Müzik üzerine bir başvuru kitabı
Emel Çelebioğlu’nun ‘Müzik Kuramı’ kitabı bu açıdan bu gereksinimleri karşılıyor.Kitabın tanıtım bilgileri içeriğini açıklıyor:“Tüm bilim ve sanat dallarının bir felsefi temeli olduğu kadar bir de kuramsal dayanağı vardır. Müzikte her ne kadar yetenek (müzik kulağı), beceri, bellek gücü ve mizaç gerekli koşul olsa da bilimsel usavurma ve belleğin sırasında kullanılabilme özelliklerinin de sanatçıda, daha doğrusu yorumcuda bulunması yadsınamaz ve yeterli bir koşul olarak kabul edilmelidir. İşte bu yeterli koşul bilimsel kuramdan başkası değildir.Bu kitabın amacı müzik kuramını genel hatlarıyla ele almak ve temel konularda müzik eğitimine katkıda bulunmaktır. Bu bağlamda, müzik eğitimi alan öğrenciler kadar müziğin temel kurallarını öğrenmek isteyen tüm okurları aydınlatmak hedeflerinden biridir.Kitabın birinci bölümünde müziğin asli öğelerinden olan notalar, esler, anahtarlar, ritim, ölçü, gamlar gibi müziği oluşturan temel konular ele alındı.Kitabın ikinci bölümünde müzik yazımında kullanılan işaretler, süs notaları ve terimler; üçüncü bölümünde armoniyi oluşturan öğeler; dördüncü bölümünde çalgılar, çalgıların yapıları ve teknik özellikleri; beşinci bölümünde müzik formlarının kısa açıklamaları sözlükçe şeklinde ve son bölümünde de 20. yüzyıla ait olan müzik yazımı (notasyon) ana hatlarıyla yer almaktadır.Ana konuların anlatımına dayanan çalışmalar da okurun kendisini kitapta sunulmuş olan bilgiler konusunda sınaması amacıyla kitabın en sonuna eklenmiştir.”İNSANLIK TARİHİ KADAR ESKİ BİR SANAT DALIGiriş:Müzik sözcüğü, eski Yunanca’dan gelir; ‘Muses’ (Yunan mitolojisinde sanat tanrıları) şiiri, müziği ve dansı kavrayan geniş bir anlam taşır. Müzik bir sanat dalıdır ancak temelinde yani sesin oluşumundan ritmine, armoniden kontrpuana kadar geniş bir yelpazede bir mantık ve belli ölçüde matematik içererek adeta bir bilim dalıdır da.Müzik, yeteneğe (seslerin ayrıştırılması) ve beceriye (çalma, söyleme) bağımlıdır ancak bu gerekli koşuldur ve hiçbir zaman yeterli koşul değildir. Doğru seslendirme veya doğru yorum ancak kuramın iyi kavranmış olması ile olasıdır. Bestecinin, yapıtını oluştururken kullandığı müzik etkenleri ne kadar iyi anlaşılmış ve özümsenmiş ise icracının yorumu o oranda başarılı ve doyurucu olur. Keza, dinleyiciler açısından da müzik kuramının belli bir dereceye kadar bilinmesi, onları yabancı bir ortamdan dilini anlayabildiği tanıdık bir ortama taşıyacaktır.Kitabın akışı içinde açıklanacağı gibi müziği oluşturan temel etkenler, ritim (belirli bir zaman dilimi içinde seslerin süreleri ve dağılış biçimi), ezgi (belirli ritim oluşumları ile seslerin art arda dizilişi), armoni (farklı seslerin belirli kurallar içinde birlikte duyuluşu ve oluşan akorların birbirine bağlanışı) ve tınıdır (bir bütün olarak sesin rengi).Bu etkenlerin yanında “biçim” kuramının da iyi bilinmesi gerekmektedir. Hatta birçok müzik adamına göre psikoloji, sosyoloji, pedagoji, felsefe, estetik ve etnoloji gibi sosyal bilim dalları da müzikle iç içedir.Özellikle çalgısal müzikle başlayan evrimden önce de hiç kuşkusuz besteci ve yorumcuların kendilerine özgü kuramsal temelleri vardır. Belki bunlar kitaplara yazılmamıştı ama “usta-çırak” ilişkisine dayanan ve içrek (ezoterik) biçimde öğretilen bir “altın sayısı” olgusu vardı. Yalnız plastik ve görsel sanat dallarında değil müzik gibi işitsel sanatta da uygulama alanı bulan bu “tanrısal oran”a bazı müzik adamları çok önem verirlerMüzik, büyük bir olasılıkla insanlık tarihi kadar eski bir sanat dalıdır. Özellikle yazılı belgelerin ışığında, insanların sürekli farklılaşan toplum yaşamının, kısaca uygarlığın paralelinde müziği geliştirdiklerini, zaman içinde birikimlerini öğreti şeklinde belgelendirdiklerini ve mükemmelleştirme yolunda çok çaba harcadıklarını izlemek olasıdır. Tüm dünya insanlarının tek ortak dili olan müzik de konuştuğumuz, kullandığımız diller gibi temel yapı kurallarına, yani bir anlamda bir dilbilgisine sahiptir.Bu ortak dili en iyi şekilde anlamanın ve anlatmanın yolu ancak kuramın iyi kavranmasından geçer; aksine bir düşünce bizi müzik dünyasının dışında bırakacaktır.Kitaplığınızın müzik rafında bulunması gereken bir kitap.(Pan Yayıncılık)
Source: Doğan Hizlan
Tayfun Pirselimoğlu ile ‘Tuhaf Zamanlar’ı konuştuk: Sanki tüm dünya çılgın bir dansa tutulmuş gibi
1) Önce kendi ‘yapım’ hikâyesiyle başlayalım. Tayfun Pirselimoğlu, kökenleri 400 yıl önceye giden bir ailenin üç çocuğundan en küçüğü olarak 1959 yılında Trabzon’da dünyaya geliyor.Fotoğraf: Murat ŞAKASöze, “Çok mutlu bir çocukluk geçirdim” diye başlıyor: “Babamın çelik eşya fabrikası vardı. Annem ev kadınıydı. Çocukluğumun Trabzon’u nostaljik İtalyan filmleri gibi sahnelerle doluydu; çocuklar plajdan koşarak denize girer, akşamları aileler sinemalara, balolara giderdi.”Sene 1963/23 NisanSİNEMA MABED GİBİYDİBugünkü meziyetlerinin temeli henüz çocukluk yaşlarında atılıyor; dört yaşından itibaren çok güzel resimler yapıyor. İlk resim eğitimini kıymetli sanatçımız Süleyman Saim Tekcan’dan alıyor. Bir diğer tutkusu ise çizgi roman. Yazları babaannesiyle İstanbul’da geçiriyor. Evde, Cağaloğlu’ndan aldığı koli koli çizgi romanlara gömülüyor. Her cuma sinemaya gitmek bir aile rutini. Tayfun Bey, “Trabzon’da Konak Sineması vardı. Neredeyse bir mabet gibi herkes desturla girerdi” diye anlatıyor.MASALLARLA BÜYÜDÜMYazmaya da lise yıllarında başlıyor: “Günlük hayattaki anomaliler ve tuhaflıklar üzerine kısa hikâyeler yazıyordum. ‘Tuhaflık’ kelimesini çok seviyorum. Anneannem çok güzel masal, kuzenlerim de çok güzel film anlatırdı. Ailede belagati çok güçlü insanların olması, hikâye ve masalları sizi kavrayacak şekilde ifade etmeleri muhtemelen beni de geliştirdi.” İlk kişisel sergisini de henüz lise yıllarında açıyor. Bu sergi, Milliyet Sanat dergisine haber olacak kadar ses getiriyor…Sene 1962/Abant2) KİTAP OKUMAMAK GÜNAH SAYILIRDISıra kariyer planlamasına geldiğinde: “Annemin doktor veya mühendis olmam yönünde yoğun bir isteği olunca ODTÜ Metalurji Mühendisliği Bölümü’ne girdim. Sene 1975. Ankara’nın zor dönemleriydi. Her gün çatışmalar oluyor, insanlar ölüyordu. Buna rağmen çok faal kültür sanat hayatı vardı. CSO konserlerine gider, tiyatro izler, Piknik’te vakit geçirirdik. Borges, Calvino gibi yazarlarla bu dönemde tanıştım. O dönem gazete, kitap okumamak neredeyse günah sayılırdı. 1981’de mezun oldum. ”Sene 1977/ODTÜ yıllarından3) VİYANA YILLARIMezuniyetten sonra iki yıl mühendislik yapıyor; önce İstanbul’da bir döküm fabrikasında, ardından bir başka ofiste. Ancak bu iş ona göre değil; resimler yapıyor, yazmaya devam ediyor. Sonunda ünlü ressam Mustafa Pilevneli’ye danışıyor. Bir sergi açmak üzere kapısını çalıyor, Pilevneli ona bir başka fikir veriyor; madem öyle Viyana’ya git, sanat eğitimi al. Devamını Pirselimoğlu’ndan dinleyelim: “Viyana’da iki sanat akademisi vardı. İkisinin de sınavı aynı gündür. Şartları zorlayarak ikisinin de sınavına girmeyi başardım. Avusturya resminin önemli ismi Wolfgang Hutter’in hocalık yaptığı okul için binlerce kişi başvurmuştu. Atölyesine kabul olan 10-15 kişiden biri oldum. Ancak burada aradığımı çok da bulamadım. Geri dönmek niyetiyle üç yıl kaldım. Bu sırada hem Viyana hem Türkiye’de sergiler açtım. İlk romanım Çöl Masalları’nı Viyana’da yazdım.”Sene 2000/Colin Mounier ile Mardin4) 10 KUTU FİLMLE YOLA ÇIKTIMSinemaya ilgisi de iyice artıyor. 1990’ların sonunda Türkiye’ye dönüyor: “Yapımcı dostum Kadri Yurdatap hep film çekmek istediğimi biliyordu. Bana 10 kutu film sözü vardı. ‘Dayım’ filmini çekmek için ekip kurdum. Bir kutu film 3 dakika 20 saniye. 15 dakikalık film için plan başına iki çekim şansınız var, yani koreografiyi, ışığı, çerçeveyi, ölçeği hepsini çok iyi hesaplamanız gerekiyor… Şimdi her şey dijital; 1500 kere tekrar yapabilirsiniz ama o zaman pelikül film çok pahalıydı ve elinizde yoktu. ‘Dayım’ filmi bana hem sinemayı öğretti hem de yolumu açtı. Venedik Film Festivali’nde yarışmaya seçilen ilk Türk kısa filmi oldu. Birçok ödül aldı. Ondan sonra sinemayla olan ilişkim yoğunlaştı. İlk uzun metraj filmim ‘Hiçbiryerde’yi de ‘Dayım’ın bana sağladığı rüzgârla çektim. Ondan sonra yürüdü gitti.”Sene 1999/Venedik Film Festivali’ndeÇOCUKLARA ÇİZGİ ROMAN OKUTUN“Sinemanın ulaştığı kitle büyük ve yaptığım işlerin hepsini içeriyor lâkin yazı ve resmin keyfini de bir kenara atamam. Her işte, beş yaşımda yaptığım bir resimden duyduğum mutluluğu arıyorum. Yazdığım her şeyi bir film olarak görüyorum. Bir nevi çizgi roman gibi! Aileler çocuklara çizgi roman okutsunlar; çizgi roman hem düş dünyasını geliştirme hem sinemayla kurulan ilişkisi adına çok önemli.”‘AMOK’ KOŞUCUSU GİBİ ÇARPA ÇARPA GİDİYORUZŞu an bir filminin içinde olsak baş karakter ne yapıyor olurdu? Yanıtı: “Yaşadığımız tuhaflıkları ancak içinden sıyrılınca idrak edebileceğiz. 1500’lü yıllarda Avrupa’da, insanların salgın halinde çıldırıp garip hareketlerle dans ettiği bir dönem olmuş. Kimse nedenini anlayamamış. Şimdi de bütün dünya çılgınlar gibi dans ediyor ve kimse bunu yaptığının farkında değil gibi. Amok koşucusu gibi çarpa çarpa gidiyoruz.”HERKES KENDİ ‘KASABA’SINA HAPSOLMUŞTürkiye, insanı nasılhikâyelerin üretimine teşvik eder? Yanıtı: “Sıradan insanın kazdıkça çıkan korkunç hikâyeleriyle ilgileniyorum. Kimlik problematiği takıntım var. Mekâna sıkışmış insan hikâyelerinin gelecekle alakalı distopik bir travma taşıdığını düşünüyorum. Herkes kendi kasabasında, oradan çıkamıyor.”SANAT FİLMLERİ ANA AKIM OLDUTayfun Bey, “Sinemanın dijitalleşmesi, bir çekimi maliyetsiz 100 kere tekrarlamak yönetmeni tembelleştiriyor” diyor: “Senaryolar da çok zayıfladı. Sanat yaptığını iddia edenlerle ana akım arasında neredeyse bir fark kalmadı çünkü izleyicinin de talebi o. Festivaller de buna uygun bir ortam oluşturuyor.” İzleyicide ‘sanatsal film olsun ama çok da yormasın’ anlayışı mı var? Yanıtı: “10 sene önce filmlerin uzun olması bir erdemken şimdi küfür gibi. İzleyicinin parmağının ucunda milyon tane film var. Her şey çok hızlandı. Sinemada da hızlı kurguyla her şey hemen olsun isteniyor. Yoksa çok sıkıcı! Bize ‘yeni’ diye sunulan şeyler belli bir kıstas içinde değerlendirilmeli.”Sene 1998İYİ FİLM NASIL OLUR‘İyi film’ dediğimiz şeyin kriterleri nelerdir? Pirselimoğlu, “Benim kriterim basit; samimiyet ve zekâ. İzleyicinin beklentisiyle yönetmenin sanatı arasında birbirlerine yaklaşacakları bir mesafe olmalı” diyor: “Bu sene Berlin Film Festivali’ne altı- sekiz bin film başvurmuş. 10 sene önce çekilen bütün filmlerin sayısı 10-15 bindi. Manasız şekilde çok film çekiliyor çünkü izleyici profili değişti. Cannes ve Oscar ödüllerini alan filmler sinemanın akıldışı bir yere geldiğini gösteriyor. Talepten daha çok arz olunca nitelikli filmler nicelik içinde boğuluyor. Müthiş bir entelektüel dejenerasyon var ve sinema da bundan nasibini aldı.”BU KADERSE TUHAF OLMAMALI AMA TUHAFTuhaf zamanlarda yaşıyoruz… Tayfun Pirselimoğlu’nun da eserlerinde işlemeyi en sevdiği konu tuhaflık. Ona göre şu an içinde bulunduğumuz dünya tuhaflık skalasında nerededir? Yanıtı: “Şu an her şey o kadar tuhaf ki ‘tuhaf’ kelimesi artık yeterli değil. İngilizce’deki ‘tuhaf’ kelimesi ilk kullanıldığında İskoç dilindeki karşılığı ‘kader’miş. Kaderle tuhaflığın bir araya gelmesi, manasını bu şekilde değiştirmesi çok manidar. Bu kaderse tuhaf olmamalı ama tuhaf! Akli olan şey tuhaflaştı. Bu yüzden ‘normal’ diyeceğimiz çizgi çok bulanık. İnsanlık tarihi bir sinüs eğrisi üzerinde iniyor, çıkıyor ve bitmiyor. Bundan sonrası olamaz dediğimiz her şey oluyor. Tuhaflıkların sonu gelmiyor.”
Source: Zeynep Bi̇lgehan