Bir Ankara mimarından Başkent portresi
1) Kadri Kalaycıoğlu, en az beş nesildir doğma büyüme Ankaralı olan bir ailenin üç çocuğundan biri olarak 1927 yılında Ankara’da dünyaya geliyor. Kadri Bey, “Cumhuriyet’ten önce dedelerim tüccarmış. Tüccar derken, bugünkü gibi odalara bağlı, kayıtlı tüccar değil, alaturka Anadolu tüccarı neyse Ankara tüccarı da o” diye başlıyor anlatmaya: “Ancak hükümet merkezi oluşuyla tüccarların hayatında da Ankara ayrıca özellik arz eder. Babam Maliye Bakanlığı’nda küçük bir memurdu. O zamanın şartlarında memur kalburüstü kişiydi. Ben de çevremde hep öyle insanları gördüm; ne yapıyorlar, ne, nasıl konuşuyorlar, nasıl giyiniyorlar?… Bunlar ister istemez insanları etkiliyor. Şimdi bakınca anlıyorum ki, beni de etkilemiş. Annem tam bir ev hanımı. Biz üç erkek kardeşiz. Aile hepimizin eğitimine önem verdi; ağabeyim doktor, ben mimar, küçük kardeşim de kimya mühendisi oldu.”MÜTEVAZI İNSANLARIN YAŞADIĞI BİR KASABA1930’ların Ankarası nasıl bir yerdi? Neler yapılırdı? Şöyle anlatıyor: “Yüzde 90’ı özbeöz Ankaralı olan ve genelde mütevazı insanların yaşadığı, kasaba görünümlü, 30-40 bin nüfuslu, o da Cumhuriyet’in hükümet merkezi olması dolayısıyla olan bir şehirdi. Biz, Samanpazarı’nda yani eski Ankara’da oturuyorduk. Ankara, Kale merkez olmak üzere iki kilometre yarıçapında daire içine sığardı. Ondan sonra Ankara diye bir şey yoktu. Ankara’nın yerlisi mayıs ayından eylüle kadar şehirdeki evini bırakır, üç beş eşyayı at arabasına yükler bağ evine giderdi. Yanına konfor almaz, birkaç tahta çatalla, kaşıkla Ankara bağlarının nefis havasını teneffüs eder, üzümünü, armudunu yetiştirir, pekmezini kaynatır, eriştesini keser, kış hazırlığını yapardı. Bunu da müşterek bağ komşularıyla imece usulü yapardı. Bugün sizin evin eriştesi kesilir, yarın komşununki… Bizim için mutluluk, kaynatılmış pekmezi tavanın dibinden kazıyarak yemekti.”Sene 1942/Öğrencilik yılları…2) BÜTÜN ÜLKE DAYANIŞMA İÇİNDEYDİKalaycıoğlu, “Çocukluğumuzda aşırı isteklerde bulunmazdık, bulanamazdık. Bir şeyi talep edebilmek için o şeyi bilmeniz lazım! Her şeye malik olmak büyük mutluluk verirdi. O açıdan benim çocukluğum çok mutlu geçmiştir” diye devam ediyor: “İkinci Cihan Harbi döneminde paranız olsa da bazı şeyler yoktu. Ekmek karneyle verilince babaannem ekmeğini bize paylaştırırdı. Okulda ‘sarı defter’ler kullanırdık. O dönem doldurur, yazın siler, ikinci sınıfta tekrar kullanırdık. Boya kalemlerimizi müşterek kullanırdık. Bütün Türkiye zengini, fakiri bir dayanışma içindeydi. Zannederim şimdi böyle bir şey yok.”3) MEŞHUR KOMŞU: ATATÜRKKadri Bey ile bu sohbeti Çankaya Köşkü’nün bahçesine bakan evinde yapıyoruz. Bir an camdan dışarı bakıp duygulanıyor. Diyor ki: “Atatürk benim için devamlı buralarda gezen bir insan, bir dahi… Anneannemin bağı buralardaydı. Tatil günleri gelirdim. Atatürk’ü uzaktan15-20 atlıyla dolaşırken görürdük. Etraftan ‘Atatürk geliyor, Atatürk geliyor’ sesleri yükselirdi. Tabii o zaman Atatürk’ü bugünkü gibi bilmiyorduk. Çocukluk heyecanlı yaşıyorduk. O heyecanı bugün bile yaşıyorum! Atatürk modern bir hayatın başlamasına öncülük etti. Yalnız Ankara’yı değil, bütün Türkiye’yi eşit seviyeye getirdi.”Sene 1933/Sene 1930″lar-Kalaycıoğlu, annesi, babası, ağabeyi ve kardeşiyle4) RESSAM HOCALARIMIZİlkokul, ortaokul ve liseyi Ankara’da bitirdikten sonra sıra meslek seçimine geliyor. Mimarlığı seçmesinde onunla özel olarak ilgilenen, her sorusuna bir resim çizerek cevap veren doktor dayısının etkisi oluyor: “Resim yapabilmek bir mimarın olması gereken vasıflarından biridir. Bende bu yetenek vardı; portreler, sulu boya resimler, karikatürler yapardım. Ortaokuldaki resim hocalarım Paris’te tahsil yapıp 1930’larda Türkiye’ye gelmiş Eşref Üren ve Vehbi Öte’ydi. Ben onların parlak talebelerinden biriydim. Bana çok şey öğrettiler. Benim için resim yapmak, eski tabirle ‘ahval-i adiye’ idi. Çok severdim. Hâlâ da resim yapıyorum.”Sene 1963/Eşi ve kızıyla, Ankara5) FAKÜLTENİN İLK MEZUNLARINDANO sırada yurt dışından Türkiye’ye dönmüş Emin Onat’ın öncülüğünde İTÜ’nün Mimarlık Bölümü açılmıştı. Liseyi dereceye bitirenleri alıyorlardı. Kalaycıoğlu da onlardan biriydi… Babası oğlunun cebine 50 lira koyup onu İstanbul’a yolladı. Sene 1946… Kadri Bey: “Okulun Leyli Meccani bölümüne kayıt yaptırdım. Böylece aileme yük olmaktan kurtuldum. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk mimarlık fakültesi talebelerinden biri olduğum için mutluyum. O zaman bütün üniversitenin mevcudu 810 kişiydi. Mimarlık fakültesine 55 kişi girmişti. Mimar Sinan sebebiyle aşinalık varsa da toplumda mimarinin ne olduğu çok bilinmiyordu.”6) YENİ ÜLKENİN YENİ BİNALARIKalaycıoğlu, 1951 yılında mezun oluyor. İlk görev yeri Bayındırlık Bakanlığı: “İkinci Cihan Harbi bitmişti. Devlet en çok eksik olan hükümet ve vilayet konakları üzerine proje üretiyordu. Biz de il ve ilçeler için model binalar çiziyorduk. 1950’li yıllarda çizimini benim yaptığım tahminen 200’den fazla bina yapıldı. Nerede olduklarını bilmiyorum (gülüyor)! Urfa’daki hükümet konağını özel çizdik. Her şey kıt imkânlarla yapılıyordu. Bir buçuk yıl sonunda serbest çalışma hayatına geçtim. Ankara’nın ilk modern oteli; Balin Otel’i yaptık. Uzun süre hem Ankaralılara hem yabancı ricale hizmet etti. Odaların tefrişiyle, salonlarıyla ve ‘roof’uyla Ankara’da çığır açtı.” Kalaycıoğlu’nun imzası olan diğer yapılar: Bahçelievler’deki yapı kooperatifi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin içi, Gordion Müzesi…RUTİN YAŞAMAYIN HAYATTAN KEYİF ALINKendi fiziksel duruşunu nasıl sağlam tutuyor? Kadri Bey: “Bir gayret sarf etmiyorum. Hiçbir zaman hiçbir şeye aşırı olarak müptela olmadım. Zihinsel olarak da bir gayret endişem yok. Canımın ne istediğini bilirim ve onu zevkle yaparım. Bir insan yaptığı şeyden, baktığı şeyden zevk almalı. Rutin olmamalı. Hayatı yaşıyorsun! Biraz da kadere inanmak lazım. Hayatı oluruna bırakmak ne olacağını bilmeden yaşamak daha güzel!”Sene 2011/Meslekte başarı ödülleri töreninde Süleyman Demirel ileŞEHİRLER BİRBİRİNE BENZEDİKadri Bey, “Ankara kasaba görünümlü bir köydü. Çok güzeldi çünkü her şeyiyle Ankaralılara özgüydü” diyor: “Türkiye’deki bütün şehirler yaşam biçimine, iklimine, coğrafyasına göre kendine özgüydü; ne Kırşehir Ankara’ya benzerdi ne Erzurum Kars’a ne Kars İzmir’e… Şimdi tüm şehirler birbirine benziyor. Sebebi, mimari dokunuş azaldı. İyi örnekler; Göynük, Bursa tarafları, Muğla tarafları, Birgi, Ödemiş…”İSTANBUL ANCAK DÜRBÜNLE BAKINCA GÜZELKalaycıoğlu’nun evinin duvarları yaptığı eski Ankara ve İstanbul resimleriyle süslü: “Öğrenciliğimin İstanbulu ile şimdi arasında dağlar kadar fark var. İstanbul çok nadir özellikleri olan bir şehirdi. Gökdelenlerle çirkinleşti. Eskiden yakından da güzelken şimdi ancak uzaktan dürbünle bakarsan İstanbul’dan zevk alıyorsun!”ANKARA MİMARİSİAnkara’nın ‘modern mimarisi’ni nasıl değerlendiriyor? Yanıtı: “Birinci Cihan Harbi’nden yoksulluk içinde çıkan Cumhuriyet’in halkını iskân ettirecek binaya ihtiyacı var. Sivil mimaride halk kendi göreneğine göre binasını yapıyor; kimi taştan kimi ahşap kimi kerpiçle… Devlet içinse kalıcı bina lazım. Büyük Atatürk, Hitler Almanyası’ndan kaçan Yahudi sanat insanlarını, mimarları davet ediyor. Clemens Holzmeister bütün bakanlıkları yapmış. Nüfusunun artmasıyla yeni şehir kurulmaya başlanıyor.”VÜCUT EN UFAK YANLIŞI ANLARBir mimar sokakta yürürken nelere dikkat eder? Yanıtı: “Her binaya bakarım. Bazısının hatları güzeldir, boyası yanlıştır. Bazısında tam tersi. Kapı kulpuna, merdiven genişliğine, kapı tokmağına dikkat ederim. Merdiven yüksekliğinde milimetrik fark bile olmamalı. Vücut bu hatayı hemen anlar. Ankara’nın en güzel binaları Etnoğrafya Müzesi, Numune Hastanesi, Yahudi mahallesi ve hisar içindeki yapılar.”
Source: Zeynep Bi̇lgehan
Ahmet Adnan Saygun’un ‘Yalan’ı
Bugünlerde Ahmet Adnan Saygun eserleriyle tekrar gündeme geldi. Tanıtacağım kitap bu açıdan önem kazanıyor:Yalan… Sanat Konuşmaları -Ahmet Adnan SaygunYayına Hazırlayan: Seyit Yöreİçindekiler:Önsöz / Seyit YöreSunuş / Seyit YöreYalanÇileİçimizdeki ÂlemSesŞahsiyetTesirHamle MecburiyetiMahalli RenkFerdiyetçilik ve Mahalli RenkFolklor ve SanatUyku“Yalan” ve Saygun’un Görüşleri Hakkında Değerlendirmeler / Seyit YöreSözlükKaynakçaKısa Tanıtım: “Ahmed Adnan Saygun’un 1934’ten başlamak üzere çeşitli dergi ve gazetelerde teknik düzeyde makaleler ve bu kitaptakiler gibi betimleyici denemeler yayımladığı görülmektedir. Yalan (Sanat Konuşmaları) adlı bu kitapta yer alan yazılardan dokuz tanesi aslında 1943 yılının mayıs, haziran ve temmuz aylarında, Ulus gazetesinde yayımlanmıştır. Saygun, bu yazılarına ‘Ses’ ve ‘Uyku’ adlı iki yazı daha ekleyerek 1945’te bu kitabı yayımlamıştır. ‘Ses’ ve ‘Uyku’ dışında, bahsedilen dokuz adet yazı, Gülper Refiğ tarafından hazırlanan ‘A. Adnan Saygun ve Geçmişten Günümüze Türk Musikisi (1991)’ adlı kitapta da toplu olarak yer almıştır. Ankara’da Doğuş Matbaası’nda basılmış olan orijinal kitabın kapağının el yazısı olması, Yalan’ın herhangi bir yayınevine bağlı olmadan Saygun tarafından yayımlandığını ortaya çıkarmaktadır. Yalan adı ise kitapta yer alan bir yazının başlığıdır.Osmanlı döneminden kalan eserlerin ve Anadolu halk şarkılarının notasyonlarına, müzikle ilgili el yazması diğer kaynaklara ve belgelere dijital arşivlerden ulaşılabilirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 101 yıl geçmiş olmasına rağmen Türk Çoksesli/Çağdaş Müziği bestecilerinin eserlerinin notasyonlarına, makale ve kitaplarına -Türkiye’de bunlarla ilgili düzenlenmiş bir arşiv/kütüphâae bulunmadığından dolayı- ulaşılamamaktadır. Bu çalışmalar ancak ayrıntılı araştırmalarla, varsa kurumsal yoksa kişisel arşivlerden edinilmektedir.Yalan (Sanat Konuşmaları), benim de eğitim aldığım Ankara Devlet Konservatuvarı’nda Saygun’un bestecilik öğrencisi olan hocam Prof. İlhan (Baran) Akıncan’la birlikte çerçevelendirdiğimiz ‘müzikle ilgili fazla bilinmeyen kaynakları yeniden değerlendirme’ düşüncesi kapsamında tarafımca yayına hazırlanan ilk çalışmadır. İşte bu kitabı ilgililerinin ulaşabilmesi amacıyla yıllar sonra ortaya çıkarıp anlaşılabilmesi için düzenleyerek yeniden yayınladık.”Özet: “Neşeyi anlatan sesler vardır. Bu bazen halay çekenlerin boğuk çığlığı veya horonun cezbesine kapılanların keskin ıslığı olur. Acıyı anlatan sesler vardır. Bu bazen koca bir ömrün bir derdini sezdiren bir ‘ah’ veya içe akan gözyaşlarını gönüllere ulaştıran bir ağıt olur. Anasının boynuna atılan yavrunun sesi vardır.Birbiri üstüne kıvrılan dalgaların sesi vardır. Gökyüzünde kanat çırpan kartalın sesi vardır. Ve nihayet şuur altının el yordamıyla sezilen yolundan rüyalar iklimine götüren sesler vardır.”Bütün müzisyenlere müzikseverlere salık veririm.(Bağlam Yayınları)
Source: Doğan Hizlan
Cumhuriyet Pazar bu hafta da dopdolu!
Cumhuriyet Pazar dopdolu sayfalar ve renkli içeriklerle karşınızda… ‘Bütün gece ağladım, hayatımın en güzel günüydü’ Galatasaray’ın şampiyonluk kutlamasına babasının tesbihiyle çıktı, gözyaşlarıyla sahneye damga vurdu. Güliz Ayla ile müziğin dönüştürücü gücünü ve ailesinden kalan duygusal izleri konuştuk. – Deniz Ülkütekin Ana babalık tarzları: Rehber mi oluyoruz, yük mü yüklüyoruz? Çocuklarımızı nasıl yetiştirdiğimiz, onların kim olacağını belirliyor. Övünmek, yönlendirmek, özgür bırakmak… Peki, asıl ihtiyaç rehberlik değil mi? – Prof. Dr. Üstün Dökmen Mustafa Kemal’den Corinne’ye Latin harfleriyle yazılan mektup Atatürk’ün Latin harflerine geçiş düşüncesi, sanıldığından çok daha eskiye dayanıyor. 1914 tarihli bir mektup, bu devrimci fikrin izini gözler önüne seriyor. – Tolga Aydoğan Dünya ısınıyor, risk büyüyor 4 milyar kişi, 30 gün boyunca aşırı sıcaklara maruz kaldı. Bilim insanlarına göre sıcaklık dalgaları artık geçici değil kalıcı. – Ayça Ceylan Hollywood’a gösterişli bir yergi Seth Rogen ve Evan Goldberg’in yeni dizisi “The Studio”, absürt mizahıyla film endüstrisine bol kahkahalı bir bakış atıyor. – Başak Bıçak Haziran sofraları: Dengeyle hafiflik Yaz mutfağının sırrı detoks değil denge. Su oranı yüksek sebzeler, Akdeniz tipi tabaklar ve bedenle barışan tarifler bu yazıda. – Burçak Şener Notting Hill’in tüm yüzleri Orwell’in anlatılarından Elton John’un koleksiyonlarına, pastel sokaklardan Kyoto Bahçesi’ne Londra’nın en müstesna semti Notting Hill’in tarih, kültür ve estetikle örülü hikâyesi. – Aylin Ayaz Yılmaz Attan son iniş Bir atla vedalaşmak insanı nasıl anda tutar ve nasıl her veda gibi bir farkındalık fırsatı sunar? – Alara Baykent Putlar kırılıyor, peki ya sonra? Asaf Halet Çelebi’nin dizelerinden Hz. İbrahim’in sorgulamalarına, sembol ile hakikat arasındaki o kadim gerilim. – Ayşe Acar Stuttgart’ta sanatla dolu bir gün Otto Dix’ten Sarah Morris’e uzanan bir seçki… Stuttgart’ın sanat tapınağında çağdaş sanatla geçmişin izleri buluşuyor. – Güven Baykan Kültür Rotası… – Berrin Karadeniz Gazeteniz Cumhuriyet’le birlikte istemeyi unutmayın!
Source: Haber Merkezi
Yahuda”nın çocukları
Zamanın çehresi değişti. Bilgi çağındayız artık. Milyonlarca veri saniyeler içinde üretiliyor, yapay zekâ en karmaşık sorulara anında cevap veriyor ve fakat bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı bu çağda, hakikate varmak her zamankinden daha zor; çünkü bilgi çoğaldıkça, anlam kayboluyor, insanın iç âlemi ise boşlukla sarsılıyor. Sayılar artıyor, teoriler çoğalıyor ama hakikati arayan gönüllere ışık tutamıyor. Modern insanın trajedisi tam da burada başlıyor: Malumatı bol ama marifeti yok, zekâsı keskin ama irfanı eksik, aklı kalbiyle bağ kuramıyor.
MODERN BİLGİ ANLAYIŞININ ÇIKMAZI
Bugün modern dünyanın bilgi anlayışıyla kadim medeniyetimizin ilim tasavvuru arasında büyük bir uçurum var. Batı düşüncesi, bilgiyi yalnızca deney ve gözleme indirgemiş, vahyi dışlamış, insanı parçalara bölerek çözmeye çalışmıştır. İnsanı akıl ve beden boyutuyla ele almış; ancak ruhu ve vicdanı dışlayan indirgemeci bir anlayış benimsemiştir. Böylece insan, maddî varlığı üzerinden tanımlanmış; duygusu, sezgisi, iç dünyası yok sayılmıştır. Bilgi, bu anlayışta soğuk bir araç olmuş, hakikate değil güce hizmet eder hâle gelmiştir.
GÜÇ İÇİN BİLGİ, HAKİKAT İÇİN DEĞİL
Bu yaklaşım, bilginin sadece ölçülebilir ve kullanılabilir olana indirgenmesini beraberinde getirmiş; anlam, değer ve istikamet kavramları bilgi üretiminin dışında bırakılmıştır. “Bilgi güçtür.” anlayışı, zamanla “Bilgi hakikattir.” düşüncesinin önüne geçmiştir. Neticede bilgi, insanı yüceltmek yerine nesneleştiren; sorumluluktan ziyade hâkimiyete yönelten bir vasıtaya dönüşmüştür. Böyle bir bilgi anlayışıyla üretilen bilim, ahlaktan kopuk, hikmetten mahrum ve toplumsal adaleti gözetmeyen bir yola sapmıştır.
Nitekim modern çağ, zekânın zirve yaptığı, fakat hikmetin kaybolduğu bir dönem hâline gelmiştir. Zekâ geliştirilmiş, sistemler kurulmuş, teknolojiler inşa edilmiş; ancak insanî krizler derinleşmiş, ruhsal bunalımlar çoğalmış, adalet fikri örselenmiştir. Bilgi; akıl, kalp ve ruh bütünlüğü içinde ilahi bilgiyle yoğrulmadıkça insanı hakikate taşıyamaz.
CEHALET: BİLGİSİZLİK DEĞİL, HAKİKATTEN KOPUKLUK
Cehalet, bilgisizlikten ziyade bazen bilginin yanlış yöne sevk ettiği bir körlüktür. Zihin doludur, fakat kalp kapalıdır. Kur’an-ı Kerim bu durumu şöyle tasvir eder: “Onların kalpleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler.” (A’râf, 179)
Bu hâlin tarihî bir örneği Asr-ı Saadet’te karşımıza çıkar: Ebu Cehil. Gerçek adı Amr bin Hişâm’dı. Dönemin en kültürlü, en bilgili, en etkili şahsiyetlerinden biriydi ve fakat vahyin çağrısına direndi, ilahî hakikate sırt çevirdi. Bu yüzden ona, “Cehaletin Babası” manasına gelen Ebu Cehil denildi; çünkü bilgi, eğer kişiyi hakikate götürmüyorsa sadece yük olur. Kur’an-ı Kerim bu durumu şu ayetle bildirir: “Kim bu dünyada kör olursa, âhirette de kördür ve yolca daha sapıktır.” (İsrâ, 72)
Bu da gösteriyor ki, asıl cehalet, hakikate gözünü yummak, bilgiyi duymak ama onunla yön bulmamaktır. İnsan, gözleriyle görebilir, kulaklarıyla işitebilir, zihni bilgiyle dolup taşabilir; fakat kalbi hakikate kapanmışsa, bu onun en karanlık cehaletidir.
Âlim; bilgiyi kalp ile buluşturan, davranışa dönüştüren, onunla yücelen ve Allah’a karşı gelmekten sakınan kimsedir. Kur’an-ı Kerim, ilmin dönüştürücü etkisini şu ayetle ortaya koyar: “Allah’tan ancak âlim kulları gereği gibi korkar.” (Fâtır, 28) Gerçek âlim, bilen olmanın yanı sıra adil, erdemli ve Allah’tan korkan bir şahsiyettir. Böyle biri toplumun vicdanı, ümmetin rehberi olur. Bu, ilmin kalbi etkileyen, sorumluluk doğuran yönünü öne çıkarır. Cehalet ise bu sorumluluktan kaçmanın, bilgiyle kibirlenmenin ve hakikatten kopmanın adıdır. Bu bağlamda bazen çok şey bilmek, hakikate en uzak hâle düşmekle sonuçlanabilir.
VAHİY: İLMİN, KALBİN VE HAYATIN DİRİLTİCİ KAYNAĞI
İnsanın sınırlı aklı mutlak hakikati tam olarak kuşatamaz. Bu sebeple en güvenilir bilgi kaynağı ilahî vahiydir. Vahiy, kitabî bir bilgi olmaktan öte Peygamberimizin örnekliğinde hayat bulan, aklı yücelten, kalbi aydınlatan, insanı istikamete taşıyan bir diriliş kaynağıdır.
Kerim Kitabımız, Cenab-ı Hakkın insana bilmediğini öğrettiğini beyan eder (Alak, 5); bu da gösterir ki insan kendi haline bırakılmamış, aklı vahiy ile yönlendirilmiş, kalbine ilahî bir nur indirilmiştir. Akıl olayları analiz eder, sezgi derinlik katar, tecrübe bilgiyi işler; fakat vahiy özü gösterir, hakikatin merkezine ulaştırır.
İslam medeniyeti, bilgiyi sadece akla indirgememiş; vahyi onun rehberi yapmıştır. Kur’an ve sünnet, aklı ve tecrübeyi tamamlayan, bilgiye yön veren kaynaklardır. Vahyin ışığından yoksun bilgi, kuru bir enformasyon; onunla bütünleşen bilgi ise hikmete ve ihyaya dönüşür.
Tarih boyunca İslam’ın altın çağları, vahyin rehberliğinde aklın özgürce işlediği dönemler olmuştur. Bu yaklaşım sayesinde bilim ahlaktan, teknik gelişmeler insanlıktan, kültür ise ibadetten kopmamıştır. Gerçek bilgi; aklın, kalbin ve vahyin birlikteliğiyle anlam kazanır. Diriltici olan da budur: Bilgiyi vahiy ile bütünleştirip hayata taşımak..
İLİMLE YOĞRULMUŞ KULLUK: İMAN, BİLGİ VE DAVRANIŞ BÜTÜNLÜĞÜ
Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette “iman edenler ve salih amel işleyenler” birlikte zikredilir. Bu, inancın yalnızca kalpte taşınan bir duygu olmaktan öte davranışlarla bütünleşen bir değer olduğunun göstergesidir; ancak bir amelin “salih” olabilmesi, o amelin sağlam bir bilgi temeline dayanmasına bağlıdır; zira niyet halis olsa da ilimden yoksun bir ibadet, şekilciliğe, yüzeyselliğe ve hatta zamanla sapmaya götürebilir.
Sahih bilgiye dayanmayan ibadet anlayışı, bidatlerin yayılmasına, taassubun kökleşmesine zemin hazırlar. Şuurdan yoksun ibadetler, zamanla ruhsuz bir alışkanlık hâline gelir ve şekle hapsolmuş bir dindarlığa sürükleyebilir. Böyle bir kulluk anlayışı, Allah tasavvurunda da dengesizlik doğurur. Kimisi yalnızca azap vurgusuna yönelir, kimisi sadece sevap beklentisine; böylece rahmet ile adalet arasındaki ilahî denge bozulur.
Sahih bilgiden ve ihlastan uzak ibadetlerin bir başka riski ise bireysel dindarlığın toplumsal ahlâka yansımaması tehlikesidir. Bu durumda insan, namaz kılar ama kul hakkını gözetmez, dili gıybetten, eli haksızlıktan uzak durmaz; oruç tutar ama kini dinini gölgeler, gözünü öfke bürür sözüyle incitir, davranışıyla kırar; sadaka verir ama mal hırsından arınmaz, faizden uzak durmaz; Hacca gider ama riyası tavafına eşlik eder, kibri Arafat’ta arınmaz, nefsini Mina’da kurban etmez; Kur’an okur ama emirlerin gereğini yerine getirmez, yasaklananlardan kaçınmaz; oysa ibadet, şuur ve istikamet ister. Belki şöyle demek mümkündür: İman, yönü tayin eder; ilim, o yönü nasıl izleyeceğimizi öğretir; amel ise bu yönü hayata geçiren fiildir. Asıl kulluk, şeklen yapılan ritüellerin dışında ihlâs ve şuurla ilmin ışığında yaşanan bir hayattır. Gerçek ibadet, şekil şartları bittikten sonra başlar; çünkü hakikat, Üstat Necip Fazıl’ın şu çarpıcı ifadesinde saklıdır:
“Namaz camiden çıkınca, Hac Mekke”den dönünce, Ramazan oruç bitince başlar.”
İbadetten maksat yalnızca namaz, oruç, hac ve zekât gibi bilinen ibadetleri yerine getirmek değildir. İslam’a göre hayatın tamamı, Allah rızasını gözeterek yaşandığında bir ibadet hâline gelir. Sabah evden çıkarken güne besmeleyle başlamak, yolda gördüğünü selamlamak, bir gönlü teselli etmek, işini dürüstçe yapmak, bir çöpü yoldan kaldırmak dahi ibadet sayılır. Aynı şekilde, bir öğretmenin öğrencisine adaletle yaklaşması, bir hekimin mesleğini ehliyetle ve merhametle icra etmesi, bir esnafın ölçüye ve helale riayet etmesi, bir yöneticinin kamu malını emanet olarak görüp titizlikle sahip çıkması da ibadet kapsamındadır.
Emaneti ehline vermek, liyakati gözetmek, görevini ihmal etmemek, bir çalışmayı hakkıyla ve vaktinde hazırlamak, hata yapanları samimiyetle uyarmak, doğru ve dürüst çalışanları taltif etmek, verdiği sözde durmak da bu anlayışta ibadet olur. İslam’da ibadet yalnızca camiyle sınırlı değildir; ahlâklı bir meslek hayatı, dürüst bir ticaret, adaletli bir yönetişim de kulluk halkasının ayrılmaz parçalarıdır. İş yerinde dakik olmak da mesaiden çalmamak da kamu görevini şahsî menfaate dönüştürmemek de sorumluluk bilinciyle yapılan birer kulluk tezahürüdür. Aynı şekilde, bir yetime kol kanat germek, bir mazlumun, bir mağdurun, bir muhacirin duasını almak için çaba göstermek de ibadettir. Küs olanları barıştırmak için gayret etmek, gelmeyene gitmek, vermeyene vermek de kulluk şuurunun gereğidir. Gözyaşı olan yere merhamet, hüzün olan yere sevinç, zulüm olan yere adalet, nefret olan yere muhabbet ve korku olan yere emniyet taşımak da ibadetin en canlı göstergeleridir.
Bu noktada, dikkat çekici bir çelişkiye temas etmek gerekir: Kimileri sürekli “Allah rızası”ndan söz ederken yaptığı işte sorumluluk bilincinden uzak, özensiz ve keyfî bir tutum sergileyebilmektedir; oysa İslam’da sözle niyet beyanı, ancak fiille teyit edildiğinde anlam kazanır. Allah rızasını niyetinde taşıyıp bunu dillendirmeye gerek duymadan davranışlarıyla gösteren kişiler; mesleğini layıkıyla yapan, emanete sadakatle yaklaşan, doğruluğu ve hakkaniyeti işinin her safhasına yansıtanlardır. Buna karşılık, dilinde sürekli Allah rızasını taşıdığı hâlde işini özensiz yapan; sözüyle özü, söylemiyle eylemi arasında derin bir uçurum bulunanlar, yalnızca kendilerini kandırmakla kalmaz, aynı zamanda hem hakikate hem de topluma karşı ağır bir vebalin altına girerler
Bu anlayışa göre ibadet, Allah’ın rızasını kazanma niyetiyle geçirilen her anı değerli kılan bir hayat tarzıdır. İlim ise bu hayat tarzını şuurlu ve dengeli kılar. İmanla anlam bulan bu yolculuk, ilimle aydınlanır, kulluk bilinciyle kemale erer. Böylece insan, her anıyla, her sözüyle, her davranışıyla kulluk bilincini yaşayan hakiki bir mümin hâline gelir.
İLMİN ÜÇ AŞAMASI: HAKİKATE ULAŞTIRAN MERHALELER
İslam düşüncesinde ilim, zihinsel farkındalıktan yaşanmış hakikate doğru ilerleyen aşamalı bir süreçtir. Bu süreç üç temel kavramla açıklanır: ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn.
İlme’l-Yakîn (bilmek, haber almak), sağlam ve güvenilir kaynaklardan edinilen ama henüz şahsî tecrübeyle pekişmemiş teorik bilgidir. Okuma, dinleme, ders ve anlatım yoluyla kazanılır. Bu aşama, kavramsal düzeyde farkındalık kazandırır ve bilgi temelli eğitimi teşvik eder; ancak yaşanmışlık içermez ve bilgi henüz zihinsel düzeyde kalır.
Ayne’l-Yakîn (görmek, müşahede etmek), kişinin bilgiyi gözlem, inceleme ve şahitlik yoluyla dış dünyada görerek pekiştirdiği düzeydir. Bu aşamada kişi, sadece işitmeyle yetinmez; dış dünyayla doğrudan temas kurar. Öğrenme, zihinsel kavrayıştan görsel ve duyusal algıya taşınır. Bilgi daha somut hâle gelir; fakat hâlâ kalbî idrak ve iç dönüşüm gerçekleşmemiştir.
Hakka’l-Yakîn (yaşamak, hale dönüşmek), bilgiyi içselleştirme, doğrudan yaşama ve kişiliğe dönüştürme sürecidir. Hakikat artık sadece bilinmez ya da görülmez; doğrudan tecrübe edilir. Deneyim, içsel farkındalık ve ahlakî sorumlulukla birleşen bu aşama, ilmin karaktere dönüştüğü, davranışa yansıdığı ve gerçek manada yaşandığı en ileri düzeydir.
Bu üç aşama, birbirini tamamlayan bir ilerleyiş çizgisi içinde düşünülmelidir. İlme’l-yakîn bilgiyle başlar, ayne’l-yakîn gözlemle derinleşir, hakka’l-yakîn ise tecrübeyle hakikate dönüşür. Bilmek, görmek ve yaşamak aşamaları, şu benzetmeyle daha somut hâle getirilebilir: Yağmurun yağdığına dair haber almak ilme’l-yakîn; yağmurun yağmasını gözleriyle görmek ayne’l-yakîn; yağmurda ıslanmak ise hakka’l-yakîndir.
Bu benzetme, ilmin zihinden süzülen, kalpte kök salan ve hayata yön veren dinamik bir yolculuk olduğunu anlatır. Bu merhaleler, eğitimin bilgiyle başlayıp duyguya, ahlaka ve zarafete ulaşan bütüncül bir inşa süreci olduğunu ortaya koyar.
GELENEKTEN GELECEĞE: İLMİN MERHALELERİYLE EĞİTİM TASAVVURU
Modern eğitim sistemleri çoğu zaman bilgiyi, aktarılan ve sınavla ölçülen bir içerik yığınına indirgemekte; zihni doldurmayı hedefleyip kalbi ve davranışı ihmal etmektedir; oysa kadim ilim geleneğimizde bilgi, zihinsel bir kazanım olmanın ötesinde kalpte kökleşen, davranışta şekillenen ve sorumlulukta kemale eren bir inşa sürecidir.
Bugünün öğrencisi bilgiye kolayca ulaşabilmekte; ancak bu bilgiyle anlam bağı kurmakta, onu şahsiyet ve eyleme dönüştürmekte zorlanmaktadır. İslam’ın eğitim anlayışı ise bilgiyi sadece edinilen bir veri olarak görmez, hikmetle yoğrulmuş ve sorumluluk bilinciyle içselleştirilmiş bir kişilik inşası olarak görür. Bu bağlamda klasik ilim merhalelerine dayanan bir eğitim yaklaşımı; ezberci ve sınav odaklı yaklaşımlara karşılık şahsiyeti önceleyen, ahlak temelli, hikmet merkezli bir eğitim modeli sunar. Bilginin beceriye, değere ve davranışa dönüşmesiyle hem fert hem toplum düzeyinde derin bir dönüşüm gerçekleşebilir.
Modern eğitimin en çok ihtiyaç duyduğu eksik halka da budur: Bilginin karaktere nüfuz etmesi, iradeye yön vermesi ve sorumluluk bilinciyle toplumda iyilik olarak yankı bulması. Eğitim bir meslek edindirme aracından ziyade anlamlı ve hikmetli bir şahsiyet yolculuğu olmalıdır. Bu da ancak güvenilir bilgi, gözleme dayalı farkındalık ve yaşanmış tecrübenin aynı istikamette buluşmasıyla mümkündür.
İLMİN GAYESİ: SALİH AMEL, GÜZEL AHLAK VE TAKVA EKSENİNDE DÖNÜŞÜM
İstikamette ve amelde çarpıklık çoğu zaman düşüncedeki sapmadan kaynaklanır; zira düşüncedeki milimetrik bir sapma, fiiliyatta büyük bir yön kaymasına sebep olabilir. Temiz ve sahih beslenme kaynaklarından edinilen doğru ve faydalı ilim, düşüncenin doğru şekillenmesine, düşüncenin sıhhati de eylemlerin istikametine yön verir ve ancak bu bütünlük içinde hakikate ulaşılabilir. Dolayısıyla ilim; insanın kendini tanıması, nefsini terbiye etmesi, güzel ahlaklı, hayırlı ve faydalı bir insan olması ve rızay-ı ilahiyi kazanmasına vesile olacak bir kılavuzdur.
Doğru bilgilenme için eğitim o kadar önemlidir ki hicretten itibaren müminler, secde edilecek mescitlerin yanı başına Ashab-ı Suffa misali medreseler, mektepler inşa etmişlerdir. İslam’ın eğitim modeli, teorik değil pratik temellidir. Ashab-ı Suffa, bu modelin ilk örneğidir. Mescid-i Nebevi’de eğitim gören bu topluluk, öğrendiklerini yaşayan, yaşadıklarını yayan bir ilim halkasıdır. Peygamberimizin eğitim ilkeleri de bugünün eğitim sistemlerine ışık tutacak mahiyettedir: “İlim öğrenmek kadın erkek her Müslümana farzdır”, “İlim Çin’de de olsa gidip öğrenin.”, “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin”, “Ya öğrenen ol, ya öğreten, ya dinleyen ya da seven. Sakın beşincisi olma, helak olursun.” Bu hadis-i şeriflerin tümü, Peygamber Efendimizin eğitim anlayışının kapsayıcı, süreklilik arz eden, çaba ve sorumluluk temelli bir yapıda olduğunu ortaya koyar. Ona göre ilim, kadın-erkek ayrımı olmaksızın herkes için bir farz, coğrafi mesafe tanımaksızın aranan bir değer, ömür boyu süren bir yolculuk ve insanı helakten koruyan bir kurtuluş vesilesidir. Aynı zamanda bu ilkeler, öğrenmenin ve öğretmenin hem şahsî gelişim hem de toplumsal diriliş için vazgeçilmez olduğunu, ilimden uzaklaşmanın ise cehaleti derinleştireceği ve manevî çöküşü beraberinde getireceğini gösterir.
BİZİM MEDENİYETİMİZ İLİM MEDENİYETİDİR
Gerçek ilim, insana tevazu kazandırır, sorumluluk duygusu verir. Zekâya vicdan, başarıya erdem, güce adalet katmadıkça bilgi, hakikate ulaştırmaz. Bu sebeple medeniyetimiz, ilmi dört temel boyutta inşa eder: zihin, kalp, amel ve maneviyat. Bu unsurların biri eksik kalırsa ilim topal olur. Kimileri yalnızca üretmek ve rekabet etmek için bilgi edinir; oysaki asıl erdem, her gün insan kalabilmek, her an ahlakla yaşamak ve her daim sorumluluk bilinciyle hareket edebilmek için ilim öğrenmektir.
İlim ahlaktan, hikmet insanlıktan, teknoloji ise vicdandan bağımsız düşünülemez; çünkü bilgi, kalbi aydınlatmıyorsa gözün gördüğü, hakikate perde olur. İlim hakikate yöneldiğinde insanı hem bilgili hem de hikmetli, erdemli ve sorumlu biri hâline getirir. Onu Allah’a yaklaştırır, dünyayı imar ederken ahireti de inşa eder.
Dilimizde “bilgi” ve “ilim” kelimeleri çoğu zaman aynı şey gibi görünse de aslında aralarında anlam derinliği açısından önemli farklar vardır. Bilgi genellikle yüzeysel ve araçsal bir birikimi ifade ederken ilim, derin idraki, yaşanmış tecrübeyi ve hikmete dönüşen anlayışı kapsar. Gerçek ilim, insanı sadece donatmaz; dönüştürür, sorumluluk yükler ve hakikate taşır.
Bizim medeniyetimiz, işte bu farkın üzerine yükselmiştir. İlmi; Rabbe yakınlaşma vesilesi, hayatın esası, kişinin tekâmül yolu ve toplumun omurgası olarak görmüştür. Bu bağlamda ilim; aklın nuru, kalbin huzuru ve hakikatin yoludur. İlim öğrenmek ise, cehaletin karanlığını dağıtmak, hikmete ulaşmak ve insanı kemale erdiren bir yolculuğa çıkmaktır.
SÖZDEN YAZIYA BİR MEDENİYET YOLCULUĞU
Medeniyetimizin en önemli ilham kaynağı ve başucu kitabımız olan Kur’an-ı Kerim, ilk ayetleriyle insanı okumaya, düşünmeye ve yazmaya davet eder. İlk nazil olan ayetlerde: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak” tan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alâk, 1-5)
“Oku!” emrinin hemen ardından gelen “Kalemle yazmayı öğreten” ayeti, ilim temelli bir hayat inşa etmenin gerekliliğini ortaya koyar. Yine ilk inen surelerden biri olan Kalem Suresi’nde “Kaleme ve yazdıklarına andolsun” denilmesi, yazının, bilginin ve düşüncenin medeniyetimizde ne kadar merkezî bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Okumakla başlayan bu davet, yazıyla kayıt altına alınan bir hakikat arayışını besler. Bu da gösteriyor ki bizim medeniyetimiz harflerle, kelimelerle ve anlamla kurulan bir ilim ve irfan medeniyetidir.
İLİM GELENEĞİMİZ VE EĞİTİM MİRASIMIZ KÖKLÜ BİR GEÇMİŞE SAHİPTİR
İslam medeniyeti ilmi bütüncül bir yaklaşımla ele alır. Akıl ile kalbi, gözlem ile sezgiyi, teori ile ameli birlikte işler. Kur’an ve sünnet, ilmin pusulasıdır. Vahiy, aklı yönlendirir; akıl ise vahyin maksadını kavramaya çalışır. Bu yaklaşımın en güzel örnekleri tarihin derinliklerinde yatar: Abbasi Dönemi’nin Beytü’l-Hikme’si, Endülüs’ün Kurtuba’sı, Türkistan Coğrafyasının ve Osmanlı’nın medreseleri… Bu muhitler, toplumu bilgi ve hikmetle inşa eden bilim merkezleri, ilim ve irfan mektepleridir.
Bu büyük medeniyetin mayasını ise Türkistan coğrafyası yoğurmuştur. Mâverâünnehir, Horasan, Buhara, Semerkand ve Harezm’in yanı sıra Belh, Taşkent, Nişabur, Herat ve Merv gibi kadim şehirlerdeki medreseler; İbn Sînâ, Bîrûnî, Fârâbî, Harezmî, Fergânî ve Uluğ Bey gibi ilim ve hikmet öncülerini; Râzî, Zemahşerî ve Taftazânî gibi dil, mantık ve tefsir âlimlerini; İmam Buhârî, Tirmizî, Serahsî, Mergînânî gibi muhaddis ve fakihleri; Mâtürîdî ve Necmeddin en-Nesefî gibi kelamcıları; Ahmed Yesevî, Abdülhalik Gucdüvânî ve Nakşbendî gibi irfan mektebinin gönül mimarlarını; Nişabur’dan Gazzâlî’yi, Belh’ten Yûsuf Hemedânî’yi, Herat’tan Ali Şîr Nevâî’yi; Merv’den İmam Mâverdî’yi ve Taşkent’ten Ebû Hafs el-Kebîr’i insanlığa kazandırmıştır.
Medeniyetimiz, tarih boyunca kendi milletimizin, gönül coğrafyamızın ve bütün insanlığın faydalanabileceği çok yönlü bilimsel, kültürel ve felsefî eserler ortaya koymuştur. Müslüman bilim adamlarının katkıları olmasaydı Batı’nın bilimsel devrimleri hem çok daha geç hem de daha eksik gerçekleşebilirdi. Bu bağlamda İbn Sînâ, tıbbın ve felsefenin ufkunu genişletmiş; kaleme aldığı El-Kanun fi’t-Tıbb adlı eseri yüzyıllar boyunca Avrupa tıp fakültelerinde temel başvuru kaynağı olarak okutulmuştur. Bîrûnî, dünyanın döndüğünü Galileo’dan yüzyıllar önce öne sürmüş, yerçekimi ve coğrafya alanındaki hassas ölçümleriyle bilimsel yöntemin temellerine ilham vermiştir. Fârâbî, felsefe ve mantık alanında Aristoteles’ten sonraki en etkili isim sayılmış ve İslam düşüncesinde “Muallim-i Sânî” unvanını almıştır. Harezmî, cebirin temel ilkelerini belirleyerek matematiğin gelişimine yön vermiş, eserleri Latinceye çevrilerek Avrupa”da yüzyıllarca ders kitabı olarak okutulmuştur.
Fergânî ve Uluğ Bey, gökyüzünün sırlarını matematiksel gözlemlerle çözmüş; Ali Kuşçu, Ay’ın hareketleri ve gökcisimleri üzerine yaptığı çalışmalarla astronomi ve matematik sahasında kalıcı izler bırakmıştır. Özellikle Semerkand ve İstanbul’daki gözlem faaliyetleriyle bilim tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur. İslam”ın Altın Çağının önemli fizikçilerinden biri olan İbnü’l-Heysem ise ışığın kırılması ve yansımasını inceleyen Kitâb el-Menâzir adlı eseriyle modern optik biliminin kurucuları arasında yer almış; onun deneysel metotları, Batı’da bilimsel devrimin zeminini hazırlamıştır. Bugün Batı”da astronominin öncüleri olarak bilinen Kopernik ve Kepler gibi isimlerin çalışmalarının temelinde, Müslüman bilim adamlarının gözlem ve hesaplamalarının bulunduğu artık açık tarihî bir gerçektir. Batı’nın Rönesans sürecinde, özellikle Endülüs’teki bilim merkezleri aracılığıyla İslam dünyasının bilgi birikiminden doğrudan beslendiğini ve medeniyetimizin evrensel etkisini gözler önüne seren güçlü bir kanıttır.
Tüm bu başarıların ardında teknik maharet bir yana; vahyin rehberliğiyle aklı mezceden, hikmetle derinleşen ve insanı merkeze alan bütüncül bir ilim tasavvuru yer almaktadır. Bu anlayış, hakikate ve adalete ulaşmanın temel vesilesi olarak görülmüştür.
KURUMSALLAŞAN HİKMET: DEVLET, HUKUK VE SANATTA İLİM
Bu büyük miras, Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük devlet tecrübeleriyle daha da kurumsallaşmıştır. Nizamülmülk, Nizamiye Medreseleri’ni kurarak sistemli bir eğitim modelini hayata geçirmiş; ilmi, devlet yönetimiyle bütünleştirerek bir medeniyet hamlesi başlatmıştır. Osmanlı’da Ebussuud Efendi, İslam hukuku ile örfî hukuku mezcederek adaletin sürekliliğini sağlamış hem halk hem de yöneticiler nezdinde güvenilir bir ilim ve fetva otoritesi olmuştur. Mimar Sinan, Süleymaniye ve Selimiye gibi abidevi eserlerle ilim, zarafet ve tefekkürle yoğrulmuş bir medeniyet tasavvurunu inşa etmiştir. Matrakçı Nasuh, minyatür sanatı aracılığıyla şehirleri belgelemiş; tarih, sanat ve matematiği aynı potada eriten çok yönlü bir sanat anlayışı geliştirmiştir. Ahmed Cevdet Paşa, Mecelle ile hem geleneksel fıkıh birikimini hem modern hukuk ihtiyacını karşılayan örnek bir medeni kanun çalışması ortaya koymuş; Türkistan’dan gelen bilim adamlarının etkisi, Osmanlı’nın bilim ve eğitim politikalarında belirleyici olmuştur. Böylece Türk-İslam medeniyeti, camiden medreseye, saraydan çarşıya, adliyeden rasathaneye kadar hayatın bütün alanlarını kuşatan ilim-irfan merkezli bir medeniyet dokusu üretmiştir.
YAKIN DÖNEMİN İLİM VE İRFAN ÖNCÜLERİ
Evet bizim medeniyetimiz; Nizamiye Medreselerinden Sahn-ı Seman’a, Enderun’dan Dâr-ul Fünûn’a, Maarif Kolejlerinden Fen, Anadolu, Sosyal Bilimler Liselerine, İmam Hatip Liselerinden Mesleki Teknik Liselere ve üniversitelere varıncaya kadar tarihten günümüze uzanan eğitim modelleri ve kurumları vasıtasıyla bilim, sanat, siyaset, edebiyat, mimari, mühendislik, hukuk ve felsefe dünyasına yön veren önemli şahsiyetler yetiştirmiştir.
Yukarıda isimleri zikredilen öncülerin yanı sıra yakın dönem öncülerimizden; İslam bilim ve teknoloji tarihine dair eserleriyle Batı-merkezli tarih anlayışına alternatif sunan bilim tarihçisi Fuat Sezgin, kuantum kimyası ve moleküler biyoloji alanındaki çalışmalarıyla bilim dünyasında çığır açan Oktay Sinanoğlu, DNA onarımı ve kanser tedavisi üzerine yaptığı öncü araştırmalarıyla ödüller kazanan bilim insanı Aziz Sancar ve felsefeyi yerli ve köklü bir düşünce zemininde yeniden inşa etmeye çalışan, ilim-irfan geleneğimizin izini çağdaş meselelerle buluşturan mütefekkir Teoman Duralı da modern dönemde ilim mirasımıza yön veren öncü şahsiyetler arasında yer almaktadır.
Dirayet tefsirinin en güzel örneklerinden biri ve ilk Türkçe tefsir olan Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsiri insanlığa kazandıran Elmalılı Hamdi Yazır, Türkiye’deki ilk imam hatip okulunun açılmasına öncülük eden Mahmut Celâleddin Ökten ve maarif davasının öncüsü, Anadolu irfanını merkeze alan Hareket Felsefesi’nin temsilcisi Nurettin Topçu, ilim ve irfan dünyamızda derin izler bırakan öncü isimlerdir.
Bu müstesna şahsiyetlerin her biri, ilimden sanata, hukuktan mimariye, eğitimden bilime kadar geniş bir alanda ortaya koydukları eser ve fikirlerle hem kendi dönemlerine hem de sonraki nesillere ilham vermiştir.
YENİDEN İNŞA İÇİN İLME SARILMAK
İslam’ın ‘Oku’ emriyle başlayıp yazıyla şekillenen ilim, irfan ve hikmete dayalı medeniyet yürüyüşü, bilimsel çalışmalarla güçlendi, insanlığa yön veren öncü âlimleri ve fikir adamlarını yetiştirdi; ancak bugün artık sadece geçmişin ihtişamıyla övünme devri geride kalmıştır. Yeni bir diriliş için ilme yeniden sarılma vaktidir.
Bugün İslam dünyası, kültürel ve zihinsel kuşatmalarla örülü küresel bir baskı altında pasif ve edilgen bir nesne değil; kendi rotasını kendi çizen aktif ve etken bir özne olmak istiyorsa ilmi yeniden merkeze almak; eğitim sistemini kendi öz kültüründen neşet eden ve insanlığın ortak birikiminden faydalanan sahih bilgi, kadim değerler ve özgün modellerle donatmak zorundadır. Modern çağın meydan okumaları; ancak köklü düşünceye, derinlemesine araştırmaya ve en önemlisi, özgüven sahibi, donanımlı ve sorumluluk bilinci gelişmiş insan gücüne sahip olarak göğüslenebilir.
Milletimiz ve gönül coğrafyamız için yeniden izzetli ve şerefli bir hayatı tesis etmek; mazluma umut, zalime karşı caydırıcı bir duruş sergilemek istiyorsak bu, ancak iki temel unsurla mümkündür: Vahyin diriltici soluğu ile bilimsel düşüncenin ve teknolojik gücün imkânları.
İlme sarılmak, teorik bir yöneliş olmanın çok ötesinde hayatın tüm alanlarını kuşatan kapsamlı bir yeniden inşa hamlesidir. Bu yeniden inşa, ancak nitelikli, ahlak ve hikmetle yoğrulmuş kadroların varlığıyla mümkün olabilir. Eğitimden sağlığa, hukuktan siyasete, sanattan teknolojiye kadar her sahada sahih bilgiyle donanmış, imanını sürekli yenileyen, ahdini taze tutan, bilinci keskin, mensubiyeti köklü ve mesuliyet duygusuyla hareket eden, bıkmadan usanmadan çaba gösteren insanlara ihtiyaç vardır.
Bugün öğretmenler yalnızca zihinlere bilgi aktaran değil, gönüllere dokunan ve şahsiyet inşa eden kılavuzlar olmalı; sağlık çalışanları sadece bedenî hastalıkları tedavi eden değil, şefkat ve merhametiyle ruhlara şifa taşıyan gönül hekimleri hâline gelmelidir. İktisatçılar adalet merkezli, faizsiz ve sömürüsüz modeller üzerinde çalışmalı; hukukçular hakkaniyeti merkeze almalı, helal olanla yasal olanı buluşturmak için gayret etmeli; teknoloji uzmanları yalnızca ilerlemeyi değil, insanı yüceltmeyi hedeflemelidir. İslami ilimler sahasında ise gelenekle çağ arasında köprü kurabilen, temsiliyle tebliği arasında çelişki olmayan irfan ve irşat ehli âlimlere ihtiyaç vardır. Medya ve iletişim alanı, hakikati koruyan bir dilin ve temsilin taşıyıcısı olmalı; sanat ise zarafeti hakikatle buluşturan bir ifade dili kazanmalıdır. Kısacası yeniden dirilişin anahtarı, her alanda işini hakkıyla yapan, bilgiyle donanmış, ahlakla bütünleşmiş örnek ve öncü şahsiyetlerin yetişmesiyle mümkündür. İşte bu sebeple ilim, bir şahsın, bir milletin ve insanlığın geleceğini şekillendirecek en sağlam temel olarak görülmelidir.
Geçmişte köklü bir ilim geleneğiyle yükselen medeniyetimiz, kendi çağını aşarak insanlık tarihini derinden etkilemiş büyük bir mirasın taşıyıcısıdır. Bu miras, anılmak için değil asla, yeniden inşa edilmek ve geleceğe yön vermek için bize emanet edilmiştir. Bu bağlamda bugünün en büyük sorumluluğu, geçmişin hikmetli birikimini, çağın imkânlarıyla yoğurarak aydınlık ve güçlü bir geleceği inşa etmek için gayret göstermektir.
Tarih defalarca göstermiştir ki ilme sarılanlar yücelmiş; ilimden uzak kalanlar ise yok hükmüne düşmüştür. Bu sebeple ilim yolculuğu, hakikate ulaşmak için kararlılıkla yürünmesi gereken bir yoldur ve bu yolda yürümek, ferdî tekâmülü toplumsal dirilişin anahtarı haline getirmekle mümkündür.
Bugün bize düşen; ilmi ihya etmek, ilim meclislerini canlandırmak, hikmetli düşünceyi çoğaltmak ve gelecek nesillere tefekkürle yoğrulmuş bir irfan mirası bırakmaktır; çünkü köklü geçmişimizden aydınlık ve güçlü geleceğe uzanan en sağlam köprü ilimdir ve o köprüden ancak imanı fener, vahyi harita, aklı pusula, Son Peygamber (s.a.s)’in izini de rota edinenler geçebilirler.
Ahmet Türkben
Source: Ahmet T
En Güzel Babalar Günü mesajları… | Birbirinden farklı, anlamlı, şık, resimli Babalar Günü mesajları ve sözleri
Karakter, dürüstlük, sorumluluk ve çalışkanlık gibi temel değerleri öğreten ilk figürlerden biri olan babalar için bugün en önemli gün… Bu pazar Babalar Günü kutlanıyor. Yakında olanlar bugün babaları ile vakit geçirecek; uzakta olanlar ise güzel bir mesajla babalarına en güzel duygularını ifade edecek. Sizlere yol göstermek amacıyla bugün en farklı mesajları bir araya getirdik.2025 Babalar Günü mesajları:Canım babam, hayatıma kattığın güç ve rehberlik için minnettarım. Her zaman yanımda olduğun için şanslıyım. Babalar Günün kutlu olsun.Senin gibi bir babaya sahip olmak en büyük armağanım. Varlığınla büyüdüm, yolunla yön buldum. Babalar Günün kutlu olsun.Gücünü sevgiden alan, kalbiyle yön veren bir babasın. İyi ki varsın. Babalar Günün kutlu olsun.Senin öğrettiğin her şey bugün beni ben yaptı. Hayatımda olduğun için gurur duyuyorum. Babalar Günün kutlu olsun.Babam olduğun için her gün şükrediyorum. Varlığın bana güven, sözlerin ilham veriyor. Babalar Günün kutlu olsun.Sen sadece babam değil, en büyük kahramanımsın. Hayatımda olduğun için minnettarım. Babalar Günün kutlu olsun.Çocukluğumun güvenli limanı, hayatımın en sağlam direğisin. Seni çok seviyorum. Babalar Günün kutlu olsun.En güzel nasihatleri sen verdin, en sağlam desteği sen oldun. Hep yanımda olman büyük bir nimet. Babalar Günün kutlu olsun.Gücünü sevgiden alan bir baba, evlatlarına her zaman ışık olur. Sen de benim ışığımsın. Babalar Günün kutlu olsun.Ne zaman başım sıkışsa aklıma senin öğrettiklerin gelir. Bu dünyadaki en büyük şansım sensin. Babalar Günün kutlu olsun.Sevgili babam, bana sadece yaşamayı değil, nasıl insan olunacağını da öğrettin. Her kararımda senin sözlerin kulağımda yankılanır. Hayatın boyunca gösterdiğin özveri ve sabırla bana ilham verdin. Varlığınla her zaman güçlü hissettirdin. Babalar Günün kutlu, yolun hep açık olsun.Küçükken omzunda hissettiğim güveni hâlâ yüreğimde taşıyorum. Seninle büyümek, hayata daha sağlam basmamı sağladı. Yorgunluğuna rağmen bir gün bile şikayet etmeden yanımda oldun. Bugün neye sahipsem, çoğu senin emeğindir. Babalar Günün kutlu olsun canım babam.Senin öğrettiğin dürüstlük, saygı ve sevgi ile büyüdüm. En zor anlarımda bile desteğini hiç eksik etmedin. Sadece baba değil, aynı zamanda en iyi arkadaşım oldun. Bugün senin günün; gururla kutluyorum. Babalar Günün kutlu olsun.Her zaman en doğruyu gösterdin, yanlış yapsam bile sevginle sarıp sarmaladın. Beni hayata sen hazırladın, karakterime sen yön verdin. Ne öğrendiysem senden öğrendim. İyi ki benim babamsın. Babalar Günün kutlu, gönlünce geçsin.Varlığın bana güç, sözlerin rehber oldu. Her sabah senin gibi güçlü biri olmayı dileyerek uyanıyorum. Hayatımda senin gibi bir baba olduğu için çok şanslıyım. Her günün kutlu, sağlığın daim olsun. Babalar Günün kutlu olsun.Çocukken omzunda taşıdığın yükler büyüdükçe kalbimde daha fazla yer ettin. Seninle konuşmak, dünyanın en güvenli limanına sığınmak gibi. Hayatın boyunca bana yol gösterdin, şimdi sıra bende. Bugün sana olan sevgimi bin kez söylemek isterim. Babalar Günün kutlu olsun, seni çok seviyorum.Beni ben yapan her şeyde izini taşıyorum. En zor anlarımda bile yanımda oldun, hiç yılmadın. Ne zaman başım dikse, sebebi sensin. Sana minnettarım. Babalar Günün kutlu olsun canım babam.Küçükken kucağında, büyürken kalbinde taşıdın beni. Her düşüşümde elini uzatan sendin. Gücünü sessizliğinden, sevgini varlığından aldım. Sana her zaman saygı ve sevgiyle bakacağım. Babalar Günün kutlu olsun.Seninle geçirdiğim her an, hayatımın en kıymetli hatırası oldu. Gölgen hep üstümdeydi, sevgin her zaman yanımda. Ne zaman yolumu şaşıracak olsam, senin öğrettiklerin aklıma gelir. Bu yüzden sana hep teşekkür borçluyum. Babalar Günün kutlu, ömrün huzurlu olsun.Hayatın bana verdiği en büyük hediye sensin. Bana nasıl yürüneceğini değil, nasıl dimdik durulacağını sen öğrettin. Yorulsan da belli etmedin, üzülsem de hissettin. En çok da bu yüzden seni hep örnek aldım. Babalar Günün kutlu olsun canım babam.
Source: Dünya Gazetesi
Aile boyu kutladılar
İngiliz Kraliyet Ailesi, Kral Charles ın doğum gününü coşkuyla kutladı. Prens William ve Prenses Kate, 11 yaşındaki oğulları Prens George, 10 yaşındaki kızları Prenses Charlotte ve 7 yaşındaki oğulları Prens Louis nin de katılımıyla, dün Londra da 2025 Trooping the Colour etkinliğine katıldı. Trooping the Colour, 260 yıldan uzun süredir İngiliz H-hükümdarının resmi doğum gününü kutlamak için yapılan, Britanya ve Milletler Topluluğu ordu alayları tarafından sergilenen bir askeri geçit töreni. Askeri geçit töreni, hükümdarın resmi doğum gününü kutlamak için her yıl düzenleniyor. Ancak Kral Charles ın gerçek doğum günü 14 Kasım. Kraliyet üyeleri, bu kutlama töreninde Buckingham Sarayı nın balkonunda halka poz verdi. Kraliyet çocukları, uçakların gösterisini büyük bir heyecanla seyretti. Balkonda ayrıca Prens William, Prenses Kate ve çocuklarına, 76 yaşındaki Kral Charles ve eşi Kraliçe Camilla, Charles ın kardeşi Prenses Anne ve eşi Sir Timothy Laurence, Charles ın en küçük kardeşi Prens Edward ve eşi Sophie de görüldü. Törende kraliyet üyelerinin atlı arabalarla halkı selamlaması, etkinliğin en çok ilgi çeken kısmıydı. Resmi törende halka en yakın oldukları anlarda kraliyet üyeleri, kendilerini seyreden halka el salladı. Prenses Charlotte ile annesi Prenses Kate in kıyafetlerindeki renk uyumu büyük beğeni topladı. Küçük prensesin yakasındaki nal şeklindeki broşun Kraliçe Elizabeth e ait olduğu öğrenildi.
Source: Habertürk
“Hayatımızın hiç değişmeyen rolü onların”
Hülya Koçyiğit: Hayatımın ilk kahramanı, benim canım babam… Seni öyle çok özledim ki o şefkatli sesin hâlâ kulaklarımda… Yol arkadaşım, eşim Selim in başta olmak üzere; baba olmanın kıymetini bilen, varlığıyla yuvasına nefes olan tüm babaların Babalar Günü nü kutluyorum. Aramızda olmayan tüm babaları rahmetle anıyor, baba hasreti çeken herkese sevgiyle sarılıyorum. Yılmaz Erdoğan: Hayatımızın hiç değişmeyen rolü onların. Bir alkış da her repliğimizde emeği olan babalarımıza… Babalar Günü kutlu olsun. Peker Açıkalın: Ah benim, cefakar ve fedakâr, rahmetli babam Enver Açıkalın… Senin hep Serseri dediğin oğlun, şimdi kocaman oldu. İki kızımdan sonra, bir de oğlum oldu. Adını da Enver Peker Açıkalın koydum. Şimdi Of babam çok biliyor dan Ah şimdi, babam yanımda olsaydı ya geldim. Ruhun şad olsun. Babalar Günü kutlu olsun. Gupse Özay: Kızlar ve babaları, torunlar ve dedeler… Babalar Günü kutlu olsun. Not: Torunun en sevdiği şarkı bu ara. Can Bonomo: Babasını kaybeden, babasız büyüyen, baba olmak istemiş insanlar için oldukça zor bir gün bugün. Sevgililer Günü nü yalnız geçirince bile içi burkuluyor insanın. Ben elimizdeki ya da önümüzdeki şeylerin değerini anlamak için böyle günlere ihtiyacımız olduğuna inanmıyorum. Yeteri kadar kapsayıcı olmuyorlar. Bilakis birileri sürekli dışarıda kalıyor. Her gün hepimizin… Adettendir diyerek canım babamla şekilli bir fotoğrafımı bırakıyorum. Nihayetinde asiliğin lüzumu yok. Kimseyi üzmeden, gücendirmeden… Herkese mutlu günler. Doğa Rutkay Kamal: İlk gün daha yavruları kucağına alıp gördüğünde nasılsan hâlâ öylesin Kerimcan. Şaşkın, mutlu, eyvahlı, yaşasınlı, heyecanlı…Günün kutlu olsun. Seni seviyorum. Bülent Şakrak: Baba ne haber? Özledim, bil isterim. Devrin de daim olsun ayrıca. Bora Akkaş: Yaşama ve sevme kabiliyetimi uçuran babalık. Tüm babaları kutlarım.
Source: Habertürk
100. doğum günün Attila İlhan”ı anıyoruz
“Şiir ve romanın ustası” olarak nitelendirilen ve birçok genç edebiyatçıya esin kaynağı olan, Türk edebiyatına birçok unutulmaz yapıtı miras bırakan usta şair, yazar, düşünür, gazeteci, senarist, eleştirmen ve gazetemizin yazarlarından, “Kaptan” Attilâ İlhan, 100 yaşında. İLK ŞİİRİ “İLKBAHAR” İlhan, savcı Bedrettin Bey ile Memnune Hanım’ın ilk çocuğu olarak 15 Haziran 1925’te İzmir’in Menemen ilçesinde dünyaya geldi. Aynı zamanda divan şairi babası emekli olduktan sonra avukatlık yapmak üzere İzmir’i tercih edince Attilâ İlhan ve ailesi buraya yerleşti. İlhan, ilköğrenimini Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulu’nda ve Karşıyaka Ortaokulu’nda tamamlarken babasının vasıtasıyla henüz öğrencilik yıllarında edebiyata ilgi duymaya başladı. İlk şiirini 3. sınıftayken “İlkbahar” başlığıyla kaleme alan İlhan, ortaokulda da roman yazmaya başladı. İzmir Atatürk Lisesi’nde birinci sınıftayken mektuplaştığı bir kıza gönderdiği Nâzım Hikmet şiirleri nedeniyle 1941’de 16 yaşındayken komünizm propagandası yapmaktan tutuklanan Attilâ İlhan, okuldan uzaklaştırıldı. ÖDÜL “CEBBAROĞLU MEHEMMED”LE Bu süreçte üç hafta gözetim altında, iki ay hapiste kalan İlhan’a Türkiye’nin hiçbir yerinde okula gidemeyeceğine ilişkin bir belge verildi. Babasının hukuk mücadelesinin ardından İlhan, Danıştay kararıyla 1944’te okuma hakkını tekrar kazanarak İstanbul Işık Lisesi’nde eğitime başladı. İlhan, lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı, birinciliği Cahit Sıtkı Tarancı, üçüncülüğü ise Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın aldığı CHP Şiir Armağanı’nda “Cebbaroğlu Mehemmed” adlı şiiriyle ikincilik ödülünü kazandı. Liseden 1946’da mezun olan şair, daha sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu ve bu dönemde “Gün” ve “Yığın” adlı dergilerde çeşitli şiirler kaleme aldı. İlhan, 23 yaşındayken toplumsal duyarlılıkla yazdığı ilk şiir kitabı “Duvar”ı ise 1948’de kendi imkânlarıyla okurlarıyla buluşturdu. Özgürlük, yurtseverlik, özveri, barış, insanlık temalarını ele alan şiirlerinde, İkinci Dünya Savaşı’nın gerilimini, sıkıntılarını ve çöküntülerini anlattı. Aynı yıl Fransa’nın başkenti Paris’e gitmeye karar veren İlhan, yaşamının 1950’li yıllardaki 6 yıllık sürecini sürekli İstanbul, Paris ve İzmir arasında geçirdi. İlhan, Paris’te kaldığı zaman boyunca sosyal-siyasal gözlemler yaptı ve bu gözlemlerini ileride çıkaracağı romanlarında ve şiirlerinde kullandı. PARİS”TEN SONRA SİNEMA YAZARLIĞI Paris’ten sonra sinema yazarlığı Türkiye’ye döndükten sonra 1951’de “Gerçek” gazetesinde yazdığı bir yazı nedeniyle hakkında soruşturma açılan Attilâ İlhan, bu olaydan sonra yeniden Paris’e gitti. İlhan, Türkiye’ye kesin dönüş yaptıktan sonra üniversite eğitiminin son senesinde okuldan ayrılarak 1953 yılında “Vatan” gazetesinde sinema eleştirmenliği yapmaya başladı. İlk romanı “Sokaktaki Adam”ı da aynı yıl yayımlayan ve o güne kadar yazdığı 10 romanı yayımlamayan İlhan, bunun sebebini bir söyleşisinde, “Çok akıllıca bir sebebi vardı. Çünkü biliyorum ki yazarlar ilk romanlarında kendilerini anlatırlar. O da romancılık değildir. Günlük tutmaktır” ifadeleriyle açıkladı. Erzincan’da 1957’de askerliğini yapan Attilâ İlhan, askerlikten sonra sinema çalışmalarına ağırlık vererek, Yeşilçam için çalışmaya başladı. Metin Erksan ve Fikret Hakan gibi isimlerle yaptığı uzun sohbetlerde, “Toplumcu sinema nasıl olmalı?” sorusunun cevabını arayan İlhan, 15’e yakın senaryo kaleme aldı ve yazdığı senaryolardan “Kartallar Yüksek Uçar”, “Yarın Artık Bugündür” ve “Sekiz Sütuna Manşet” en fazla izlenen diziler arasında yer aldı. MAVİ”NİN ÖNCÜSÜ Mavi’nin öncüsü İlhan, şairliğinin başlarında halk şiirleri ve yaklaşık 200 gazel kaleme alırken, daha sonra Nazım Hikmet’tin üslubundan etkilendi ve edebiyat yaşamıyla birçok genç edebiyatçıya esin kaynağı oldu. Gazeteciliğe başladığı dönemde “Seçilmiş Hikayeler”, “Kaynak” ve “Ufuklar” dergilerindeki yazılarında “Bobstil ve alafranga” olarak adlandırdığı “Garipçiler”in karşısında yer alan İlhan, 1952-1956’da çıkardığı “Mavi” isimli derginin etrafında toplanan yazar Orhan Duru ve Ferit Edgü gibi isimlerden oluşan edebi topluluğunun çalışmalarıyla “Mavi” ya da “Maviciler” akımını başlattı. Kaptan’ı, gazetemizin başyazarı İlhan Selçuk’un, onun ölümünün ardından yazdığı yazının son satırlarıyla, saygıyla anıyoruz… “Attilâ İlhan’ın Cumhuriyet’teki yorumları çeşitli tartışmalara yol açtı. Dikkat edilsin, bunların tümü devrimci kapsamda tartışmalardır… Attilâ nasıl bir insandı?.. Devrimci benliğinin yapısında alabildiğine romantik kişiliğinin çekimini vurgulamak için “Üçüncü Şahsın Şiiri”nden dört dize: ‘Gözlerin gözlerime değince felaketim olurdu ağlardım beni sevmiyordun bilirdim bir sevdiğin vardı duyardım’ Ömür biter, şiir bitmez, devrim sürer, dostluklar tükenmez.” İLHAN”IN KÖŞE YAZARLIĞI İlhan, babasının ölümünden sonra sekiz yıl İzmir’de kalan şair, burada Demokrat İzmir gazetesinin başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Daha sonra İlhan, Gelişim Yayınları’nda görev alan usta şair, Milliyet, Güneş, Yeni Ortam, Söz”, Meydan ve gazetemiz Cumhuriyet’te de uzun yıllar köşe yazarlığı yaptı. Bir dönem müstear isimlerle edebiyat yaşamını sürdürdüğü için Türk edebiyatında “Kaptan” lakabıyla anılan, senaryolarında “Ali Kaptanoğlu” takma adını kullanan İlhan, “Beteroğlu” takma adıyla da “Yücel” dergisinde şiirlerini yayımladı. DUVAR ben bir duvarım hiç güneş görmedim sen hiç güneş görmemiş bir başka duvar yüzümüz benek benek tahta kurusundan ve sinemiz baştan başa ak üstünde karalar – kelepçeden kahroldu kahroldu bileklerim – sıyrılıp çıktım artık ölüm korkusundan – dilim dilim sırtımdaki yaralar ben demirbaşım sığır siniriyle dayak yedim biz de duvarız dinliyen duyan düşünen duvarlar bizim kucağımız terkedilmiş bir yatak gibi kirli soğuk ve bizim kucağımızda kasırgalı insanlar yüzündeki deniz parlaklığıyla durur hatıramızda o çocuk yumruklu dev o dev yumruklu çocuk o zaman mayıs”tı yağmurlar başımızda bir cumartesi akşamı girdi kapımızdan gözlerinde kıpkızıl diken diken öfkesi adeta birden bire aydınlandı zindan onu böyle görünce nasıl da korkmuştuk sapından fırlamış bir balta gibi çehresi ve omuzlarında delikanlı gölgesi o zaman mayıs”tı yağmurlar başımızda o sırt üstü yatağında yatardı sımsıcak gözleri şimdi bile aklımdadır bir sana bakardı bir bana bakardı dışarda tabiat mevsimin en çıngıraklı ayındadır toprak ana bütün zincirlerinden çözülmüş sabahlar akşam üstleri manolya gibi parlak tarlaların yüzü gülmüş işte her akşam geçtiği denize çıkan sokak ah işte annesi annesi sevgilisi işte biz dinliyen duyan düşünen duvarlar işte o çocuk yumruklu dev o dev yumruklu çocuk dışarda tabiat mevsimin en çıngıraklı ayındadır bizim kucağımız terkedilmiş bir yatak gibi kirli soğuk o bir kaç defa kartal gibi gitti kartal gibi döndü çığlıklarını değil kırbaç sesini duyduk biz duvarız neyleyim gözlerimiz ağlamayı bilmez onu bir gece sabaha karşı büsbütün götürdüler kendi gitti ismi kaldı yadigâr bağrımızda o zaman mayıs”tı yağmurlar başımızda ya biz idam duvarıyız karşımızda çok insan öldürdüler onlar hep döküldü biz hep ayakta kaldık temelimiz kanla beslendi ama nedense uzamadık öyle bakmayın bu yaralar şerefli yara değil getirirler vururlar biz öyle dururuz yağmurlar gözyaşı bulutlar mendil elimizden ne geldi de yapmadık ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz onlar hep döküldü biz hep ayakta kaldık bir mayıs sabahı toprak rezil gök rezil yıldızlar küfür gibi yüzümüze tükürür gibi şafak sancılarıyla iki büklümdü ufuk ve simsiyah çamur gibi bir manga ortasında siyaset meydanına geldi dev yumruklu çocuk bulutlar eğilip alnının terini sildiler ve mermiler birdenbire ölümü getirdiler o düştü biz yine ayakta kaldık halbuki ne kadar yorgunuz öyle bakmayın bu yaralar şerefli yaralar değil ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz
Source: Kültür Servisi
Japonların Kintsugi felsefesini duydunuz mu?
Kintsugi, Japonca’da “altınla birleştirmek” anlamına gelir ve kırık nesneleri altınla onararak onlara yeni bir hayat sunar. Batılı düşüncenin aksine kusurlu olanı saklamak yerine değere dönüştüren bu sanat, özgün bir estetik ve derin bir felsefi mesaj taşıyor. Kırılmanın estetiğini kutlayan kintsugi, kırıkla barışmanın gücünü gözler önüne seriyor. KINTSUGI: YARALARI ALTINLA İŞLEME SANATI Japonya’nın kadim seramik onarma geleneği kintsugi, kırık bir nesneyi saklamak yerine onu onurlandırır. Parçalanmış bir çanak, kasıtlı olarak dikkat çekecek şekilde altınla birleştirilir; bu sayede kusurlar değil, nesnenin hikâyesi ön plana çıkar. Bu yaklaşım, kırığı utanç verici bir şey olarak görmek yerine bir “yaralanma izi” olarak kucaklar. Kintsugi, Batı estetiğindeki kusursuzluk idealini sorgular: Kusursuz olmayan şey de değerli olabilir. WABI-SABI FİLOZOFİSİYLE UYUM Kintsugi, Japon estetiği içinde yer alan wabi-sabi felsefesiyle yakından ilişkilidir. Wabi-sabi, basitlikte, geçicilikte, doğal süreçlerde estetik bulur; kusurların, çatlakların doğal olduğunu kabul eder. Kintsugi de bu anlayışı pratikleştirir. Kırık çizgiler, altınla vurgulanarak, hataların saklanmak yerine sanatta önemli bir motif haline gelmesini sağlar. Bu da bir seramiğin yaşadığı zamanı, kırıldığı anı, tamir edildiği süreci görselleştirir. TARİHTEN GÜNÜMÜZE BİR ONARMA RİTÜELİ Orta Çağ Japonya’sında kırılmış çanakların değeri yoktu, atılırdı. Kintsugi ustaları, bu kırıkları onararak objelere “ikinci hayat” kazandırdı. Fiziğe müdahale etmekten çok, hikâyeyi savunan, geçmişi onurlandıran bir ritüel. Altınla çizilen izler, birer kahramanlık işareti gibi, “bunda bir hikâye var” dedirtir. Onarım süreci uzun ve dikkatli bir iştir; porselene, zamana ve zanaatkâra saygı gösterilir. PSİKOLOJİK DERİNLİK VE EVRENSEL MESAJ Kintsugi, sadece bir zanaat değil; aynı zamanda psikolojik bir metafordur. Kırılmanın, hataların örtülmesinden çok kabul edilmesine yönelik bir çağrıdır. Bu bağlamda, kintsugi kişisel gelişim, terapi, sanat ve felsefede de ilham kaynağı oldu. Bir birey de kırık yanlarını altınla onaylayarak, tıpkı porselen gibi, kendi hikâyesine değer kazandırabilir. “Altınla onarılmış kırıklar” teması, yaraları saklamayı reddeder ve kusurların güç olduğunu savunur. MODERN YORUMLAR VE UZANTILAR Günümüzde kintsugi estetiği seramik dışında moda, tasarım, dekorasyon ve dijital sanatlarda yeniden yorumlanıyor. Değişim sürecini yüceltme, kırılmanın hikâye anlatma gücünü takdir etme eğilimi, çağdaş sanatçıları etkiliyor. Ürün tasarımında fark edilebilir onarım izleri bilinçli estetik olarak vurgulanıyor. Bu da kintsugi’yi gelenekselle yeni bir anlatı arasında köprü yapan, evrensel bir sanat biçimine dönüştürüyor. KINTSUGI’NİN ALTIN DOLGULU KALBİ Bu sanat, bir yandan geçmişin izlerini taşırken diğer yandan onarımı kutlar. Altın çizgiler hem nesnenin hem de bireyin geçmişini, deneyimlerini ve dönüşümünü yüceltir. Kintsugi, kırıldıkça güzelleşen bir anlayışa kapı aralar: Kusur değil, değer. Geçicilik değil, hikâye. Kırık değil, altınla bezenmiş bir bütün.
Source: Habertürk
710 yıldır ayakta! Yaparken tek bir çivi bile kullanılmadı… “Geceleri ışıkların yandığını görenler var”
Kocaeli Ansiklopedisi”ndeki bilgilere göre Bağlıca köyünün Ortaköy mevkiinde bulunan cami, Orhan Gazi döneminde bölgenin fethiyle görevlendirilen Gazi Akçakoca tarafından yaptırıldı. Günümüze dek halk arasında “Cuma Camisi” olarak bilinen yapı, 33 dönümlük arazi üzerinde, mezarlık alanı içerisinde bulunuyor. Rivayete göre, Kadir Gecesi ve diğer mübarek gecelerde yapının üzerinden göğe doğru ışık huzmeleri yükseldiği gözlemlendiği için “Işıklı Cami” adını aldığı belirtiliyor.
Işıklı Cami, ahşapların çivi kullanılmadan birbirine geçirilmesi yöntemiyle inşa edilmesiyle de dikkat çekiyor. Kendine özgü ahşap mimarisiyle öne çıkan yapı, 4 ana bölümden oluşuyor. Duvarlarında bulunan küçük hava delikleri ve özel temel sistemi, caminin iklim şartlarına karşı dayanıklılığını artırıyor. Taban kısmı kalaslarla yukarı kaldırılarak, yapı altından hava akımı sağlanıyor, bu da yağışların doğrudan temastan uzaklaştırılmasını sağlıyor.
“BU KADAR UZUN ÖMÜRLÜ OLDUĞUNU BİLMİYORDUK”
Bağlıca köyü sakinlerinden 77 yaşındaki Zekeriya Özcan, caminin tarihi değerini sonradan öğrendiklerini ifade ederek, “” diye konuştu.
Çivi kullanılmadan yapılan yapının tarihine dair aile büyüklerinden bilgiler aktaran Özcan, “Benim büyüklerimden Zekeriya ismini taşıyan dedemiz, burayı yeniden imar etmek istemiş ancak farklı bir hadise yaşamış, hayvanları ölmüş. O dönem devlet büyüklerini de köye davet etmişler. O hadise yaşanınca, gelen yetkililer, “Buraya bir şey yapmak istiyorsanız bunun etrafına ilave bina yapın” demişler. Ondan sonra bu sağ ve sol kısımdaki eklemeler yapılmış” şeklinde konuştu.
“GECELERİ BURADA IŞIKLARIN YANDIĞINI GÖRENLER VAR”
Bağlıca Köyü Muhtarı Mehmet Sağlık da, caminin tarihi değerine dikkat çekerek, “Caminin Orhan Gazi dönemine ait olduğunu biliyorum. Geçmişte Cuma Camisi olarak biliniyordu. Şu bir gerçek, çok eski bir cami. Türkiye”de bu yapılardan 100 tane olduğundan bahsediliyor. Şu anda Vakıfların kontrolünde. Eskiden cuma namazları sıkça burada kılınırdı ama son zamanlarda sadece bayram namazları kılınıyor. Restore de yapıldı ama içi bozulmadı. Geceleri burada ışıkların yandığını görenler var. İçeride bir şeylerin olduğunu biz de hissediyoruz” ifadelerini kullandı.
Source: Mahmut Ekinci
Kazdağları”nda “Baba-Çocuk Doğa Kampı” düzenlendi
Balıkesir”in Edremit ilçesinde gerçekleştirilen kampta, babalar ve çocuklar, doğayla iç içe, eğlenceli anlar yaşadı. Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü tarafından “2025 Aile Yılı” etkinlikleri kapsamında, Kazdağları”nın 800 rakımlı Tozlu Yaylası”nda kurulan kampta, katılımcılar doğa yürüyüşleri yaptı ve çeşitli atölye çalışmalarına katıldı.
Halat çekme, çuval yarışı ve doğada yön bulma (oryantiring) yarışlarında ter döken babalar ve çocuklar, kuş gözlemleri gibi aktivitelerle de doğayı daha yakından tanıma fırsatı buldu.
Kamp ateşi etrafında bir araya gelen katılımcılar, keyifli sohbetler eşliğinde zaman geçirdi.
Edremit Kaymakamı Ahmet Odabaş, AA muhabirine, 2025 yılının, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan”ın himayelerinde “Aile Yılı” olarak ilan edildiğini hatırlattı.
Tüm babaların gününü kutlayan Odabaş, “Tarım ve Orman Bakanlığımız, Türkiye”nin en güzide noktalarından biri olan Kazdağları”nda coğrafi güzelliğin içerisinde Babalar Günü”nü kutlamak üzere iki gün boyunca çeşitli faaliyetlerde bulundu.” dedi.
Çanakkale”den kampa katılan İsmail Çalışkan ise çocuğuyla doğada vakit geçirdiklerini belirterek, emeği geçenlere teşekkür etti.
Bursa”dan babasıyla kampa katılan Miray Sena Murat da etkinlikte yer aldığı yarışmada birinci olduğunu aktararak, “Babalar Günü”nde hediye olarak birinciliğimi babama hediye ettim. Çok eğlenceli, güzel geçiyor zamanımız. Şimdi uçurtma etkinliğimiz olacak. Çok eğleniyorum. Etkinlikler gayet güzeldi. Halat çekmeyi çok yapamadım ama çuval yarışında fark attım.” ifadesini kullandı.
Babasıyla Kazdağları”ndaki kampa katılan Ayşe Mine Arslankurt ise doğayla iç içe babasıyla güzel vakit geçirdiğini anlatarak, “Böcekler, hayvanlar görüyoruz. Çok güzel.” diye konuştu.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
Source: