‘Gerçek Pamuk Prenses’ Brüksel’de
Pamuk Prenses, şimdilerde Disney’in canlı aksiyon yeniden yapımı ile her zamankinden daha popüler. Peki Pamuk Prenses masalının gerçek bir hikâyeye dayanıyor olabileceğini biliyor muydunuz? Ya gerçek Pamuk Prenses’in Brüksel’de gömülü olduğunu hiç aklınızdan geçirmiş miydiniz?Hikâye, 16. yüzyıla uzanıyor. Margaretha von Waldeck (1533-1554) adında genç, güzel bir Alman kontesi. Henüz 4 yaşındayken annesini kaybetmiş, babasının yeniden evlenmesiyle üvey anneleriyle tanışmış. Güzelliği dillere destan, gençliği trajik. Ve sonu tıpkı masaldaki gibi bir zehirlenme vakasıyla noktalanmış. Grimm Kardeşler’in 1812’de kaleme aldığı, Disney’in 1937’de uzun metrajlı çizgi film yaparak dünya çapında popüler hale getirdiği Pamuk Prenses masalının kökleri, bu genç kontesin yaşamına dayanıyor olabilir.BORSA BİNASININ ALTINDAMargaretha’nın hikâyesi sadece güzelliğiyle değil, yaşadığı çağın karanlığıyla da dikkat çekiyor. Ailesinin yaşadığı Waldeck bölgesinde cadılara zulüm yaygındı. Öyle ki şatolarında cadılar için penceresiz, karanlık hücreler bile bulunuyordu. Masaldaki “kötü cadı” imgesi işte bu gerçekliğin gölgesinden çıkıyor.Von Waldeck ailesi aynı zamanda bakır madenlerinin sahibiydi. Bu madenlerde çocuk işçiler çalıştırılırdı. Küçücük bedenlerine büyük miğferler takan bu çocuklar, loş madenlerde ağır taşlar arasında kaybolur giderdi. Yedi cüceler, belki de işte bu çocuk madencilerin hayal ile gerçek arasında salınan yankısıydı.Margaretha’yı babası Brüksel’e gönderdi. Coudenberg Sarayı’nda yaşarken gizemli bir şekilde hastalandı. Henüz 21 yaşındaydı ve kısa sürede yaşamını yitirdi. Saraydaki entrikalar, aşk hikâyeleri ve zehirli söylentiler, masallarda anlatılan zehirli elmanın tarihi izdüşümüne dönüştü. Anlatılanlara göre bir zamanlar manastır olan bugünkü Brüksel borsa binasının tam altında yatıyor “gerçek Pamuk Prenses”!İşte bu yeniden keşfedilmiş tarih, Belçika’nın kült çizgi roman serisi Suske en Wiske’nin (Fransızca: Bob et Bobette, İngiltere’de Spike and Suzy, ABD’de Willy and Wanda veya Luke and Lucy olarak biliniyor. Türkiye’de ise zamanında “Afacan ve Füsun adı verilmiş kahramanlara) 80. yıl özel sayısında yeniden canlanıyor. “Het Ware Witje” (Gerçek Pamuk Prenses) adlı yeni seri, Margaretha’nın hikâyesini çizgi roman estetiğiyle 17 Nisan günü raflardaki yerini alarak bugünün okuyucusuna sundu. Hem de fonunda Brüksel olan fantastik bir macerayla.Senarist Peter Van Gucht, bu fikirle ilk kez Brükselli yazar Kurt Deswert’in bir makalesinde karşılaştığını anlatıyor. Deswert’in kaleminden çıkan bu “gerçek masal”, çizgi roman senaryosuna dönüşmüş. Van Gucht şöyle diyor:“Gerçek Pamuk Prenses’in Brüksel’in kalbinde gömülü olduğunu öğrendiğimizde, hikâyenin büyüsüne kapıldık.”BRÜKSEL DE ÇİZGİ ROMANDA“Hiç beklenmedik anda karşımıza çıkan binaların duvarlarındaki çizgi roman kesitleri” nedeniyle “ruhuna çizgi roman sızmış kent” olarak tanımladığım çizgi romanın başkenti Brüksel’e göndermeler de var çizgi romanda. Senarist Van Gucht, “Lambik, Brüksel’de bir bira tüccarını canlandırıyor. Adı Lambik, Brüksel çevresindeki bölgeye özgü olan lambik birasına atıfta bulunuyor. Sidonia, Margaretha von Waldeck rolünü üstleniyor. Cüceler veya çocuklar Suske ve Wiske, ormanda Atomium’a benzeyen ağaç evlerde yaşıyorlar. Manneken Pis (işeyen çocuk) de görünüyor. Ve elma ile pipo satan bir pazarcı var, Rene Magritte’in ünlü bir tablosu olan ‘Bu bir pipo değildir’e bir gönderme” diyerek tanıtıyor yeni eserlerini.TAÇ MÜCADELESİ!İddialar ne derece kanıtlanabilir ve bilimsel verilerle desteklenir bilmem ama yazar Kurt Deswert’in keşfi bu öykü, Brüksel’e çok sayıda turist çeker. Ha bu arada “en hakiki” Pamuk Prenses’in Maria Sophia von Erthal olduğunu iddia edenlere ne diyeceğiz? Hiç evlenmemiş ve 71 yaşında yaşamını yitirmiş. Mezar taşı Almanya’da Bamberg’deki bir müzede sergileniyormuş.Gerçek masala, masal gerçeğe karıştı iyice. Şimdi Brüksel’in orta yerinde, borsa binasının altında bir Pamuk Prenses yattığı söyleniyor. “Gerçek mi bu şimdi” diye soranlara Margaretha’nın hayaleti belki de şöyle fısıldıyor: “Beni uyandıracak prens değil, inandıracak bir okur bekliyorum.”Bu arada, Almanya’daki rakip aday Maria Sophia von Erthal’in mezar taşı hâlâ Bamberg Müzesi’nde sergileniyor. Belki o da bir gün canlanır, gelir Brüksel’e dava açar:“Pamuk Prenses benim!”“Hayır, benim!”“Bir DNA testi mi istesek acaba?”Alın size yeni bir çizgi roman senaryosu: Gerçek Pamuk Prenses kim? Maria ile Margaretha’nın taç mücadelesi.
Source: Erdinç Utku
“Kehanet niteliği”ndeki mektuba 400 bin dolar
Titanic kazazedelerinden Archibald Gracie tarafından geminin batmasından günler önce yazılan mektup, açık arttırmada yaklaşık 400 bin dolara satıldı. İngiltere deki Henry Aldridge & Son müzayede evinde, Titanic kazazedelerinden Gracie tarafından yolculuk sırasında yazılmış mektup görücüye çıktı. Geminin batmasından 5 gün önce yazılan mektup, ABD li bir koleksiyoncu tarafından 399 bin dolara satın alındı. Kehanet niteliğinde olarak tanımlanan mektupta ise Gracie nin Titanic hakkında, Güzel bir gemi, ancak bir yargıya varmadan önce yolculuğumun bitmesini bekleyeceğim ifadelerini kullandığı belirtildi. İlk tahminlere göre, yaklaşık 80 bin dolardan alıcı bulması beklenen mektubun satış fiyatı ise dikkati çekti. Mektubu kaleme alan Gracie kazayı atlattıktan sonra, yaşadıklarını anlattığı Titanic Hakkındaki Gerçekler isimli bir kitap yazmıştı. Kaza günü geçirdiği hipotermiyi tam anlamıyla atlatamayan Gracie, Titanic in batmasından 8 ay sonra diyabete bağlı komplikasyonlardan hayatını kaybetmişti. TITANİC ATLANTİK İN SULARINA GÖMÜLMÜŞTÜ Lüks yolcu gemisi Titanic, 10 Nisan 1912 de 2 bin 224 yolcu ve mürettebatla New York a gitmek üzere İngiltere nin Southampton kentinden yola çıkmıştı. Gemi, 15 Nisan 1912 de bir buzdağına çarptıktan sonra Kuzey Atlantik in sularına gömülmüştü. Kazada 1500 den fazla kişi yaşamını yitirmişti. Birkaç saat sonra kaza yerine ulaşan Carpathia gemisi 710 kişiyi kurtarmıştı.
Source: Habertürk
Cihangir
Anadolu yakasından Beşiktaş’a vapurla gelirseniz Mimar Sinan Üniversitesi Fındıklı Merkez Kampüsünün hemen üstünde iki minareli bir caminin uzandığını fark edersiniz.
Yakından görmek ya da bulunduğu yerden İstanbul’u seyretmek için Fındıklı sahilinden kuzeye doğru yükselen dik yokuşu tırmanmanız gerekir.
Yokuşun ortalarındaki bir düzlüğe çıktığınızda apartmanların arasında sıkışıp kalmış zarif bir yapı karşılar sizi… Avlusu seyirlik teras gibidir. Tarihi Yarımada’dan Çengelköy’e kadar uzanan muazzam bir panorama ufuklar boyunca uzayıp gider.
Bu mabet, Cihangir Camiidir…
Bahçesindeki ağaçlardan birine yaslanır, manzarasına kendinizi bırakır, esen rüzgâra kulağınızı verirseniz; 16. Yüzyıl payitahtının haşmetli dünyasında yaşanan bir dramı dinler gibi olursunuz.
Dünyanın en güçlü imparatorluğunun en kudretli zamanında yaşayan bahtsız bir şehzadenin dramıdır bu…
……………………
Cihangir, Kanuni Sultan Süleyman’ın son erkek evladıydı.
Gözbebeğiydi.
Merhamet ve rikkat duygularını ayağa kaldıran ciğerparesiydi.
En sevdiği, üzerine en çok titrediği küçük şehzadesiydi.
Sebebi, belki de kambur olarak doğmasıydı…
Zayıf, güçsüz ve hastalıklı olmasıydı.
Güç ve kudretin geçer akçe olduğu bir dünyaya bunlardan mahrum olarak gelmesiydi.
Ne kavga edebilir, ne iktidar yarışına girebilir, ne padişah olabilirdi.
Üstelik bunu sağlamaya Sultan Süleyman’ın bile gücü yetmezdi.
Dünyanın en kudretli insanı olarak sınırsız olduğunu zannettiği gücünün hükümsüz olduğunu gösteren bir aynaydı.
……………………..
Cihangir, kaderini kabullenmiş, kendine saltanatın ve iktidarın uzağında saf bir dünya kurmuştu. Fiziki zayıflığının tersine sanatkâr bir ruha, engin bir bakış açısına sahipti. Hattattı. “Zarifî” mahlasıyla şiirler yazar, besteler yapardı. Basiretliydi. Hadiseleri okur, gelişmeleri takip eder, isabetli tahminlerde bulunurdu.
Kanuni Sultan Süleyman, ölüme bu denli yakın ama tahta da bir o kadar uzak şehzadesini en büyük sırdaşı yapmıştı. Sancağa çıkma yaşı gelmesine rağmen yanından ayırmamıştı. Gittiği her yere yanında götürmüş, gönlünü açmış, sıkıntılarını, dertlerini paylaşmış, en mahrem sırlarının ortağı yapmıştı.
Cihangir’in zengin iç dünyasını keşfedenlerden biri de Şehzade Mustafa’ydı. Ayrı annelerden doğmalarına ve siyasetin şehvetine kendini kaptıran üvey annesinin acımasız oyunlarına rağmen onu bir başka severdi.
Cihangir de ağabeyi Mustafa’ya düşkündü. Kim bilir belki de bu düşkünlüğün sebebi, iktidar kavgasına uzak olan hassas kalbinin, devletin geleceğini onda görmesiydi.
Mustafa, veliaht şehzade olmanın yanında iyi yetişmiş bir devlet adamıydı. Manisa, Amasya ve Konya’da sancakbeyliği yapmış, adil idaresiyle ve isabetli tercihleriyle hem halk hem de asker arasında sevilmişti. Kanuni’den sonra Osmanlı tahtının yegâne varisi olarak gösteriliyordu.
Ne var ki; tarih denilen geçmiş zaman hikâyeleri, hak edenin hakkını alamadığını anlatan örneklerle doluydu.
Şehzade Mustafa’nın akıbeti de öyle olacaktı.
Cihangir, annesi Hürrem ve kız kardeşi Mihrimah Sultan’ın eniştesi Sadrazam Rüstem Paşa ile el ele vererek kurguladıkları bir entrika sonucunda Mustafa’nın ihanetle suçlandığını duyacak, sefere çıkan orduda, ordugâhın ortasına kurulmuş padişah otağında, hem de babasının gözleri önünde boğulduğunu görecekti.
O günün halk ozanı Taşlıcalı Yahya’ya hicran yüklü mersiyeler yazdıran, divan şairi Sami Beye cüretkâr sözler söyleten, askere öfke, halka üzüntü veren bu ölüm, Cihangir’e de ağır geldi. Zayıf bedeni yaşanan haksızlığa daha fazla dayanamadı. 1553 yılında, Mustafa’dan bir ay sonra Halep’te öldü.
Mustafa’nın katline rıza göstermekle bir başka evladının da ölümüne sebep olacağını hesap edemeyen Kanuni Sultan Süleyman, çifte evlat acısıyla kahrolmuş bir şekilde payitahta geri döndü. Mustafa’nın naaşını Bursa’ya gönderirken biricik dert ortağı Cihangir’ini yanında getirdi. Beş yıl önce çiçek hastalığından kaybettiği oğlu Mehmet için yaptırdığı Şehzade Camiindeki türbeye gömdü.
Ölümünden altı yıl sonra 1559 yılında adını yaşatmak için Mimar Sinan’a Beşiktaş sırtlarında bir cami yaptırdı.
Cihangir Camii, bulunduğu semte de adını verdi ve İstanbul’un en güzel manzarasına sahip bir ibret anıtı olarak tarih denizinin sırlı derinliğinden bugünlere bakıp haksızlığa isyanın ve iddiasızlığın bir simgesi olarak İstanbul’u seyre durdu.
Not: 23 Nisan’daki depremin, korkuları sonlandıracak zihni bir değişime, tarihi bir atılıma sebep olması temennisi ve duasıyla… Rabbim ülkemizi afetlerden, milletimizi kederden muhafaza etsin…
Zekeriya Yıldız / Haber7
Source: Zekeriya Y