Diktatörlüğün gölgesinde mimari değişimler
“Onun gibi biri için oturduğu şehir bir koza gibiydi, rahat bir kovuk, güvenli bir yapıydı. Bunun dışında kalan her şey tehlike demekti.” Lizbon’a Gece Treni romanının başkarakteri Gregorius, İsviçre’nin Bern kentinden ayrılmadan önce işte böyle hissediyordu yaşadığı şehirle ilgili, “bir koza”. Bir kitabın peşine takılıp Lizbon’a geldiğinde ise şehrin insanı yoran, yokuşlu sokaklarına girip çıkarken düşüncelerinin değişmeye başladığını fark etti: “O ana kadar burada çocukluğunun Bern’inden geçtiği duygusu içindeydi. Şimdiyse Lizbon’dan geçiyordu, sadece Lizbon’dan.” Yabancı bir şehrin kendine ait zamanı, oraya yeni gelmiş bir yabancıyı içine almadan önce görünmez bir direnç gösterir. Her seferinde saydam, neredeyse yumuşak bir engele çarparak geriye sektiğini hissedersiniz. Sonra şehrin dili yavaş yavaş belirginleşmeye başlar, kelimeler bir araya geldikçe manzaranın çözünürlüğü artar ve artık şehir, yabancı bir yer olmaktan çıkar. MİMARİ İPUCU VERİR Mimari tasarım, özellikle ilk kez ziyaret ettiğim şehirlerde beni tutkulu bir şekilde kendine çeken en önemli konulardan biri. Bir şehrin mimarisinden o ülkenin tarihine, estetik yaklaşımına, geleneklerine, gizlemek ya da vurgulamak istediği konulara ilişkin pek çok ipucu edinebilirsiniz. Biçimsel ve estetik yönlerin yanı sıra kamusal binaların tasarımları, rejimlerin talep ettiği (ya da dayattığı) toplumsal inşa rolünü yansıtabilir. Kısacası mimari hemen her şeyi içerir. Bauhaus akımının kurucusu mimar Walter Gropius’a göre “yeni mimari, çağımızın entelektüel, toplumsal ve teknik koşullarının kaçınılmaz mantıksal ürünüdür”. Salazar, 1910’da yıkılan monarşinin ardından 1926’ya kadarki süreçte siyasi ve ekonomik anlamda bocalayan Portekiz’i “doğru yola sokmak için” seçilmiş kişiydi ve ülke için yapabileceklerinin en başında mimari düzenleme geliyordu. Portekiz’in keşifler dönemini “ulusun kutsal bir mirası” olarak görüyor, bunu yaşayan sembollerle kalıcı kılmak istiyordu. Salazar rejimi, mimariyi bir ideolojik propaganda aracı olarak kullandı. Mussolini diktatörlüğündeki İtalya, Nazi Almanyası ve Francocu İspanya gibi diğer otoriter rejimlerle benzerlikler taşısa da kendine özgü bir “Portekiz modeli” geliştirdi. Bu model Katolik muhafazakârlık, Lusitanya integralizmi, faşizm ve kalkınmacı yönelimler içeriyordu. Kutsadığı erdemler ise diktatörlerin hep başvurduğu başlıklarla aynıydı: “Tanrı, vatan, aile, çalışmak”. PORTEKİZ EVİ “Estado Novo” mimarisinin “Estilo Portugues Suave” denen (Portekiz gelenekçi/ılımlı tarz) karakteri, rejimin toplumdan beklentisiyle örtüşüyordu; yumuşak, kaderine razı, tarihi geçmişiyle gurur duyan, barışçıl. O dönemde Salazar’ın sağ kolu gibi çalışan Mimar Raul Lino, Portekiz Evi hareketinin kilit ismiydi. Geometrik formların, cephelerdeki sadeliğin Portekiz’in ulusal ruhunu küçümseyici nitelikte olduğunu düşünüyor, balkon süslemelerini, kabartmalı heykelleri geri istiyordu. Çünkü Lino’ya göre mimari milliyetçilik bir zevk meselesi değil, ulusu yeniden inşa etmek için bir gereklilikti. Sütunlu yapılar, büyük revaklar, katı ve klasik bir yargı (devlet) gücünü sembolize ediyordu. Şüphesiz öyleydi! Viyana’daki Kızıl Viyana döneminin sembolü olan konut kompleksi Karl Marx Hof gibi mekânlardan dehşet içinde söz ediyorlardı. Bu kocaman bloklar “çirkinlik, devrim ve nefreti” kışkırtabilirdi. Bir diktatörün kâbusu bundan başka ne olabilirdi ki? Bu yüzden aşırılıkları ve anarşiyi uzak tutmanın yolu olarak toplu konutların veya gökdelenlerin değil, bağımsız kırsal evlerin inşa edilmesi söz konusuydu. Küçük bağımsız evler sessizliği, huzuru ve sevgiyi, sahip olma duygusunu teşvik edecek dolayısıyla aile duygusu artacaktı. Bunun yanı sıra Portekiz gibi ışıklı bir ülkede, neden pencerelerin küçük, sıralı birer kutu biçiminde tasarlandığını merak edebilirsiniz zira ben etmiştim. Salazar, özellikle modernizmin uzun yatay pencerelerine atıfta bulunarak bunların “ışığın zayıf ve hüzünlü olduğu karanlık ülkeler” için uygun olduğunu, Portekiz’de ise “güneşin her deliğe sızdığını” ve “ışığın kısılması gerektiğini” düşünmüştü. Hatta Portekiz’in en güneşli iklime sahip Algarve bölgesinde göz hastalıklarının sorumlusunun aşırı ışık olduğunu bile söylüyordu. ‘NORMAL YAŞAM’ Politik baskı, sansür uygulamaları ve Katolik Kilisesi’nin yardımıyla Estado Novo rejimi, geçmişle sürekliliği önemseyen muhafazakâr dünya görüşünü dayatmakta kısmen başarılı olacaktı. Salazar şu sözleri her fırsatta dile getiriyordu, “Tek bir amacım var: Portekiz’in normal yaşam ritmini sürdürmesini sağlamak.” Salazar, normal yaşamın sınırlarını çizedursun “normal olmayanın” zaman içinde çatlaklardan sızmasını izleyeceğinden habersizdi. Halk, bireysel ve kolektif düzeyde bazen bu “normal” yapıya uyum sağlasa da farklı yaşam alanları ve anlamlar inşa etti. İnsanların görünürlüğünü ve denetlenebilirliğini amaçlayan, devleti yücelten, bireyi disipline eden klasik anıtsal düzen üzerine kurulu kamusal alanlar beklenmedik şekillerde kullanıldı. Salazar sanırım en büyük hayal kırıklığını kendi ideolojisinin taşıyıcısı olarak gördüğü Coimbra Üniversitesi’yle ilgili yaşamıştı. İtalyan ve Alman faşist mimarisinden esinlenen mekânlar, 1960’lardan itibaren öğrenciler tarafından muhalefetin odağına dönüştürüldü. Özellikle Coimbra Üniversitesi Matematik Fakültesi binası 1969 öğrenci ayaklanmasının kıvılcımı olarak işlev gördü. Diktatörlerin kent mimarisiyle kurduğu ilişki, hiçbir zaman teknik ve estetik düzeyde kalmıyor; ideolojik bir araç, toplumsal kontrol mekanizması olarak iş görüyor. Tüm yöntemlere, önlemlere ve korkulara rağmen yine de halkın sesi her zaman faşist duvarların çatlaklarından sızıyor.
Source: Ayşenur Tanrıverdi