“Gadget & Device Trends – Tuhaf Zamanlar ve Yenilikçi Filmler”

Tayfun Pirselimoğlu ile ‘Tuhaf Zamanlar’ı konuştuk: Sanki tüm dünya çılgın bir dansa tutulmuş gibi

1) Önce kendi ‘yapım’ hikâyesiyle başlayalım. Tayfun Pirselimoğlu, kökenleri 400 yıl önceye giden bir ailenin üç çocuğundan en küçüğü olarak 1959 yılında Trabzon’da dünyaya geliyor.Fotoğraf: Murat ŞAKASöze, “Çok mutlu bir çocukluk geçirdim” diye başlıyor: “Babamın çelik eşya fabrikası vardı. Annem ev kadınıydı. Çocukluğumun Trabzon’u nostaljik İtalyan filmleri gibi sahnelerle doluydu; çocuklar plajdan koşarak denize girer, akşamları aileler sinemalara, balolara giderdi.”Sene 1963/23 NisanSİNEMA MABED GİBİYDİBugünkü meziyetlerinin temeli henüz çocukluk yaşlarında atılıyor; dört yaşından itibaren çok güzel resimler yapıyor. İlk resim eğitimini kıymetli sanatçımız Süleyman Saim Tekcan’dan alıyor. Bir diğer tutkusu ise çizgi roman. Yazları babaannesiyle İstanbul’da geçiriyor. Evde, Cağaloğlu’ndan aldığı koli koli çizgi romanlara gömülüyor. Her cuma sinemaya gitmek bir aile rutini. Tayfun Bey, “Trabzon’da Konak Sineması vardı. Neredeyse bir mabet gibi herkes desturla girerdi” diye anlatıyor.MASALLARLA BÜYÜDÜMYazmaya da lise yıllarında başlıyor: “Günlük hayattaki anomaliler ve tuhaflıklar üzerine kısa hikâyeler yazıyordum. ‘Tuhaflık’ kelimesini çok seviyorum. Anneannem çok güzel masal, kuzenlerim de çok güzel film anlatırdı. Ailede belagati çok güçlü insanların olması, hikâye ve masalları sizi kavrayacak şekilde ifade etmeleri muhtemelen beni de geliştirdi.” İlk kişisel sergisini de henüz lise yıllarında açıyor. Bu sergi, Milliyet Sanat dergisine haber olacak kadar ses getiriyor…Sene 1962/Abant2) KİTAP OKUMAMAK GÜNAH SAYILIRDISıra kariyer planlamasına geldiğinde: “Annemin doktor veya mühendis olmam yönünde yoğun bir isteği olunca ODTÜ Metalurji Mühendisliği Bölümü’ne girdim. Sene 1975. Ankara’nın zor dönemleriydi. Her gün çatışmalar oluyor, insanlar ölüyordu. Buna rağmen çok faal kültür sanat hayatı vardı. CSO konserlerine gider, tiyatro izler, Piknik’te vakit geçirirdik. Borges, Calvino gibi yazarlarla bu dönemde tanıştım. O dönem gazete, kitap okumamak neredeyse günah sayılırdı. 1981’de mezun oldum. ”Sene 1977/ODTÜ yıllarından3) VİYANA YILLARIMezuniyetten sonra iki yıl mühendislik yapıyor; önce İstanbul’da bir döküm fabrikasında, ardından bir başka ofiste. Ancak bu iş ona göre değil; resimler yapıyor, yazmaya devam ediyor. Sonunda ünlü ressam Mustafa Pilevneli’ye danışıyor. Bir sergi açmak üzere kapısını çalıyor, Pilevneli ona bir başka fikir veriyor; madem öyle Viyana’ya git, sanat eğitimi al. Devamını Pirselimoğlu’ndan dinleyelim: “Viyana’da iki sanat akademisi vardı. İkisinin de sınavı aynı gündür. Şartları zorlayarak ikisinin de sınavına girmeyi başardım. Avusturya resminin önemli ismi Wolfgang Hutter’in hocalık yaptığı okul için binlerce kişi başvurmuştu. Atölyesine kabul olan 10-15 kişiden biri oldum. Ancak burada aradığımı çok da bulamadım. Geri dönmek niyetiyle üç yıl kaldım. Bu sırada hem Viyana hem Türkiye’de sergiler açtım. İlk romanım Çöl Masalları’nı Viyana’da yazdım.”Sene 2000/Colin Mounier ile Mardin4) 10 KUTU FİLMLE YOLA ÇIKTIMSinemaya ilgisi de iyice artıyor. 1990’ların sonunda Türkiye’ye dönüyor: “Yapımcı dostum Kadri Yurdatap hep film çekmek istediğimi biliyordu. Bana 10 kutu film sözü vardı. ‘Dayım’ filmini çekmek için ekip kurdum. Bir kutu film 3 dakika 20 saniye. 15 dakikalık film için plan başına iki çekim şansınız var, yani koreografiyi, ışığı, çerçeveyi, ölçeği hepsini çok iyi hesaplamanız gerekiyor… Şimdi her şey dijital; 1500 kere tekrar yapabilirsiniz ama o zaman pelikül film çok pahalıydı ve elinizde yoktu. ‘Dayım’ filmi bana hem sinemayı öğretti hem de yolumu açtı. Venedik Film Festivali’nde yarışmaya seçilen ilk Türk kısa filmi oldu. Birçok ödül aldı. Ondan sonra sinemayla olan ilişkim yoğunlaştı. İlk uzun metraj filmim ‘Hiçbiryerde’yi de ‘Dayım’ın bana sağladığı rüzgârla çektim. Ondan sonra yürüdü gitti.”Sene 1999/Venedik Film Festivali’ndeÇOCUKLARA ÇİZGİ ROMAN OKUTUN“Sinemanın ulaştığı kitle büyük ve yaptığım işlerin hepsini içeriyor lâkin yazı ve resmin keyfini de bir kenara atamam. Her işte, beş yaşımda yaptığım bir resimden duyduğum mutluluğu arıyorum. Yazdığım her şeyi bir film olarak görüyorum. Bir nevi çizgi roman gibi! Aileler çocuklara çizgi roman okutsunlar; çizgi roman hem düş dünyasını geliştirme hem sinemayla kurulan ilişkisi adına çok önemli.”‘AMOK’ KOŞUCUSU GİBİ ÇARPA ÇARPA GİDİYORUZŞu an bir filminin içinde olsak baş karakter ne yapıyor olurdu? Yanıtı: “Yaşadığımız tuhaflıkları ancak içinden sıyrılınca idrak edebileceğiz. 1500’lü yıllarda Avrupa’da, insanların salgın halinde çıldırıp garip hareketlerle dans ettiği bir dönem olmuş. Kimse nedenini anlayamamış. Şimdi de bütün dünya çılgınlar gibi dans ediyor ve kimse bunu yaptığının farkında değil gibi. Amok koşucusu gibi çarpa çarpa gidiyoruz.”HERKES KENDİ ‘KASABA’SINA HAPSOLMUŞTürkiye, insanı nasılhikâyelerin üretimine teşvik eder? Yanıtı: “Sıradan insanın kazdıkça çıkan korkunç hikâyeleriyle ilgileniyorum. Kimlik problematiği takıntım var. Mekâna sıkışmış insan hikâyelerinin gelecekle alakalı distopik bir travma taşıdığını düşünüyorum. Herkes kendi kasabasında, oradan çıkamıyor.”SANAT FİLMLERİ ANA AKIM OLDUTayfun Bey, “Sinemanın dijitalleşmesi, bir çekimi maliyetsiz 100 kere tekrarlamak yönetmeni tembelleştiriyor” diyor: “Senaryolar da çok zayıfladı. Sanat yaptığını iddia edenlerle ana akım arasında neredeyse bir fark kalmadı çünkü izleyicinin de talebi o. Festivaller de buna uygun bir ortam oluşturuyor.” İzleyicide ‘sanatsal film olsun ama çok da yormasın’ anlayışı mı var? Yanıtı: “10 sene önce filmlerin uzun olması bir erdemken şimdi küfür gibi. İzleyicinin parmağının ucunda milyon tane film var. Her şey çok hızlandı. Sinemada da hızlı kurguyla her şey hemen olsun isteniyor. Yoksa çok sıkıcı! Bize ‘yeni’ diye sunulan şeyler belli bir kıstas içinde değerlendirilmeli.”Sene 1998İYİ FİLM NASIL OLUR‘İyi film’ dediğimiz şeyin kriterleri nelerdir? Pirselimoğlu, “Benim kriterim basit; samimiyet ve zekâ. İzleyicinin beklentisiyle yönetmenin sanatı arasında birbirlerine yaklaşacakları bir mesafe olmalı” diyor: “Bu sene Berlin Film Festivali’ne altı- sekiz bin film başvurmuş. 10 sene önce çekilen bütün filmlerin sayısı 10-15 bindi. Manasız şekilde çok film çekiliyor çünkü izleyici profili değişti. Cannes ve Oscar ödüllerini alan filmler sinemanın akıldışı bir yere geldiğini gösteriyor. Talepten daha çok arz olunca nitelikli filmler nicelik içinde boğuluyor. Müthiş bir entelektüel dejenerasyon var ve sinema da bundan nasibini aldı.”BU KADERSE TUHAF OLMAMALI AMA TUHAFTuhaf zamanlarda yaşıyoruz… Tayfun Pirselimoğlu’nun da eserlerinde işlemeyi en sevdiği konu tuhaflık. Ona göre şu an içinde bulunduğumuz dünya tuhaflık skalasında nerededir? Yanıtı: “Şu an her şey o kadar tuhaf ki ‘tuhaf’ kelimesi artık yeterli değil. İngilizce’deki ‘tuhaf’ kelimesi ilk kullanıldığında İskoç dilindeki karşılığı ‘kader’miş. Kaderle tuhaflığın bir araya gelmesi, manasını bu şekilde değiştirmesi çok manidar. Bu kaderse tuhaf olmamalı ama tuhaf! Akli olan şey tuhaflaştı. Bu yüzden ‘normal’ diyeceğimiz çizgi çok bulanık. İnsanlık tarihi bir sinüs eğrisi üzerinde iniyor, çıkıyor ve bitmiyor. Bundan sonrası olamaz dediğimiz her şey oluyor. Tuhaflıkların sonu gelmiyor.”

Source: Zeynep Bi̇lgehan


“Amatör”deki başka bir İstanbul!

◊ Öncelikle lokasyonlar hakkında konuşabilir miyiz? Çekimler sırasında favori bir yerel mekânınız var mıydı? Ya da yaşadığınız herhangi bir kültürel deneyim oldu mu?- Rami Malek: İzleyiciyi dünyanın dört bir yanına götüren ve doğrudan sürücü koltuğuna oturtan filmlerden biri “Amatör”. İstanbul’a kadar seyahat ettik. Film ağırlıklı olarak İstanbul’da, ancak Londra’yı merkezimiz olarak kullanabilirsek olağanüstü olacağına karar verdim. Çünkü film çekmek için isteyebileceğiniz en iyi ekiplerden bazıları Londra’da. Keza Londra’nın sinematik tarihini anlatmama gerek yok.“Slow Horses”dan da tanıdığınız yönetmenimiz James Hawes gittiğimiz şehirlerde herkesin fotoğrafladığı yerlerden ziyade farklı yerleri aradı. Filmdeki görüntüler St. Paul Katedrali’nin ya da Sultanahmet Camii’nin tipik kartpostal fotoğrafları değil. Marsilya ya da İstanbul; gittiğimiz her şehirde normalde fotoğraflamadığınız unsurları yakalamaya çalıştık.◊ İlk defa yapımcılık tarafında da yer aldınız. Nasıl bir deneyimdi ve bir aktör olarak performansınızı etkiledi mi?- Rami Malek: Sanırım aktör olarak performansım üzerinde birçok yönden etkisi oldu. Ben her şeyi en başından sonuna kadar görmeyi seviyorum. Umarım bu mükemmeliyetçi bir bakış açısı değildir ama “Bohemian Rhapsody” ve “Bond”da belirli kameralar ve lenslerle ilgili detayları tartışırken ya da yönetmenlerle konuştuğumu post prodüksiyonda en iyinin en iyisini elde ettiğimizden emin olmak istediğimi hatırlıyorum.Sanırım kurgu odasına gelen birçok aktör yorum yapmaya çekiniyor. Kendi kendime “Bu şeyin içinde her detaya çaktırmadan nasıl girebilirim?” diye düşündüm. Projenin en başından itibaren gelişmesini görmek güzeldi.Dan Wilson, tabii ki harika Hutch Parker ve James Hawes ile senaryo üzerinde çalışmak, her gün oturup baştan sona mümkün olduğunca otantik ve eşsiz hissettirmeye çalışmak harikaydı. Ve filmin sonunda ses miksajına girip, büyük ekrana nasıl taşıyabileceğinizi görmek kadar güzel bir şey yok.◊ Yapımcı olmak, sadece performansa odaklanmak yerine filme daha geniş bir açıdan bakmanızı sağladı yani…- Rami Malek: Tabii ki. Ve film ekibine her zaman birlikte çalışmak istediğim, en sevdiğim aktörlerden bazılarını getirebilmemi sağladı. Rol arkadaşlarımın her biri bu işi çok iyi yapan, performanslarının zirvesinde çalışan insanlar. Bu filmdeki her oyuncu, birlikte çalıştığım için kendimi şanslı hissettiğim kişiler. Bir araya getirdiğimiz, yan yana çalıştığım kişilerle gurur duyuyorum. Bu gerçekten büyük bir başarı.RAMI’YLE AKTÖR OLARAK BİRBİRİMİZE HAYRANDIK◊ Rami Malek’in oynadığı Charlie Heller ile sizin canlandırdığınız Henderson karakteri arasındaki ilişki, filmde çok önemli bir yer tutuyor. Siz bu dinamiğe nasıl yaklaştınız, nasıl bir bağ kurdunuz?- Laurence Fishburne: Oldukça doğaldı. (Gülüyor) Rami’yle ben 7-8 yıl önce bir partide tanıştık ve anında birbirimizi sevdik. İkimiz de aktör olarak birbirimize hayrandık ve yaptığımız işleri beğeniyle takip ediyorduk. O ilk tanışmadan sonra birlikte çalışmak isteyeceğimiz oldukça açıktı.Bu yüzden “Amatör” filmi geldiğinde senaryoyu okudum ve “Hmm, oh, ah, evet, lütfen daha fazla verin” dedim. Her şey sayfalarda yazıyordu ama ikimiz arasındaki dinamik daha da derinleşti ve zenginleşti. Biz çekerken sadece eğlendik.◊ “Amatör” bir bakıma “Mr. Robot”taki çıkış rolünüzü andırıyor. Bilgisayar ve teknoloji dünyasına yeniden adım atmak nasıl bir histi?- Rami Malek: Elliot Alderson karakterine veda ederken üzücü anlar yaşamıştım. Sevdiğiniz bir karakterden uzaklaşmanız gerektiği an geldiğinde, buruluyorsunuz. Bir dereceye kadar karakter sizinle birlikte yaşar ya da siz onu yanınızda taşırsınız. Hepimizin yaklaşımı farklıdır gerçi, başkalarının nasıl yaptığını bilmiyorum. Ama o karakteri bırakmak konusunda biraz isteksizdim.Bu yeni karakterin bir yineleme olduğunu söylemeyeceğim ama elbette benzerlikler var. Kırılgan kesişimlerde olan, aynı zamanda belki de zeki olan karakterlere çekiliyorum. Keder yaşarken bile sebat eden karakterler… Çok sayıda zengin ve karmaşık unsur bana Elliot’ı hatırlattı, ancak farklı bir şekilde.Charlie hikâyeyi Elliot’ın muhtemelen yapamayacağı bir noktaya getiriyor. Filmde farklı unsurların birleşimi var. Charlie harekete geçiyor ve hikâye bir aksiyon-gerilim filmine dönüştürüyor. Yani yaptığımız türün sınırlarını aşıp daha özgün ve duygusal hale getirdik.SIRADAN İNSANLAR SIRA DIŞI KOŞULLAR◊ “Amatör” sadece intikamla ilgili değil, insanların neler başarabileceğinin sınırlarını da araştırıyor. Peki, gerektiğinde sınırları zorlamak ve imkansızı başarmak hakkında ne düşünüyorsunuz?- Laurence Fishburne: Sıradan insanlar her zaman sıra dışı koşulların içine düşebilir, değil mi? İşte bu, biz aktörlerin aradığı, gerçekten çekici bulduğumuz şeylerden biri. Sıradan görünen insanların sıra dışı koşullara girmek zorunda kalmaları ve zorunlulukların hikâyelerini anlatmak, tıpkı insanların hayatta yapmak zorunda olduğu gibi.◊ Çaresizliği, umutsuzluğu anlatmak için hangi kişisel deneyim ve duygulardan faydalandınız?- Rami Malek: Ne yazık ki çoğumuz hayatımızda belli bir miktarda kederle başa çıkmışızdır. Ben oyunculuğa veya film yapımcılığına bir terapi seansı olarak bakmıyorum. Ama bir insan olarak kendimden yakaladığım hisler kesinlikle vardı. Kimin olmaz ki? Ama ben kendimden hislerle başlamamaya çalıştım. Yönetmenimiz James Hawes ile konuşurken, kederin aşamalarının üzerinden geçtik ve film boyunca nasıl kullanacağımız konusunda çok titizdik. Yani izleyicinin “Ah, ben onun yerinde olsaydım, ben de böyle yapardım” diyebileceği bir tür ilişki kurduk.BU BİLGİ BENİ PARANOYAK YAPTI◊ Teknolojiyle aranız nasıl? Bilgisayar sahneleri için özel bir hazırlık ya da araştırma yapmanız gerekti mi?- Rami Malek: “Mr. Robot”tan sonra asla bir kodlayıcı olmayacağımı fark ettim. Ama teknoloji hakkında yeterince şey öğrendim. Ancak bu dizi yüzünden, Patriot Yasası’ndan sonra hükümetin elimizdeki tüm dijital verilere erişebileceğini öğrenmek beni oldukça paranoyak yaptı. O yüzden teknolojiyi bir kenara bırakalım.

Source: Barbaros Tapan


Kadınlar bir dönemi kapattı: Artık hiçbiri evinde istemiyor

TÜİK’e göre Mart 2025″te yıllık enflasyon oranı yüzde 38,1, ENAG’a göre ise yüzde 75,2 olarak kaydedildi. Artan gıda fiyatları, kadınlar arasında yaygın olan “altın günü” buluşmalarını olumsuz etkiliyor.

Türkiye’de yüksek enflasyon, yalnızca market raflarındaki fiyatları değil, kültürel gelenekleri de değiştiriyor. Gıda fiyatlarında yaşanan artış, özellikle kadınlar arasında sürdürülen “altın günü” buluşmalarını finansal açıdan zorlaştırıyor. Un, yağ, peynir gibi temel gıda ürünlerinin maliyeti ciddi oranda artarken, bu organizasyonlar birçok kişi için lüks hale geliyor.

MİSAFİR AĞIRLAMAK İSTEMİYORLAR

Ekonomim”in haberine göre ekonomik baskının sosyal yaşam üzerindeki etkilerini değerlendiren Prof. Dr. Serap Durusoy, enflasyonun misafirperverlik kültürünü bile etkilediğini vurguladı. Durusoy, “Nüfusun yarısından fazlası açlık sınırının altında gelir elde ediyor. Bu nedenle, misafir ağırlamak bile lüks gibi algılanabiliyor” ifadelerini kullandı.

GELENEK SARSILDI

Sosyolog Dr. Gökben Demirbaş ise altın günlerinin kökeninin erken Cumhuriyet dönemine dayandığını belirterek, bu geleneğin temellerinin o dönemin üst ve orta sınıf kadınlarının düzenlediği “kabul günlerine” uzandığını aktardı. Demirbaş, özellikle günümüzde orta sınıf kadınların bu buluşmalardan uzaklaştığını şu sözlerle açıkladı: “Nedenler basit: finansal baskı ve iş gücüne katılım.”

DİJİTAL ALANA GEÇTİLER

Geleneği tamamen terk etmek istemeyen kadınlar ise çözümü dönüştürmekte buluyor. 68 yaşındaki bir ev hanımı, altın günlerinin artık daha seyrek yapıldığını ve katılımcı sayısının azaldığını belirterek, bazı grupların bu buluşmaları dijital platformlara taşıdığını ifade etti.

Ekonomik kriz, geçmişin köklü geleneklerini yeniden şekillendirirken, toplumsal dayanışmanın biçimi de dijitalleşme yönünde evriliyor.

Source: Haber Merkezi