Yeniden merhaba

Yeniden merhaba

11 Mart 2023.

Tam olarak iki yıl önceydi.

SÖZCÜ gazetesinden ve bizzat kurduğum SÖZCÜ Televizyonu’ndan istifa ettim. Çünkü… Cumhurbaşkanlığı seçimine günler kalmıştı, açık farkla kazanacak iki adayımız vardı, Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu, bağımsız-güvenilir kamuoyu araştırma şirketlerinin tüm anketleri -hatta iktidar yanlısı kamuoyu araştırma şirketlerinin anketleri bile- bunu gösteriyordu. Ama, CHP yönetimi ısrarla genel başkan Kılıçdaroğlu’nu dayatıyordu. Araştırmacı- dürüst- muhalif gazeteci kisvesiyle CHP yönetiminden para alan, CHP’li belediyelerden menfaat sağlayan kiralık medya da bu yönde faaliyet gösteriyordu, kesinlikle yalan olduğunu bile bile, Kılıçdaroğlu’nun yüzde 60’la kazanacağını duyuruyorlardı, CHP seçmenlerini ve CHP’li olmayan muhalif seçmenleri buna inandırmaya çalışıyorlardı.

Türkiye’nin en yüksek tiraja sahip gazetesi SÖZCÜ’deki köşemde ve Atatürk vizyonuyla yayın hayatına başlar başlamaz büyük bir merakla takip edilen SÖZCÜ Televizyonu’nda bu dayatmaya karşı çıktım. Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olması halinde, Tayyip Erdoğan’ın kesinlikle kazanacağını söyledim. Guguk kuşu operasyonuyla yuvası ele geçirilen CHP’de, bu örtülü amaca hizmet eden, AKP’nin iktidarda kalması için çaba harcayan bir odak bulunduğunu söyledim. Mutlaka ama mutlaka, Ekrem İmamoğlu’nun veya Mansur Yavaş’ın aday yapılması gerektiğini söyledim. Vay sen misin bunu söyleyerek itiraz eden… 42 yıllık meslek hayatımın en ağır linç kampanyasıyla karşı karşıya kaldım.

İktidar medyasının linç kampanyalarına alışığım, işleri bu, üstünde bile durmam, önemsemem, ama bu defa farklıydı, bana yönelik linç kampanyasını CHP yönetiminden bazı milletvekilleri ve sözde muhalif medya organize ediyordu. Kelimenin tam manasıyla infaz edildim, gizli AKP’li olduğumu filan söylediler, Alevi düşmanı olduğumu söyleyen haysiyetsizler bile oldu, Kürt düşmanı olduğum için itiraz ettiğimi söyleyen tetikçiler oldu, derin devlet imalarında bulunan gerizekalılar oldu, Kılıçdaroğlu’nun gözüne girip CHP’den milletvekili olmak isteyenler birbiriyle yarıştı, namert olduğumu söyleyen kadın profesör bile oldu, CHP’li belediyelerde para karşılığında konferans veren kahraman (!) gazetecilerden bazıları hiç utanmadan CHP’de milletvekili olmak istediğimi, belediye başkanı olmak istediğimi, bu yüzden şantaj yaptığımı bile söylediler, SÖZCÜ bünyesindeki bazı hayret edeceğiniz isimler bile -kimisi ikbal beklentisiyle, kimisi CHP’yle organik bağı yüzünden, kimisi mesleki eziklikle- bu alçakça karalamaya katıldı, daha ben görevimin başındayken benim koltuğum için pazarlıklar bile yapıldı. Çok üzgünüm ama toplumu zehirlemeyi başardılar, beni çok seven, bana çok güvenen insanların zihninde bile “acaba”lar oluşturdular. Şak… Sosyal medyada “SÖZCÜ gazetesini satın almayın, SÖZCÜ Televizyonu’nu seyretmeyin” kampanyası başlatıldı. “Yılmaz Özdil orada olduğu sürece SÖZCÜ’yü boykot edeceğiz” kampanyası başlatıldı.

E, benim açımdan bardağı taşıran damlaydı, hiç tereddüt etmeden istifa ettim.

İtirazıma devam edersem, yıllardır hukuki-ekonomik baskılarla batırmaya çalıştıkları SÖZCÜ gazetesi ve ellerimle kurduğum, henüz üç gün önce yayın hayatına başlattığım SÖZCÜ Televizyonu zarar görecekti, SÖZCÜ’den ekmek yiyen onlarca basın emekçisi zarar görecekti, patron olarak değil, namuslu meslektaş olarak gördüğüm Burak Akbay zarar görecekti, bıraktım.

Bir küçük veda notu yazdım.

“Uğruna mücadele ettiğimiz insanlar tarafından taşlanmayı göze alarak, kalemin namusunu savunmak için elimden geleni yaptım, kariyerimi ortaya koyarak doğru bildiğimi dosdoğru anlattım, anlatmayı beceremediğimi hayat mutlaka anlatır” dedim.

Hayat… Hem CHP’ye, hem CHP seçmenlerine, hem SÖZCÜ gazetesine, hem de SÖZCÜ Televizyonu’na anlattı.

11 Mart 2025.

Tam olarak iki yıl sonra.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde açık farkla kazanacak yine iki adayımız var, Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu, bağımsız-güvenilir kamuoyu araştırma şirketlerinin tüm anketleri yine bunu gösteriyor. Ama önümüzdeki seçimin yine kaybedilmesi için hem CHP içinde, hem sözde muhalif medya içinde, aynı aparatlarla, iki yıl öncesinin tıpatıp faaliyetleri yürütülüyor. Dolayısıyla, Burak Akbay’ın isteğiyle ve SÖZCÜ’ye dönmem için ısrarla çaba harcayan, hatırasıyla onur duyduğum değerli dostum Nedim Türkmen’in adeta vasiyetiyle, yeniden başlıyorum.

(Şimdilik haftada üç gün, salı, çarşamba ve cuma günleri yazacağım, önümüzdeki haftadan itibaren salı akşamları da SÖZCÜ ekranında program yapacağım.)

Uğruna mücadele ettiğimiz insanlar tarafından taşlanmayı göze alarak, kalemin namusunu savunarak, gerekirse yine kariyerimi ortaya koyarak, doğru bildiğimi dosdoğru anlatarak, belki bu defa anlatmayı beceremediğimi hayatın anlatmasına gerek kalmaz umuduyla, yeniden başlıyorum…

Yeniden merhaba.

Hayırlı yolculuklar

Yıllaaaar önceydi, ismi lazım değil, sivil toplum kuruluşu ayaklarıyla Türkiye’de cirit atan Amerikalı arkadaşlardan biriyle sohbet ediyorduk, kendisi de güya gazeteciydi, bizim gazeteye ziyarete gelmişti, gazetenin barında laflıyoruz, mesai sonu, birer duble bourbon parlatıyoruz… Çok güzel Türkçe konuşuyordu. Laf lafı açarken pat diye “Biliyor musun” dedi, “Tren yolcuları vagonda seyahat ederken, farkında olmadan ideolojik karakterini ortaya koyar…” Nasıl oluyor o iş dedim? “Bak” dedi, “Eğer trenin gidiş yönünde oturmayı tercih ediyorsa devrimcidir, pencereden dışarı bakar, manzara çok hızlı akar, sürekli yeni, sürekli değişkendir, ama eğer, trenin gidiş yönünün aksine oturuyorsa, muhafazakardır, pencereden dışarı bakar, manzara aheste aheste akar, sindire sindire seyahat eder…” Madem öyle dedim, sen tren yolculuğunda hangi yönde oturuyorsun? Gülümsedi. Anlatmak istediği zaten buydu. “Ben rayları döşerim” dedi!

Tren böyle bi şeydir.

Rayları kimin döşediğini bilmezsen, gidiş yönünde oturursun, pencerendeki manzara çok hızlı akar, sürekli değişir, kendini solcu karakterli zannedersin veya gidiş yönünün aksine oturursun, pencerendeki manzara aheste aheste akar, kendini muhafazakar, sağ karakterli zannedersin.

Halbuki, ister yolcu ol, ister makinist ol, rayları döşeyen nereye isterse, anca oraya gidersin!

Türkiye’yi bindirmeye çalıştıkları “barış treni” işte budur.

Peki bu “barış treni” denilen tren nereye gidiyor derseniz, size istasyon istasyon güzergahı anlatayım.

İlk istasyon, Ankara’ydı… AKP iktidara gelir gelmez rayları döşemeye başladılar, 2006 yılı oldu, şak, Sabri Ok Ankara’ya geldi. Sabri Ok kim? Murat Karayılan, Cemil Bayık, Duran Kalkan gibi bölücü örgütün tepe yöneticilerinden biri, Avrupa sorumlusu, elini kolunu sallaya sallaya Ankara’ya geldi, milli istihbarat teşkilatımızın yöneticileriyle görüştü. Böyle bir görüşme olduğunu nerden biliyoruz? Emniyet istihbarat dairesi eski başkanı Sabri Uzun kitap yazdı, “İn” isimli kitabında bunları açık açık anlattı, oradan biliyoruz, hatta “ben de bu görüşmeye tanık oldum” diye yazdı!

İkinci istasyon, Brüksel’di… Türkiye Cumhuriyeti tarafından kırmızı bültenle aranan ve Amed Dicle kodadıyla faaliyet gösteren gazeteci Vahdettin Tayfur, Avrupa’da bir kitap yayımladı, bu kitabında MİT’le bölücü örgütün Brüksel’de buluştuğunu öne sürdü, bu bilgi Ankara tarafından yalanlanmadı.

Üçüncü istasyon, Oslo’ydu… Hepimizin malumu, internete ses kayıtları düştü, bütün Türkiye öyle öğrendi. Asrın liderimiz miting meydanlarında bağıra bağıra “görüştüğümüzü iddia edenler şerefsizdir” derken, meğer resmi olarak pazarlık masasına oturulmuştu, İmralı’yla Kandil arasında vızır vızır kuryeler gidip geliyordu, mektuplar elden taşınıyordu.

Dördüncü istasyon, Londra’ydı… Oslo görüşmeleri sırasında emniyet istihbarat daire başkanı olan Ömer Altıparmak, Oslo görüşmeleri afişe olduktan sonra gazetecilere açık açık anlatacaktı, bölücü örgütle pazarlıklar İngiliz istihbaratının hakemliğinde yürütülüyordu. Hatta MI6 yöneticileri MİT’i sıkıştırmak için bölücü örgüte pazarlık taktikleri bile veriyordu. Bölücü örgütün İngiliz avukatı vardı, Mark Muller Stuart, bu arkadaş Londra’da sivil toplum kuruluşu maskesiyle bir düşünce enstitüsü kurulmasını sağlamıştı, bu sözde enstitü pazarlıklarda arabulucu rolü üstlenmişti.

Beşinci istasyon, İmralı’ydı… Yani bundan 10 yıl önceki açılımdı. Bugün olduğu gibi gene Pervin Buldan’la Sırrı Süreyya Önder, kurye olarak İmralı’ya gittiler. O günkü o heyette Ahmet Türk yerine Altan Tan vardı.

Hatta çok matraktır, Sırrı Süreyya Önder, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kravat takılmasın diye önerge vermişti, meclis albümüne kravatsız fotoğrafını koydurtmuştu ama İmralı’ya kravat takarak gitmişti!

Neyse, gittiler görüştüler filan, ne görüştüklerini kamuoyu bilmiyordu, sayın ahalimize habire “analar ağlamasın” deniyordu, analar ağlamasın palavrasıyla ayakta uyutuluyordu. Şak… İmralı tutanakları patladı! Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan’ın ziyareti sırasında İmralı’daki arkadaşın neler söylediği Milliyet gazetesinde kelime kelime yayımlandı.

(Bakın dikkat edin lütfen, bugünkü açılımda 10 yıl önceki tutanaklardan hiç bahsetmiyorlar, yokmuş gibi davranıyorlar, unutturmaya çalışıyorlar. Halbuki, İmralı’dakinin “sansürsüz” açıklamaları, Türkiye’nin hem geleceğine, hem de AKP iktidarına dair çok çarpıcı ipuçları veriyordu, bugünlerde “barış treni” denilen trenin, nereye gideceğini anlatıyordu.)

Parlamenter sistemi lağveden, Türkiye’yi tek adam rejimine geçiren anayasa referandumu henüz yapılmamıştı ama İmralı’daki açık açık “rejim değişikliği” olacağını müjdeliyordu. “Yepyeni bir Cumhuriyet kurulacak” diyordu. “İktidarı AKP’ye altın tepside sunduğunu, AKP’nin olgunlaşması için bilerek beklediğini, yıllardır bunun için sabrettiğini” anlatıyordu.

Kendisinin hapse tıkılmasıyla Fethullah Gülen’in ABD’ye gitmesi arasında “paralellik” olduğunu söylüyordu. “Benim buraya alınmamla birlikte Fethullah da ABD’ye alındı, Florida kontrgerillanın eski merkezidir, Türkeş filan orada yetiştirildi, yeni merkez artık Utah’ta, bu cemaatçileri Utah’ta eğittiler” diyordu.

(İmralı’dakinin 10 yıl önce söylediği bu sözlerini teyit edercesine, tesadüfe bakın ki, Fethullah Gülen’in öldüğü gün, tam o gün, Devlet Bahçeli çıktı, “Öcalan umut hakkından yararlansın, buyursun gelsin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde konuşsun” dedi.)

(Makarayı az geri sarıp hatırlayalım… 1999 yılında, AKP’nin iktidara gelmesinin arefesinde, iki çok büyük sürpriz yaşandı. Abdullah Öcalan Kenya’da yakalandı, Türkiye’ye getirildi, hemen bir ay sonra, Fethullah Gülen Türkiye’yi terk etti, ABD’ye gitti. Aslında… “Kuklacı”nın hamlesiydi. Apo’yu vermiş, Feto’yu almıştı. Çünkü, Türkiye’de kullanmak üzere, Apo’dan önce Feto’ya ihtiyacı vardı.)

(ABD’de ölüp ABD’de gömülen Fethullah Gülen, takkeliydi cübbeliydi ama Amerikan malıydı. Soğuk savaş ürünüydü. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün Batı Bloğu ülkelerinde Moskof korkusu pompalanmıştı, bu kapsamda Türkiye’de komünizmle mücadele derneği kurulmuştu. Bu dernek, komünizmle mücadele ayaklarıyla, milliyetçi ve muhafazakar gençleri manipüle ediyordu. CIA’in adam devşirme merkeziydi. Fethullah Gülen tee 1962 yılında işte bu derneğin Erzurum şubesinin kurucularından biriydi. Amerikalılarla ilk bağlantısı orasıydı, henüz 22 yaşındaydı.)

(Komünizmle mücadele derneğinin ilk şubesi, Amerikan elçiliğinin maddi yardımıyla İzmir’de açılmıştı, bir yıl sonra, ikinci şubesi Erzurum’da Fethullah Gülen tarafından kuruldu. Caferiye Camisi’ndeki vaazlarıyla çağrıda bulundu, camiye gelenleri bu derneğe üye yaparak örgütledi.)

(Komünizmle mücadele derneğinin İzmir ve Erzurum’dan sonra üçüncü şubesi Ankara’da kuruldu. Okuduğunuzda gözlerinize inanmakta güçlük çekebilirsiniz ama komünizmle mücadele derneğinin Ankara şubesine gidip gelenlerden biri Abdullah Öcalan’dı!)

(1995’te Şam’da verdiği röportajda bizzat anlatmıştı, henüz 18 yaşındayken, Ankara’da tapu kadastro lisesi öğrencisiyken, namazında niyazındaydı, Maltepe camisine gidip namaz kılıyordu, oruç tutuyordu, ve komünizmle mücadele derneğine gidiyordu. Necip Fazıl Kısakürek hayranıydı, komünizmle mücadele derneğindeki seminerlerine katılıyordu.)

(Biri Apo, biri Feto, ikisi de CIA aygıtı olan komünizmle mücadele derneğinden çıktı… Apo’yu verip Feto’yu almışlardı, Türkiye Cumhuriyeti devletini imha etmek için Feto’yu tepe tepe kullandılar, Feto’nun öldüğü gün, Apo’yu sahaya sürdüler.)

Parantezleri kapatıp, istasyonların güzergahlarına devam edersek… Bugün unutturulmaya çalışılan 10 yıl önceki İmralı tutanaklarının en önemli vagonlarından biri, Anayasa’ydı.

Öcalan işaret parmağıyla gösterip, “vatandaşlık maddesini sana yazdırıyorum, yaz” diyerek, Sırrı Süreyya Önder’e talimat veriyordu, Anayasa’da olmasını istediği vatandaşlık tanımını bizzat yazdırıyordu.

“Özgür iradesiyle Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılığını ifade eden her birey Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır” diyordu.

Yanisi şu… Anayasa’nın 66’ncı maddesinde yer alan “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” ibaresini “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır” diye değiştiriyordu. Anayasa’dan Türk’ü kaldırıyordu.

Tek tek izah ediyordu. “İlişkilerimizi anayasal ifadeye kavuşturmak istiyorum, çünkü ileride kendimizi özgürce yöneteceğiz, şu anda dayatırsak büyük alerji yaratır” diyordu. Uyandırmadan diyordu yani… Alıştıra alıştıra yapacağız demek istiyordu. Gevrek gevrek gülüyordu. “Ne ev hapsi, ne de genel af, bunlara gerek kalmayacak, hepimiz özgür olacağız” diyordu.

Peki, bütün bunlar neyin karşılığında olacaktı? Onu da izah ediyordu… “Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını destekleyeceklerini” söylüyordu!

Altını çizerek okuyun lütfen… “Bunların demesiyle olmaz, her şey parlamento kararıyla olacak” diyordu. “Komisyon kurulacak, Türkiye Büyük Millet Meclisi onaylayacak, bizim açımızdan anca o zaman olur” diyordu.

Peki bugün, tam olarak İmralı’dakinin şart koştuğu gibi, “barış sürecini yönetmek için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde komisyon kuralım” diyen kim? Dünyadan haberi olmayan Özgür Özel değil mi?

AKP, MHP, DEM, guguk kuşu operasyonuyla kurucu ayarlarından uzaklaştırılan yeni CHP… Barış treninin vagonları bunlar.

(PKK’nın silah bırakıp teslim olacağını söylüyorlar, ama aslında, bizim bu senaryoya tıpış tıpış teslim olmamızı bekliyorlar.)

Cümleten hayırlı yolculuklar dilerim… Yeni CHP’lilerle DEM Partililer trenin gidiş yönüne doğru, MHP’lilerle AKP’liler trenin gidiş yönünün aksine oturursa, penceredeki manzara daha güzel görünüyor!

Source: Yılmaz Özdil