Bir katliamın ötesi: Madımak – Yüksel Işık
1993’e kadar “Madımak” denince aklımıza yemeği de yapılan bir bitki gelirdi; türküsü de olan o bitkinin adını taşıyan bir de otel vardı Sivas’ta. Orada konaklayacaklardı, Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmak için Sivas’a giden aydın ve sanatçılarımız. Yaktılar o oteli; hem de içi insan doluyken… O gün, bugündür, “Madımak” denince aklımıza katliam geliyor. Toplumun kalbine saplanmış sayısız cam kırığının yol açtığı bu derin sızıyı anlatacak henüz başka kavram olmadığı için katliam diyoruz. Koskoca bir oteli yakıp, karşısına geçip seyretmek insana ait bir duygu olmasa gerek. O otelde yakılanların arasında bulunan Metin Altıok, şu dizeleri yazarken kim bilir nasıl bir gelecek tasavvurunda bulunmuştu? “İnsan dediğin saçaktaki Güvercinin farkında olacak Ve bir çiçek açacak kendince.” Yaktılar onu. Tıpkı gündüzleri insanların derdine derman olmak için doktorluk yapan, arta kalan zamanlarda sözcükleri sonsuz anlamlarla şöyle güzelleştiren şair Behçet Aysan’ı yaktıkları gibi: “bütün derinlikler sığ/ sözcüklerin hepsi iğreti/ değişen bir şey yok hiç / ölüm hariç. / aynı gökyüzü aynı keder.” Yakılan, yalnızca tepeden tırnağa insanlık değil; Fuzuli’nin, “güzel insanların yurdu” olarak tanımladığı bu coğrafyanın geleceğiydi aynı zamanda. Muhlis Akarsu’nun, “sen insanoğlusun kör olamazsın” dediği halde, kör; Nesimi Çimen’in, “her ne desem sözüm yara/ yar olmayan habersizdir” dediği kadar sağırdılar. Hasret Gültekin’in “Sevgi kuşun kanadında” sözünü duymamak; Edibe Sulari’nin, “ne olursa dini dili/ insanlar dünyanın gülü” şeklindeki sevgisini işitmemek için ateşe verdiler Madımak’ı. İnsanı anlamaları için gecesini gündüzüne katan Asım Bezirci, yaşamı karikatürize ederek anlatan Asaf Koçak ve memleketin derdini dert eden Uğur Kaynar ile tanışmak varken yaktılar onları. Aralarında, gençliğini henüz adımlayan 12 yaşındaki Koray, adıyla müsemma 15 yaşındaki Menekşe ve sonsuzlukla iş 16 yaşındaki Asuman da yakıldı onlarla birlikte. Yaktılar ve Madımak’ta yükselen ateş, bütün Türkiye’yi ve özellikle de 33 canın ocağına düşmüştü; o ocaklar kül oldu. Neden? Çünkü tarih, geleceğin aynasıdır. Tarihi, tozlu sayfalar arasında unutturan aymazlığın hüküm sürdüğü her coğrafya, acılara gark olur. Ne olmuştu Sivas’ta? Yüzyılın başında Anadolu ihtilalinin rotası çizilmişti Sivas’ta. Denilmişti ki “manda ve himaye kabul edilemez; esas olan, milli iradeyi egemen kılmaktır, bunun için Meclisi Mebusan’ın derhal toplanması zorunludur”. Nâzım Hikmet, o günleri şöyle dizeleştirmişti: “Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul’dan gelen zevat / Sivas, mandayı kabul etmedi fakat” HEDEF CUMHURİYET DEĞERLERİ Tarihin yaptığını, tozlu sayfalar arasında bırakıp ilerlerseniz, geleceğe tutulan aynanızı yitirmiş olursunuz. Geleceği örgütlemez, günü kurtarmak ile yetinirseniz, “manda ve himayeciler”, ansızın çıkarlar karşınıza… Öyle oldu; 1993’ün 2 Temmuzu’nda, ellerinde ateşlerle sardıkları otelin önünde, hançerelerini yırtarcasına, “burada kuruldu, burada yıkılacak” sloganıyla laikliği ve yurttaşların eşitliğini ilke edinmiş Cumhuriyeti hedef almışlardı. Cumhuriyetin değerlerini temsil eden simgesel isimleri ateşe verenler, o ateşi körükleyenler, öfkeden gözleri dönmüş piyonların küresel bir planı uygulamak için harekete geçmişlerdi. Cumhuriyetin yüzyıllık tarihinde benzer acıları yaşadığımız onlarca toplumsal travmanın oluşmasına da piyonlar yol aracılık etmişlerdi. Kışkırtıldıkları tartışma götürmez ve tarihsel tecrübelerden biliyoruz ki yaşananlar, “Şeriat isteriz” diyen iki sakallının kendiliğinden eylemi olmanın ötesinde bir derinliğe sahiptir. 2 Temmuz’da Madımak’ta, üç gün sonra Başbağlar’da planlanan katliamlar, kardeşliği dinamitlemek, Türkiye’yi “küresel güçlerin av sahası” haline getirmek için atılan adımların ilk işaretleridir. 33 canımızın “ateşte semaha durması”, yüreğimize batan cam kırıklarının yol açtığı bir feryada dönüşmüştür ama artık feryattan fazlasına ihtiyacımız olduğu günlerden geçiyoruz. Farkındayım; hâlâ, “Hafik’ten bu yana Banaz’dan öte/Kızılırmak boylarında bir şehir”de bir ateş yanıyor; o ateşin sönmesi, herkesin kendi inancını, hiçbir baskıya maruz kalmadan yaşamasıyla düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki bütün engellerin ortadan kaldırıldığı özgürlükçü, laik ve demokratik bir Türkiye’nin inşa edilmesiyle mümkün olacak. Şairin şu dizeleri de bu düşün izini sürüyor: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim…“ Madımak’ta yananların canları da, bu hasretin giderilmesine bağlı. YÜKSEL IŞIK YAZAR
Source: Olaylar Ve Görüşler
Ülke cayır cayır yanıyor; yobazlıktan, gericilikten!
Yine bir yaz, yine her yer alev alev… Bilecik, Sakarya, İzmir, Hatay, Antalya… Ardı ardına yangın haberleri geliyor. Ormanlar yok olurken hayvanlar da yanarak can veriyor. Yerleşim bölgelerine sıçrayan yangın insan hayatını tehdit ediyor, köylerde evler boşaltılıyor. Yeterli sayıda yangın söndürme uçağı olmadığından birçok yerde yurttaşlar kendi çabalarıyla yangını söndürmek için çabalıyor. Her yıl olduğu gibi yine önlem almada ihmal olduğu açıkken, Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı , neden uçak eksiğinin giderilmediğini açıklamak yerine, Sakarya’da küle dönen ormana gidip “Yağmur yağdı. Rabbimin lütfu işimizi büyük ölçüde kolaylaştırdı” diyor! Yağmur yağmadığında da “Rabbimin gazabı” ya da “Bu işin fıtratında var” denilecek belli ki. Siyasal İslamın Türkiye’yi getirdiği nokta budur. Bilimi dışlayıp her şeyi inanca bağlayınca sorumluluk da alınmıyor! FAŞİZANLIĞIN DIŞAVURUMU Tam da orman yangınlarıyla hem doğa hem de içimiz yanarken Leman dergisinin 26 Haziran tarihli sayısında, İslam peygamberi Muhammed ’in tasvir edildiği iddiaları nedeniyle, gericiler İstiklal Caddesi’nde toplanarak derginin ofisine saldırdı Emniyet Genel Müdürlüğü’nün “terör örgütü” listesindeki İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi’yle (İBDA-C) bağlantılı olduğu belirtilen Büyük Doğu Akıncıları Derneği de sosyal medyada Leman dergisi önüne çağrı yaptı. “Kahrolsun laiklik, yaşasın şeriat” ve “Kemalist köpekler hesap verecek” sloganları atan kitleye polis müdahale etmezken gruptakiler sokaktaki kafe ve barlardaki yurttaşlara da saldırı girişiminde bulundu. İyice alevlenen kitlenin sosyal medyada kışkırtması üzerine Adalet Bakanı Yılmaz Tunç , Leman dergisine “dini değerleri alenen aşağılama” iddiasıyla adli soruşturma başlatıldığını açıkladı. Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz o ayrı ama Leman’ın karikatüründe bir aşağılama olmadığı gibi yapılan saldırılar faşizanlığın dışavurumudur, açılan soruşturma ise düşünceyi ifade özgürlüğüne apaçık müdahaledir! Ne acıdır ki karikatüre sosyal medyada tepki gösterenlerin bazıları Madımak katliamının fotoğraflarını paylaşıp derginin ofisinin yakılması çağrısında bulundu! VE BUGÜN 2 TEMMUZ… Madımak katliamının 32. yıldönümü… O gün yaşananlara ilişkin kimileri Saadet Partisi’nin önceki genel başkanı Temel Karamollaoğlu gibi katliam demeyi reddetse de tartışmasız bir katliam yaşanmıştır. 35 aydının Madımak Oteli’nde, Cumhuriyet Devrimi’ne, Aydınlanmaya ve laikliğe düşman gerici yobazlar tarafından yakılarak katledildiği o kahrolası gündür 2 Temmuz 1993! 18 Temmuz 1993 tarihli Cumhuriyet gazetesinin manşeti gerçeğin ta kendisidir: “Polis-şeriatçı işbirliği” . TBMM Araştırma Komisyonu raporunun tespitleri de o dönemde Nokta dergisinde “Katliam Raporu” başlığıyla yayımlandı. 32 yıl önce olayın yaşandığı Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılan gazetemizin eski yazıişleri müdürü Sami Karaören , bir yazısında şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Amaç, Atatürk Devrimlerine yıllardan beri ses çıkaramayan kitlelerin, 1950’den bu yana verilen ödünler sayesinde, gittikçe artan dinsel eğitime ve bağnazlık yoluna saptırılarak Atatürk Devrimlerinden koparılması ve şeriat düzeninin getirilmesi. Türkiye’de geçmişten günümüze kadar şeriatçılar tarafından yaratılan kanlı olayların nedeni, politikacılarımızın oy kaygısıdır. Atatürk döneminde oy kaygısı olmadığı için ödün verilmiyordu.” ( Sıvas Kitabı, Bir Topluöldürümün Öyküsü, Edebiyatçılar Derneği yayını, 1994) Hedef gösterip aydınları yakanlara ve onlarla işbirliği yapan siyasetçilere karşı Aziz Nesin’in katliam nedeniyle düzenlediği basın toplantısındaki sözleri hatırlatmak gerekir: “Orada yığınlar 8.5 saat ‘Şeriat isteriz’ diye bağırdılar. Hiçbir bakan bunu dikkate almıyor, devlet sesini çıkarmıyor, Aziz Nesin suçludur diyor. Açık açık söylüyorum ki bu alçaklıktır!” Radikal dincilere her gün biraz daha ödün vererek ve laikliği çiğneyerek ülkeyi uçuruma sürüklüyorlar. Ülke cayır cayır yanıyor; yobazlıktan, gericilikten!
Source: Zülal Kalkandelen
Sivas katliamı ve insanlığa karşı suçlar – Av. Kemal Akkurt
Bundan 32 yıl önce, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’da bir katliam yaşandı. 33 sanatçı, aydın ve iki otel çalışanı, gözünü kan bürümüş yaklaşık 15 bin kişilik bir “güruh” tarafından bulundukları Madımak Oteli’nde yakılarak bir “insanlık suçu” işlendi. 20 yıl süren davadan, ölenlerin yakınlarını, müdahil avukatlarını ve vicdan sahibi kamuoyunu tatmin eden bir karar çıkmadı. O zamanki adı Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) olan olağanüstü mahkeme, gerçek suçluları ortaya çıkaramadı. Bir kısım sanıklar, çeşitli hapis cezaları aldılar. Yakalanamayan beş sanığın davası ise 20 yıldır devam ediyordu. Hiç değilse bu beş sanığın cezası zamanaşımına uğramasın, “insanlığa karşı suç” kapsamında cezalandırılsınlar şeklindeki savunmalara, mahkeme ne yazık ki itibar etmedi. Firardaki bu sanıklar yönünden davayı zamanaşımı nedeniyle düşürdü. Bu vesile ile “insanlığa karşı suç” kavramı, hukukçular arasında ve kamuoyunda tartışılmaya başlandı. Eski ceza kanunumuzda yer almayan bu suçu, yeni ceza kanunu (TCK) açık ve net bir şekilde düzenledi. Buna göre siyasi, felsefi, ırkî ve dini düşüncelerle toplumun bir kesimine karşı, bir plan doğrultusunda sistemli olarak işlenen suçlar, “insanlığa karşı suçlar” olarak kabul edilir. Bu suçlardan dolayı zamanaşımının işlemeyeceği de yasada açıkça düzenlenmiştir ( TCK, madde 77). Tartışılan konu, 2005 tarihinde yürürlüğe giren yeni TCK’deki bu hükmün geriye yürüyüp, 1993 tarihinde işlenen bu katliama uygulanıp uygulanamayacağıdır. Tarafı olduğumuz ve mevzuatımızın bir parçası olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 7. maddesine göre “Hiç kimse ulusal ve uluslararası hukuka göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı mahkûm edilemez. Yine hiç kimseye, suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez”. “ZAMANAŞIMI” UYGULANAMAZ Davanın devredildiği Ankara Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi de sözleşmenin bu fıkrasına dayanarak davayı zamanaşımından düşürdü. Ancak aynı maddenin bir de 2. fıkrası var ki mahkeme tüm ısrarlarımıza rağmen bu fıkrayı görmedi ve uygulamadı. 2. fıkraya göre “Bu madde, işlendiği zaman uygar uluslar tarafından tanınan genel hukuk ilkelerine göre suç sayılan bir fiil veya ihmal ile suçlanan bir kimsenin yargılanmasına ve cezalandırılmasına engel değildir”. Yani insanlığa karşı işlenen bir fiil, evrensel hukuk kurallarına göre suç ise böyle bir suç iç hukukta düzenlenmese bile, o kişi veya kişiler her zaman yargılanabilir, cezalandırılabilir, zamanaşımı söz konusu olmaz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatları da bu yöndedir. Birleşmiş Milletler’in 1968 tarihli “Savaş Suçları ve İnsanlığa Karşı Suçlar Bakımından Kanuni Sınırlamaların Uygulanmayacağına Dair Sözleşmesi”ne göre, hangi tarihte işlenmiş olursa olsun, insanlığa karşı suçlar yönünden zamanaşımı süresi uygulanmaz. Bu sözleşmeye göre, insanlığa karşı suçları teşvik eden, katılan devlet yetkilileri, özel şahıslar ve bu suçların işlenmesine hoşgörü gösteren kamu görevlileri yönünden de zamanaşımı uygulanmaz. Sözleşmeye göre işledikleri ülkenin iç hukukunu ihlal etsin veya etmesin, siyasal, ırksal veya dinsel sebeplerle zulüm veya katliam yapanların, zamanaşımı söz konusu olmaksızın cezalandırılacağı kararlaştırılmıştır. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Nazi katliamlarının yargılandığı Nürnberg Uluslararası Mahkemesi de Birleşmiş Milletler’in kararıyla zamanaşımı söz konusu olmaksızın yargılama yapmış ve insanlığa karşı suçları işleyenleri cezalandırmıştır. DEVLETİN VARLIK NEDENİ Anayasamızın 90. maddesi ışığında, uluslararası bu sözleşmeler bağlayıcıdır ve yasalarımızın üzerindedir. Sivas katliamı sanıklarının da zamanaşımı söz konusu olmaksızın yargılanmaları ve cezalandırılmaları gerekir. Yalnızca yakalanan 100 civarındaki caninin yargılanması ve cezalandırılmasıyla bu kara sayfa kapatılamaz. Dönemin iktidar gücünü kullanan tüm yetkililerin, ihmali bulunan asker ve Emniyet mensuplarının da yargı önüne çıkarılmaları ve olayın aydınlatılması gerekir. Aksi takdirde ülkemiz bu ayıptan kurtulamaz. Yargılama, adaleti tecelli ettirme işlemidir. Adalet ise adil bir yargılama ile sağlanır. Sivas davasında da ne yazık ki adalet tecelli etmemiştir. Sivas davası da yakın tarihimizde aydınlatılmayan katliamlar arasındaki yerini almıştır. Aydınlatılmayan tüm katliamların sorumlusu devlettir. Hukuk devletinin varlık nedeni, öncelikle katliamları engellemek, buna rağmen gerçekleşirse, tüm failleri ve azmettirenleri ortaya çıkarmaktır. Aksi takdirde devletlerin varlık sebebi kalmaz… Dileğimiz, Türkiye’nin bir daha o karanlık dönemleri yaşamamasıdır. Bunun da yolu, daha fazla demokrasi, hukuk devleti ve insan haklarından geçiyor…
Source: Olaylar Ve Görüşler
Olayları yaşamış, yazıya dökmüş Hidayet Karakuş anlattı: Madımak”ın “isi” silinemedi
Bu ülkenin ilerici yurtsever insanları olarak 32 yıl önce, 2 Temmuz 1993’te, Sivas Madımak’ta yaşanan, çok sayıda aydınımızın yakılarak yok edildiği acı olayları unutmuyoruz. Yeni kuşakların da geçmişte yaşanan acıları bilmesi ve unutmaması gerektiğini düşünüyoruz. Her 2 Temmuz’da, yakılan değerli aydınlarımızı saygıyla, sevgiyle ve özlemle anıyoruz. Kadim dostumuz Hidayet Karakuş’la 40 yılı aşan bir arkadaşlığımız, dostluğumuz var. Yakın bir dönemde kaybettiğimiz İzmirli bir başka dostumuz şair-yazar Aydoğan Yavaşlı ile birlikte onlar İzmirli olarak Sivas’taki etkinlikte yer almışlardı. Geçmişte bazı etkinliklerde birlikte olduğumuz ünlü edebiyat eleştirmeni Asım Bezirci’nin; şiirlerini beğeniyle okuduğumuz Metin Altıok’un, Behçet Aysan’ın; türkülerini keyifle dinlediğimiz Aşık Nesimi Çimen’in, Hasret Gültekin’in de orada olduğunu sonradan öğrenmiştik. Daha pek çok aydın, sanatçı ve genç, olayların tam da ortasında kalmıştı. Ünlü mizah yazarımız Aziz Nesin ise, olayların boy hedefi yapılmıştı. İşte yıllar sonra yine bir 2 Temmuz’da, Madımak olayını yaşamış Hidayet Karakuş’la, 32 yıl öncesini konuşuyoruz. Ona ilk sorumuz “2 Temmuz Sivas yangınını yaşamış, yüreğine ve bilincine kazımış bir düşün insanı olarak 2 Temmuz’larda neler duyumsuyorsunuz, neler düşünüyorsunuz?” oluyor. Karakuş, bu sorumuzu şöyle yanıtlıyor: “Sivas katliamının her yıldönümünde değil, orada yakılan her arkadaşın, her gencin adı geçtikçe o günü yeniden yaşıyorum. Oteldeki her dakika, gözümün önünden geçiyor, sokaktaki saldırganların taşlarla, tuğlalarla, molozlarla indirdikleri camların şangırtılarını duyuyorum. Merdivenlerde oturup nişanlısının saçlarını sıkıntıdan ince ince ören gencin kaygılı yüzünü görüyorum. Asım Bezirci’nin bulduğu ince bir çıtayla bize şakalar yaptığını anımsıyorum. Merdivenlerde barikat kuran arkadaşların sabırlı, gergin, umarsız bekleyişini görüyorum her 2 Temmuz’da. Metin Altıok’un elindeki fırçayla ortalıkta dolaştığını, Uğur Kaynar’ın düşünceli yüzünü, Behçet Aysan’ın kendi içine dönük bakışlarını görüyorum… Sonu belirsiz bir bekleyişimizi anımsıyorum. Sonra kulaklarımızda şeriat çığlıkları; “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak”, “Şeriat gelecek laiklik bitecek”, “Hain vali, Şeytan Aziz” haykırışları… Azgın kalabalığın “Yak ulan, yak çığlıkları!” Unutulur mu! ACILAR SAĞALTILDI MI? Sevgili Karakuş’a, “O günden bu yana 32 yıl geçti. Acaba bu uzun süreçte acıların sağaltımı için gerekenler yapıldı mı?” diye bir soru yöneltiyoruz. Acı acı gülümseyerek hüzünle şunları söylüyor: “Devlet, Sivas’ta yakılanların yaralarını sağaltmayı düşündü mü ki? Mahkemelerin sanıkların gösterilerine sahne olduğu, sanıkların karakolların yakınlarında gizlenip ceza almadan ecelleriyle öldükleri, kimilerinin yurtdışında iş kurup evlendiği bilinirken hangi yarayı sarmayı düşündü ki devlet… Aileler dağılırken, dava zamanaşımıyla bitirilirken yaşanan acıların da bittiğini mi sanıyorlar…” Hidayet Karakuş’a “Siz bir yazın insanı olarak Sivas’ın romanını, şiirlerini yazdınız. Düşün ve yazın alanında Sivas yangını üstüne yazılanları, yapılanları yeterli buluyor musunuz? Günümüzde bu olaya nasıl yaklaşılmalı ve nasıl bakılmalı?” diyoruz. O da şunları söylüyor: “Sivas’ta yakılan her insanın, geride kalanlarıyla birlikte şiiri romanı, öyküsü yazılmalı. Şimdiye değin yazılanlara baktığımda bence çok yetersiz geliyor. Günümüzde bu olaya adaletin keskin kılıcıyla yaklaşmak bundan sonra olacakların önüne geçecektir. Laik, demokratik, bilimsel eğitime ağırlık verip yepyeni aydınlık insanlar yetiştirmekle köklü bur çözüme varılır. Bu konuda da Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün çizdiği eğitim anlayışı, öğretmene yaklaşımı, bilimsel bakışı temel ilkedir her zaman. Aydınlarımızın olayı insanlığın tarihsel akışına oturtarak değerlendirmesi gerekiyor. Bunu yapınca da karanlıkla aydınlığın savaşımında aydınlıktan yana olmak gibi bir görevleri vardır.” Peki Aydınlanmadan yana olan çevreler, bu olayı nasıl yorumlayıp değerlendirmeli? Bu büyük acıdan hangi dersler çıkarılmalı? Aydınlanma karşıtlarının kör karanlığı, günümüzde de sürüyor mu” sorumuza, sevgili Karakuş şöyle yanıt veriyor: “İNANÇ TARTIŞILAMAZ” “Aydınlanmadan yana olan çevreler bilimden sapmamalı. Söz, düşünce özgürlüğünü hem sonuna dek savunmalı, hem her şeyi göze alarak bu özgürlüğü kullanmalıdır. İnsanlığın yolu çok uzundur. Dinsel bakışla bilimsel bakış her zaman çatışmıştır, bundan sonra da çatışacaktır. Din bir inançlar sistemidir. İnsanın inancı tartışılmaz. Bilimse her zaman tartışmaya açıktır; akıl yoluyla, kendi yöntemleriyle gerçeği bulmaya çalışır. Dinin gerçeği sabittir, değişmez. Sürekli değişen dünyada inançlar laiklikle yurttaşın vicdanına bırakılmış, devlet yönetiminden dinsel kurallar temizlenmiştir. Çözüm de buradadır. Aydınlanmanın karşıtlarının kör karanlığı sürmeseydi bunları konuşmak gereği duymazdık. Öylesine sürüyor ki ülkemiz kırk yıl önceki Türkiye’den de kırk elli yıl geridedir şimdi.” AYDINLIK BİR ÜLKE ÖZLEMİ Karakuş, Madımak yangınının, böylesi acı bir olayın bir daha yaşanmaması için; günümüzde ve gelecekte yapılması gerekenleri şöyle sıralıyor: “Bugün ülkemizin en önemli sorunu laik, demokratik eğitim, üretim, hak adalet, hukuktur. İnsan haklarına dayalı evrensel hukuk kuralları temelinde bütün yurttaşların eğitim hakkı, sağlık hakkı, ekonomik yaşamı güvenceye kavuşturulmalıdır. Bunları gerçekleştirirsek çok geçmeden yurdumuz uygar, çağcıl bir dünyanın parçası olur.” idayet Karakuş’un çizdiği tabloya uygun bir ülkenin özlemini bilincimizde ve yüreğimizde duyumsayarak 2 Temmuz olaylarının yıldönümünde, kaybettiğimiz tüm aydınlarımızı ve ilerici yurtsever insanlarımızı saygıyla anıyoruz. Sevgili Karakuş’un dizeleriyle onların anısını selamlıyoruz: “isli bir tarihte yazıldı bu şiirler/ giyilmemiş gelinliklere karanfil gibi / yeşermemiş sevinçlere andolsun diye”
Source: Mehmet Şakir Örs
Yaşasın laiklik
“Laiklik ilkesini savunmak için Atatürk gibi yürekli, Atatürk gibi inançlı olmak gerekir. İzinden gittiklerini söyleyenler gibi ürkek, kararsız ve inançsız değil” (Uğur Mumcu- Cumhuriyet 1 Mart 1987) 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta göz göre göre hazırlanan bir dinci (dini kullanan) kışkırtma sonunda Madımak Oteli’nin yakılmasıyla 33 yazar, ozan, düşünür ve 2 otel çalışanı yanarak veya dumandan boğularak öldü. Sivas’ta, dinci mezhepçi kalkışma sonundan katledilen can’larımızı saygıyla anıyorum. Bilindiği gibi “Sivas Katliamı” , tarihimizde “dinin kullanıldığı” tek olay değildir; daha önce Çorum Olaylarından Maraş Olaylarına, Menemen Olayı’ndan Şeyh Sait İsyanı’na… dinin kullanılarak halkın kışkırtıldığı ve masum insanların katledildiği benzer olaylar yaşanmıştır. Normal koşullarda Türkiye Cumhuriyeti’nde bu tür “dinsel kışkırtmalara” ve “gerici kalkışmalara” karşı çok dikkatli olunması gerekirdi. Ancak bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten “Siyasal İslamcı” AKP ve “Milliyetçi” ortağının, “Laik Türkiye Cumhuriyeti” diye bir duyarlılığı yoktur. Hatta tam tersine, Atatürk’ün kurduğu Laik Cumhuriyeti, “Yeni Osmanlıcı” hayallerle “Yeni Türkiye” adını verdikleri –niteliği belirsiz- dinsel-siyasal bir düzene (Yeni Saray Rejimine) dönüştürme çabası içindedirler. Bu kapsamda, ümmetçi bir anlayışla, Türkiye’nin “laik bir sosyal hukuk devleti” ve yurttaşlarının da “Türk” olduğunun belirtildiği anayasa maddelerini değiştirmek istedikleri anlaşılmaktadır. Laik Cumhuriyetin hedef alındığı böyle bir ortamda, iktidar tarafından korunup kollanan veya korunup kollanacağını bilen, tarikatlara, cemaatlere ve çeşitli dini gruplara mensup kişiler, her fırsatta “şeriat özlemini”, “laiklik karşıtlığını” ve “Atatürk düşmanlığını” yüksek sesle dile getirmekten çekinmiyorlar. Son olarak iki gün önce, Leman dergisinde yayınlanan bir karikatürde Hz. Muhammed’e hakaret edildiği gerekçesiyle Taksim’de Leman dergisinin önünde toplanan bir kalabalık, tekbirler eşliğinde “Kahrolsun laiklik, yaşasın şeriat!” , “Kemalist köpekler hesap verecek!” , “Ya biz öleceğiz, ya onlar ölecek!” gibi sloganlarla Laik Cumhuriyeti, Atatürk’ü ve yükselen Kemalist gençliği hedef aldı. Açıkça “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” eden konuşmalar yapıldı. Devletin anayasal düzenine (laik devlete) meydan okundu. Geçtiğimiz ay Saraçhane’de iktidarı eleştiren gençler gözaltına alınıp Silivri zindanında günlerce tutuklu kalırken, Taksim’de halkı tehdit eden ve devletin anayasal düzenine meydan okuyan tipler, sağa sola saldırarak ve ellerini kollarını sallayarak dağıldılar. Peki, gericiler neden laikliğe saldırıyor? LAİKLİK NEDİR? Basitçe “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak tanımlanan laiklik, her şeyden önce devlette egemenliğin kaynağının “aklını kullanma özgürlüğüne sahip” insana ve insanın özgür iradesine dayanmasıdır. Devletin egemenlik anlayışı hukukla belirlenir. Laik devlet , dinsel hukuku (şeriatı) değil, insan aklının ve tecrübesinin eseri çağdaş hukuku benimsemiş devlettir. Prof. Ahmet Taner Kışlalı’nın deyişiyle, laiklik, “Toplumun, din adına ve binlerce yıl önce konmuş, o günün sorunlarına çözüm getiren kurallara göre yönetilme zorunluluğunun kaldırılmasıdır. Aklın, iman karşısında özgürleştirilmesidir.” Çağımız, akıl ve bilim çağıdır. Aklı ve bilimi esas alan çağdaş devletler, laik bir dünya görüşüne veya laik bir sisteme sahiptir. Tarih boyunca aklın ve düşüncenin özgürlüğü, dolayısıyla bilim ve sanat laik ortamda gelişebilmiştir. Laik devlet, her türlü “dinsel vesayetten” kurtulmuş, egemenliğin “kayıtsız-şartsız ulusa ait olduğu” çağdaş hukuk devletidir. Laik devlette halk, egemenliğini dine dayandıran otoritelerin (kralların, sultanların, halifelerin) önünde “kul” ve “tebaa” değil, özgür bireydir; çağdaş hukuk ününde eşit haklara sahip yurttaştır; ümmet değil ulustur. Bu nedenle “yurttaşlık”, “ulusal egemenlik” ve “ulus” kavramları, tepeden tırnağa laik kavramlardır. Laiklik yoksa demokrasi de yoktur. Yine Ahmet Taner Kışlalı’nın deyişiyle “Laikliği kabul etmeyen, dine dayalı bir devlet düzeninde, gerçek anlamda düşünce ve inanç özgürlüğü olamaz. Demokrasi olamaz. (…) Demokrasilerde sorunların çözümü, farklı düşüncelerin karşı karşıya gelmesiyle, tartışa tartışa oluşturulur. Oysa dine dayalı bir devlette, ‘tek doğru’ vardır. Hatta o ‘tek doğru’nun, sadece ‘tek yorumu’ geçerlidir. (…) Batılı ülkeler, ancak din temeline dayalı devlet anlayışından uzaklaştıktan, laikliği kabul ettikten sonra demokratikleşebilmişlerdir. İnsan haklarına dayalı yönetim biçimleri oluşturabilmişlerdir. Bugün, temelde insan haklarını kabul etmiş, demokrasi ile yönetilen tek Müslüman ülkenin Türkiye oluşu bir rastlantı değildir. Çünkü Türkiye, İslam dünyası içinde, açıktan ve kurumsal olarak ‘laik devlet’ anlayışını benimsemiş tek ülkedir.” (Bkz. Ahmet Taner Kışlalı, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi) Laik devletin yurttaşları, ırk, dil, din, cinsiyet ve siyasal düşünce farklarına bakılmaksızın kanun önünde eşittir. İnsanları dinlerine mezheplerine göre ayırmayan ve ötekileştirmeyen laiklik, farklılıklarla bir arada yaşamanın ve toplumsal barışın da anahtarıdır. Din devletinde kadın-erkek ilişkileri dinsel kurallarla belirlenmiştir. Kadın hakları sınırlandırılmıştır. Bu nedenle din devletinde kadın erkek eşitliğinden söz edilemez. Buna karşın laik devlette medeni ve siyasi haklara sahip kadın-erkek eşittir. Laikliğin temelinde aklın ve vicdanın özgürlüğü vardır. Aklın ve vicdanın özgürlüğü ise düşünce ve inanç özgürlüğünün garantisidir. Laik devlette bireylerin özgür düşünmesi, bir dine inanması veya inanmaması, ibadet etmesi veya etmemesi, dini törenlerde bulunması veya bulunmaması kendi özgür iradelerine bağlıdır. Din, insana özgüdür. İnsan dışındaki varlıkların dininden söz edilemez. Bu nedenle laik devlette devletin dini olmaz. Dinler teolojik ve tarihsel olarak çatışma halindedir. Tarih boyunca din ve mezhep savaşları eksik olmamıştır. Bu nedenle din devletinde laiklik yaşamaz, yaşatılamaz. Ancak laik devlette, her dine, diğeriyle birlikte yaşama olanağı sağlandığından, dinler yaşamaya devam edebilir. Bütün bunların yanında bir devlette sadece din ve vicdan özgürlüğünün olması, o devletin laik olduğu anlamına gelmez. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nda dinsel hoşgörü vardı, ama laiklik yoktu. Laik devlet, hiç kimseye dinine, mezhebine göre ayrıcalık tanımayan devlettir. Laik devlet, din ve vicdan özgürlüğünü korumakla birlikte bu özgürlüğün, devletin laik ve demokratik yapısını değiştirecek biçimde kullanılmasına, yani devlet yapısının bir dinin veya dinlerin egemenliğine girmesine, toplum üzerinde dinsel baskı kurulmasına asla izin vermez. Çünkü böyle bir durumda artık laiklikten ve demokrasiden söz edilemez. ATATÜRK”ÜN LAİKLİK ANLAYIŞI Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti sıradan bir cumhuriyet değil laik bir cumhuriyettir. Daha doğrusu Atatürk, devrim stratejisi doğrultusunda, cumhuriyeti adım adım laikleştirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı Atatürk, kalemalıp 1930’larda okullarda okutuğu, “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında, “Vicdan Hürriyeti” başlığı altında laikliği şöyle tanımlamıştı: “Her birey istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine özgü siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz. Vicdan hürriyeti kesin ve saldırılamaz olup bireyin doğal haklarının en önemlilerinden sayılmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nde her yetişkin dinini seçmekte özgür olduğu gibi belirli bir dinin merasimi de serbesttir; yani ayin hürriyeti dokunulmazdır.” “Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz…” “Türk devleti laiktir… Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet idaresindeki bütün kanunlar, kurallar, ilmin çağdaş uygarlığa sağladığı esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır. Din anlayışı vicdani olduğundan, Cumhuriyet din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür.” (M. Kemal Atatürk, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2010, s. 40-47, 86-87; Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 23, s. 17-24, 58-59) Görüldüğü gibi bizzat Atatürk, hazırladığı ders kitabında laiklikten söz ederken, herkesin istediği gibi Allah’a ibadet edebileceğini, kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmayacağını, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dininin olmadığını, devlet idaresindeki bütün kanunların, kuralların bilimin çağdaş uygarlığa sağladığı şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılarak din fikirlerinin devlet ve dünya işlerinden, siyasetten ayrı tutulacağını belirtmişti. UĞUR MUMCU”NUN LAİKLİK UYARISI Laik Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri gerici saldırıların hedefi oldu. Laik Cumhuriyetin yetiştirdiği Kemalist aydınlar hep laikliğe sahip çıktılar. Örneğin, yıllar önce yine bu sayfalarda Uğur Mumcu defalarca, “Laiklik yok ediliyor!” diye haykırmıştı. “Laiklik, Atatürk ilkelerinin temelini oluşturur” diyen Uğur Mumcu, 1985’te “Yine Laiklik” başlıklı yazısında, “Laiklik ilkesi adım adım yok edilmektedir” diye yazmıştı. (Cumhuriyet, 25 Eylül 1985) Laikliği savunmak gerektiğini belirten Mumcu, “Laiklik ilkesini savunmak için Atatürk gibi yürekli, Atatürk gibi inançlı olmak gerekir. İzinden gittiklerini söyleyenler gibi ürkek, kararsız ve inançsız değil” diye de eklemişti. (Cumhuriyet 1 Mart 1987) Mumcu, 1981’de “Atatürk Yılında” başlıklı yazısında şöyle demişti: “Laiklik, Atatürk ilkelerinin temelini oluşturur. (…) Laikliğin toplumu büyük kargaşalardan ve kör bağnazlıklardan kurtaran bir dünya görüşü olduğunu yaşanan her olay ile yeniden öğreniyor ve Atatürk’ün büyüklüğünü her olayda yeniden anlıyoruz. (…) Yakın tarihimizde çok acı örnekleriyle gördük ki laiklik ilkesinden verilecek küçük, küçücük bir ödün, toplum için büyük ve onarılmaz yaralar açmaktadır.” (Cumhuriyet, 31 Temmuz 1981) Mumcu, 1984’te “Böyle Başlar” başlıklı yazısında ise din sömürüsünden şöyle söz etmişti: “Din sömürüsünün sonu yoktur. Bu kapıyı bir kez açtınız mı, dince kutsal sayılan ne kadar kavram varsa siyaset sahnesinin malzemeleri olur. Bundan zarar görecek olan dinin kendisidir.” (Cumhuriyet, 16 Mart 1984) Mumcu, 1986’da “İrtica Var mı?” başlıklı yazısında da irticaya verilen tavizler sonunda gelinen noktaya dikkat çekmişti: “Bugün tiyatro basıldı, yarın yasal toplantılar basılır. Siyasal partilere karşı silahlı eylemler düzenlenebilir. Anarşi ve terör dediğimiz kargaşa da işte böyle başlar…” (Cumhuriyet, 17 Aralık 1986) Mumcu’nun uyarılarının üstünden yaklaşık 40 yıl geçti. İki gün önce, 30 Haziran 2025’te, Taksim’de Leman dergisinin önünde toplanan Laik Cumhuriyet düşmanları hep birlikte “Yaşasın şeriat!” , “Kemalist köpekler hesap verecek…” diye bağırdı. Uğur Mumcu, Atatürk’ün kurduğu Laik Cumhuriyeti’nin nasıl adım adım bir karanlığa sürüklendiğini görüp toplumu uyarıp uyandırmaya çalıştığı için katledildi; tıpkı diğer Atatürkçü, Kemalist aydınlar gibi… *** Gerçek şu ki, bu toprakların bugün hâlâ en güçlü aydınlık damarı, uygar yaşamın en büyük sığınağı Atatürk’ün kurduğu Laik Cumhuriyettir. Laik Cumhuriyete sahip çıkmak aklın, düşüncenin ve vicdanın özgürlüğüne, çağdaş hukuka, yurttaşların eşitliğine, bilime, sanata, kadın haklarına, ulusal egemenliğe, demokrasiye, toplumsal barışa ve uygar yaşama sahip çıkmaktır. Yaşasın Laik Cumhuriyet…
Source: Sinan Meydan
Aile fotoğrafı
Herkes, NATO Lahey Zirve Toplantısı aile fotoğrafındaki, gece tuvaleti görünümünde açık yeşil elbisesiyle göz kamaştıran, alımlı ve güzel kadın Hollanda Kraliçesi Maxima ’ya odaklanmış ama o fotoğrafta bulunmaması gereken kişiyi, sevgili Emre Kongar atlamamış. Doğrusu tebrike değer bir gözlem çünkü o ayrıntı, NATO Zirvesi’nin en önemli mesajını taşıyor. NATO RUSYA”YA KARŞI Rusya-Ukrayna savaşının başlıca nedeni, Rusya’nın, Ukrayna’nın NATO üyeliğini, Rusya için bardağı taşıracak son damla olarak görmesiydi. NATO üyesi olmayan Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski ’nin NATO aile fotoğrafında yer alması, Rusya’nın sinir uçlarıyla oynamak ve “Biz Ukrayna’yı üyemiz olarak görüyoruz” mesajıdır. Başka bir ifade ile Rusya bir NATO ülkesine saldırmıştır. Bu durumda NATO Antlaşması’nın, üyelerden birisine yapılan saldırıya NATO’nun bir bütün olarak karşı durmasını öngören, 5. maddesi mi yürürlüktedir? Aslında aile fotoğrafına Zelenski’yi sokmaya gerek yoktu çünkü Rusya-Ukrayna savaşı, NATO’nun yol açtığı ve açıkça desteklediği bir savaştır. O zaman Trump ’ın, Ukrayna’nın değerli madenlerine el koyduktan sonra, savaş sahnesinden çekilmesi hatta Putin ’in elini serbest bırakmasını nasıl yorumlamak gerekir? Bu, NATO ittifakının, Trump’ın keyfine kalmış bir savunma örgütü olduğunu göstermez mi? Trump’ın Avrupa’yı, başının çaresine bakmaya; bir yandan da Avrupa’ya daha fazla Amerikan silahı satabilmek için müttefikleri, savunma harcamalarını milli gelirlerinin yüzde 5’ine çıkarmaya zorlaması ne anlama geliyor? Özellikle hava gücü Avrupa ve ABD silahlarına dayanan Türkiye bu gelişmeleri dikkatle değerlendirmek ve en gerek duyduğu anda, başının çaresine bakmak zorunda kalabileceğini bilerek önlemlerini şimdiden almak zorundadır. Müttefiklerin ne zaman ve ne kadar Türkiye ile birlikte hareket edeceklerini, önceden ve doğru değerlendirmek önemlidir. Özellikle de bazı müttefiklerimizin! Türkiye’ye karşı hasmane tutum aldıkları, diğerlerinin de hemen her zaman onlardan yana tavır koydukları gerçeği ortada iken. YUNANİSTAN VE NATO MÜTTEFİKLERİMİZ Nitekim Yunanistan, son AB Brüksel Zirvesi’nin sonuç bildirisine, Türkiye ile Libya arasındaki Doğu Akdeniz denizalanı anlaşması çerçevesinde yapılacak sismik araştırmaların Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne aykırı olduğuna! ilişkin bir paragrafın girmesini bir kez daha sağladı. Yunanistan’ın bu tür girişimlerinin sayısı çoktur ve AB ve ABD her defasında Yunanistan’ın arkasında yer almıştır. Müttefiklerimizin bu tutumunun yakın gelecekte değişeceğini gösteren bir belirti de yoktur. Bu bağlamda, ABD Başkanı Johnson ’un, Başbakan İsmet İnönü ’nün, “ Yeni bir dünya kurulur. Türkiye o dünyada yerini alır” demesine yol açan, “Kıbrıs’ta ABD silahlarını kullanamazsınız. Kıbrıs’a müdahale nedeniyle Rusya Türkiye’ye saldırırsa, NATO size destek olmakta isteksiz davranır” mealindeki, 5 Haziran 1964 tarihli mektubunu da anımsamakta yarar vardır. Türkiye’nin, etrafında ve dünyada olup biteni dikkatle izlemesi, doğru değerlendirmesi ve stratejisini doğru belirlemesi giderek daha da önem kazanmaktadır. Son günlerde bunu gerektiren başka gelişmeler de oldu. TRUMP NETANYAHU”YA NE YAPTI? “Hem severim hem döverim!” politikası güden Trump, bugünlerde yine Netanyahu ve Erdoğan ’ı yere göğe koyamıyor. Netanyahu’ya övgüler düzüyor ve kendi durumu ile karşılaştırılacağından bile çekinmeyerek “büyük savaşçı” Netanyahu’nun yolsuzluk nedeniyle yargı önüne çıkarılmaması gerektiğini söylüyor. Bir yandan da Netanyahu’ya İran karşısındaki başarısızlığını anımsatacak biçimde, İran’ın başarılı savunması için bir iki cümle etmeyi de unutmuyor. Halbuki Netanyahu ve İsrail ordusu İran’a karşı giriştikleri saldırılarda başarısız olup da ABD’nin başını derde sokmaya başlayınca Netanyahu’yu hizaya getirmiş ve İran ile ateşkese razı etmişti. Trump’ın bununla da yetinmediği ve Netanyahu’yu, Gazze’deki Filistinlileri göç ettirmekten vazgeçirdiği daha da ileri gidip ona, Gazze’nin dört Arap ülkesi ve Colani (Şara) tarafından yönetilmesini de kabul ettirdiği anlaşılıyor. Netanyahu ne yapsın? Eli mahkûm! Doğrusu ibretlik bir teslimiyet ve çaresizlik örneği. Bütün bu olup bitenlerden ders almayanlar, acımasız emperyalizm karşısında boynu bükük olanlar ülkelerini de kendilerini de büyük sıkıntılara sokarlar. Bunu görmek için tarihe bakmaya gerek yok. Son bir aya bakmak yeter.
Source: Ahmet Süha Umar
Sivas katliamının 32. yılı: Madımak Oteli”nde neler yaşandı? Madımak katliamında kaç kişi hayatını kaybetti?
Sivas katliamının üzerinden 32 yıl geçti. Üzerinden geçen 32 yıla karşın katliamda yaşamını yitirenlerin yakınlarının acısı dinmezken, adalet birçok katliam davasında olduğu gibi bu davaya da uğramadı. Peki, Madımak Oteli”nde neler yaşandı? Madımak katliamında kaç kişi hayatını kaybetti? MADIMAK OTELİ’NDE NELER YAŞANDI? Olaylar, Pir Sultan Abdal’ı anma etkinliklerine tepki gösteren bir grubun Cuma namazı çıkışı sloganlar atarak yürüyüşe geçmesiyle başladı. Kalabalık kısa sürede büyüdü ve etkinliğe katılanların konakladığı Madımak Oteli’ne yöneldi. Saatlerce süren kuşatma sonucunda otel ateşe verildi. Yangında içeride bulunan 33 aydın ve sanatçı, 2 otel çalışanı ve 2 saldırgan olmak üzere toplam 37 kişi hayatını kaybetti. Ayrıca onlarca kişi dumandan etkilenerek yaralandı. O gün orada bulunanlardan biri de yazar Aziz Nesin’di; yoğun tepkinin hedeflerinden biriydi… HAYATINI KAYBEDENLER KİMLERDİ? Saldırıda yaşamını yitirenlerin çoğu şair, yazar, müzisyen ve ozandı. Aralarında Behçet Aysan, Metin Altıok, Asım Bezirci, Muhlis Akarsu, Hasret Gültekin gibi kültür ve sanat dünyasının değerli isimleri bulunuyordu. Bu isimler, Anadolu’nun aydınlık yüzünü temsil ediyordu. Madimak katliamında hayatını kaybedenler Muhlis Akarsu – 45 yaşında, sanatçı Muhibe Akarsu – 45 yaşında, Muhlis Akarsu”nun eşi Gülender Akça – 25 yaşında Metin Altıok – 53 yaşında, şair, yazar, felsefeci Mehmet Atay – 25 yaşında, gazeteci, fotoğraf sanatçısı Sehergül Ateş – 29 yaşında Behçet Sefa Aysan – 44 yaşında, şair Erdal Ayrancı – 35 yaşında Asım Bezirci – 66 yaşında, araştırmacı, yazar Belkıs Çakır – 18 yaşında Serpil Canik – 19 yaşında Muammer Çiçek – 26 yaşında, aktör Nesimi Çimen – 62 yaşında, şair, sanatçı Carina Cuanna Thuijs – 23 yaşında, Hollandalı akademisyen Serkan Doğan – 19 yaşında Hasret Gültekin – 22 yaşında şair, sanatçı Murat Gündüz – 22 yaşında Gülsüm Karababa – 22 yaşında Uğur Kaynar – 37 yaşında, şair Asaf Koçak – 35 yaşında, karikatürist Koray Kaya – 12 yaşında Menekşe Kaya – 15 yaşında Handan Metin – 20 yaşında Sait Metin – 23 yaşında Huriye Özkan – 22 yaşında Yeşim Özkan – 20 yaşında Ahmet Özyurt – 21 yaşında Nurcan Şahin – 18 yaşında Özlem Şahin – 17 yaşında Asuman Sivri – 16 yaşında Yasemin Sivri – 19 yaşında Edibe Sulari – 40 yaşında, sanatçı İnci Türk – 22 yaşında Ahmet Öztürk – 21 yaşında Kenan Yılmaz – 21 yaşında YARGILAMA SÜRECİ VE TEPKİLER Katliamın ardından uzun süren bir yargılama süreci başladı. Ancak zamanla kamuoyunda adaletin tam olarak sağlanamadığına dair tepkiler büyüdü. Bazı sanıklar yakalanamadı, bazıları yurtdışına kaçtı. Zamanaşımı kararı ve beraat kararları kamuoyunda büyük tartışmalara neden oldu. MADIMAK OTELİ BUGÜN NE DURUMDA? 2010 yılında Madımak Oteli, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından kamulaştırıldı ve “Sivas Bilim ve Kültür Merkezi”’ne dönüştürüldü. Ancak bazı çevreler bu adımı yeterli bulmadı. Hâlen birçok kişi, binanın bir utanç müzesi haline getirilmesi ve yaşananların unutturulmaması gerektiğini savunuyor. 32 YILDIR AYNI YÜREK AĞRISI 2 Temmuz, sadece bir anma günü değil; aynı zamanda laiklik, düşünce özgürlüğü ve toplumsal barış için bir hatırlatma niteliği taşıyor. Her yıl olduğu gibi bu yıl da Madımak önünde anma törenleri düzenleniyor, hayatını kaybedenler için dualar ediliyor, adalet çağrıları yineleniyor. ARTIK KATİLLERİ ARAMIZDA Anayasa Mahkemesi, Madımak katliamında çakmağı ateşlediği belirtilen Yunis Karataş’ın terör suçlusu sayılamayacağına hükmederek tahliye yolunu açtı. Bu karar doğrultusunda, Madımak Katliamı davasında ağırlaştırılmış müebbet alan 23 sanıktan 17’si serbest bırakıldı. Katliamda çakmağı ateşleyerek yangını başlattığı belirtilen Yunis Karataş, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almıştı. Yunis Karataş, koşullu salıverme hükümlerinden yararlanmak için başvurdu ancak Sivas İnfaz Hakimliği “terör suçlusu olduğu içi reddetti. AYM, Karataş”ın terör suçlusu sayılamayacağını iddia etti. Bu karar doğrultusunda, 32 yıl sonra davada ağırlaştırılmış müebbet cezası alan 23 kişiden 17’si tahliye edildi. Cezaevinde kalan sanık sayısı 6’ya düştü.
Source: Haber Merkezi
Türkiye”nin tek “Sucuk Müzesi”
Afyonkarahisar da Türkiye de tek olma özelliğiyle bilinen ve özel bir şirket tarafından organize sanayi bölgesindeki sucuk, pastırma üretim fabrikasında kurulan müze, sergilenen ürünlerle dikkati çekti.Firmanın yönetim kurulu üyelerinin koleksiyon olarak topladığı malzemelerden oluşan ve 100 yıldan fazla geçmişe sahip sucuk üretim ekipmanlarının sergilendiği müze, 1 yılda 30 bin ziyaretçi ağırladı.Müzede sergilenen ürünler arasında 100 yıllık geçmişe dayanan ahşaptan kıyma makinesi, bıçaklar, masatlar, sucuk dolum makineleri yer alıyor.SUCUK ÜRETİMİNİN TARİHİ YOLCULUĞU Afyonkarahisar da, hayvancılık ile sucuk üretiminin başlangıcı ve gelişimine yönelik bilgilendirme yapılan müzeyi ziyaret edenlerin etlerin işlenişi, eski dolum makineleri, baharatlar, eski zırh makineleri, firmanın ilk dükkanın maketi ile sucuk ve pastırma kurutma odasını geziyor.Müzede firmanın ilçelere sucuk ve pastırma taşıma amaçlı kullandığı 1943 model araç da sergileniyor. Sucuk Müzesi nde boğa ve inek bibloları ile et çekme makineleri de yer alıyor.Müzeyi gezen çocuklar boğa ve inek biblosuna, yetişkinler ise sucuk ticaretinin başladığı ilk dükkan ve nakliye aracına ilgi gösteriyor. Müze ziyaretçilerinden Mehmet Arıkan, Müzeyi duymuştum. Ziyarete geldim. Gezerken müze bizi geçmişe götürdü. Müzede sergilenenler çok ilginç diye konuştu.MÜZE ÜCRETSİZ Sucuk Müzesi İşletme Müdürü Mehmet Doğan da müzenin ücretsiz ziyaret edildiğini anlattı. Türkiye de tek olan müzeye ilişkin bilgi veren Doğan, Yaklaşık 1060 metrekare salonda fabrikada kullanılan eski makine ve teçhizatlar, fabrikadaki işleyişi canlandırdık. Eski makineleri sergiledik.Müzede yer alan bütün makineler firmamız tarafından kullanıldı. Eski dükkanımızın birebir yaptık. Arabamızı sergiliyoruz. Firmamız Cumhuriyet ile yaşıt, 1920 de kuruldu. Yaklaşık 3 yıldır müzemiz hizmet veriyor ifadelerini kullandı.
Source: Habertürk
Sultan Abdülhamid’e vefa! Son nefesini verdiği oda restore ediliyor
Beylerbeyi Sarayı, Boğaziçi’nin kenarında mücevher gibi duran bir imparatorluk yadigârı… Sultan Abdülaziz tarafından 1863-1865 yılları arasında yazlık saray olarak inşa ettirilen bina, sultanların yanı sıra önemli devlet adamlarını ağırladı, tarihî hadiselere ev sahipliği yaptı. Yaklaşık 150 senelik Beylerbeyi Sarayı, şimdi bugüne kadarki en büyük restorasyonla ihya ediliyor. Millî Saraylar tarafından yürütülen çalışmalar çerçevesinde sarayın ana binasının tamamı restore edilecek; çatı ve dış cephesinin yanı sıra selamlık ve harem kısımları da orijinal hâline kavuşturulacak.Sarayda hâlihazırda odaklanılan harem bölümünün ise oldukça önemli bir özelliği bulunuyor. 1909’da Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indiren ihtilalci askerler, padişahı önce Selânik’teki Carlo Alâtini Köşkü’nde, yaklaşık üç sene sonra ise Beylerbeyi Sarayı’nın küçük bir kısmında ev hapsine zorladı. İşte Sultan II. Abdülhamid’in hayatının son altı yılını geçirdiği ve büyük acılardan sonra 10 Şubat 1918 günü hayata gözlerini kapadığı yer, bu sarayda bulunuyor.ÖZEL ODALAR TADİL EDİLİYORRestorasyon çerçevesinde tarihî önemi haiz Sultan II. Abdülhamid’in yatak odası, çalışma odası, banyosu ve eşi Ayşe Sultan’a ait “Müşfika Kadın Efendi Odası” da tadil ediliyor. Sultan’ın yaşadığı drama şahitlik eden mekânlardaki zamana bağlı yıpranmalar ile çeşitli hasarlar gideriliyor. Bu odalarda Sultan’ın bizzat eşyalarının da yeniden sergilenmesi planlanıyor.Geçen sene başlayan restorasyon çalışmalarının 2026 yılı içerisinde tamamlanması bekleniyor. Böylece acı hatıralara sahip mekânların, gelecek nesillerle tanıştırılması hedefleniyor. Konuya dair açıklamalarda bulunan Millî Saraylar Restorasyon Dairesi Başkanı Gökşen Canıyılmaz, Beylerbeyi Sarayı’ndaki restorasyon çalışmalarının yapının ömrünü uzatmak maksadıyla yapıldığını söylüyor. Canıyılmaz “Bu, Beylerbeyi Sarayı’nın tarihindeki en büyük restorasyon olma özelliğini taşıyor. İnşallah sarayın ana binasını bütünüyle restore edeceğiz. Ancak ziyareti durdurmamak adına çalışmalarımızı etaplar şeklinde yapıyoruz. İlk etapta çatı, cephe ve haremden başladık. Daha sonra selamlık kısmını restore edeceğiz. Çalışmalarda, onaylı proje doğrultusunda temel güçlendirme, temizlik, konservasyon ve restorasyon yapıyoruz” diyor.Beylerbeyi Sarayı’nın denize yakınlığı sebebiyle hassas bir yapı olduğunu vurgulayan Gökşen Canıyılmaz “Sarayda o kadar iyi bir işçilik var ki çok dikkatli davranıyoruz. Yapı elemanlarının orijinal hâlini koruyarak ömürlerini uzatmaya çalışıyoruz. Bize ulaşan ecdat emanetini ileriye taşımak istiyoruz” diye konuşuyor. SULTAN’IN SARAYDA KULLANDIĞI EŞYALAR BUGÜNE ULAŞTISultan Abdülhamid’in hapis hayatı yaşadığı kısımlarda da özenli bir çalışma yürütüldüğünü söyleyen Canıyılmaz, “Beylerbeyi, en özgün eşyaların yer aldığı saraylardan biri. Sultan Abdülhamid’in kullandığı eşyalar da orijinal hâlleriyle bugüne gelmiş. Sultan Abdülhamid’in kullandığı ve üzerinde vefat ettiği yatak ile oturma takımı, hilalli koltuğu, yazı takımları ve kütüphanesi gibi birçok orijinal eşya saray envanterinde bulunuyor. Bu eşyalardan bir kısmı restorasyon sebebiyle şimdilik ‘Havuzlu Salon’da sergileniyor. Sultanın çalışma odasındaki eserler ise Yıldız Sarayı içerisinde yer alan Abdülhamid Han Müzesi’nde ziyaretçilerle buluşuyor. Restorasyondan sonra hepsi Beylerbeyi’nde sergilenmeye devam edecek” ifadelerini kullanıyor. Sarayın Abdülhamid Han’la özdeşleştiğini söyleyen Canıyılmaz, sözlerine şöyle devam ediyor: Beylerbeyi Sarayı, Sultan Aziz devrinde yapılsa da Sultan Hamid’le özdeşleşmiş. Çünkü 33 sene ülkeyi yönetip Osmanlıya hizmet eden Sultan Abdülhamid, burada vefat etmiş. Ziyaretçiler restorasyondan sonra onun yaşadığı sıkıntılara rağmen nasıl hayata tutunduğunu daha iyi anlayabilecek. Bunu yaşatacak olmak bizim için çok kıymetli. SARAY ZİYARETE AÇIKBeylerbeyi Sarayı, restorasyon safhasında da ziyaretçi kabulüne devam ediyor. Geçen sene 649 bin kişiyi ağırlayan saray, Millî Sarayların gözde mekânları arasında yer alıyor.Diyarbakır gezi rehberi: Surlar, hanlar ve efsaneler şehri
Source: Şule Altınel
Hangi peygamber hangi ülkede yaşadı? Hepsinin tek bir amacı vardı…
İnananlar için hayatın yönünü değiştiren Peygamberler, yaşadıkları topraklarda Allah’ın mesajını insanlara ulaştırmakla görevliydiler.
Her biri farklı coğrafyalarda ortaya çıkan bu kutlu elçiler, vahyin ışığını yaymak için büyük mücadeleler verdi. Peki, bu kutsal yolculuklara ev sahipliği yapan ülkeler hangileriydi?
Source: