Beyin

Beyin

Tam olarak 100 yıl önce, 1925 yılıydı… Cumhuriyet ilan edilmiş, hilafet kaldırılmış, şeyhülislamlık makamı lağvedilmiş, şeriye mahkemeleri lağvedilmiş, diyanet işleri başkanlığı kurulmuş, medreseler kapatılmış, laik eğitim sistemine geçilmişti, kalkınma hamlesi başlatılmıştı, ilk ulusal bankamız Türkiye İş Bankası kurulmuştu, ilk ulusal sigorta şirketimiz Anadolu Sigorta kurulmuştu, daha birkaç yıl önce anca kağnıyla dolaşılan Ankara’ya dörder kişilik yolcu uçakları inmeye başlamıştı, Türk Hava Kurumu kurulmuştu, memleketi demir ağlarla örmek için Devlet Demiryolları kurulmuştu, Gölcük’te ilk tersane ünitemiz kurulmuştu, Karacabey Harası kurulmuştu, Topkapı Sarayı müze haline getirilmişti, 400 yıl boyunca padişahların yaşadığı saray, artık halkındı, Türkiye Cumhuriyeti yazılı ilk madeni paramız tedavüle çıkmıştı, ilk Cumhuriyet Altını basılmıştı, şeker fabrikaları kurulması için özel kanun çıkarılmıştı, Konya Ovası’nın sulanması için kanal inşaatları başlatılmıştı, Mersin Limanı’nın inşaatına başlanmıştı, Cumhuriyet’in en önemli önceliklerinden biri, sanattı, müzik öğretmeni yetiştirmek için Musiki Muallim Mektebi açılmıştı, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın temeliydi, İstanbul’da vapur tramvay gibi toplu taşıma araçlarında perde vardı, kadınlar perdenin arkasında oturuyordu, kocalarıyla bile yan yana oturamazlardı, bu perdeler kaldırılmıştı, sinema salonları açılmaya başlanmıştı, restoranlar açılmaya başlandı, sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum, volkan olup dönünüz, pırıltılı gençlerimiz yurt dışına eğitime gönderilmeye başlanmıştı, Türkiye her alanda pırıl pırıl parlıyordu, yeni anayasa kabul edilmişti, halk egemenliğine dayalı, meclisi yücelten “demokrasi anayasası”ydı, eşitlik, kişi dokunulmazlığı, konut dokunulmazlığı, din ve vicdan özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, seyahat özgürlüğü, seçme ve seçilme özgürlüğü, yargı güvencesi, Anayasa çerçevesinde garanti altına alınmıştı, “ulus” tanımı yapılmıştı, “Anayasal vatandaşlık” tarif edilmişti, “Türkiye halkına, din ve ırk ayırt etmeksizin, vatandaşlık bakımından Türk denir” denilmişti, o tarih itibarıyla Avrupa’da İngiltere, Fransa ve Türkiye dışında “halk egemenliği”yle yönetilen başka ülke yoktu, gerisi diktatörler, krallar, çarlar tarafından yönetiliyordu, Türkiye Cumhuriyeti adeta yüz yıl ileriyle sıçramıştı.

Şeyh Sait ayaklanması patladı. Nakşibendi şeyhiydi. Cumhuriyet’e kesinlikle karşıydı. “Dinsiz bunlar” diyordu, “fuhuş yapıyorlar” diyordu, “içki içiyorlar” diyordu, dinimizi, yalanlarına alet ediyordu. Kürt İstiklal Komitesi denilen bir örgütün üyesiydi, Kürdistan hayali kuruyordu. “Kürtlerin bulunduğu yerleri Türklerin elinden alacağız, topraklarımız verimlidir, madenlerimiz çoktur” diyordu. İslamiyet adına silahlı ayaklanma fetvası verdi, Güneydoğu’daki aşiretlere gönderdi, “Cumhuriyet’e destek verenlerin görüldükleri yerde öldürülmesinin, mallarına el konulmasının helal olduğunu” söyledi. Lice’yi, Genç’i, Siverek’i, Ergani’yi, Varto’yu, Silvan’ı ele geçirdiler, Diyarbakır’ı kuşattılar, Muş’a yürüdüler, Türk silahlı kuvvetleriyle çatıştılar, Elazığ’ı ele geçirdiler. Telgraf hatlarını kestiler, Ziraat Bankası şubelerini yağmaladılar, jandarmaları öldürdüler, öğretmenleri öldürdüler, yeşil bayrak taşıyorlardı. Aslına bakarsanız, bölücülük de irtica da, emperyalizmin asıl emellerinin kılıfıydı, genç Türkiye Cumhuriyeti, nefes alacak vakit bile bulamasın isteniyordu. Mesela… Demokrasiyi, hukuku, bilimi yerleştirmeye çalışan genç Türkiye Cumhuriyeti, henüz 1.5 yaşındayken, işte bu bölücü-irticacı ayaklanmayla meşgul edilirken, aynı tarihte, bütün dünya Amerikalı astronom Edwin Hubble’ı konuşuyordu, çünkü, Los Angeles gözlemevindeki teleskobuyla, andromeda adı verilen gökadayı inceleyerek, samanyolu dışında galaksiler keşfettiğini açıklamıştı, “big bang” teorisinin en önemli kanıtlarından biriydi. Bu oksimoron döngü, maalesef Türkiye’nin kaderi olacaktı, 1925’te böyleydi, 2025’te de böyle olacaktı, Türkiye Cumhuriyeti kurucu vizyonuyla, bilime, hukuka doğru gitmeye çalışırken, gericiler-bölücüler hep ittifak halinde saldırıya geçecekti.

Şeyh Said ayaklanmasının odak noktalarından biri, Lice’ydi. On binden fazla silahlı aşiret mensubuyla kuşatılmıştı, devleti temsil eden Lice kaymakamı Asım beyin elinde sadece on kişilik müfreze vardı, bir de kendi beylik tabancası, hepsi buydu, e tabii direnebilmeleri mümkün değildi, rehin alındılar, kaymakam Asım bey, eşi Sehavet hanım ve iki yaşındaki kızları Selma, rehine takasında kullanılmak üzere kaçırıldılar, Sehavet hanım altı aylık hamileydi, kah yürüyerek kah katırlara bindirerek, Lice’yle Hani arasındaki iki bin metre yükseklikteki dağlara götürüldüler, kara kış ortasında kar yağışı altında, tek tük evlerden oluşan metruk mezralarda, zifiri karanlık mağaralarda tutuldular, iki ay kadar süren Şeyh Said kalkışması nisan ayının başında bastırıldı ama, rehinelerin kurtarılması mayıs ortasını buldu, Mürsel paşa komutasındaki yedinci fırka tarafından sağ salim kurtarıldılar, neredeyse 3.5 ay boyunca silahların gölgesinde, ölüm korkusuyla iç içe, bu berbat şartlarda yaşamışlardı, üç kişi kaçırılmışlardı ama, dört kişi bulundular, aile büyümüştü, çünkü bir mucize gerçekleşmişti, yemeden içmeden kesilerek 38 kiloya düşen, üstelik karnı burnundayken katırdan düşerek yaralanan Sehavet hanım, dağ başındaki kuş uçmaz kervan geçmez mezranın birinde doğum yaptı, sağlıklı bir erkek bebek dünyaya getirdi. Kaymakam Asım bey, ölümlere inat edercesine doğan oğlunu kucağına aldı, senin adın Gazi olsun dedi, savaştan sağ ve zaferle dönmüş insan manasında, oğluna “Gazi” adını verdi.

O bebek… Ordinaryüs Profesör Gazi Yaşargil oldu.

Yüz yaşını gördü, aramızdan ayrıldı, “yüzyılın beyin cerrahı öldü” başlığıyla haber yapıldı, hatırasıyla onur duyuyoruz. Ama… Gericiler-bölücüler itibarıyla Gazi Yaşargil’in dünyaya geldiği -yüz yıl önceki- noktaya geri dönmüşsek, hatta, yüz yıl önce Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla idam edilen Şeyh Said’e yüz yıl sonra şehit diyenler Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeyse, bu ülkede “yüz yıllık beyin”den söz edilebilir mi?

İnsan beyninin en önemli özelliklerinden biri, hafıza, hatırlamak lazım… Gazi Yaşargil’i yurt dışında eğitim alırken askerlik yapmaya gelmedi diye Türk vatandaşlığından atmışlardı, Avrupa’da vatansız pasaportuyla yaşamıştı, e bugün bakıyoruz, Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyen teğmenler ordudan atılıyorsa, Türk vatandaşları vatanımızın pasaportuyla Avrupa’ya gidemiyorsa, hani beyin?

Gazi Yaşargil’in vefat ettiği gün, Abdullah Öcalan’ın, Irak’taki Barzani ve Suriye’deki Mazlum Abdi’yle resmi temaslarda bulunmak istediği duyuruluyorsa, Öcalan’ın bu talebini Şeyh Said’i şehit ilan eden parti duyuruyorsa, aynı gün Profesör Ümit Özdağ’ın tutukluluğuna devam kararı çıkıyorsa, yüzyılın beyin cerrahı öldü deniyor ama, aslında Türkiye’nin “beyin ölümü” çoktan gerçekleşmiş olmuyor mu?

Source: Yılmaz Özdil