Kıbrıs
KIBRIS Adası üzerinde, Londra ve Zürih Antlaşmaları gereği üç devletin garantörlüğü vardı. Bu statünün değiştiği söylenemez. İkisi düzenli askeri birlikler bulunduruyor: Türkiye ve Yunanistan. İngiltere’nin ise üsleri var. Avrupa Birliği’nin Kıbrıs’ı (tabii Güney Kıbrıs’ı) birlik içine üye olarak alması, Yunanistan’ın ısrarı diye takdim edilse de, birlik üyelerinin –en başta Almanya ve Fransa’nın– Doğu Akdeniz’i kontrol amaçlı, kendi yararlarına bir yerleşme yarattıkları çok açıktır. O tarihte Britanya da henüz AB’den ayrılmamıştı.Binaenaleyh, Avrupa Parlamentosu’nda ayrılma kararının açıklandığı gün, neredeyse zil takıp oynayan (bu bir abartma değil) Lord Owen’ın ham gösterisine karşılık, oturum başkanı “Sir, artık yeter. Zaten ayrıldınız, salonu da terk ediniz” diyerek karşılık vermişti. Bu AB tarihinin trajikomik bir manzarasıdır. Lord Owen daha önce AB adına her yerde romantik büyük, birleşik Avrupa nutukları atardı…SİSTEMATİK BİÇİMDE ENGELLENECEKLERKuzey Kıbrıs, AB’nin dışında kalacak, şart o ki güneye girsin. (Yani ilhakı kabul etsin.) Son zamanlarda güneyli Rumların reddedecekleri Federasyon statüsünü tekrar ileri sürüp kabullenme nedeni çok açık; “Biz bunları yutarız. Sonra atarız.” İşin garip tarafı; oran itibarıyla adadaki yerli Türklerden daha çok adaya Türkiye’den gelenler arasında karşı tarafa kayacaklarını düşünen ve özleyenler var. Böyle bir durumda, muhtemel AB’li Kıbrıs’ın, adanın kuzeyindeki nüfusun kaçta kaçına tahammül tahmin etmek zor değil. Ama kabul edecekleri oran korkunç derecede düşük olacak. Gerisi ise taciz edilecek. Sistematik biçimde iş verilmeyecek, muhtemelen boykotlarla ticaretleri engellenecek. Bürokrasinin kilit noktalarındaki Rumlar, onları her zaman engelleyecek. Beynelmilel organlara, yani Avrupa’daki Divan’a yapılacak müracaatların ne kadar adil bir uygulamaya tabi tutulacağı belli değil. Ayrıca, belirli sübvansiyonlar ve ödemelerle, adanın dışına, dünyanın belirli yerlerine itilecekleri de bir gerçek. Feci şekilde sükût-u hayale uğrayacaklar ve Türkiye’nin sorunları Kıbrıs’la bitmeyecek. Bu, sadece düşünülmesi gereken bir konu değil.Türk kavmi, miladi 13. yüzyıla kadar denizlerle ilgisi olmayan steplerde; atçılık ve süvarilikle yaşayan, hatta Avrupa içlerine ve o zamanki Doğu Roma İmparatorluğu’nun Anadolu sınırları içine yerleşen unsurlarıyla da denizden uzak bir topluluktu. İlk defa Selçukluların Anadolu’ya yerleşmesiyle, Sinop ve Alanya üzerinden deniz ve denizcilikle temasımız oldu. Bu, düzenli seyrüsefainin başlangıcıdır.Fatih Sultan Mehmed, “coğrafya kaderdir” mottosunu değiştiren bir hükümdardır. Denizci bir millet değilsek de denizci olmamıza karar verildi ve küçümsenmeyecek hamleler yapıldı. Türkiye’nin dış dünyada dostunu ve düşmanını en çok rahatsız eden tarafı, bahri kuvvetin güçlenmesi ve Doğu Akdeniz’de söz ve kuvvet sahibi olmasıdır. Buna bağlı olarak ticari filomuzun da genişlemeye başlaması dikkat çekicidir. Buna karşılık, Akdeniz kıyılarımız dışında açık denizde üssümüzü teşkil edecek coğrafi imkânlarımız son derece sınırlıdır.Kıbrıs Türklerinin talebi, mücadelesi, kimliklerini korumaları ve 1974 müdahalesi (ki bu partiler arasında tam bir işbirliği örneğidir), bu yapıyı değiştirmiştir. Ortadoğu dünyası, Türkiye’nin kendini emniyette hissedebileceği bir çevre değildir. Ama Türkiye sayesinde Ortadoğu’da sulh selamet mümkün olabilir. Bu durum artık açığa çıkmıştır. Doğu Akdeniz’in böyle bir parçayla savunulması; hem Çukurova için, hem güneybatıdaki Hatay için, hem de güneydoğu sınırlarımız için çok gereklidir.TÜRKİYE VE ORTADOĞU’NUN EMNİYETİ İÇİN GEREKLİKıbrıs Adası’nın hâkimiyeti Türkiye’de bulunmak durumundadır. Bu, Türkiye’nin emniyeti için gerekli olduğu gibi; denizciliği zayıf olan Ortadoğu’daki devletler -ki Müslüman Arap dünyası ve İran buna dâhildir- ve tabii ki şuursuzca AB’nin peşine takılarak Güney Kıbrıs’ı tanımaya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye Cumhuriyeti’yle olan bağını inkâr etmeye yönelen kardeş cumhuriyetler için de hassaten doğrudur.Gelecekte bu cumhuriyetlerin halkı, Akdeniz’de temas kurmak istediklerinde nereye ayak basacaklardır? Şayet Kıbrıs gibi bir kardeş ve müttefik cumhuriyet yanlarında olmazsa, bu denizde seyrüsefain imkânları olabilir mi? Yoksa tarihte İpek Yolu’nu kullanan Asya devletleri gibi, Akdeniz’e gelen bu çıkış noktasında, AB ticari dünyasına, oranın hâkimlerine tâbi olmak zorunda mı kalacaklardır?Bu problemin yalnızca bir yönü üzerinde durduk. “Kardeş cumhuriyetlerdeki Türk pasaportlu iş insanlarının geleceği ne olur?” sorusu ise gerilimin ilk merhalesidir.HALİÇHALİÇ’e, bütün dünyada “Altın Boynuz” denilir. Altın Boynuz, 1940’ların sonunda, bilhassa 1950’li yıllardaki şuursuz ve kalitesiz sanayileşme -daha doğrusu döküntü imalathanelerin buraya yığılmasıyla- ilk lekeyi aldı. Dünyanın en güzel manzarasına sahip, hem tarihe hem tabiata hâkim noktasında, ilk önce büyük şehre akan nüfusun gecekonduları yer aldı. Bugün o gecekonduların yerini betonlaşmış varoş binaları doldurdu. Hayat bu engebeli bölgede son derece zordur. Haliç’e akan derelerin yataklarına kurulan binalarda ya su baskını ya da toprak kayar. (Eyüp Devlet Hastanesi’nin arka tarafı gibi.)Son zamanlarda, Haliç kıyısında dolgu tekniğiyle gezi alanları ve yeşil sahalar yaratıldı. Eski antik binaların restorasyonuyla Rahmi Koç Müzesi gibi kuruluşlar ortaya çıktı. Sütlüce’deki eski mezbaha binası kongre merkezine dönüştürüldü. Feshane de sergi evine çevrildi. Lakin zevksizlik yine geldi. Bu gibi restorasyonlarda dahi dikkat edilmesi gereken panorama ve siluet, maalesef bürokrasi tarafından ön planda ihlal edildi. Lüzumsuz ve yersiz, başka yerde bulunması gereken -ve yeri de belli olan- Devlet Arşivleri’ni burada inşa ettiler. Ne tarihçiler zümresi ne de başka birileri bu binayı kimseden istemedi. Binayı yalnızca müteahhitler, kendilerine iş çıkarmak için gündeme getirdiler. Suriçi İstanbul’da arşiv görevi görecek kaç tane bina vardır. Mesela eski Rami Kışlası güzel bir kütüphane hâline dönüştürüldü. Bu gibi imkânlar hâlâ mevcuttur. Üstelik buraya yapılan yapı, arşiv için uygun bir bina da değildir.TARİHE BETON DÖKTÜLERResmiyetin attığı bu adım, özel sektör tarafından derhâl istismar edildi. Korkunç otel binaları inşa edildi. Bunların en beteri de en son yapılan Rixos Otel’dir. Rixos, tam bir küstahlık örneği. Evvela tersanenin yanında, büyük Fatih Sultan Mehmed’in Türk denizciliğinin başlangıcı olan taş kızak tersanesinin kalıntıları üzerine beton dökerek işi tamamladılar. Türkiye’de hiç kimse sermayeye ve otelciliğe karşı değil; ama tarihi ve tabiatı tahrip etmeye kimsenin hakkı yok. Üstelik bu otel, fevkalade çirkin. Dışarıdan baktığınızda Haliç’i gölgeleyecek bir yapı. Koru tarafından baktığınızda ise kömür depolarının idari merkezi gibi görünüyor. Şimdi de otelin daha da genişleyeceği ve Osmanlı Devleti’nin İstanbul’daki dördüncü büyük sarayından (Aynalıkavak Sahil Sarayı) günümüze ulaşabilen tek yapı olan Aynalıkavak Kasrı’nı gölgeleyecek şekilde yan tarafına inşaatlar yapılacağı konuşuluyor.İstanbullular İstanbul’la ilgilenmiyor. Sorsanız, şehrin yarısı kendisini “eski İstanbullu” olarak tanımlar; bana hiç öyle gelmiyor. Bu “İstanbulluyuz” diyen halk, bazı ecnebi oryantalistler ve İstanbul’a âşık turistler kadar bu şehri tanımıyor. Kadıköy’de oturanın Beyoğlu’nda ne olup bittiğinden haberi yoktur. Boğaz’da oturanlar, hayatlarında Suriçi’ne girmemişlerdir. Oradaki büyük eserleri sadece dışarıdan görürler. Şehir, eski eserlere ve çevreye saygısı olmayan müteahhitler ile onlar kadar bilgisiz mimarların eline kalmıştır.‘GUDUBETLİK ABİDESİ’İtalyanlar da parayı sever. Orada da mimarlar ve müteahhitler vardır. Ama hiç kimse Mimar Sinan’ın tersimi olan Unkapanı’ndaki Azebhane Camii ile Süleymaniye arasındaki “gudubetlik abidesi” olan metro köprüsünü yapmaz. Hiç kimse, Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’nin önünü, saçma sapan binalar ve alışveriş merkezleriyle doldurup bu çapulculuğu Beşiktaş istikametine doğru ilerletmez.Bunlardan bahsettiğinizde de bazı insanlar “Ama biz orada kahvede oturuyoruz, ne güzel” diyorlar. Kahvede oturmakla bir şehrin kimliğini ve siluetini anlamak ve yaşamı güzelleştirmenin ne ilgisi olabilir? Nusretiye Camii’nin yanına, Resim ve Heykel Müzesi diye 1950’lilerin zevksiz Denizbank binalarının benzerini yapmak ne demektir? Üstelik bunu da oraya yaptıran, bu millete Güzel Sanatlar ve Mimari öğreten kurumdur!
Source: İlber Ortaylı
Kanadalı fotoğraf sanatçısı Larry Towell, 44. İstanbul Film Festivali”ne konuk oldu
Yapı Kredi Kültür Sanat”ta gerçekleştirilen “Şiirden Fotoğrafa Larry Towell” başlıklı etkinliğin moderatörlüğünü gazeteci Defne Akman üstlendi.
Towell, 40 yılı aşkın kariyerinde önemli tecrübeler edindiğini belirterek, fotoğraf hayatının gelişiminde bazı figürlerin önemli rolü olduğunu söyledi.
Kariyerinde ayrıca ABD başkanlarının da önemli bir yer tuttuğundan bahseden Towell, “Ronald Reagan bu isimlerin başında geliyor. Çünkü kendisi savaşın başlatıcılarındandır. O, her yeri bir yangın yerine çevirdi. Elbette (George W.) Bush”un da hiç açmaması gereken Afganistan”daki savaşın benim kariyerimdeki önemini vurgulamalıyım. Son olarak (Donald) Trump da bunu devam ettirecek gibi duruyor.” dedi.
Towell, fotoğraf muhabirliğinin tarihte 19. yüzyılın sonlarında başladığına işaret ederek, şöyle devam etti:
“William Howard Russell, 1856″daki savaşta muhabir olarak çalıştı. O, askerlerin sıkıntılarını ve ıstıraplarını belgeledi, hikayelerini yazdı. Russell, askerlerin durumunu fotoğraflarıyla gündeme taşıdı. Aynı dönemde başka bir fotoğrafçı ise askerlerin gülümseyen hallerini anlattı. Oysa bu gerçek değildi. Bu da bize fotoğrafçılar arasındaki farkları gösteren iyi bir örnektir. Çünkü fotoğrafçılıkta önemli olan doğru hikayeyi güzel bir şekilde anlatmaktır.”
“Eskiden fotoğraf çok daha önemli bir anlama sahipti”
Kariyeri boyunca çektiği fotoğrafların yer aldığı önemli bir arşive sahip olduğunu dile getiren Larry Towell, “Daha sonra bu fotoğraflardan bazılarını kitaba dönüştürdüm. Günümüzde artık fotoğraf çekmek çok daha kolay. Verilere göre şu anda günde 3,2 milyar fotoğraf çekiliyor. Zamanın yeni imkanlar sağladığını kabul etmek gerekiyor. Eskiden “filmi ziyan etmek” diye bir mesele vardı. Bir fotoğrafı yakmamanız gerekiyordu. Bu artık söz konusu değil. Artık dijital bir dönemdeyiz ve bunlara gerek kalmadı.” ifadelerini kullandı.
Towell, dünyanın farklı yerlerinde çalışma fırsatı bulduğunu da anlatarak, şunları kaydetti:
“Nikaragua, Guatemala, Ukrayna, El Salvador çalıştığım savaş bölgelerinden yalnızca birkaçı. Burada 40 binin üzerinde fotoğraf çektim. Dünyada birçok yerde büyük insan hakları ihlalleri var ve ben de kariyerim boyunca büyük zulümlere şahitlik ettim. Eskiden fotoğraf çok daha önemli bir anlama sahipti. Ben Magnum”da çalışırken onlar çektiğimiz fotoğrafları dergilere servis ederdi. Burada önemli olan iyi bir hikaye anlatmaktı. Şimdi böyle dergiler ne yazık ki kalmadı. Fotoğraf da ölü bir işe dönüştü.”
Aynı zamanda bir müzisyen olan Towell”ın yaptığı şarkılardan örneklerin paylaşıldığı etkinlik, soru cevap bölümünün ardından sona erdi.
Larry Towell hakkında
Towell, 1953″te Kanada”nın eyaletlerinden Ontario”da dünyaya geldi. Toronto”daki York Üniversitesinde görsel sanatlar okuyan Towell”ın fotoğrafçılığa olan ilgisi ilk olarak burada başladı.
Hindistan”ın Kalküta kentinde gönüllü olarak 1976″da çalışmaya başlayan Towell, 1984″te “serbest fotoğrafçı” oldu, 1988 yılında ise ünlü fotoğraf ajansı “Magnum”a katıldı.
Larry Towell, fotoğrafçı ve yazar olarak Nikaragua”dan Meksika ve Kanada”ya, Filistin”den Afganistan”a gittiği ülkelerde birçok tarihi olayı ve çatışmaları belgeledi.
Çalışmaları “The New York Times”, “Life”, “Rolling Stone” gibi çok sayıda ünlü gazete ve dergilerde yayımlanan usta sanatçı, fotoğraf, şiir ve sözlü tarih alanında önemli kitaplara imza attı.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
Source: