Taraftarların da umut hakkı olmalı
Türkiye Spor Yazarları Derneği (TSYD) Turnuvası’nda 3 büyükler sezon öncesi karşılaşırdı eskiden.
Okullar kapalı olduğundan Anadolu’da yaşayan çocuklar için de büyük bir fırsattı bu durum.
Turnuvaya 2000 yılından beri 3 büyükler katılmıyor maalesef.
Derslerimin iyi olmasının ödülü olarak İstanbul’a abimin yanına gitmiştim.
90’lı yılların başı.
Yanlış hatırlamıyorsam turnuvanın ilk maçı Galatasaray’la Beşiktaş arasında oynanmıştı.
O maçı kaçırsam da Oktay abim Galatasaray – Fenerbahçe derbisine götürmüştü beni.
Seyrettiğim ilk derbiydi.
Roman Kosecki, Fenerbahçe savunmasını perperişan etmiş, maçı Galatasaray 2-1 kazanmıştı.
Benim açımdan, İstanbul Boğazı’ndan geçerken denizin maviliğini ilk kez görmek kadar heyecan vericiydi derbi.
Küfür de yoktu üstelik.
Aklımda kalan, taraftarların ayakkabılarından birini çıkarıp havaya salladıkları ve ‘Dışarda dayak var’ tezahüratıydı…
Fenerbahçe – Beşiktaş maçına da götürecekti abim ancak kuzenim Recep’in sünnet düğünü varmış.
Hal böyle olunca ‘Maça gidemeyiz’ dedi abim.
İki gözüm iki çeşme ağladığımı çok net hatırlıyorum.
Malum, ağlamayana meme yok.
Rahmetli amcam ‘Niye ağlatıyorsunuz yeğenimi’ diye sorunca abim konuyu anlattı.
‘Söz verdiysen maça gidecek’ deyip meseleyi kestirip attı, o andan itibaren en sevdiğim polis oldu Niyazi amcam.
İstanbul’a geleli bir hafta bile olmamıştı. Hiçbir yeri bilmiyordum doğal olarak. Amcam ‘Yeğenime güveniyorum, maça tek başına gidebilir’ deyince dünyalar benim olmuştu.
13 yaşında, tek başıma, hem de bir derbi maçına gitmiş oldum böylelikle. İnsanlık için küçük benim için büyük bir olaydı.
Hayalim gerçek olmuş, üç büyüklerin 3’ünü de izlemeyi başarmıştım.
Neden nostaljik bir girişle başladım yazıya, anlatayım.
MAÇA GİTMEK LÜKS OLDU
Türkiye’de her taraftar, tuttuğu takımın maçına gidebilmeli. Benim gibi, aradan 35 yıl geçse de unutamayacağı anıları olmalı.
Halkın takımıyız iddiasındaki kulüpler, bu noktada çözüm üretmeli.
Günümüzde maçlara gitmek, hele ki çoluk çocukla birlikte gitmek ciddi bir ekonomik külfet.
Bu konuda dertli olan taraftarların sesi olmak istedim.
Halil Yıldırım. Klima teknisyeni. Sıkı bir Fenerbahçeli. Çınar (12) ve Doruk (8) adında yakışıklı iki erkek evladı var.
Yıldırım ailesiyle, Fenerbahçe – Anderlecht ve Fenerbahçe – Kasımpaşa maçları öncesi, Yoğurtçu Parkı’nda buluştum.
Taraftarların yaşadığı sorunları konuştuk.
Çınar Fenerbahçe’nin son şampiyonluğunu hatırlamıyor doğal olarak, Doruk’un yaşı bile yetmiyor.
Ama nasıl coşkulular. Onlardaki coşkuyu gören, Fenerbahçe’nin her yıl şampiyon olduğunu düşünür.
Çınar skordan bağımsız, son ana kadar tezahürat yapan minik bir taraftar. Maçta sesi kısılmayanın taraftar kabul edilmediği yıllarda doğmuş gibi.
Aynı zamanda Kadıköy esnafı tarafından tanınan, maç öncesi stat çevresinde tek başına volta atacak kadar özgüveni gelişmiş bir çocuk.
3 yıl önce bir maç sonu Fenerbahçe Başkanı Ali Koç’la karşılaşmış ve fotoğraf çekilmiş Çınar. Hâlâ onun havasını atıyor yeri geldiğinde.
Dersleri on numara. Notlar iyiyse maça gitmeye izin çıkıyor ve 4 yıldır kaçırdığı maç sayısı çok az.
Doruk’a gelince. Daha yeni yeni ısınıyor tribün atmosferine. Maçların 2. yarısında uyuya kalıyor genelde.
BİLET FİYATLARI EL YAKIYOR
Halil önemli tespitlerde bulundu.
Fenerbahçe’den örnekler verdi, diğer kulüplerde de durum aşağı yukarı aynı.
En ucuz kombine fiyatı, kale arkası 15 bin TL.
Türkiye Kupası maçlarında en ucuz bilet 600 TL, Süper Lig maçlarında 900, Avrupa Kupası’nda 1.500 TL.
Bu arada Passolig yenileme ücreti 500 TL, yeni alıcılar kart ücreti için ekstra 129 TL ödüyor.
Stada yiyecek içecek sokmak yasak.
Bir kişinin yeme içme maliyeti minimum 500 TL”yi buluyor.
Çay 50 TL, ayran, kola 80 TL, köfte ekmek 270 TL.
Ramazan ayındayız. Yemek harcamaları doğal olarak daha da artacaktır.
Buna yol masrafı da eklenince Halil Yıldırım’ın bütçesi kevgire dönüyor.
TARAFTAR KÜSTÜRÜLMEMELİ
Özellikle kale arkası taraftarını küstürmemeli kulüpler.
Onlar gerçek 12 numara, beyaz yakalı müşteri değil.
Yağmurda, çamurda, dondurucu soğukta, gönül verdikleri takımların en büyük itici gücü.
Şu vurguyu yaptı Halil;
‘Türkiye Kupası maçlarına ilgi düşük. En azından bu maçlarda fiyatlar düşürülse stat ful çeker.’ Haklıydı.
Fenerbahçe – Erzurumspor maçında Saracoğlu Stadı’nın sadece 5’te biri doluydu.
Fenerbahçe Erzurumspor maçında tribünler boş kaldı.
Gaziantep’te oynanan Gaziantep – Fenerbahçe maçında da tribünler boştu.
Eskiden 3 büyüklerin oynadığı maçlara, taraftarlar komşu illerden bile akın ederdi.
Beşiktaş ve Galatasaray’ın Türkiye Kupası maçları da boş tribünlere karşı oynandı.
Karadeniz derbisinde Trabzonspor – Rizespor maçında bile durum farksızdı.
Halil, Avrupa Ligi’nde Beşiktaş’ın Atletic Bilbao maçında bilet fiyatlarını düşürdüğünü hatırlattı. Dolu tribünlerin neticesini, güçlü rakibi karşısında 4-1’lik tarihi galibiyetle taçlandırdı Beşiktaş.
Konuşulacak şey çok da arife tarif gerekmez.
Bugün bebek katillerine bile umut hakkından dem vurulurken, futbolla yatıp futbolla kalkan memlekette garibanların da çocuklarıyla maça gitmeye umudu olsun.
Boş tribünlerle değil, coşkulu taraftarla daha keyifli oluyor maçlar.
Rahmetli babamla maça gitmek nasip olmadı.
2025 ‘Aile Yılı’ ilan edildi.
Dilerim sözde kalmaz.
Ve dilerim artık dar gelirli babalar da çocuklarıyla maça, tiyatroya, sinemaya gidebilirler…
Hayırlı Ramazanlar…
Source: Hüseyin Şuekinci
Şampiyon…
Samatya’da otururken, sıkıldığımda, bunaldığımda ya da yürüyüş yapmak istediğimde meydanlara açılan küçük daracık sokaklarının, tarihi ahşap evlerinin samimiliğine gülümseyerek bakarak dolaşır, sonra kendimi sahile atardım. Deniz bana seslenir, sevecen elleriyle, ‘gel… gel…’ diye çağırırdı. Denizin kıyısına, çakıl taşlarının üstüne basa basa giderdim. Taşlar yankılanırdı.
Deniz parlardı gümüşten pul pul. En uzağa bakardım. Uzakta, kıyıdaki gözükmeyen tepelerin üstünden ışığa batmış bulutlar kabararak yükselirdi. Birden her yer çiçekliğe keserdi. Çiçekler, hiç duyulmamış, kimse tarafından görülmemiş bir cennet bahçesinin çiçekleriydi. Annemin teneke saksılara diktiği sardunyaların, küpelilerin daha büyüğü, daha renklisiydi. Kırmızısı, sarısı, beyazı, pembesi…
Nasıl bulutsa, aynı yere bir bulut gelirdi, bütün her yeri, denizi, kıyıyı, uzak tepeleri turuncu ışığa boyardı. Ardından da yıldırım oku gibi bir güçlü, uzun kırmızı bir ışık çakar, sonra göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısacık süre içinde Samatya’yı, Yedikule’yi dolanır, geçip giderdi.
Yedikule’nin gözü kara kardeşiydi Samatya…
Hani şu zindanlarıyla meşhur semt… Son Abbasi Halifesi’nin hiçbir zaman gelmediği zindanlar… Hani, Evliya Çelebi’nin hatıratında; “çâh-ı cehennem misal” olarak adlandırdığı yer.
Samatya sokaklarında Türkçe’nin yanı sıra Rumca ve Ermenice de konuşulur, ezan sesleri, çan seslerine karışırdı..
İstanbul’a ait düş zenginliği, kalplerinde güneşin asla batmadığı ve mütemadiyen gülümseyen balıkçıların, kardeş ruhlarla yapılan eğlencenin hasının ve karındaşlık olmasa da haldaşlığın yeriydi burası.
Ben o zamanlar burayı dünyanın en bereketli, bolluklu yerlerinden biri sanırdım; herkes evine ellerinde filelerle, bez torbalarla dolu dolu giderdi.
Kimse diğerine “öteki” diye bakmaz, dışlamazdı.
İnsanın kendi sesini bulduğu, sözlerin sese, renklerin ışığa dönüştüğü, bir arada yaşama kültürünün çok geliştiği bir yerdi Samatya. Saygı, sevgi, beraberlik, samimiyet, birbirini kollama, acısını, sevincini darlığını yokluğunu paylaşma ve hoşgörü vardı.
Bu hoşgörü yeni duygular, düşünceler kazandırdı bana.
Denizden esen yosun kokulu rüzgâr, havadaki bulutlar gibi, sonbahar yaprakları gibi uçardı o eski Rum evleri gözlerimin önünde.
Gülümseyişi andıran bir duruşa sahip o eski evler ki; samimi ve sıcak, gururlu ve sert ama sevecen, taşın, toprağın, harcın, tuğlanın, ahşabın birleştiği, gözü pek bir sevinçle bakarlardı… Cumbalı kâgir evlerin sıralandığı daracık sokaklar küçücük meydanlara çıkardı. Güler yüzlü insanların, neşeli kalplerin, dostluk susuzluklarını giderdikleri, gittikçe uzamış, genişlemiş, her biri bir yıldız olmuş kollarıyla birbirlerini yaldızlamak, aydınlığa boğmak için sevgiyle kucaklaştıkları buluşma noktalarıydı bu meydanlar. İplere dizilmiş ışıklar gibi parıldayan çirozluk uskumruların, denizlerin kara gülleri midyelerin, ızgara balıkların kokuları yayılırdı etrafa.
Barış ve hoşgörü içinde, ince belli bardaklarda tavşankanı çaylar eşliğinde insanlar hoş sohbetlerin yücelerine dalarlardı.
Hemen herkes birbirini tanırdı.
Bugünün Türkiye’sinde birbirlerini diken gibi gören insanlara hiç benzemezlerdi.
Nefret etmeyi, kötü görmeyi bilmezlerdi. Birbirlerine gece karanlığı olmazlardı, aksine aydınlık olurlardı.
Birbirlerinin üstünü açmazlar, birbirlerinin üstünü örterlerdi.
Birbirleriyle tek ışık olurlar, bulundukları yeri dostluğun barışın sevginin, hoşgörünün ışığıyla aydınlatırlardı.
İşte Samatya’da o aydınlıkla yaşadım ben.
Evlerine girdim, yemeklerini yedim, düğün masalarında oturdum, cenazelerine katıldım.
Güldük ya da ağlaştık birlikte.
Hepsi birbirine benziyordu.
Ve hepsinin de gözlerinde o tek ışık vardı: İnsanlık ışığı…
Hepsinin bir ağzı vardı ve aynı türküyü çağırıyorlardı: İnsanlık türküsü…
Ustalıkla mühürlenmiş, bir kral yüzüğü gibi katıksız yalın ve som altından, değerli, yetenekli insanlar vardı Samatya’da. Artık kıymeti bilinmeyen ve tüm eski değerler gibi zamanın çöplüğüne atılan, unutulmaya yüz tutan meslekleri hâlen bıkmadan usanmadan sabırla yapan şamdancı Osep, sedef kakma ustası Ohannes, gümüş sanatçısı Yetvart, ayakkabıcı Nefter… Çello çalan berber Niko, buğulu bir sabun kokusuyla kokan küçük dükkânında, öğrencileri yarı fiyatına tıraş eder, bazen de durumuna bakar hiç para almazdı. Öyle usta bir berberdi ki Berber Niko, saçlarda makası işlemeye başladığı zaman, onun uyumunu hiçbir şey bozamazdı, makas aksamadan sürekli şıkırtılarla işlerdi.
Berber Niko hem insanın derdini açar, konuşturur, kendi de konuştukça konuşur, makas da aynı uyumda şıkırdar, çaydanlıktan ortalığa sıcak bir buğu yayılırdı.
Tıraştan sonra da mutlaka demli çay ikram ederdi.
Bayramlık ayakkabılarımı Nefter Yayla’dan alırdım. Nefter Usta, Beyoğlu’nun en şık mağazalarına 200 liraya sattığı ayakkabıları mahalle gençlerine 50 liraya verirdi. Öylesine yüce gönüllüydü. Dar gelirli ailelerin çocuklarından ise para almazdı, “Ben okuyamadım, bari siz okuyun” derdi.
(Günümüzde yıkılıp üzerinden asfalt geçirilen yerde Samatya Deniz Spor Kulübü yer alıyordu.)
Ben, sporsever, atletik bir gençtim. Burada kürek çekme ve vücut geliştirme sporu yapardım.
İnsan hazineleriyle dolu bu kulüpte, briç ustası olan taksici Vefalı Celal Ağabey bana briç oynamayı öğretmişti. Arkadaşlarım Halil, Teoman, Adem, Türel, Haydar ve Mete ile Samatya Deniz Spor Kulübü’nde tatil günleri düzenlenen briç turnuvalarına katılırdık. Turnuvanın en zevkli yanı, kaybedenlerin arkadaşlarına deniz kenarındaki lokantada yemek ısmarlamasıydı.
Gittiğimiz Olimpiyat Lokantası’nın sahibi, 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları’nda Türkiye Cumhuriyeti’ne olimpiyatlarda ilk altın madalyayı kazandırmış olan grekoromen milli güreşçimiz Yaşar Erkan’dı.
“Şampiyon” dört yaşındayken Erzincan’dan İstanbul’a gelmişti. Kumkapı Güreş Kulübü’nde güreşe başlamış ve burada yetişmişti. Babası Ali Efendi de köylerinin meşhur pehlivanlarındandı. Yaşar Erkan, 1933 yılında Türk Milli Güreş Takımı’na seçilmişti, aynı yıl Balkan Şampiyonluğu’nu kazanmıştı. Bu şampiyonluğu 1934 ve 1935 yıllarında da elinde tutmuştu. Berlin’de ise grekoromen 61 kiloda Olimpiyat Şampiyonluğu’na ulaşarak şanlı bayrağımızı göndere çektirmiş ve Milli Marşımızı çaldırmıştı. Altın madalya aldıktan sonra “Şampiyonluk kürsüsünde şanlı bayrağımız şeref direğine çekilirken kendimi tutamadım, gözlerimden yaşlar sel gibi aktı. Yüz yirmi bin kişinin ve Hitler’in önünde bayrağımızı şeref direğine çektirmek ve ayakta güzel marşımızı dinletmek, hayatımdaki mutlulukların en büyüğü oldu” demişti.
Görmüş geçirmiş, mangal yürekli bir adamdı şampiyon. Yemeği ısmarlayacak olanlara takılmayı sever, garsonlara; “Bu aslan gençlere, geleceğin büyük adamları talebelere donatın masayı” der, sonra da bıyık altından güler, “Bakalım, yüklü faturayı nasıl ödeyeceksiniz” diye takılırdı.
Böyle söylerdi söylemesine ama ya çok az para alır, çoğunlukla da hiç para almazdı. Öylesine, zaman zaman 15-20 gence masa kurar, sofrayı mükellef donatır, öğrenciler yiyip içip hesabı istediklerinde, “Siz derslerinize, öğrenmeye iyi verin kendinizi, üniversiteyi bitirin, iş güç sahibi olun. ondan sonra ödersiniz,” derdi.
Öğrenciler onun baş tacıydı…
Şimdi geriye dönüp bakıyor ve anılarım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken “İyi ki gençliğimiz yetişkinlerin gençlere değer verdikleri döneme denk gelmiş ve iyi ki “Küçük Paris” olarak anılan Samatya gibi şenlikli ve sakinlerin birbiriyle barışık oldukları bir semtte yaşamışız” diyorum.
Source: Uğur Dündar
Bob Dylan’a adanmış 5 yıl
◊ Bob Dylan’ın filmi izleyecek olması üzerinizde ekstra bir baskı yaratıyor mu?- Eğer filmi izlerse çok heyecanlanırım. Bu çok büyük bir onur olur. Ama Bob o kadar değişken ve o kadar gizemli bir karakter ki eğer filmi izlemezse gerçekten şaşırmam. Martin Scorsese’nin onun hakkında yaptığı “No Direction Home” belgeselini izleyip izlemediğini bilmiyoruz. Kimse bilmiyor. Böyle bir söylenti duydum. Yani eğer izlerse çok büyük bir onur olur ve heyecan duyarım ama izlemezse de şaşırmam.◊ Çekimlerde geçmişe mümkün olduğunca sadık kalıp bugünden etkilenmemeyi nasıl başardınız?- Sette çalışırken cep telefonu yoktu, çağdaş döneme veya çağdaş değere sahip hiçbir şeyi sette tutmuyorduk. Sahneler arasındaki zamanlarda o dönemden bir şeyler, günlük tutmak gibi uğraşlarla vakit geçiriyorduk. Hepimizin kurbanı olduğu çağdaş alışkanlıklara düşmediğimizden emin olmak istedik.◊ Endüstriyel kısıtlamalar altında sanat yapma biçimine karşı çıkan genç Bob Dylan figürü için kahramancaydı diyebilir miyiz?- Yani, kahramanca kelimesini kullanıp kullanmayacağımı bilmiyorum ama ilham verici demek isterdim. Şöyle anlatabilirim birçok sanatçının onun çok genç yaşta anladıklarını anlaması onlarca yıl sürer. O bir şekilde çok genç yaşlardan itibaren yaptıklarının doğru şey olduğunu bilen bir sanatçıydı…AŞK VE MÜZİK İYİLEŞTİRİR◊ Bu film aynı zamanda karmaşık aşk ve ilişki hakkında. Sizce aşk ve müzik bizi gerçekten iyileştirebilir mi?- Kesinlikle iyileştirebilir. Kanıt arıyorsanız son yüzyıldaki insan deneyimlerine bakın. Müziğin nasıl iyileştirici olabileceği hatta aşkın müzikle birlikte nasıl iyileştirici olabileceğini biliyoruz. Bob’un müziği ve sanatçılığı bunun harika bir örneği. Bob’un çalışmaları birçok insanın ruhuna iyi geliyor.◊ Çekimlerde sizin için en duygusal an hangisiydi?- Dürüst olmak gerekirse çekimleri bitirdiğimiz an en duygusal andı. O gün setten çıkıp eve giderken arabada verdiğim çabanın ve çalışmanın çıktısını hissediyordum. Ve ayrıca 5 yıldır yaşadığım bu rolün, bu karakterin ve bu dünyanın bir anlamda artık sona ermiş olmasının verdiği hüznü yaşıyordum. Kendimi, Bob’un müziklerini keşfetmenin sona ermeyeceğini söyleyerek avutuyordum.◊ Bu proje için 5 yıl gitarınızla yaşadığınızı biliyoruz. Ne zaman inandırıcı bir şekilde çalabildiğiniz düşündüğünüz noktaya geldiniz?- Yıllarca süren pratik bana belli bir özgüven verdi. Ama bir noktada kendimi projenin yönetmeni James Mangold’un ellerine bıraktım ve ona güvendim, çünkü James; Joaquin Phoenix’i “Walk the Line”da yönetmişti ve müzikal biyografileri yönetmedeki deneyimi inanılmaz.◊ Bob Dylan’ın özellikle Minnesota’daki hayatı hakkında yaptığınız araştırma hakkında biraz konuşabilir misiniz?- Araştırmalarım bir noktada araştırma gibi hissettirmeyi bıraktı, bir saplantı haline geldi. Ve bir saplantı olarak da kalmaya devam ediyor. Bu işin sadece içinde olmak, sadece içinde yaşamak bir hediyeydi. COVID öncesi ve COVID’den sonrasını kapsayan bir dönemden bahsediyoruz. Bir role iki üç ay gibi bir sürede hazırlanmaya karşın benim hazırlanma sürecim çok daha uzun bir araştırma olarak nitelendirilebilir.Minnesota ile ilgili olarak, Bob’un doğup büyüdüğü Hibbing ve Duluth’u ziyaret ettim. Ve bu ziyareti kelimelerle ifade bile edemedim. Çok akademik olmak istemiyorum ama Bob’un nasıl büyüdüğüne dair his edindim diyebilirim.FİLM HAYATIMIN BİR PARÇASI HALİNE GELDİ◊ Hem fiziksel hem de vokal olarak gerçekten Bob Dylan’ı kanalize etmek nasıl bir süreçti?- Film hayatımın bir parçası haline geldi. Ve pandemi ve evde olmak elimde çok fazla zaman olmasını sağladı. New York’ta Larry Saltzman ile gitar dersleri almaya başlamıştım, kendisi inanılmaz yetenekli bir gitarist ve öğretmen.Lisede müzikal tiyatro geçmişim var gerçi ama bugün bile hâlâ kendimi bir şarkıcı olarak görüp görmediğimi bilmiyorum. Sonra Bob’un müziğine gerçekten âşık oldum. Bob Dylan hayranı olmak, tıpkı diğer büyük sanatçılar gibi, sana sürekli bir şeyler veren hediye gibi.Bir katmanı soyuyorsun başka bir katman daha, başka bir katman daha. Asla doyamıyorsunuz. Bu film üzerinde çalışırken hissettiğim şey buydu.◊ Müzik yapmaktan keyif aldınız mı?- Kesinlikle. Yani, her zaman müzik yeteneğim vardı. Tüm zamanımı gitar öğrenmeye, piyano çalmamı ilerletmeye, mızıka öğrenmeye ayırabilmek şahaneydi.Film benim için bu işin ruhuna ve 1960’lardaki Amerika folk müziğinin ruhuna girmek için mükemmel bir bahaneydi.James’la çalışmak gerçekleşen rüyalarımdan biriydi◊ Yönetmeniniz James Mangold ile olan iş birliğinizden ve bu hikâyeyi hayata geçirmek için birlikte nasıl çalıştığınızdan bahsedebilir misiniz?- Jim ve benim çekimlere başlamadan film hakkındaki diyaloğumuz 5 yıl sürdü. Kendisiyle Toronto’da “Ford v Ferrari” filminin galasını tanışmıştık. Ve dediğim gibi, diyaloğumuz uzun yıllar sürdü.Bu sürede senaryoya farklı şarkılar ekleyip çıkardık, farklı şeyler denedik. COVID sırasında birbirimizle çok zaman geçirdik. Onun Malibu’daki evine gidip senaryo üzerinde çalışırdık. Çekimler başladığında üzerimde yeni biriyle çalışmanın verdiği gerginlik yoktu. Çünkü zaten yıllar süren bir diyaloğumuz vardı. Makineyi hemen harekete geçirebildik. Onunla çalışmak gerçek olan rüyalarımdan biriydi.
Source: Barbaros Tapan
Küçük köyde iç çamaşırı bilmecesi
İngiltere”de Cornwall”un Lerryn köyünde çiftçilik yapan Michael Irwin, tarlalarında ortaya çıkan rengarenk sütyenler nedeniyle kendini gizemli bir olayın içinde buldu… İlk olarak parlak kırmızı bir sütyeni tarlasının yakınındaki bir kapıya bağlı halde bulan Irwin, daha sonra mavi, siyah ve beyaz sütyenlerle karşılaşınca olay iyice ilginç bir hal aldı.
Irwin, durumu ilk fark ettiğinde sadece bir şaka olduğunu düşündüğünü söyledi: “Yolda giderken parlak kırmızı bir sütyenin kapıya bağlı olduğunu gördüm. Garip geldi ama pek de önemsemedim. İki hafta sonra aynı yolda giderken hala orada olduğunu ve 100 metre ileride bir başkasının daha olduğunu fark ettim. Biri şaka yapıyor olmalı diye düşündüm.”
HAFTALAR İLERLEDİKÇE İŞLER GARİPLEŞTİ
Ancak olay burada bitmedi. Haftalar ilerledikçe tarlalarındaki çitlere ve çalılıklara daha fazla sütyen takılmaya başlandı. Geçen hafta ilk bulduğu sütyenin 200 metre ilerisinde bir kapıya tam üç sütyen birden bağlanmıştı.
Irwin, sütyenleri yakından incelemediğini ama normal boyutlarda göründüklerini belirtti: “Hepimiz birinin çıkıp bunun bir şaka olduğunu açıklamasını bekledik ama olay uzadıkça uzadı.”
Kimin neden böyle bir şey yaptığı hala bilinmiyor ancak köyde bu olay herkesin dilinde… Irwin, durumu komik bulduğunu ve her geçtiğinde gülümsemesine neden olduğunu söylüyor. Köy halkı da olay karşısında şaşkın ve esprili yorumlar yapıyor. Bir köylü, “Kapıları açmayın, bu bir tuzak olabilir” derken bir diğeri, “Bu soruşturma için daha fazla destek gerekli” diye şaka yaptı.
Source: Sonuç Sürmeli
Son kez yapmak istediği şeyi açıkladı
Hollywood un ünlü yıldızı Robert De Niro, hayatında en son olarak ne yapmak istediğini açıkladı. En son siyasi gerilim dizisi Zero Day de rol alan; Taxi Driver , Goodfellas ve Heat gibi tüm zamanların en iyi filmlerinden bazılarıyla hafızalara kazınan De Niro, tüm filmlerini sırayla izlemek istediğini ancak buna zaman bulup bulamayacağından emin olmadığını söyledi. Kariyerine 1965 te başlayan 81 yaşındaki Oscar lı yıldız, son röportajında kişisel hayatında hâlâ başaramadığı bir şey olduğunu söylerken; Her zaman tüm filmlerimi izlemek, hepsini gözden geçirip onları yaptığım sırayla izleyerek hayatımda yaptığım her şeyi son bir kez görmek istediğimi düşünürdüm dedi. De Niro; Yapar mıyım bilmiyorum ama eskiden Bunu yapmak isterim diye düşünürdüm diye ekledi. Yedinci çocuğunu iki yıl önce kucağına alan Robert De Niro, artık film izlemeye vakti olmadığı için çocuk programlarının hayranı olduğunu itiraf etmişti. Sevgilisi Tiffany Chen ile kızları Gia Virginia Chen De Niro nun ikinci doğum gününü 6 Nisan da kutlayacak olan ünlü yıldız, katıldığı bir radyo programında; Gerektiği kadar film izlemiyorum demiş ve şöyle devam etmişti: Sadece ayak uydurmak istiyorum ama güncel olayları, tabiri caizse bunun gibi haber programlarını izliyorum. Artık küçük kızımla birlikte The Wiggles ve Bayan Rachel ı (YouTube programcısı) izliyorum. Ünlü oyuncu, geçen ay verdiği röportajda da kızı Gia ile hayatını anlatırken; Ben erken kalkan biriyim. Sabahlarımı onunla Bayan Rachel ı (YouTube programcısı) izleyerek ve ona biberonunu vererek geçiriyorum demişti.
Source: Habertürk