayı” kabul etmediğim için başladım, iyi ki de başlamışım. Şimdi çok şükür hiç duramıyorum. – Peki tiyatro metinleri çevirmeniz sizi sahneye ya da söze başka bir yerden mi bağlıyor? Bir dilin ruhunu başka bir dile aktarmak sizce nasıl bir sorumluluk? Gerçekten uzun zamandır bu kadar çok sevdiğim soruları üst üste almamıştım. Metin çevirmek aslında bir metni başka bir dilde yeniden yazmaktır. Bunu ben demiyorum; bu, çeviri dünyasında çok bilinen bir bakış açısı. Bu yüzden sadece iyi bildiğim kültürlerin çağdaş metinlerinin çevirisini üstleniyorum. Çünkü jenerasyon bilgisi, sokak kültürü, çağdaş tarih ve edebiyat bilgisi gibi unsurlar bana çeviri sürecinde eşlik ediyor. Özünde oyuncu olduğum için her metni oynayarak çeviriyorum. En büyük meselem, izleyenine ve okuyanına metnin kendisini doğru anlatması. Bazen bir deyimin birebir karşılığı olmuyor ama anlamını yakalayıp metni başkalaştırarak çevirmeye çalışıyorum. Bence metnin sizinle konuşması ve bir oyuncuya söz söylemesi en önemli mesele. – Sanatın farklı alanlarında üretim yapan, çok-disiplinli bir sanatçı olarak çalışma yöntemlerinizi ve kendinizi geliştirme biçiminizi nasıl tanımlarsınız? Burada devreye giren bir durum var: Hem süper gücüm hem zaman zaman kalbimi yoran gerçek. Belki birilerine faydası olur diye paylaşmak isterim. Bende geç teşhis edilmiş DEHB (dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu) var. Artık bunu bir hastalık olarak görmüyorlar. Hatta nöroplastisiteyle bağlantılı şekilde bir tür süper güç olarak tanımlayan araştırmalar da var. Tabii ben bunu her zaman böyle deneyimlemedim. (Gülüyor) Çok hareketli ve uyumayı sevmeyen bir çocuk olarak “Yorun bu çocuğu” diyerek başlayan çocukluk serüvenim sporla şekillendi: Artistik jimnastik, bale, buz pateni… Hepsi beni bir şekilde konservatuvarla iç içe olmaya yönlendirdi. Müzik, dikkatimi toplamama çok yardımcı oldu. Küçük yaşta enstrümanlara ve şarkı söylemeye ilgi duydum. Annem bu konuda bana çok destek oldu, üstelik kendisi bu durumu bilmemesine karşın, sezgisel olarak çok doğru bir yol izlemiş. Sonuçta çok az uyuyan ve sürekli çalışan biri hâline geldim ama bu çalışma sadece ilgi duyduğum alanlara yönelmiş bir çalışmaydı. Bu yüzden belki de bir süper güç deniyor buna. Sevdiğim şeyler üzerine -müzik, oyunculuk, sahne sanatları, resim ve mimari gibi- sürekli üretim halindeyim. Kendimi kurtarma, anlatma ve bulma biçimim bu oldu. Herkesin hikâyesi farklı tabii ama ben zamanla şunu fark ettim: Bizi yoran şeyler, aynı zamanda bizi dönüştüren ve bereketlendiren şeyler olabiliyor. – Maddi beklenti ve çıkarların oldukça yüksek olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir ortamda tamamen mantıkla hareket etmek kaçınılmaz gibi görünüyor. Ancak sizin sezgilerinize ve duygularınıza güvenerek yaşadığınızı biliyoruz. Bu güvenin kaynağı nedir? Başka türlüsünü yapamayışım galiba… Elbette kanıtları, matematiği, planlamayı ve programlamayı severim ama günün sonunda, sevdiğim bir şeyin tam tersini matematik söylese de ondan vazgeçemem. Sevmediğim bir şeye odaklanamam, yapamam. O yüzden en büyük kerterizim: Kalbim atmıyorsa oradan hemen koşarak uzaklaşmak. – Sezginizi güçlendirmek, kendinizi yenilemek ya da sadece iyi hissetmek için uyguladığınız özel bir pratiğiniz var mı? Meditasyon yapmaya çalışıyorum, olabildiğince. Suyla temas etmeye çalışıyorum. Hayvanlarla ve çocuklarla vakit geçiriyorum. Durmaya çalışıyorum. Nefes almaya… Başka insanlarla ilgili herhangi bir şey konuşmamaya gayret ediyorum. Çünkü başkalarının hikâyeleriyle ilgilenirken insanların enerjisini çok yitirdiğini ve bazen kendi hayatlarını da bu uğurda kaybettiklerini gözlemliyorum. O yüzden en büyük pratiğim, kendi hayatıma, huzuruma, mutluluğuma ve dürüstlüğe inanmak. NUMEROLOJİ İLGİSİ – Bir röportajınızda numerolojiye olan ilginizden söz etmiştiniz. Günümüzde mimarlık da sayıların taşıdığı anlamlarla ilişkilendirilen bir bilgi alanı. Mimarlık eğitimi almış biri olarak bu ilginiz nasıl ortaya çıktı? Aslında mimarlık fakültesindeyken renklerle ve tasarımla çok ilgiliydim. Ama hayatım boyunca sayılar benim için hep önemli oldu. En sevdiğim ders her zaman matematikti. Resim, müzik ve beden eğitimi derslerini saymazsak. (Gülüyor) Sonra hayatımın çok ilginç bir döneminde, bir arkadaşım bana numeroloji diye bir şeyin varlığından söz etti. Sayıların, renklerin ve frekansların anlam taşıdığına; bunun okunabilir, araştırılabilir ve bazı yönleriyle kanıtlanabilir olduğuna inandığını anlattı. Yıllar içinde ben de bu alanda çok okumaya başladım. Elbette bilim insanı değiliz ve bunu yüzde 100 ispatlamak mümkün değil. Bu yüzden yüzde 100 ikna olmak da kolay değil. Ben işin daha çok pozitif düşünce, olumlama ve hayatı kolaylaştırma kısmına odaklanıyorum. En çok da renklerin içinde, kendi rengimle huzurlu olma haline. KUTU OĞLUNA DİNLEME LİSTESİ HAZIRLIYOR – Spotify dinleme listenizde son zamanlarda en çok dinlediğiniz müzisyenler ve şarkılar hangileri? Hemen bakıyorum… Oğluma bir liste hazırlıyorum, doğduğunda dinletebilmek için: Lindsay Munroe, Raffi – “I Am Kind” Johnny Nash – “I Can See Clearly Now” No Blues – “Black Cadillac” & “Farewell Shalabiye” Khaled Mouzanar – “Un Air de Liberté” Sezen Aksu’nun tüm zamanların tüm şarkıları, her zaman. – Son dönemde okuyup etkilendiğiniz ve okuyucularımıza önermek isteyeceğiniz bir kitap var mı? Ustaca Sevmek – Don Miguel Ruiz, 1984 – George Orwell (Son zamanlarda okumadım ama hâlâ okumamış olanlara öneririm.) BÜYÜLÜ BİR ORTAM – Çekimler ne kadar sürdü? Sizin için nasıl bir deneyimdi? Kapadokya çekimlerimiz iki hafta sürdü. Bunun bir haftasında aktif olarak çalıştım. Tabii dijital projelerde senaryoya göre parça parça çalışıyoruz. Sonrasında İstanbul’a geldik ve çekimlere burada devam ettik. Yanlış hatırlamıyorsam, çekimler iki ay sürdü. Daha önce Kapadokya’da hiç çekim yapmamıştım, büyülü bir ortam var. Dönerken çok etkilendiğimi ve muhteşem anılarla ayrıldığımı hatırlıyorum. DOĞUMDAN SONRA TİYATROYA DÖNÜŞ – Oyuncu olarak yeniden tiyatro sahnesine dönmeyi düşünüyor musunuz? Düşünmez miyim, her gün düşünüyorum! (Gülüyor) Güldüğüme bakmayın, hiç şaka yapmıyorum. Eğitimimi tamamladıktan sonra kendime bir söz vermiştim: Ne olursa olsun hiçbir sezon tiyatrosuz kalmayacaktım. Dizi olmayabilir, sinema olmayabilir ama tiyatro hep olacaktı. Aslında öyle de oldu, ta ki pandemiye kadar. İnsanın büyük konuşmaması gerekiyormuş. (Gülüyor) Sonrasında da dizi programıyla provaları çakışan çok iyi oyun teklifleri geldi, maalesef olumlu yanıt veremedim. Veya bazı projeler içime sinmedi. Şimdi elimde, kendim sahneye koymak istediğim iki oyun var. Hatta madem buradayız, paylaşayım: Muhteşem bir oyun çevirdim. Tam provalara girmek üzereyken hamile olduğumu öğrendik. Özellikle benim oynayacağım kadın karakterin fiziksel performansının yoğun olduğu bir oyun bu. Bu nedenle, maddi manevi olarak ne kendimi ne de başkasını böyle bir sürece sokmak istemedim. Projeyi durdurmadık, bir süreliğine duraklattık. Şimdi hayatımızın bize sunduğu bu kıymetli hediyeye sarılıp önce onu dünyaya getireceğim. Sonra yeniden sahneye döneceğim. Kim bilir, oğlum da beni alkışlar belki. (Gülüyor) – Müzik yaşamınızda önemli bir yer tutuyor. Yakın zamanda yeni bir projeniz olacak mı? Olacak! Sonunda, çok şükür. Altı aydır üzerinde çalıştığım bir projem var. Yakında onu yayımlayacağız. O kadar uzun süredir bu projeye odaklandım ki artık elim kolum ayağım gibi oldu. Hatta sanki herkes biliyormuş gibi hissediyorum ama daha yayınlanmadı bile! Şöyle bir ipucu vereyim: Beni şimdiye kadar takdir etmiş, desteklemiş, değer vermiş her milletten takipçimin hoşuna gidecek bir proje tasarladım ve gerçekten üzerine inanılmaz çalıştım. Bence çok güçlü, küresel çapta bir proje geliyor. SEVGİSİZLİĞE, ANLAYIŞSIZLIĞA ALIŞAMIYORUM – ABD ve İngiltere eğitimleri ve deneyimleri sizde nasıl izler bıraktı? Türkiye’ye döndüğünüzde alışmakta zorlandığınız şeyler oldu mu? Ben her gittiğim yerde önce bir alışma zorluğu çekerim. (Gülüyor) Ancak bir hafta sonra sanki yıllardır oradaymışım gibi alışırım. Şaka bir yana, çok küçük yaşta burs programlarıyla lisede okumaya gittim. O yaşta bir genç kızın yalnızlıkla ve kültür farkıyla baş etmesi her zaman kolay olmuyor. Kendime karşı dürüst olmak ve kendimi korumak, hep en önemli iki rehberim oldu. En risksizi okula odaklanmaktı, öyle yaptım. Gerçekten kendimi çok kollayarak yaşadım ve iyi derecelerle mezun oldum. Aynı zamanda iki çok güçlü kültürü yakından tanıdım. Ama küçük yaşta birkaç farklı ülkede yaşamanın bir etkisi de şu: Kendimi hiçbir zaman tamamen bir yere ait hissedemedim. Bunu söylemek olumsuz gibi algılanabiliyor ama aslında ben, dünyada kalbi iyilikle atan herkesi -hangi milletten olursa olsun- sevecek şekilde yetiştirdim kendimi. Bence kendime verdiğim en büyük hediye bu. Her yere aitim ve her insanı sevmeye çok açığım. O yüzden sevgisizliğe, anlayışsızlığa, insanların birbirine tahammülsüzlüğüne ve tembelliğe alışamıyorum. Hatta alışmam imkânsız.

Source: Deniz Ülkütekin