Deprem

Deprem

Her depremden sonra aynı şey olur. Deprem profesörlerimiz aniden kıymete biner, ekran ekran dolaştırırlar, ellerine birer çubuk verip, fay hattı şurdan geçiyor, tsunami burdan gelecek filan, harita önünde anlattırırlar, reyting oranlarını biraz daha harlamak için, deprem profesörlerini birbirleriyle kavga ettirirler. Aradan bir hafta geçer… Televizyon kanallarına yağmur gibi telefon gelmeye başlar, “artık bunları ekrana çıkarmayın, çoluk çocuk deprem korkusundan uyuyamıyoruz” diye şikayet edilir. Aradan üç gün daha geçer… Bu defa iş dünyasından telefonlar gelmeye başlar, “deprem endişesiyle alışveriş kesildi, insanların psikolojisi bozulunca ekonomi de bozuluyor, depremden bahsetmeyin artık” derler. Aslına bakarsanız, haberciler hadisenin ciddiyetini bizzat yaşadıkları için deprem konusunu ekrana getirmekte ısrar ederler ama, dedim ya, reyting diye bir kavram var, izlenme oranlarını gösterir, depremin ilk günlerinde deprem profesörlerinin izlenme oranı çoook yüksekken, aradan bir hafta filan geçince, izlenme oranı adeta çakılır, hızlı şekilde düşer, yukarda özetlediğim şekilde, insanlar deprem konuşmak, deprem görmek, deprem duymak istemezler, başka kanala zaplarlar, e bu durumda haberciler de ne yapsın, izlenme oranları düştüğü için mecburen deprem konusundan uzaklaşırlar, işporta siyasetin laga lugalarına geri dönerler.

Böylece, deprem unutulur.

Sonra, bir deprem daha olur… Hadi bakalım, korkular hortlar, yukarda anlattığım döngü silbaştan tekrar yaşanır.

Çünkü… İki tip doktor vardır.

Biri, lafı hiç eğip bükmez, başınıza neler geldiğini gözlerinizin içine baka baka gayet açık şekilde anlatır, teşhisi ciddiye almazsan kesinlikle ölürsün der, uyarılarıma kulak vermezsen, kendin ölmekle kalmazsın, aileni de hem maddi hem manevi açıdan perişan edersin der, şimdi lütfen sakin sakin söylediklerimi dinle ve dediklerimi mutlaka yap, bana güven, söylediklerimi harfiyen uygula, söylediklerimi harfiyen uygulayacağın konusunda ben de sana güvenebileyim, birlikte mücadele edeceğiz, birlikte aşacağız der… Kendinizi duygusal açıdan kötü hissedersiniz ama, muhtemelen sağlığınıza kavuşursunuz, kefeni yırtarsınız, yaşarsınız.

Öbürü ise güya size moral verir, daha muayene bile etmeden, daha tetkik bile yapmadan, sırtınızı sıvazlayarak maşallah turp gibisin yahu der, senin yaşında bu tür ufak tefek rahatsızlıkların olması gayet normal der, annemde de aynı hastalık var der, benden fazla yaşarsın merak etme falan diye espri bile yapar, bir reçete yazar, kolonya serper, gönderir… Kendinizi ruhen gayet iyi hissedersiniz ama, muhtemelen değil, kesinlikle ölürsünüz.

Teşhis ve tedavi için hangi tip doktoru tercih edersiniz?

Anlata anlata dilinde tüy biten deprem profesörleri, aslında işte budur. Adalet herkese lazım diye anlata anlata dilinde tüy biten hukuk profesörleri de budur. Faiz sebep enflasyon sonuç değildir diyerek, yapısal sorunları anlata anlata dilinde tüy biten ekonomi profesörleri de budur. Söylediklerimi ciddiye almazsan ölürsün diyen tıp profesörleri de budur.

Afetlerden adalete, enflasyondan sağlığımıza kadar, toplumsal ve kişisel, tüüüm sorunlarımızda, tedaviden daha çok, teşhis önemlidir.

Tercih, her şeydir.

Devlet dediğin, insan bünyesidir.

Devlet kurumları, organlarımızdır.

Teşhis, hayatidir.

Teşhis doğru olmazsa, tedavi hikayedir.

(Bakın habire İstanbul konuşuluyor ama, ben size depreme dair bir başka adresi anlatayım, Maraş mesela, kahraman şehrimiz, Kahramanmaraş… Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Herodot’un anlatımına göre, Hitit generali Maraj’ın adını taşır. Hititler yaşadı orada, Asurlular yaşadı, Medler, Persler yaşadı, Makedonyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Emeviler yaşadı, Selçuklular yaşadı, Osmanlı yaşadı orada, 3500 yıl… Bu 3500 yıl boyunca, Maraş’ı şehir olarak kullanan bütün medeniyetler kale’nin çevresinde yaşadı, arşivleri inceleyen herkes görüyor ki, bütün yapılaşma kale’nin oturduğu tepenin civarındaydı. Kurtuluş Savaşı sırasında nüfusu 35 bin kişi kadardı, uzak köyler hariç, bu 35 bin kişinin tamamı kale’nin çevresinde yaşıyordu.

Elbette tesadüf değildi.

Elbette jeoloji, jeofizik, statik gibi kavramları henüz bilmiyorlardı ama, 3500 yılın imbiğinden süzülen tecrübe, o yaşadıkları kale çevresinin sağlam olduğunu onlara öğretmişti, sağlam zeminde yaşamaları gerektiğini öğretmişti.

Maraş sulak ve bereketli topraklara sahip olduğu için, 3500 yıl boyunca gelirinin neredeyse tamamı tarım ürünlerinden oluşuyordu. 3500 yıl boyunca tarım şehriydi. 3500 yıl boyunca tarlalar sadece tarla olarak kullanıldı. 3500 yıl boyunca hiç kimse “gideyim de tarlanın ortasına binalar dikeyim, tarım alanlarını şehir merkezi yapayım” diye düşünmedi.

Son 20 yıl hariç!

Son 20 yılda akılalmaz bir hızla tarlalarda inşaat başladı. Maraş ovası betonlaştı. Nehir yataklarına ilçeler kuruldu. Şehir genişledi, genişledi, genişledi. 2013 yılında matah payeymiş gibi “büyükşehir” yapıldı.

2000 yılında Maraş’ın şehir merkezi sadece 25 kilometrekareydi, 2020 yılında 115 kilometrekare haline geldi, binalaşma neredeyse beş kat genişledi.

2000 yılında Maraş’ın tarım alanları 225 kilometrekareydi, 2020 yılında küçüle küçüle 160 kilometrekareye düştü.

6 Şubat Kahramanmaraş depreminde, tarım alanlarına bina yapmanın faturası çooook ağır bedelle ödendi.)

(Peki ya İstanbul? 1999 depreminde İstanbul nüfusu ne kadardı biliyor musunuz? 10 milyondu. Evet, 10 milyondu.

25 yıldır habire İstanbul depremi konuşuluyor, yıkıldı yıkılacak deniyor ama, İstanbul’un nüfusu ne oldu, 16 milyon oldu!

Çünkü… İstanbul’da güya habire deprem korkusu konuşuluyor ama, habire tarım alanlarına bina yapılıyor, habire dere yataklarına ilçeler kuruluyor, İstanbul son 25 yılda tarım arazilerinin yüzde 35’ini, ormanlarının yüzde 20’sini kentleşme yüzünden kaybetti, binalaşma iki kat genişledi.)

(Türkiye yılda 20 milyon ton buğday üretiyor, aynı Türkiye yılda 80 milyon ton çimento üretiyor!

Türkiye yılda 55 milyon ton sebze ve meyve üretiyor, sırf İstanbul’da yılda 60 milyon ton hafriyat çıkıyor!

Sırf İstanbul’daki moloz, bütün Türkiye’nin bir yıl boyunca ürettiği sebze meyvenin toplamından daha fazla!

Tarlalara, bağlara, zeytinliklere tohum yerine, beton dikiyoruz.

Yiyecek buğdayımız bile kalmadığı için askıda ekmek kuyruğunda bekleşip, hava karardıktan sonra pazarda çıkma sebze toplayıp, ev diye üç oda bir tabut satın almaya devam ediyoruz!)

Sorunlarımızı çözmek için, bize bilimsel gerçekleri anlatan bilim insanlarını dinlersek, uyarılarına kulak verip, hoşumuza gitmese bile ciddiye alıp, söylediklerini yaparsak, muhtemelen yaşarız.

Yok eğer, bilimin yerine siyaseti koyarsak, bilim insanlarının teşhisleri yerine, rantçı talancı yağmacı yalancı politikacıların tedavilerini uygularsak, kendimizi gayet mutlu ve güvende hissederiz ama, cenazemize kolonya serperler!

Source: Yılmaz Özdil