“Türk Tarihinde Dönüm Noktaları – Cumhuriyet, Darbeler ve Reformlar”

Hedefteki Cumhuriyet

Önce Teröristbaşı Abdullah Öcalan, 1923 Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası öncesine dönmekten söz ederek “Terörsüz Türkiye” adı verilen sürecin, Atatürk’ün kurduğu üniter ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef alacağını açıkça gösterdi. Daha sonra ABD Büyükelçisi Tom Barrack, Türkiye’nin, “Osmanlı millet sistemine geçmesini” önerdi. Bu, dinsel temelli çok hukuklu sitem demektir. Bu, Lozan’da temelleri atılan tek hukuklu, çağdaş, laik hukuk düzeninin ve hukuk birliğinin yok edilmesi demektir. Bu, laik Cumhuriyetin temellerinin dinamitlenmesi demektir. Bir süre önce ise AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan, üst kimliğin “Müslümanlık” olduğunu söyledi. Erdoğan, geçen hafta da “Türk-Kürt-Arap” etnik kimliklerini öne çıkararak ümmetçiliği savundu. Erdoğan ayrıca, “AKP, MHP ve Dem Parti olarak yola birlikte devam edeceğiz” dedi. AKP’nin ve DEM’in, Atatürk’e, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne bakışı arasında neredeyse hiçbir fark yok; yakın tarih okumaları aynı… Öyle ki, gerektiğinde Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti düşmanı Şeyh Sait de, İsklipli Atıf da, Saidi Nursi de rahatlıkla birleşebiliyorlar. Teröristbaşının önerdiği gibi 1923 Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası öncesine, yani Cumhuriyet öncesine dönülmek isteniyor. “Yeni Türkiye” söyleminin ardındaki “Yeni Osmanlılık” tam da bunu amaçlıyor. Bu, Samuel Hantington’un “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabında Türkiye’ye önerdiği gibi, Atatürk’ün mirasını reddetmek, laik Cumhuriyetten ve ulus devletten vaz geçmek, dini ve siyasi meşruluğa sahip bir liderin yönetiminde “Yeni Osmanlı” düzeni kurmak demek. İşte bu aşamada Başkanlık Sistemi ile kurulan Yeni Saray Rejimi önem kazanıyor. Bu proje, Lozan’da temelleri atılan, toprak bütünlüğüne sahip üniter, laik ulus devletin 102 yıl sonra parçalanmasına yol açacak bir süreci tetikleyecektir. Bu, Türkiye’nin sadece iç barışını değil -sınır ötesine yönelik Panislamik göndermeleri nedeniyle- Türkiye’nin 1923’te Lozan’da elde ettiği ve 102 yıldır yeni bir savaşın parçası olmayarak koruduğu dış barışını da bozacaktır. Bunu nereden mi biliyoruz? Osmanlı’nın dağılma sürecinden biliyoruz; Balkanlardan biliyoruz, Ortadoğu’dan biliyoruz, Kafkasya’dan biliyoruz. TÜRK MİLLETİ AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan, “ümmetçi” ve “Osmanlıcı” bir yaklaşımla, modern anlamda millet (ulus) kavramına karşı çıkıyor; son konuşmasında, “Türk-Kürt￾Arap” etnik unsurlarını, ümmetçi bir bağla bir araya getirmekten söz etti. Dün de reklam panolarına konulan 15 Temmuz afişlerinde “Milletin adı Türkiye” denildiğini gördük. Oysa milletin değil, devletin adının “Türkiye”, milletin adının “Türk milleti” olduğunu çocuklarımız bile çok iyi biliyor. Olup bitenleri anlamak için, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini bilmek gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk, Afet İnan imzasıyla yayınladığı “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” adlı ders kitabında, kendi el yazısıyla milleti, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diye tanımlıyor. Atatürk, daha sonra milleti oluşturan unsurları şöyle sıralıyor: “Türk milletinin oluşumunda etkili olan doğal ve tarihsel olgular şunlardır: Siyasal varlıkta birlik, dil birliği, ırk ve köken birliği, yurt birliği, tarihsel akrabalık, ahlaki yakınlık…” Atatürk, sonra da şöyle devam ediyor: A) Zengin bir hatıra mirasına sahip olan, B) Beraber yaşamak konusunda ortak arzu ve istekte samimi olan, C) Ve sahip olunan mirasın korunmasında beraber devam etmek konusunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden meydana gelen topluma millet denir.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 23, s. 17-26) Atatürk milleti tanımlarken “etnik ayrılıkçılığı” eleştiriyor. Türkiye’de “Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri” propagandası yapıldığını, ancak istibdat döneminin ürünü olan bu adlandırmaların “birkaç düşman aleti mürteci beyinsizden başka” milletin hiçbir bireyi üzerinde üzüntüden başka bir etki yaratmadığını belirtiyor. “Çünkü bu millet fertleri de bütün Türk camiası gibi aynı ortak geçmişe; tarihe, ahlaka, haklara sahip bulunuyorlar” diyor. Yani Atatürk açıkça diğer etnik unsurları da “Türk camiasının” eşit haklara sahip “millet fertleri” olarak adlandırıyor. “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuş azınlıklar hakkındaki şu değerlendirme de dikkat çekiyor: “Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar, alınyazılarını ve talihlerini Türk milletine vicdani arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözüyle bakılması uygar Türk milletinin asil ahlakından beklenebilir mi?” Çok açık görüldüğü gibi Mustafa Kemal Atatürk’e göre “Türk milleti” kavramı sadece bir ırkın, bir etnik kimliğin, bir dinin veya mezhebin değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne “vatandaşlık bağı ile bağlı” eşit hukuka sahip tüm yurttaşların ortak-üst-ulusal kimliğinin adıdır. MİLLET VE ÜMMET Atatürk, “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında milleti tanımlarken “Türk milleti, halk idaresi olan cumhuriyetle idare edilir… Türk devleti laiktir. Her reşit dinini seçmekte serbesttir. Türk milletinin dili Türkçedir…” diyerek laik bir millet (ulus) tanımı yapıyor. Bu nedenle de milleti oluşturan unsurları sıralarken “din birliğine” yer vermiyor. Atatürk, “Milli His” başlıklı bölümde şöyle diyor: “Din birliğinin de bir millet oluşumunda etkili olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.” Atatürk, bu tezine bağlı olarak Türklerin, İslam dinini kabul etmeden önce de büyük bir millet olduğunu, bu dini kabul ettikten sonra bu dinin, ne Arapların ne İranlıların ne de Mısırlılar gibi diğer Müslümanların Türklerle birleşip bir millet oluşturmalarını sağlamadığını, aksine “Türk milletinin milli bağlarını gevşettiğini, milli duygularını, milli heyecanını uyuşturduğunu”, ancak bunun çok doğal olduğunu, çünkü İslam dininin “bütün milliyetlerin üzerinde kapsamlı bir Arap milliyeti siyaseti” amaçladığını ve “bu Arap fikrinin ‘ümmet’ kelimesi ile ifade edildiğini” belirtiyor. Atatürk, Türklerin tarih boyunca Kur’an’ı, anlamını bilmeden okuduğunu belirterek şöyle diyor: “Başlarına geçebilmiş olan halis serdarlar, Türk milletince, karışık, cahil hocalar ağzı ile ateş ve azap ile müthiş bir muamma halinde kalan dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler.” Onların bir taraftan Arapları zorla emirleri altına aldığını, bir taraftan da Avrupa’daki Hristiyan milletleri kontrol ettiğini, ancak ne onları ümmet haline getirebildiklerini ne de onlarla birleşerek kuvvetli bir millet yapabildiklerini söylüyor. Daha sonra da “din adına yapılan fetihçiliği” çok sert bir şekilde eleştiriyor. Mustafa Kemal Atatürk, çağını aşan, bugüne ve yarınlara ışık tutan ilerici ve hümanist bir yaklaşımla, Türk milletinin, milli duyguyu “dini duyguyla” değil “insani duyguyla” yan yana görmekten mutluluk duyacağını belirtiyor: “Türk milleti, milli hissi; dini hisle değil fakat insani hisle yan yana düşünmekten zevk alır, vicdanında, milli hissin yanında, insani hissin şerefli yerini daima muhafaza etmekle müftehirdir [öğünür].” VİCDAN HÜRRİYETİ “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında tarih bilimsel gerekçelerle “ümmet” fikrini kesin olarak reddeden Atatürk, laik ulus devletin “vicdan hürriyetine” ise taraftar olduğunu belirterek şöyle diyor: “Her birey istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine özgü siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz. Vicdan hürriyeti kesin ve saldırılamaz olup bireyin doğal haklarının en önemlilerinden sayılmalıdır… Türkiye Cumhuriyeti’nde her yetişkin dinini seçmekte özgür olduğu gibi belirli bir dinin merasimi de serbesttir; yani ayin hürriyeti dokunulmazdır. Atatürk, şöyle devam ediyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur… Devlet idaresindeki bütün kanunlar, kurallar, ilmin çağdaş uygarlığa sağladığı esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır. Din anlayışı vicdani olduğundan, Cumhuriyet din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür.”(M. Kemal Atatürk, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2010, s. 40-47, 86- 87; Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 23, s. 17-24, 58-59 Atatürk’ün Kaleminden 1, Din ve Laiklik Üzerine, K. ATATÜRK, Kaynak Yayınları, 7. Basım, İstanbul 2020, s.193-207) MİLLİ SİYASET Türkiye Cumhuriyeti’nin “milli siyaseti”, Misak-ı Milli sınırları içinde, Atatürk’ün “Yurtta barış dünyada barış” ilkesiyle devletin tam bağımsızlığını korumayı amaçlayan, Panislamizm, Pantürkizm gibi yayılmacı anlayışları reddeden bir dış politikayı esas alır. Atatürk, “Panislamizm” ve “Panturanizm” siyasetlerini şöyle reddediyor: “Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislamizm yapmadık; belki ‘Yapıyoruz, yapacağız!’ dedik. Düşmanlar da ‘Yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!’ dediler. Panturanizm yapmadık, ‘Yaparız, yapıyoruz!’ dedik, ‘Yapacağız!’ dedik ve yine ‘Öldürelim!’ dediler. Bütün dava bundan ibarettir… Panislamizm ve Panturanizm siyasetinin başarıya ulaştığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte tesadüf edilememektedir.” Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin “milli siyaseti”ni ise şöyle açıklıyor: “Bizim, kendisinde açıklık ve uygulama imkânı gördüğümüz siyasi ilke, milli siyasettir. Dünyanın bugünkü genel şartları, yüzyılların dimağlarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında hayalci olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin ifadesi budur, ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir.” “Milletimizin, güçlü, mutlu ve istikrarlı yaşayabilmesi için, devletin bütünüyle milli bir siyaset izlemesi, bu siyasetin iç teşkilatımıza tam olarak uyması ve ona dayanması gerekir. Milli siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve öz şudur: Milli sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak… Genellikle milleti uzun emeller peşinde yorarak zarara sokmamak… Medeni dünyadan, medeni, insani ve karşılıklı dostluk beklemektir.” Atatürk’ün tarihten çıkardığı derslerle, akılcı, bilimsel, gerçekçi, barışçı ve ulusal çıkarlara uygun bir yaklaşımla belirlediği “milli siyaset”, bugün AKP’nin ümmetçi, Panislamcı hayallerine kurban edilmek isteniyor. *** Atatürk, çok zor koşullarda çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazından adım adım üniter, laik bir cumhuriyet, bir ulus devlet çıkarmıştı. İşte Atatürk’ün kurduğu o Türkiye Cumhuriyeti, bugün, siyasal İslamcı AKP iktidarı ve ortaklarınca, “ümmetçi” ve “etnik kimlikçi” bir yaklaşımla dönüştürülmek isteniyor. Böyle bir durumda artık Türkiye’de ne ulusal birlikten, ne çağdaş hukuktan, ne yurttaşların eşitliğinden, ne özgürlüklerden, ne demokrasiden, ne uygar yaşamdan, ne de iç ve dış barıştan söz edilebilir. Bunun adı “ulusal intihar” olur. Ancak şunu herkes bilmelidir ki, “Ya istiklal ya ölüm” parolasıyla hayatta kalan Türk ulusu adıyla sanıyla yaşamaya kararlıdır.

Source: Sinan Meydan


Geç olmadan! – Av. Abdurrahman Bayramoğlu

Batı’da, dinde reformla başlayıp Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sona eren Modern Ça ğ, pek çok bak ımdan tarihin en üretken dönemidir. Zincirlerinden kurtulan insan akl ının bilimsel üretim alan ındaki şahlanışına koşut olarak hem d ü ş ünce hem de meta üretiminde ola ğan üstü ba şarılar elde edildi. Ancak yery üzünün ke şfi, Sanayi Devrimi ve teknolojik buluşlarla giderek daha da hızlanan olağan üstü verimli bu üretim ça ğı diğerleri gibi i çinde ta şıdığı üretim-tüketim paradoksuyla yeni bir sürece evrildi. Soylu-toprak-serf olarak formüle edilen feodal üretim tarz ının yerine gelen ve sermaye-makine-emek olarak form üle edebilece ğimiz kapitalist üretim tarz ının egemen olduğu ge çmi ş 500 yıllık s üreçte, feodal düzenin tutkal ı olan dinin temsilcisi ruhban sınıfı yerine, kapitalist d üzende ulusal egemenli ği temsilen politikacılar oturdu. B üyük dü ş ünsel ve siyasi devrimlerin ya şandığı modern ça ğda g ökten yere indirilen erk, dinin bask ısından kurtularak özgürle şen bireyin aklına bulaştırılan ve “ulusal egemenlik” diye tanımlanan yeni bir aşkın kabule teslim edildi. Bu soyut varlık uğruna topraklar ülkeler şeklinde b ölünerek etraflar ı duvarlarla çevrildi. Feodal düzende kilisenin Tanr ı adına yaptığını, bu kez politikacılar devlet adına yaparak çe şitli renklere boyanmış bayraklar altına toplanan “yurttaş”ları, sermayenin ç ıkarları doğrultusunda bitmek bilmez savaşlara s ürükledi. Oysa s ıradan insanlar i çin hiçbir yarar ı olmayan savaş, g ücü elinde tutanlar ın ç ıkarlarına hizmet eden yaşam karşıtı bir eylemdir. Dahası yery üzünün tüm kaynaklar ını hoyrat ça tüketen, tüketemediklerini de kirletip b ırakan kapitalist sistem, her t ürlü canl ıyı yok etmekte g österdi ği doyumsuzlukla, kitlesel olarak insan katletmeyi bile savaş adı altında meşru g österebildi. İŞ Ç İ SINIFI VE TEKNO FEODALLER Kapitalizmin ruhban sınıfı olan politikacılar aracılığıyla halkları manip üle eden küresel güçler, kirli payla şım savaşlarını kazanmak adına, dinden ödünç ald ıkları şehitlik aldatmacasıyla ölüme gönderdikleri çocuklar ın kanını akıtmaktan rahatsız olmak bir yana, savaş meydanına s ürdükleri çocuklar ın kızıl kanlarıyla doldurdukları kadehlerini ş ölen sofralar ında tokuştururken, kanlı savaşlarını rahat koltuklarımızdan izleterek su ç ortakl ığına g önüllü olmam ızı da sağlıyorlar. Kapitalizmin geleneksel üretim tarz ı i çin yolun sonu gelmi şken, bu d üzenin ba şrol oyuncularından biri olan iş çi s ınıfının da ka ç ınılmaz son gelip çatt ı. Çünkü yeni yüzy ılın dijital üretim tarz ında iş çi s ınıfı bir fig üran bile de ğil. Çünkü tekno feodaller hükmediyor art ık yerk üreye. Öküzün boynuzundan i ş çinin omzuna aktar ılan d ünya, art ık dijital bulutlara ve iş çi s ınıfının halefi robotların yazılımlarına ge çti. Geleneksel donan ımlar giderek çöp y ığınına d önü ş ürken, tekno feodaller mutlak otoriteye sad ık, yapay askerleriyle siber savaşlara çoktan ba şladılar. Çok de ğil ge çen yüzy ılın son çeyre ğinde sinemada izlediğimiz kurgu filmler, epeydir taş devri mağara resimleri d üzeyine gerilemi ş durumda. Cebimizde taşıdığımız avu ç içi büyüklü ğ ündeki bilgisayarlar ı kullanarak, her yerde ve dilediğimiz anda, yeni ger çe ğin paralel evrenine ge çerek diledi ğimizde g ökyüzüne ç ıkıp alemi seyre dalar, dilediğimizde yery üzüne inip alem görsün diye volta atabiliriz. Bir zamanlar, zincirlerinden ba şka şeyleri olmayan iş çi s ınıfının ise artık h ükmü kalmad ı, boynu b ükük kitlelere, “Soka ğa ç ıkmayın, ayak altından çekilin, biz size bakar ız.” denerek kaybedecek şeyleri olduğunu hatırlatıyor tekno feodaller. 21. Y ÜZYILIN İLK ÇEYRE ĞİNİN Z RAPORU D ünya nüfusu h ızla artarken kaynaklar daha y üksek bir h ızla t ükenmektedir. Her bak ımdan kirletilen d ünya, giderek neslimiz için ya şanabilir olmaktan ç ıkmaktadır. Eski ça ğın b üyülü siyasal formülleri yeni sorunlar ı çözmekte yetersiz kalmakta, Ayd ınlanma ve end üstri ça ğının altın anahtarları, yeni kapılara uymayan antikalardır artık. Yeni üretim tarz ının metası da m ü şterisi de insanın kendisidir. D ünyan ın en b üyük 10 şirketi arasında, enerji tekelleri dahil konvansiyonel üretim yapan hiçbir şirket bulunmuyor. Tekno feodallerden oluşan en b üyük 10 şirket, en yoksul ülke s ıralamasına g öre 60 ülkenin ve 4 milyar insan ın yıllık geliri b üyüklü ğ ünde bir servetin sahibidir. O halde yeni gerçeklere uygun, do ğayı ve doğalı önceleyen, bar ış i çinde birlikte ya şamı ama çlayan yenilikçi çözümler üretmenin zaman ı çoktan geldi. Yeni zamanlar ın olmazsa olmazı, insan aklının ger çekten özgürle şmesidir. Her biri birer oligarşi aparatı olan klasik örgütler yerine, e şit ve özgür bireylerin do ğayla uyumlu ve g önüllü ya şamdaşlığının zamanıdır şimdi. 21. y üzy ılda, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan varlık, artık “birey”dir. Bu koşullarda; “D ün dünde kald ı cancağızım, bug ün yeni şeyler s öylemek laz ım.” Ge ç olmadan! Av. Abdurrahman Bayramo ğlu

Source: Olaylar Ve Görüşler


‘İtirafçılar bizi kandırdı…’

Esenyurt’ta her iki se çmenden birinin oyunu alarak seçimi kazanan belediye ba şkanı Prof. Dr. Ahmet Özer , tutuklulu ğunun dokuzuncu ayında ter ör örgütü üyeli ği su çlamas ından tahliye edildi. İtiraf ç ıların, iftiracıların ifadeleriyle şişirilmiş “yolsuzluk” su çlamas ından tutukluluğu üç vakte kadar devam edecek. Ekrem İmamoğlu ’nun tutukluluğuna giden yolun başı Prof. Özer’e yönelik operasyondu. Daha o günden şunun altını çizdik: – Prof. Özer her şeyden önce bir bilim insan ıdır. Başta yerel y önetimler olmak üzere de ğişik alanlarda 30’dan fazla eser üretmi ştir. 2010’lu yıllar boyunca iktidarın barış a ç ılımlarında danışmanlığına başvurulan kişi olmuştur. Biz bunları vurgularken iktidar ve medyası Özer’in kira gelirlerinden terör örgütüne destek, telefon görü şmelerinden örgüte yönlendiricilik ç ıkardı. Prof. Özer’in tek “suçu” şuydu: Se çimi kazanmak! *** Prof. Özer’in terör örgütü üyeli ği su çlamas ından serbest bırakılmasının AKP-MHP-DEM’in başlattığı “ter örsüz Türkiye” aç ılımındaki gelişmelere denk gelmesi elbette ilgin ç! Operasyonlar ın baştan sonra s üreç i şi olduğu, buram buram ahlaki olmayan bir siyasal saldırı özelli ği taşıdığı a ç ık… İlk dalgalarda su çlamalar ı besleyecek, kamuoyunu ikna edecek bilgi, delil elde edilemeyince “itiraf ç ılık” devreye girdi. Prof. Ku çuradi ’nin “etik d ışı bir kurum” olarak tanımladığı itiraf ç ılık 12 Eyl ül 1980 darbesi döneminde de çok kullan ılmıştı. İnsanlara işkence ile her şeyi s öyletme o kadar yayg ınlaşmıştı ki hemen hemen t üm san ıklar mahkeme önüne ç ıktığında s öze ş öyle ba şlıyordu: “Daha önce verdi ğim t üm ifadeleri reddediyorum!” O 12 Eylül’ün darbe ko şullarında bile hukuku önceleyen hâkimler, savc ılar sanıkların bu beyanlarını b üyük ölçüde esas ald ılar. 12 Eyl ül yönetiminin ard ından parlamentonun a ç ılmasıyla birlikte sağ-sol b ütün partilerin ortak vaatlerinden biri şu oldu: İşkenceye son vereceğiz! Ergenekon kumpasından bug ünkü CHP’li belediyelere yönelik operasyon dalgalar ına kadar bug ün art ık klasik işkence yok. İşkence ni çin uygulan ır? Kişiye su çunu söyletmek için! Bugünkü anlay ış ş öyle: – Bu suçu sen i şledin, iddianameyi b öyle yaz ıyoruz. İşlemedinse mahkemede ispat edersin! Peki ya su çlayacak kadar bilgi mevcut de ğilse? O zaman gelsin itiraf ç ılık! En geniş tanımla, “Herkesin bilmesinde sakınca g örülen bir gerçe ği gizlemekten vazge çip aç ıklama, bildirme, s öyleme” anlam ına gelen itiraf-itiraf ç ılık artık “yargısal” bir kurum haline geldi! *** İktidar, 15 Temmuz 2016 sonrasında kendisini ş öyle kenara çekti: “FETÖ bizi kand ırdı, Allah bizi affetsin!” Öyle anla şılıyor ki yakın gelecekte ş öyle bir “savunman ın” temelini hazırlıyorlar: “İtiraf ç ılar bizi kandırdı, Allah bizi affetsin!” D ün FETÖ ne istediyse veren kim? Sen… Bugün itirafç ılığı kurumlaştıran kim? Sen… İnsanların onurlarını mezbahaya çevirmek, özgürlükleriyle oynamak bu kadar kolay m ı? Sayıları 40’ı ge çen itirafç ılar nasıl “ikna edildi” ? Buna ilişkin de b ütün boyutlar ı ortaya ç ıkarılmamış bir dizi olasılık var. G örünen saptamalardan biri şu: İtiraf ç ıların önemli bir dilimi i ş insanı… İhale almış… Para kazanmış… Bunları kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya gelen bir kişinin önüne iki seçenek konsa: Ya mal ın ve özgürlü ğ ün ya verece ğin yeni bir ifade! Bu y öntemin neredeyse iddianame temeli haline geldi ği bir ortamda nasıl hukuktan s öz edilebilir? Mal can ın yongasındır, atalarımızın rastgele üretti ği bir s öz de ğil. Bunun yanına ş öyle bir ek de uygun dü şer: Mal vicdanın imtihanıdır!

Source: Mustafa Balbay


En Uzun Gece destanının ilk temsili Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”nde yapıldı: Tarihimizle ilgili bir dönüm nokrası

Fetullahçı Terör Örgütü”nün 15 Temmuz”da kalkıştığı hain darbe girişiminin üzerinden tam 9 yıl geçti. 253 şehit verdiğimiz demokrasi destanı, dün yurdun bir yanında anılırken Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanan “En Uzun Gece” destanının ilk temsili, 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü”nde Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”nde gerçekleşti. “En Uzun Gece” temsilinde, dönemin Terörle Mücadele Daire Başkanı Turgut Aslan”ın FETÖ soruşturması sürecini ve bunu haber alarak yakalanacaklarını anlayan terör örgütü üyelerinin harekete geçmesi sonucunda, gece boyu can pahasına verilen vatan ve bağımsızlık mücadelesine yer verildi. En Uzun Gece destanının ilk temsili Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”nde yapıldı | Video “TARİHİMİZLE İLGİLİ DÖNÜM NOKTASINI ANLATAN BİR HİKAYE” Projenin direktörlüğünü gerçekleştiren Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Fecir Alptekin, “Muazzam bir ekip, daha önce benzeri yapılmamış formatta bir kahramanlık destanı ve yakın tarihimizin en önemli tarihimizle ilgili dönüm noktasını anlatan bir hikaye… En Uzun Gece destanı çok uzun zamandır üzerinde çalıştığımız çok hayalini kurduğumuz bir proje. 15 Temmuz zaferi çok kıymetli ama şu ana kadar hiç böyle bir eserle anlatılmadı gerçekten. Çok çetin bir mücadele akşamdan sabaha kadar devam ediyor bunun içinde şiirler var çok dramatik bir müzik var. Eserimiz 15 Temmuz gecesi sabahın ilk ışıklarına kadar devam eden o vatan ve bağımsızlık mücadelesi anlatılıyor. Bu kez hikayemizin ana ekseninde Terörle Mücadele Dairesi Başkanı Turgut Aslan var” ifadelerine yer verdi. Temsile katılan Başkan Recep Tayyip Erdoğan, duygusal anlar yaşayıp zaman zaman gözyaşlarını tutamazken, hikayenin ana ekseninde yer alan Turgut Aslan ile el sıkıştı. Ardından oyuncularla sahnede hatıra fotoğrafı çektirdi. Külliye”de “En Uzun Gece” destanının ilk temsili! Başkan Erdoğan da katıldı TARİHİ TEMSİL İÇİN DEV BİR EKİP EMEK VERDİ En Uzun Gece destanı için Mehmet Akif Ersoy”dan Birlik, Sezai Karakoç”tan Sürgün, Nurullah Genç”ten Uyan Artık Yiğidim, Abdurrahim Karakoç”tan Aydınlık ve Atilla İlhan”dan ben sana mecburum şiirleri bestelendi. Yazar Gürkan Tanyaş tarafından kaleme alınan “En Uzun Gece” destanının müzikleri Ali Otyam, Aytuğ Ülgen ve Selim Atakan”a ait. Eserde, başrolleri Umut Temizaş, Oktay Gürsoy, Ziya Kürküt, Kaan Kızıldere, Sefa Zengin, Burak Durmaz paylaştı. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO) Şefi Cemi”i Can Deliorman”ın orkestrayı yönettiği, Bora Severcan tarafından sahneye koyulan ve yapımcılığını Volkan Severcan”ın üstlendiği eserde, Kültür ve Turizm Bakanlığı toplulukları sanat yönetmenliği Ömer Faruk Belviranlı”ya, koreografi Özgür Adam İnanç ve Serbülent Biçer”e, dekor kostüm tasarımı Özgür Usta”ya, ışık tasarımı Kemal Yiğitcan”a ait bulunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Beştepe Millet Kongre ve Kültür Merkezi”ndeki “En Uzun Gece” destanının ilk temsiline katıldı Projede, CSO, İstanbul, Bursa, İzmir, Antalya, Çukurova Devlet Senfoni Orkestraları ve Opera Bale Orkestrası sanatçılarından kurulu 72 kişilik karma orkestra, Devlet Sahne Sanatları Topluluğu”ndan 145 kişi, Devlet Çoksesli Korosu”ndan 63 kişi, Maarif Korosu”ndan 35 kişi, Devlet Opera Balesi”nden 14 solist ve 14 tiyatro oyuncusu, Devlet Türk Halk Müziği ve Tarihi Türk Müziği Topluluğu”ndan 13 kişi sahnede olmak üzere yaklaşık 500 kişilik kadro görev yapıyor.

Source: Sabah


Amerika APO’yu verip karşılığında Türkiye’ye el koymak istedi ama elindeki PKK’dan da oldu

1999 yılının Şubat ayında

Amerika bize Apo’yu teslim ettiğinde oynanan tiyatroyu gerçek sananlar

Bugün devletimizin PKK’ya silah bıraktırmasına tiyatro diyor.

PKK lideri Apo’yu Amerika’mı bize teslim etti?
Evet… 2005 yılında bunu bizzat Ecevit itiraf etti!

Nedeni biraz uzun… Yani bu mevzu çok su kaldırır

Ama şu kadarını söyleyeyim:

Gerek Apo’nun yakalanma vetiresi (süreci)

Ve Apo’nun Ecevit azınlık DSP hükumetine teslim edilmesi… (Ecevit o tarihte 550 milletvekillik mecliste 61 mv ile azınlık hükumetini kurmuştu. Nasıl bir kumpas kurulmuşsa artık)

Apo’nun yakalandığı tarihten 2 ay sonra yapılan genel seçimde zayıf bir parti olan DSP’nin 1. Parti olarak çıkması…

Kurduğu Anasol-M hükumeti ile ülkeyi feci bir ekonomik girdaba sokması vb. gibi sonuçlardan anlaşılıyor ki;

ABD ülkemize el koyma karşılığında Apo’yu bize teslim etmiştir.

E, zaten ABD ülkemizde etkin değil miydi?
Evet, etkindi ama 28 Şubat postmodern darbesi ile İngilizler bir adım öne geçmişti.

SÜREÇ NASIL İŞLEDİ?

1999 seçimlerinden önce Ecevit uluslararası bir toplantıya katılarak devlet yönetiminde nasıl davranacağını bir Ada devleti örneği üzerinden test edilerek başarılı bulundu.

Bunun üzerine

O güne kadar cumhuriyet tarihinin en başarılı hükumeti olan Refah-Yol hükumeti yıkılarak yerine 1997 yılında Anasol-D hükumeti kuruldu (DYP’den ayrılan milletvekilleri H. Cindoruk liderliğinde naylon bir parti kurmuştu)

Ve hemen arkasından Refah Partisi hakkında kapatma davası açıldı.

Sağdan soldan partisine ihanet ederek toplanan bu milletvekilleri ile kurulan hükumetten başarı beklenmeyeceği açıktır.

Plan gereği

Kısa sürede hükumet patlatılıp dağıtıldı.

APO’NUN YAKALANMASI

VE ECEVİT’İN 2. KAHRAMANLIK VAKASI

1999 yılının Ocak ayında mecliste sadece 61 mv olan Ecevit’e hükumet kurma görevi verildi. Öyle bir ayarlanmıştı ki, plan tıkır tıkır işliyordu.

Hâlbuki o sırada;

ANAP’ın da, DYP’nin de, Fazilet Partisi’nin de (Refah partisi kapatılmış yerine Fazilet kurulmuştu) milletvekili sayısı Ecevit’in DSP’sinde daha fazla

Ama hükumet kurma görevi Ecevit’e veriliyor

Ne tesadüftür ki, seçime 2 ay kala Apo yakalanıp hükumete teslim ediliyordu.

Böylece Ecevit

Sahte Kıbrıs Fatihi unvanına

Terörist başı Apo’yu yakalayan kahraman unvanı da eklenmiş ama olan bitenden haberi olmadığını 2005 yılında kendisi söylüyor.

MEDYANIN GÜCÜ İLE ECEVİT

ARKASINA ALDIĞI RÜZGÂRLA SEÇİME GİRİYOR …

… Ve seçimden 1. Parti olarak çıkıyor.

Tek başına hükumeti kuracak milletvekili sayısına ulaşamadığı için

ANAP ve MHP ile koalisyon hükumeti kurmak zorunda kalıyor

APO YAKALANINCA TERÖR BİTECEK SANMIŞTI

Ecevit’i öyle bir şişirdi ki, Apo’yu sanki kendisi Kenya’da yakalayıp Türkiye’ye getirmiş gibi yayınlar yaptı.

O zaman devletin elinde Apo’yu ülkeye getirecek bir jet bile bulunmadığından işadamı C. Çağlar’ın jeti ile getirilmişti.

Halk şuna inandırıldı:

Apo yakalandıktan sonra PKK terörü falan kalmayacak.. ülke sükuna erecekti.

Bu algı ile

2 ay sonra yapılan seçimde DSP 1. Parti oldu

Aslında seçmen çoğunlukla sağ partilere oy vermişti ama bunu kimse dikkate almadı. Çünkü plan önceden yapılmıştı bir kere…

Çıkan seçim sonucun göre

Sağ partilerin rahatlıkla geniş tabanlı bir hükumet kurmaları mümkün iken (MHP 129+Fazilet 111+ANAP 86+DYP 85 = 411 mv)

Arkasından estirilen o kadar kuvvetli rüzgâra rağmen

Ancak 136 milletvekili çıkarabilmişti.

Alelacele hükumet kurduruldu.

HALK ŞAŞKIN

Halk oyunu sağ partilere vermiş

Ama hükumet; Ecevit’in Başbakan olduğu solcumsu bir koalisyon hükumeti kurulmuştu.

Halk bunu içine sindirmedi çünkü Ecevit’in başarısız biri olduğunu önceden denemiş ülke felakete gitmişti

Apo’yu yakalamıştı ya.. ülkeye huzur gelecek ya… Ekonomik durum kötü olsa bile bu çarpık hükumeti mecburen kabullendi.

TERÖR AZIYOR

EKONOMİ TEPETAKLAK GİDİYOR

Günler geçiyor Apo yakalanmış ama terör azalacağına daha fazla artmaya başlamıştı. Ekonomi felç olmuş ancak can korkusundan bunu kimsenin düşündüğü yoktu.

Anlaşıldı ki, halk bir daha oyuna gelmiş,

Ecevit’in beceriksizliğine kurban gitmişti.

Terör biteceğine tam aksine dağdan şehirlere inmiş

Banka iflasları peş peşe gelmeye başlamış.. esnaf yazar kasasını Ecevit’in önüne atarak protesto etmişti.

Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik küçülmesi bu hükumet döneminde yaşandı(- %9.4 küçülme)

GENEL VALİ GÖNDERİYOR

İşler sarpa sarınca

Hazine müsteşarı ve Ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak K. Derviş meclis dışından atandı. Bu aslında ülkenin paketlenip ABD”ye teslim edilme süreci idi.

K. Derviş Başbakanı bile takmıyor kafasına göre iş yapıyordu.

Kendisine Başbakan bile ulaşamıyordu(Genel vali ya.. Başbakan da kimmiş!)

DERİN MİLLET DEVREDE

… Ama Ecevit görmese de derin millet bunu gördü ve bu oyunu bozdu.

2002 yılında yapılan seçimde

Akparti tek başına iktidara geldi.

EKONOMİ-TERÖR-KALKINMA-SİLAHLANMA

Önce ekonomiyi düzeltmek gerekiyordu

Terör belası sürerken ekonomi hem zor düzelir hem can korkusu varken ekonominin iyi olması ne fayda…

PKK NASIL TASFİYE OLDU

PKK ile mücadelenin faydasız olduğunu gördü o zamanki Başbakan Erdoğan.

Bunun için iç barışın sağlanması.. silahlanma ve PKK işbirlikçilerinin tasfiye edilmesi gerekirdi.

PKK ile savaşması gereken generallerin bir kısmı FETÖ fitnesine bulaşmış verilen emirleri kadük hale getirerek boş dağları bombalamış.. bu ‘karavana’ atışlardan cesaret alan PKK karakollar basarak şehirlere inmişti.

İLK HAMLE: ÇÖZÜM SÜRECİ

2013 Yılında yapılan ilk hamle başarısız oldu.

Çok güçlü silah ve İHA-SİHA’lara sahip değildik.

Subayların bir kısmı FETÖ ile iltisaklı olup ülkemizden daha çok ABD’ye bağlıydılar. Haliyle ABD’nin PKK’sına kıyacak değillerdi.

Diğer bir sebep ise Suriye’deki iç savaş…

PKK ve diğer Kürt liderlere bu iç savaş sebebi ile Suriye’nin parçalanacağı ve kuzeyde (Rojava) Kürt devleti kurulacağı yönünde ikna edildi.

Suriye-Irak-Türkiye ve daha sonra İran Kürt bölgesi birleştirilerek Büyük Kürdistan kurulacağı yönünde ABD güvence verdi.

Bunun üzerine PKK

Çözüm sürecini sonlandırarak eylemlerine kaldığı yerden devam etmeye başladı.

SİLAH TESLİM EDİYOR

Cumhurbaşkanımız

Büyük bir sabırla direnerek önce Sarosçuları halletti (Gezi Parkı)

Sonra Amerika’nın verdiği gazla ayaklanan PKK şehir yapılanmasını çökertti (Kobani ve Hendek Olayları)

Sonra 15 Temmuz destanı ile FETÖ’yü ABD’ye gömdü…

Silah sanayisinde ülkeyi güçlü bir konuma getirdi.

Zamanında Apo’yu getirecek jet bulamazken şimdi uzaya (Gökmen)Türk Astronot gönderdi.

İHA-SİHA tedarikinde dünya pazarının %65’ini ele geçirerek liderlik koltuğuna oturdu.

E, tüm bunlardan

PKK’nın habersiz olması imkânsızdı…

Uzun söze hacet yok.

Getirip silahlarını dünyanın gözü önünde kazanlarda yaktı.

Devletimize milletimize zeval vermesin.

Bu barış sürecinde

Emeği geçen herkese teşekkür borçluyuz.

Source: Emin Batur


15 Temmuz’da ‘olmayan’ nedir?

Tarih tekerrür eder. Fakat biçimi ve yoğunluğu her zaman farklıdır. Geçmişin her zaman her şeyi dengelediğini düşünmek safdilliktir. Her dönemin kendine özgü şartları, gerginlikleri, sükûneti veya mücadelesi vardır.

Üzerinden 9 yıl geçmiş olmasına rağmen 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından oluşan ve giderek derinleşip toplumun genlerine işleyen hâl, bugünü ve yarını da dengeleyen hakikî bir duygudur. Parti, kurum, birey.. her ne olursa olsun bu hakikat toplumdaki pek çok şeyi değiştirip dönüştürmüştür.

15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan ‘şey’, sadece iç ve dış dinamiklerin Türkiye üzerindeki emellerine ulaşabilmek için giriştikleri ne ilk ne de son ameliyattı.

Bu darbe girişimi sadece bir güvenlik krizi değildi. Ülkemizin anayasal düzeni, siyasî yapısı ve toplumsal psikolojisi üzerinde de derin, kalıcı, çok katmanlı ve trajik etkiler bıraktı.

Belki binlerce kez yazılıp çizildi…

Aslında 15 Temmuz’da neyin olup ol(a)madığını analiz ederek süreci daha sağlıklı değerlendirmek mümkün.

Genelkurmay Başkanlığı, Emniyet, MİT, TBMM ve daha pek çok kuruma saldırılar düzenlendi.

Ankara ve İstanbul’da tanklar sokaklara çıktı, köprüler kapatıldı.

Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı F-16’lar, helikopterler sivil yerlere ateş açtı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, tarihinde ilk kez savaş uçakları tarafından bombalandı.

Marmaris’te tatilde olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, cep telefonu bağlantısıyla özel bir televizyon kanalının canlı yayınına katılarak milleti meydanlara davet etti.

Bu çağrı darbe girişiminin en kritik anlarından biri idi ve gidişatın kırılma noktası oldu.

Binlerce vatandaş tankların önüne yattı, kışlalara yürüdü.

İstanbul’da Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet Köprüleri üzerine çıkan tanklar geri püskürtüldü.

Birçok ilde valilikler ve kritik noktalar halk tarafından korundu.

TRT’ye giren darbeciler emir aldıkları “Yurtta Sulh Konseyi” adına hazırlanan bir darbe bildirisini spikere okuttular.

Ancak kısa sürede TRT binası ve diğer medya organları tekrar kontrol altına alındı.

O saatlerde Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve diğer kuvvet komutanları darbeciler tarafından alınıp bilinmeyen bir yere götürüldü, sabaha karşı düzenlenen operasyonlarla kurtarıldılar.

Darbe girişiminde 249 vatandaş (asker, polis, sivil) şehit oldu. 2 binden fazla kişi de yaralandı.

Darbe girişimine katılan binlerce asker, yargı mensubu, polis ve kamu görevlisi gözaltına alındı.

Olağanüstü Hal (OHAL) ilan edildi. FETÖ bağlantılı kurumlar birbiri ardınca tek tek kapatıldı.

15 Temmuz’dan sonraki günlerde milyonlarca insan meydanlarda “demokrasi nöbetleri” tuttu.

7 Ağustos 2016’da İstanbul Yenikapı’da yapılan “Demokrasi ve Şehitler Mitingi” tarihe geçti.
Halk, siyasî istikrara ve toplumsal barışa kurşun sıkmak isteyen darbecilerin karşısına tarihinde hiç olmadığı kadar büyük bir direnç ve karşı devrimle çıktı; bu ortak direniş darbeyi püskürttü.

15 Temmuz darbe girişiminde -maalesef- bunlar oldu evet fakat olmayan şeyler üzerine pek konuşulmadı. O bakımdan gerçekleşmediği için şükrettiğimiz konuları da hatırlamamız gerekiyor.

Ülkemizin göz bebeği Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yuvalanan ve yurt dışından da büyük destek alan darbeci hainlerin başarısız olmasının en büyük sebebi Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Yıldırım başkanlığındaki hükümet, meclis ve en önemlisi milletin darbecilere karşı büyüttüğü direniş halkası idi.

Sokağı boş bırakmayan halkın tankların önüne yatması ve darbecilere meydan okuması destansı bir savunma refleksi olarak tarihe geçti.

Marmaris’te tatilini yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı almaya giden timin başarısız olmasının ardından büyük bir tsunamiye dönüşen halk desteğinin ülkede çığ gibi büyümesi, bombalar altında hizmetini sürdüren TBMM’nin ele geçirilememesi, darbecilere karşı yargı ve medyanın tek ses olarak millet iradesinin yanında yer alması, darbecilerin dış dünyadan beklediği açık desteği alamaması 15 Temmuz darbe girişiminin sonuçlarına dâhil edilmesi gereken en önemli başlıklar arasındadır.

Biçimi, içeriği ve sonuçları bakımından 1960 ve 1980 askeri darbelerinden çok farklı olan 15 Temmuz darbe girişimi açıkça anayasal düzeni askıya almak ve işgal kaos planını devreye sokmak için tasarlanmıştı.

Türkiye’yi bu sürece getiren hadiselere baktığımızda bu girişimin önceden kurgulandığını çok iyi anlayabiliriz.

“Anayasal meşruiyetin devamı” açısından sembolik öneme sahip olan Meclis’in açık tutulması, anayasal düzenin devam ettiğinin de en güçlü işareti idi.

Sonraları hukuk devleti ilkesini zedelediği iddiasıyla çokça eleştirilen ancak gerek/şart olan 21 Temmuz 2016 tarihli OHAL ve KHK uygulamaları, beka krizine sürüklenen ülkemize yeni ufuklar açtı.

Siyasî partiler arasında kurulan yeni ittifaklar, yeni güvenlik stratejileri, devletin bağırsaklarının temizlenmesi yolunda atılan devrim niteliğindeki yenilikler, toplumda oluşmaya başlayan travma ve kutuplaşmaların yumuşaması, ‘şehitlik’, ‘vatan’, ‘bayrak’, ‘milli birlik’, ‘millet iradesi’ gibi kavramların yeniden tanımlanması açısından dönüştürücü bir güce kavuştu.

Siyasî sistemin değişmesiyle birlikte kuvvetler ayrılığı noktasında da saflar sıklaştı.

Başarısız 15 Temmuz darbe girişimi milletimizi ortak acılarda birleştirmiştir. Fakat en önemlisi bu acıların milleti bir arada tutması, bir karşı devrime dönüşen eşsiz ve tarihî bir direnci -şükür ki- pratiğe dönüştürmüş olmasıdır.

______________________________________________

Kafası karışık ‘Özel’ bir figür

Şimdi bana diyeceksiniz ki…
“Neden CHP lideri Özgür Özel’e bu kadar takıyorsun?”

“Ramazan” üzerinden mesaj vermek isterken önce “oruç tutmak” yerine “sahur tutmak” diyen, ardından “Bu ramazanda 30 ramazan var” diye cümlesini pekiştiren…

“Allah’ın emri Peygamberin kavliyle” oruç tutmaya niyetlenen…

“Alevi vatandaşlardan aldığım alkışı Sünni vatandaşlardan alamıyorum” diye dert yanan…

Kurucu liderlerinden İsmet İnönü’yü övmek isterken “İnönü demek memleketin o kadar derdi varken Almanca satranç dergisine abone olmaktır” diyen…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı eleştirmeye çalışırken “Belli bir yaşa gelmiş, muhakeme yeteneğini kaybetmiş, yönetme yeteneğini kaybetmiş, hırsından gözü dönmüş, muhaliflerini hapse atacak kadar şuurunu kaybetmiş, demokrasiden nasibini almamış birine dönüşmüş durumda” diyebilen…

Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son barış süreci hakkındaki sözlerine karşı “Çıkmış, Kürt, Türk, Arap… Çatıda vatandaşlık bilinci değil, ümmet bilinci olacak. Sünni Müslümanlık üzerinden yeni bir ittifak kuracak ve aklı sıra bunun üzerinden yeni bir ittifakla yürüyecek. CHP olarak durmamız gereken yerde dururuz ama Türkiye’ye bir ümmetçilik üzerinden, mezhepçilik üzerinden, din siyaseti üzerinden bu coğrafyada sana hesap yaptırmayız” gibi garip, itici, ayrıştırıcı ve hedef gösterici cümleler kurabilen bir figüre nasıl takmam!..

Özcan Ünlü / Haber7

Source: Alinti Yazar