“Çevre Gündemi – Zeytinlikler, Su Kaynakları ve Doğanın Geleceği”

Zeytinliklerle ilgili yalanlar ve gerçekler! Muhalefetin algı operasyonu tutmadı

HABER MERKEZİ ANKARA Maden Kanunu’nda yapılan değişiklikle zeytinlik alanda kontrollü madencilik yapılmasının önü açılırken, düzenleme, tartışmaları da beraberinde getirdi. Sosyal medyada “zeytin ağaçları kesilecek” algı oluşturulurken, muhalefetin tabiatın tahrip edilmesi veya bütün zeytinliklerin madencilik faaliyetlerine açıldığı iddiaları gerçeği yansıtmıyor. Muhalefet partileri sözcülerinin iddialarına rağmen, Türkiye’deki tüm zeytinliklerin sadece binde 4’ünde madencilik yapılmasına izin verilecek. Madencilik faaliyeti yapılacak alandaki zeytin ağaçları ise taşınarak başka bir alana dikilecek. Taşınmasının mümkün olmadığı durumlarda ise aynı sayıda ağaç dikilecek. İşte yalanlar ve gerçekler: SADECE SINIRLI FAALİYET OLACAK Yalan: Türkiye’de zeytinliklerin tamamı madencilik faaliyetine açılıyor. Gerçek: Madencilik faaliyeti yapılacak koordinatlarda sadece 82 bin adet zeytin ağacı bulunuyor. Bu rakam Muğla ilindeki mevcut zeytin ağacı sayısının yüzde 4’ü, Türkiye’deki zeytin ağaçlarının ise binde 4’ü civarında. Madencilik faaliyeti Türkiye’deki zeytinliklerin tamamında değil, Muğla’daki bazı bölgelerde koordinatlarla sınırları belirlenmiş zeytinliklerde yapılacak. Teklifte yer alan koordinatlar, Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy Termik Santrallerinin maden sahalarını kapsıyor. 5 BİN İSTİHDAM VAR Yalan: Zeytinliklerde madencilik faaliyetinin kamu yararı yok. Gerçek: Düzenlemeye konu termik santrallerde yaklaşık 5 bin kişi istihdam ediliyor. Düzenleme kapsamındaki termik santraller yıllık 700 milyon dolarlık elektrik üretiyor. Bu santraller olmasa ikamesi ithal doğalgaz ile sağlanacağı için bu para yurt dışına gidecek. Buradaki termik santraller Türkiye’nin elektrik üretimimi yaklaşık yüzde 3,5’unu karşılıyor. Kömür aranacak zeytinlik alanlarındaki rezervin yaklaşık 200 milyon ton ve ekonomik değerinin 5 milyar dolar olduğu, 700 milyon dolarlık elektrik üretimi ile birlikte yaklaşık 5,5 milyar dolarlık bir ekonomik değere ulaşacağı belirtiliyor. RUHSAT TARİHİ 1960’A DAYANIYOR Yalan: İzin ruhsatı ile şirketlere imtiyaz sağlanıyor. Gerçek: Koordinatlı alandaki ruhsatların tarihi 1960 yıllarına dayanıyor. Buradaki ruhsat hukuku zeytinliklerde madencilik yasağının getirildiği 1995 yılından önce ortaya çıktı. Bu sebeple zeytinlik alanlarda madencilik düzenlemesiyle bu ruhsatların mülkiyet haklarının zedelendiği iddiaları da bulunuyor. Türkiye’de mevcut ruhsatların yüz ölçümüne oranı arama ve işletme ruhsatı kapsamında %8 civarında. İşletme izni olarak ise bu oran %4’ün altında. İşletme izinli alan içerisinde bugün itibarıyla bilfiil kazı yapılan alan ise ülke yüz ölçümümüzün binde biri kadar. 5,5 MİLYAR $’LIK EKONOMİK DEĞER Yalan: Başka ülkelerde örneği yok. Gerçek: Gelişmiş ülkelerde de zeytinliklerde madencilik faaliyetleri mutlak şekilde yasaklanmıyor. Aksine çevreyle uyumlu bir şekilde faaliyetlerinin sürdürülmesi sağlanıyor. Mesela İspanya ve Yunanistan da bu kapsamda bulunuyor. Yalan : Zeytin ağaçları taşınınca meyve vermiyor. Gerçek : Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mücahit Taha Özkaya, zeytin ağaçlarının taşınabilir özellikte olduğunu belirterek “Taşındığı yerde doğal saksı yöntemini kullandığımız zaman çok daha rahat bir şekilde büyümesine devam eder, adaptasyonunu tamamlar. Dört veya beş yıl içinde tekrar eski hâline döndürmemiz mümkün olabilecektir” dedi. Özkaya, tekniğine uygun bir taşıma olması durumunda, taşınan ağaçların tamamının yaşamaya devam edeceğini de söyledi.

Source: Baki Sancak


Dünyanın en büyük sürü göçü – Elif Günsel

Haziran gelip kış Güney Yarımküre’nin kapısını çaldığında, Güney Afrika’nın doğusunda yer alan KwaZulu-Natal kıyıları, dünyanın en büyük sürü göçlerinden birine sahne olur. Gümüş renkli sardalyalar, bu görkemli sahnenin başrol oyuncuları olarak okyanus yüzeyinde dev bir mürekkep lekesi gibi belirir. Ancak yüzeye dikkatle bakıldığında; okyanus adeta kaynar, gümüş pullar ışığı kırar, suyun yüzeyi ayna gibi parlar. Sardalya sürüsü ansızın bir yırtıcının darbesiyle savrulur, dağılır… Ama her seferinde yeniden daireler çizer, kendi içine kapanır, yeniden açılır ve sonunda tekrar birleşir Köpekbalıkları sessizce yaklaşır, yunuslar kenardan içeri dalar, foklar kıyıdan sızar, martılar çığlıkla suya dalar, kambur balinalar suyu bir kez daha karıştırır. Hepsi bu büyük sofranın davetsiz ama yıllardır beklenen misafirleridir. EKOLOJİK TUZAĞA DÜŞENLER Sardalyalar, doğu yönünde ilerlerken Atlantik Okyanusu’nun soğuk, besin açısından zengin Benguela akıntısını takip eder. Ancak KwaZulu-Natal kıyılarına ulaştıklarında, karşılarına sıcak Agulhas akıntısı çıkar. Bu iki su kütlesinin buluştuğu yerde oluşan termal sınır, sardalyalar için bir çıkmaz yaratır. Sıcak suyu tolere edemezler; metabolizmaları bu koşullarda bozulur, yönlerini kaybederler. Serin kıyı şeridi ise dar ve yırtıcılarla doludur. Arkalarında onları takip eden köpekbalıkları, yunuslar, balinalar vardır; önlerinde ise sıcak akıntı. Kaçacak yer yoktur. Bu fiziksel sıkışma, biyolojik bir tuzağa dönüşür. Bilim insanları bu durumu “ekolojik tuzak” olarak tanımlar. Sardalya sürüsünün doğal içgüdüsüyle girdiği ortam, beklenmedik şekilde ölümcül hale gelir. Ve bu göç, sardalyaların büyük kısmı için hayatta kalmaktan çok yok oluşla sonuçlanır. PEKİ NEDEN GELİRLER? Serengeti’den Masai Mara’ya göç eden antiloplar ve zebralar yağmurları takip eder; leylekler soğuktan kaçarak yuvalarına döner; somonlar yumurtlamak için doğdukları nehirlere çıkar. Göç, çoğu tür için bir stratejidir: Daha fazla besin, daha güvenli alan, daha uygun üreme koşulları… Ancak sardalyaların KwaZulu-Natal’a gelmesi, bu tanımlara pek uymaz. Bu yolculuk, onların soyunu sürdürmesi için şart değildir. Belki de okyanusun karmaşık akıntı sisteminde bir zamanlar anlamlı olan bu rota, artık ölümcül bir yanılgıya dönüşmüştür. Belki hâlâ işe yaradığını sanan bir içgüdünün son yankısıdır bu. Belki de sadece kader… YEREL HALK DA NASİPLENİR Sardalya sürüsünü sadece okyanus sakinleri değil, insanlar da büyük iştahla bekler. Sahilde yerli halk ağlarını hazırlar, balıkçılar motorlarını çalıştırır, turistler kameralarını… Kimi elinde sepetle, kimi eteklerini toplayarak suda balık kovalar. Sardalya kıyıya vurduğunda, her şey mubahtır. Denizin tuzu, sevinç çığlıklarına karışır. Gündelik hayat bir süreliğine unutulur. O günlerde deniz sadece bir manzara değil; rızık, eğlence, hatıra ve telaştır. Bu manzaralardan beni en çok etkileyeni ise köpekbalığı saldırılarını önlemek amacıyla kıyıya yerleştirilen ağların sardalya akını sırasında kaldırılmasıdır. Yerel halka ve turistlere denize girmek yasaklanır. Denizin kusursuz avcısı, milyonlarca yıl süren evrimin ürünü köpekbalığının av macerasında işler her zaman planladığı gibi gitmez. Sardalya sürüsünü kıyıya kadar takip eden bu heybetli yırtıcı, bir anda kendini bir balıkçı ağının içinde bulur. Av olmaktan çok, sanki iş üstünde yakalanmış gibidir. Ama en dikkat çekici olan tepkisidir. Ne bir çırpınma, ne panik. Bir tür teslimiyet… belki de biraz tevekkül. Dişlerini göstermez, kuyruğunu savurmaz. KÜRESEL ISINMANIN GÖÇE ETKİLERİ Yerel balıkçılar ustalıkla yaklaşır. Kuyruğundan tutup ağır ağır denize doğru sürüklerler. Ve o da hiçbir direnç göstermeden, sakince sürece eşlik eder. Ya da bazı gözlemcilerin söylediği gibi, belki de açık büfede doymasına rağmen tabağını defalarca doldurmuş bir misafirin mahcubiyetini yaşıyordur. Bugün sardalya göçü artık bildiğimiz haliyle yaşanmıyor. Eskiden haftalar süren bu büyük göç manzaraları, artık dakikalar süren kısa nabızlar halinde ortaya çıkıyor. Zamanlaması belirsiz. Bazı yıllar sürüler gelmiyor. Aşırı avlanma sardalya stoklarını azalttı. Artık yalnızca sardalyalar değil, onlarla beslenen Afrika penguenleri, Cape karabatakları, köpekbalıkları ve yunuslar da tehdit altında. Besin zincirinin çarkı, çoktan gıcırdamaya başladı. Sardalya göçünü anlatmak, yalnızca bir balığın izini sürmek değil; yeryüzünün son kalan senfonilerinden birine kulak vermektir. Ne yazık ki bu senfoniyi en çok bozan tür, aynı zamanda onu en çok alkışlayan da “insan”. Tüm çelişkilerimize karşın, gezegenimiz hala mucizeler üretmeye devam ediyor. Ve biz bu mucizenin hem tanığı hem sınavıyız…

Source: Elif Günsel


Zeytinliklere karşı rekor süreyle çalıştırılan komisyon, yıllardır önerileri görüşmeyi bekliyor: Çevreci tekliflere zaman yok

Zeytinlikleri madenciliğe açan düzenlemenin de yer aldığı torba yasa teklifi; TBMM Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’nun 26 saatlik rekor mesaisiyle kabul edildi. Aynı komisyonda madencilikle ilgili uzun süredir görüşülmeyi bekleyen diğer yasa teklifleri de dikkat çekti. Bu tekliflerin arasında CHP Aydın Milletvekili Süleyman Bülbül’ün 2019’da verdiği, taş ocakları ve maden işletmelerinin açılmasının bölge halkının oylamasına götürülmesi önerisi yer alıyor. Teklifte referandum kararının da bölgedeki nüfusa kayıtlı seçmenin yüzde 10’unun talep etmesi halinde verileceği belirtiliyor. Komisyonda 2024’ün şubatından beri bekleyen teklifte ise altın madenciliğinin herhangi bir aşamasında siyanür kullanılmasının yasaklanması isteniyor. Yine 2022’den beri bekleyen bir diğer yasa teklifinde maden çıkarma sahalarında gerekli çevre uyum çalışmalarını gerçekleştirmeyenlere tekrar ruhsat verilmemesi öngörülüyor. Komisyonda Haziran 2023’ten beri bekleyen bir diğer teklifte özel çevre koruma bölgeleri, milli parklar, yaban hayatı koruma ve geliştirme sahaları; arkeolojik, doğal, tarihi ve kentsel sit alanları ile tarım arazilerinde madencilik faaliyetlerinin yasaklanması talep ediliyor. “TEKLİFİ GERİ ÇEKİN” TMMOB Gıda Mühendisleri Odası, yasa teklifinin “derhal geri çekilmesi” çağrısında bulunarak, doğaya ve tarıma yönelik bu düzenlemenin geri dönülmez zararlar doğuracağını vurguladı. Açıklamada, “Bu yasa, doğayı, tarımı, gıda güvenliğini, gıda güvencesini, halk sağlığını ve mesleki deneyimi hiçe sayan bir talan ve gasp düzenlemesidir. Tarım arazileri, meralar, zeytinlikler ve ormanlar, Türkiye’nin sermayeye peşkeş çekilmeyecek kadar değerli varlıklarıdır” ifadeleri kullanıldı.

Source: Sarp Sağkal


Zeytin köylüsü açlıktan ölür

Maden şirketleri için köylünün geçimini sağladığı binlerce zeytin ağacının sökülerek başka yere taşınmasını öngören düzenlemeye hocaların hocası olarak bilinen Doğa Bilimci Prof. Dr. Doğan Kantarcı’dan da itiraz geldi. Zeytin ve madencilik alanında 3 ayrı bilimsel saha çalışması yapan Kantarcı, “Meclis’te bilgilerine başvurulan hocaların zeytin ağaçlarının kolaylıkla taşınabileceğini ve yüzde 100’ünün hayatta kalacağını söylemeleri çok şaşırtıcı. Zeytini taşımak çok risklidir, bir bölümü ölür gider. Canlı kalanlar da 10 yıldan önce eski haline dönemez. Yer bulunsa bile, 10 yıl köylü ne yer, ne içer? Açlıktan ölür” dedi. Prof. Kantarcı, zeytin ağaçlarının taşınması yanlışından acilen dönülmesini, kömürün yer altına inilerek çıkarılmasını önerdi.

GERİ DÖNÜŞ MÜMKÜN DEĞİL

Kantarcı, zeytin ağaçlarının sökülme sırasında kılcal damarları durumundaki bağlarının kopacağını söyledi. Zeytinliklerin kaldırılarak veya başka yere taşınarak altındaki kömürün açık ocak işletmesi ile çıkarılmasının da mümkün olmadığını belirten Kantarcı, şu bilgileri verdi: “Zeytin ağaçlarının taşınması çok sorunlu olup, tutmalarının sağlanması büyük masrafları ve hassas bakımı gerektirmektedir. Bütün bunlar yapılabilse de ağaçların kısıtlı olarak verimi 5-7 yıl gibi uzun bir sürede mümkün olabilmektedir. Zeytinliği taşıyacak uygun bir yer de yoktur. Çünkü zeytinliğe uygun arazide zaten zeytinlik kurulmuş veya orman alanlarındaki yabani zeytinler ile deliceler aşılanmıştır. Açılan kömür ocaklarının kireçtaşı yarmalarının ve tabanlarının doldurulup, ağaçlandırılması, hele zeytinlik yetiştirilmesi mümkün değildir.”

Geçen 50 yıllık açık ocak işletme yönteminin sonuçlarının tahrip edici nitelikte olduğunu belirten Prof. Kantarcı, “Yeraltı işletmesi ekolojik maliyeti azaltacaktır” diye konuştu.

‘Kömürü yer altında arayın’

Prof. Dr. Doğan Kantarcı, bölgedeki kömür varlığının 1982-83 yıllarından bu yana yeraltı işletmeciliği ile çıkarılması gerektiği halde çevre tahrip edilerek açık ocak yöntemiyle çıkarılmasının da yanlış olduğunu söyledi. Geçen 50 yıllık açık ocak işletme yönteminin sonuçlarının tahrip edici nitelikte olduğunu belirten Prof. Kantarcı, “Eğer termik santrallar ve enerji üretimi devam ettirilecekse, bölgedeki kömürün yer altı maden işletmesi olarak çıkarılıp, kullanılması gerekmektedir. Yeraltı işletmesi ekolojik maliyeti azaltacaktır” önerisinde bulundu.

Sosyal medya SÖZCÜ’yü konuştu

Gazetemiz, zeytinlik katliamı haberini “2 bin yıl dayandım AKP 26 saatte yıktı” başlığıyla birinci sayfadan duyurdu. Sosyal medyada gazetemizin haberi yorum yağmuruna tutuldu. Haberimizde Hammurabi kanunlarında zeytine verilen değer hatırlatılmıştı. Sosyal medyada, bir kullanıcı “Tufanı atlatan zeytin, sizin devrinizde kömüre kurban edildi. Hammurabi’nin 4000 yıl önce yazdığı yasada bile ağaç korunuyordu, siz 21. yüzyılda kesmeyi marifet sayıyorsunuz” dedi. Öte yandan CHP Denizli Milletvekili Gülizar Biçer Karaca, sosyal medyada yaptığı bir paylaşımda şu ifadeleri kullandı: “Anadolu toprakları yağmalanıyor; toprağın ve üretim araçlarının köylüden kopartılması hedeflenirken, işçileştirilecek yoksul kitlelerden ucuz emek rezervi yaratılmak isteniyor.”

Source: Erdoğan Süzer


Kıyametin eşiği

1945 yılının 16 Temmuz’uydu.

İnsanoğlu yeni bir kâbusla tanıştı.

ABD, uzun zamandır üzerinde çalıştığı atom bombasını tamamlamış, o gün New Meksiko’nun uçsuz bucaksız çöllerinde ilk deneyini yapmıştı.

Deneye “trinity” adı verilmişti ve bu isim bir tarih profesörünün “Güneşin İki Kez Doğduğu Gün” isimli kitabından alınmıştı.

O gün güneş gerçekten de ikinci kez doğmuş, bombanın ışığı New Meksiko, Arizona ve Teksas’tan görülmüş, deneyi izleyenler dehşetten donakalmışlardı. İnsan yapımı hiçbir silah bu kadar yıkıcı, bu kadar acımasız olamazdı.

Bombanın düştüğü topraklar sıcaktan kristalleşmiş, geriye hiçbir canlı organizma kalmamıştı.

Barutu bularak kitlesel ölümü keşfeden insanoğlu, atom çekirdeklerini bölerek çok daha fazlasını yapmış, dünyanın felaketini hazırlayan yeni bir aşamaya geçmişti. Gelinen nokta, bilim adına bir devrim olsa da insanlık adına sonun başlangıcıydı.
Bunu görmek için çok beklenmedi.

Deneyden üç hafta sonra, 6 Ağustos 1945 sabahı, ilk atom bombası Hiroşima semalarında patladığında saatler 08.45’i gösteriyordu. Patlamadan bir dakika sonra geriye 130 bin insanın cesedi kaldı. Bebek, yaşlı, çocuk, hasta, kadın, erkek… Gündelik hayatını sürdüren 130 bin insan, etrafı süsleyen çiçekler, ağaçlar, böcekler ve hayvanlarla birlikte yandı, kavruldu ve kül oldu. Geriye kalanlar da inanılmaz acılarla ölümü beklediler.

Bu felaketten üç gün sonra aynı senaryo Nagazaki’de tekrarlandı. Oraya atılan bomba da 70 bin insanın ölümüne sebep oldu.

14 Ağustos 1945’te Japonya teslim oldu. ABD Başkanı Truman, insanlık tarihinin en büyük kıyımıyla kazanılan bu zaferi (!) aynı gün büyük bir gururla paylaştı. Ne de olsa kısa geçmişi kirden ve kandan görünmez haldeki bir ülkenin mensubu, yerleştiği kıtanın halkını yok ederek onların kanı üzerine kurulmuş bir devletin başkanıydı. Pearl Harbor baskınıyla karizmayı çizen Japonya’ya acıyacak değillerdi ya…

……………………….

İkinci Dünya Savaşı, bu felaketle son buldu.

Savaştan sonra Almanya Polonya’dan, Japonya Kore’den, Sovyetler Birliği Japonya’dan özür diledi. Zaten bitmekte olan bir savaşta bir hareketle 200 bin insanı öldüren ABD kılını bile kıpırdatmadı. Dünya tarihinin en büyük katliamını yapmasına rağmen hiçbir özre gerek görmedi.

Nükleer silahların sebep olduğu acı sonuç, birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Ancak güçlünün haklı olduğu bir dünyada bu tartışmaların sonuç getirmesini beklemek hayaldi. Yirminci Yüzyılın en büyük savaş suçlusu olan Amerika, bir yandan barış dolu bir geleceğin erdemlerinden bahsediyor bir yandan da silahlanmaya ayırdığı bütçeyle övünüp ürettiği silahlarla güç gösterisi yapıyordu. Hal böyle olunca; silah üretimi bir rekabete dönüştü.

Hiroşima felaketinden dört yıl sonra Sovyetler Birliği de kendi nükleer silahını üretti. 29 Ağustos 1949’da Sibirya’nın buz dağları üzerinde ilk denemesini yaptı.

Soğuk Savaş yılları nükleer silah üretiminin had safhaya ulaştığı yıllar oldu. Masanın iki başına kurulan ABD ve SSCB hem silahların sayısını hem de etkisini artırdılar. Onlara diğer ülkeler de katıldı. 1952 yılında İngiltere, 1960 yılında Fransa, 1964 yılında Çin Halk Cumhuriyeti nükleer silah sahibi oldular.

Bu silahların üretim aşamalarında yüzlerce deney yapıldı. Kimi zaman buz dağlarında, kimi zaman çöllerde, kimi zaman okyanuslarda kimi zaman da atmosferde… Her deneyde tonlarca uranmış ve plütonyum kullanıldı. Üstelik atılan her yeni bomba bir öncekinden daha etkiliydi. Yerküre, sonuçları tespit edilemeyen inanılmaz hasarlar aldı. Havası, suyu, dengesi, habitatı bozuldu. İnsanlık koşar adım felaketine gider oldu.
Nükleer silah yarışı ve bu yarışın vahim sonuçları karşısında İrlanda, 1958 yılında tüm nükleer silahların imha edilmesi yönünde Birleşmiş Milletlere bir bildiri sundu. 1 Temmuz 1969 tarihinde Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) imzalandı. Nükleer testleri yasaklayan, menzil sınırlarını belirleyen bu antlaşmaya 190’a yakın devlet imzacı olarak katıldı.

Nükleer testlerin sebep olduğu felaketler 1970’lerden itibaren kendini göstermiş, ilk atom deneylerine katılan bilim adamları ve askerlerin %99’unun kan kanserine yakalandığı görülmüştü. Bu deneylere katılan Amerikan subaylarından Orville Kelly, 1979’da Atomik Emekliler Birliğini kurdu. Bir hafta içinde aynı hastalıkla pençeleşen 9754 kişinin birliğe üye olduğu görüldü.

Ne var ki, yarış hiçbir zaman durmadı. Nükleer silaha sahip beş devletin pozisyonlarını koruma çabaları, sadece kendilerini düşünme bencillikleri, hastalıklardan ve dünyanın geleceğinden daha baskın çıktı.

1960’ların ortalarında İsrail, 1974’te Hindistan, 1998’de Pakistan, 2006’da Kuzey Kore nükleer silah ürettiler.

Nükleere sahip ülkeler, silahlarından vazgeçmek yerine, işgal edecekleri ülkeler için bahane olarak kullanmayı tercih ettiler.

Ne de olsa güçlünün haklı olduğu bir sistem kurulmuştu.

……………..

Bulduğu dinamitle insanların topluca öldürüldüğünü gören Alfred Nobel, servetini dünya barışına katkıda bulunanlara bağışlamakla vicdanını rahatlatmış mıydı bilinmez ama insanlığın dönülmez bir yola girdiğini biliyordu. Muhtemelen dinamitten daha etkili silahların yapılacağını da… Ama zalim Bolu Beyine karşı yüreğiyle savaşan Koç Köroğlu bunları hayal bile edemezdi. Tüfeğin icadı karşısında “mertlik bozuldu” diye isyana duran yüreği şu dünyanın haline dayanamazdı.

Köroğlu gibi masalların dokuz kollu canavarları da çok gerilerde kaldı. Şimdi binlerce kilometrelik menzilleri, şehirleri yok eden güçleri ve görmeden öldürebilme kolaylığıyla füzelerin ve nükleer silahların hükmü sürüyor.

Dünya kıyametine koşuyor

Zekeriya Yıldız / Haber7

Source: Zekeriya Y


İstanbul”da barajların doluluk oranı yüzde 70″in altına düştü

İstanbul”a su sağlayan barajlardaki ortalama doluluk oranı yüzde 69,41 olarak ölçüldü.

İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) verilerine göre, ilkbahar yağmurlarının etkisiyle nisan ayında yüzde 81,23″e kadar çıkan barajlardaki doluluk oranı, 22 Haziran itibarıyla yüzde 70″in altına düştü.

Mayıs”tan itibaren düşüşe geçen barajlardaki doluluk oranı bugün yüzde 69,41 ölçülürken, kentin 21 Haziran”daki günlük su tüketimi 3 milyon 490 bin metreküp olarak hesaplandı.

Bu yıl barajlara düşen yağış miktarı metrekare başına 324,23 kilogram oldu.

Barajlardaki doluluk oranları Alibey”de yüzde 53, Terkos”ta yüzde 72,34, Elmalı”da yüzde 84,71, Darlık”ta yüzde 74,30, Ömerli”de yüzde 77,95, Büyükçekmece”de yüzde 63,61, Sazlıdere”de yüzde 53,20, Istrancalar”da yüzde 28, Kazandere”de yüzde 70,30, Pabuçdere”de ise yüzde 70,85 olarak ölçüldü.

Son yıllardaki doluluk oranları

İSKİ istatistiklerine göre, 21 Haziran”da baraj doluluk oranları 2015″te yüzde 88,45, 2016″da yüzde 73,95, 2017″de yüzde 79,35, 2018″de yüzde 81,76, 2019″da yüzde 81,73, 2020″de yüzde 64,90, 2021″de yüzde 74,98, 2022″de yüzde 76,04, 2023″te yüzde 45,60, 2024″te yüzde 73,15 ve 2025″te yüzde 69,84 olarak kaydedildi.

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.

Source:


İstanbul”da barajların doluluk oranı yüzde 70″in altına düştü

İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) verilerine göre, ilkbahar yağmurlarının etkisiyle nisan ayında yüzde 81,23″e kadar çıkan barajlardaki doluluk oranı, 22 Haziran itibarıyla yüzde 70″in altına düştü.Mayıs”tan itibaren düşüşe geçen barajlardaki doluluk oranı bugün yüzde 69,41 ölçülürken, kentin 21 Haziran”daki günlük su tüketimi 3 milyon 490 bin metreküp olarak hesaplandı.Bu yıl barajlara düşen yağış miktarı metrekare başına 324,23 kilogram oldu.Barajlardaki doluluk oranları Alibey”de yüzde 53, Terkos”ta yüzde 72,34, Elmalı”da yüzde 84,71, Darlık”ta yüzde 74,30, Ömerli”de yüzde 77,95, Büyükçekmece”de yüzde 63,61, Sazlıdere”de yüzde 53,20, Istrancalar”da yüzde 28, Kazandere”de yüzde 70,30, Pabuçdere”de ise yüzde 70,85 olarak ölçüldü.Son yıllardaki doluluk oranlarıİSKİ istatistiklerine göre, 21 Haziran”da baraj doluluk oranları 2015″te yüzde 88,45, 2016″da yüzde 73,95, 2017″de yüzde 79,35, 2018″de yüzde 81,76, 2019″da yüzde 81,73, 2020″de yüzde 64,90, 2021″de yüzde 74,98, 2022″de yüzde 76,04, 2023″te yüzde 45,60, 2024″te yüzde 73,15 ve 2025″te yüzde 69,84 olarak kaydedildi.

Source: Dünya Gazetesi


Çölden gelen esin

Suudi Arabistan son yıllarda yatırım yaptığı birçok alanla birlikte ülkeye daha fazla yabancı çekmeye çalışıyor. Sanat da ülkenin en çok yatırım yaptığı alanlar arasında. Suudi Arabistan Krallığı Veliaht Prensi Muhammed bin Salman tarafından kurulan Misk Foundation, 2017 yılından bu yana sanatçıları başkent Riyad’da konaklatarak üretimlerini yapmalarını sağlıyor. Amaçları elbette kültürel alışverişi desteklemenin yanı sıra bölgedeki çağdaş sanat üretiminin gelişmesi. Bu yıl programa bir de Türk sanatçı seçildi: Ayça Ceylan. Eco-performans sanatçısı ve gazetemizin sürdürülebilirlik yazarı Ceylan, konuk sanatçı programında “The Sandland Oracle: Codes of the Ancient Future” isimli interaktif yerleştirmesini tamamlayacak. Program 20 Nisan’da başladı ve temmuz ortasında bir sergiyle son bulacak. Biz de Ceylan ile hem çöl deneyimini hem üretimini hem de ekolojik sanatı konuştuk. * Suudi Arabistan denince akla ilk olarak sanatçılara alan açan, hatta konuk sanatçı programına ev sahipliği yapan bir ülke gelmiyor. Ancak son yıllarda her alanda olduğu gibi sanat konusunda da yatırım yaptıkları bir gerçek. Siz orada nasıl karşılandınız ve nasıl devam ediyor konuk sanatçı deneyiminiz? “Misk Art Institute’nun Masaha Cycle 9 konuk sanatçı programı” kapsamında Riyad’da bulunmak gerçekten çok katmanlı bir deneyim. Ayrıca Suudi Arabistan’ın son yıllarda öncelikleri arasında üst sıralarda bulunan kültür ve sanat alanındaki dönüşümüne tanıklık etmek de heyecan verici. Açıkçası ilk başta buraya dair imgelerim sınırlıydı ama buraya geldiğimde Misk Art tarafından organize edilen geziler, müze ve sanatçı atölyesi ziyaretleri aracılığı ile hem yerel hem uluslararası kültür-sanat ekosisteminin aktörleri ile tanışma imkânım oldu. Devlet kurumları da dahil olmak üzere kadınların ve gençlerin desteklendiğini ve önemli pozisyonlarda çalıştıklarını söyleyebilirim. Kültürel dönüşüm hissedilir düzeyde ve bu geçiş döneminde burada olmak ve yaratıcı bir enerjiyle beslenmek sanatsal sürecime de farklı bir perspektif getiriyor. Misk Art ekibi oldukça destekleyici ve sanatçının kendi araştırma yönünü özgürce geliştirebilmesi için maddi ve manevi gerekli zemini sağlıyor. Türk bir sanatçı olarak burada bulunmak ve ülkemi temsil etmek kıymetli. ÇOK KATMANLI * Sergi için çalışmalarınızı sürdürdüğünüz “The Sandland Oracle: Codes of the Ancient Future” interaktif yerleştirmeniz hakkında biraz daha detay alabilir miyiz? “The Sandland Oracle: Codes of the Ancient Future”, çölü hem kadim bir arşiv hem de dönüşümün vizyoner bir mekânı olarak yeniden kurgulayan, çok katmanlı ve duyusal bir yerleştirme projesi. “Geçmişin kumları, geleceğin manzaralarını nasıl şekillendirir” sorusundan yola çıkan bu interaktif yerleşirmemde, mitoloji, ekoloji, gelenek ile teknolojinin birlikte kimliği ve kolektif şifayı nasıl inşa ettiğine ve çevresel sürdürülebilirlik politikalarına neler katabileceğine odaklanıyorum. Al-Dahna Çölü’nün hilal (ayça) biçimli kum tepeleri, AlUla’da 7 bin yıl öncesine dayanan deniz kabuklarının bulunduğu kadim izler ve nun harfi, projenin mekânsal ve sembolik çıkış noktalarından. Yerleştirme; video sanatı, canlı performans, 3D baskılar, sanatçı e-kitabı ve AI (yapay zeka) gibi araçlarla, bireysel bellek ile kolektif bellek arasındaki bağı araştırıyor. Bu sayede, atalara ait bilgeliğin güncel araçlarla yeniden yorumlanabileceği şiirsel ve çok boyutlu bir düşünme alanı açmayı hedefliyor. * Ekolojik sanat, topraklarının çoğunluğu çölden oluşan bir ülkede farklı perspektifler açacaktır diye düşünüyorum… Çöl, çoğu zaman “boşluk” ya da “yoksunluk” olarak algılansa da derin bir arşiv, zamanın dokusunu taşıyan bir canlı organizma. Suudi Arabistan’da, özellikle çölde yaptığım gezilerde, kumların konuştuğunu biliyorum. Bunu sadece spiritüel açıdan söylemiyorum, “singing sand” (konuşan kumlar) diye bir kavram var. Birçok bilimsel araştırma rüzgârın kum taneleri ile bir araya geldiğinde farklı frekanslarda sesler oluşturduğunu doğruluyor ve bunların potansiyelleri üzerine çalışıyor. Ayrıca ülkenin bazı bölgeleri yaklaşık 45 milyon yıl önce kadim Tetis Okyanusu’nun tabanıydı. * Bir eko-performans sanatçısı olarak, sizce sanat günümüzün ekolojik sorunlarına nasıl katkı sağlayabilir? Sanat, duygusal zekâyı ve sezgisel bilgeliği harekete geçirebilen nadir alanlardan biri. Ekolojik sorunlar sadece teknik ya da politik meseleler değil, aynı zamanda ruhsal ve duygusal bir kopuşun yansımaları. Eko-performans, insan ile doğa arasındaki bu kopuşa karşı bedensel bir hatırlama pratiği olabilir. Bedenle, ritüelle, duyularla, hareketle doğayla yeniden sağlıklı ilişki kurmak mümkün. Benim performanslarımda/performatif yerleştirmelerimde doğa elementleri çoğunlukla birer karakter olarak yer alır. Bu karakterler kendilerini kendi tarihsel-politik-sosyolojik öyküleri anlatır. Sanat aracılığıyla yeni bir farkındalık yaratılabilir: Doğayı kurtarmak değil, onunla yeniden bir ilişki inşa etmek… Belki de bu çağın en önemli dönüşümü burada gizli.

Source: Orhun Atmiş