‘Bana denizi göster’

‘Bana denizi göster’

Sevgili okurlarım gene bir bayram günü, üstelik pazar. Açık konuşmayı severim bilirsiniz öyleyse açık konuşayım ben bu bayramı hiç sevmem. Yıllar önce bir bayram günü dostlarla denizine vurgun olduğumuz Assos’tayız. Ortalıkta dolaşan küçücük, beyaz tüyleriyle oradan oraya zıplayarak koşan bir minik keçi yavrusu vardı. Bayram öncesi çocukların sevgilisiydi ama birden bayram günü kayboldu, çocuklar deliler gibi onu arıyorlar yok. Sonra yemek vakti geldi ve tencerenin kapağı açtığımızda önümüzde o minik keçi yavrusunun parçalanmış etlerini gördük. Çocuklar dehşete kapılıp ağlamaya başladılar ve hep birlikte masadan kalktılar, bir köşeye çekilip bütün gece sessizce oturdular. O günden sonra ne zaman Kurban Bayramı gelir, benim aklıma özellikle Latin Amerika’daki eski uygarlıkların genç ve bakire kadınları aya ya da güneşe kurban ettikleri adak yerleri gelir. Gidenler görmüştür, adak yerlerinde kararmış insan kanı vardır. Müslümanlıkta kurban eti yoksulları doyurmak içindir ama şimdilerde daha çok dondurucuları doldurmak için kullanılıyor. Neyse madem bir hikâyeyle başladık, İstanbul’u terk edip İzmit’e yakın Değirmendere’ye geldik ya, bir İzmit hikâyesiyle devam edelim. Yıllar yıllar önce, Mahpustakiler adlı röportajım için İzmit Hapishanesi’nde görüş odasındayım. Karşımda mahkûm bir genç kadın ve dört yaşındaki kızı var. Küçük kız annesine sarılarak şöyle fısıldadı: “Anne ne olur bana denizi göster” ; Genç kadın utanarak kalktı, kızını kucaklayıp demir parmaklıklı pencereden baktırmaya başladı. Ana-kız beni unutarak bir süre öylece durdular. Demir parmaklığın öte yanında arabalar, sonsuz bir hızla geçiyordu. Uzakta deniz vardı. Anayla kızı yola, arabalara, denize baktılar. Gülşen anayla kızı dört yaşındaki Sabahat biraz önce İzmir Mahpushanesi’nin kadın gardiyanıyla birlikte geldiler bulunduğum odaya. Küçük kız ürkek bakışlarla süzdü beni, anasının eteğine yapıştı. Çok sonra onunla dost olmayı başardık. O zaman istedi denizi görmeyi. O zaman masallar anlattı bana. Mahpus bir çocuğun masalları, ben de size anlatacağım. Sabahat’ın anası Gülşen Turan cinayetten yatıyor. Altı yıl sekiz aya mahkûm. “Benim de kendime göre mutlu bir ailem vardı” diyor gözleri dolarak “İki çocuğumla yaşıyorduk, Allah’a çok şükür. Kocam işçiydi. Petkim’de. Nazara geldik biz. Bir kötünün kurbanı olduk. Yolunu şaşıran birinin kötülüğüne yandık. Bir gün, o adam kapıma dayandı. O da evliydi. Benden kendisine teslim olmamı istedi. Ölürdüm de teslim olmazdım, bıçakla öldürdüm.” Sabahat annesi anlatırken başını eğip ayaklarına bakıyor durmadan Gülşen Turan başını kızının altın sarısı saçlarına gömüyor, ağladığını ben görmeyeyim istiyor. Gülşen Turan yeniden yaşıyor o uğursuz günü. Elleri titriyor, bir sigara uzatıyorum ona, alıyor. “Şu saçlarım bir gecede ağardı bacım: var sen çektiğim acıyı ölç. Her şeyimiz dağıldı. Oğlan dördündeydi kaynanamın yanına gitti, Sabahat o zamanlar iki buçuk yaşındaydı yanıma aldım. Zavallı kızım. Sokakta oynamayı hiç bilmedi. Kocam her hafta gelir ziyaretimize. Namusumu temizledim ben. Ne kocam kötü söz edebilir hakkımda ne de başkaları. Babası bilir bunu, bizi hiçbir şeye muhtaç koymaz.” Sabahat babasından söz edildiğini duyunca iri mavi gözlerini açıp yüzüme bakıyor. Çocuk gözleri değil gözleri. Maviler yaşlı, yorgun. Birden eliyle saçlarını geriye atıp kulağını açıyor, iki altın halka parlıyor kulağında. “Bak” diyor ve devam ediyor, “Babamdan küpe istedim, getirdi. Kolye istedim getirdi, kolyeyi yitirdim ama. Yüzük istedim getirmedi. Ben arada ninemin yanına gittim, küçük köpek büyümüş, ben de büyümüşüm ama küçük köpek daha çok büyümüş, beni şalvarımdan çekip döndürdü.” Gülşen Turan geldiğinden beri ilk kez gülümsüyor. Kızının konuşması, gülmesi her ana gibi mutlu ediyor onu. “Buradan çıkınca yeni bir hayat kurmak çetin olacak. Çocuklarım birbirine yabancı. Sonra Sabahat hep kapalı yerde büyüdü, sağlıksız, çekingen…” Sabahat sözünü kesiyor anasının, gene pencereden denizi görmek istiyor, anası onu pencereye çıkarıyor. “Anne televizyondaki deniz böyle renkli değil. Bu deniz daha güzel. Anne ben bu denize giremem değil mi, televizyondaki çocuklarla oynayamam değil mi, onlar beni kumlarına sokmazlar değil mi?” Gülşen Turan, susuyor, sorusuna yanıt bulamayan Sabahat gözlerini dikmiş bana bakıyor: “Ben bir masal anlatacağım” diyor, “Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde ben ölmüşüm. Ama ölü ayaklarım nerede?” Canınızı acıttım mı? Benim de acıyor.

Source: Işıl Özgentürk