“Hastalıklar ve Tedaviler – Obezite ve Acil Sağlık Uyarıları”

Turizm merkezleri için ‘acil sağlık’ uyarısı

4 Türk, katamaranla rıhtıma yanaşıyor. Turgut Bey tam inecekken ayağı kayıyor.Eyvaahhh…Taş zemine düşünce feci bir acı. Zaten protezli olan kalçası kırılıyor.Ne yapsınlar?Kimi arayacaklar?Akıllarına geçen yıl Arki Adası çevresinde tekne kazası geçiren Sabancı Ailesi”ni kurtaran Bodrum’daki deniz ambulansı geliyor.Arıyorlar.Anında cevap geliyor:-Biz sizi uluslararası sulardan da alırız ama orada Yunan tarafı sorun çıkarabilir. En iyisi çıkış yapın sizi alalım.Bizim kaptanlar oradan Kos (İstanköy) Adası’na geçiyorlar. Çıkış yapıyorlar.Ve deniz ambulansı Bodrum’dan gelip onları alıyor.Turgut Bey böylece hastaneye yetişiyor…Niye anlatıyorum bunları…Çünkü bir çağrı yapmak istiyorum.SAYIN BAKAN MEMİŞOĞLUİşte sezon başlamadan yazıyorum.Sağlık Bakanı Memişoğlu’na “acil” çağrımdır.Yaz geliyor. Turizm merkezlerimizin nüfusu yine ciddi şekilde artacak.İşte Marmaris…100 binlik nüfus milyonu bulacak.Sağlık ocakları sınırlı…Bir turist kalp krizi geçirse. Acil müdahale için yerel olanaklar çok sınırlı. Su sporları, jet-ski ölümcül kazalar, yaralanmalar. Özel hastanelerin de kapasitesi belli. Yükseltmelerine de izin yok.Muğla’daki hastaneye yetişene kadar hasta ciddi risk alıyor. Niye?Neden yükseltilmez.Sağlık turizmi diye onlarca program yapılıyor, planlar, hazırlıklar…Ama geçen yıl kalp krizi geçiren turisti Selimiye’den yetiştiremediler.Yine geçen yazdan kalan bir acı haber;“Marmaris’te tekne turuna katılan İngiliz vatandaşı Denis Crowley kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti.”Dahası var.Her yıl onlarca deniz kazası yaşanıyor. Issız koylarda, sağlık ocaklarından, hastanelerden uzakta. Karayolu çok uzun ve zorlu.Türkiye’nin en değerli turizm bölgesi, Datça yarımadasındaki koylar, körfezler, kıyılarda deniz ambulansı ve örneğin anında kalp için cerrahi müdahale olanağına sahip yeterli hastane bulunmuyor. DENİZ AMBULANSI ŞARTİşte Fethiye/Göcek… Göcek’te bir sağlık ocağı var. Ama kime yetsin.Yazın 1000’i aşkın özel tekne oluyor. Her birinde 4 kişi olsa… Kiralık tekneler, guletler, nüfus patlıyor.Karadan gelen turist ayrıca.İşte bu nedenle deniz ambulansı şart.Önceki yıl kaza geçiren Sabancı ailesine Bodrum’dan giden deniz ambulansı yardımcı olmuştu.O deniz ambulansı da tamamen gönüllü esası çalışıyor. Özel sektörden sponsorları var. Normalde Sağlık Bakanlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı ile protokol imzalamış durumda. Hasta tahliyelerini Sahil Güvenlik yapıyor…Sahil Güvenlik elbette elinden geleni yapıyor. Ama mesele sağlık. Mesele teknik altyapı.Bu nedenle ambulans deniz araçları şart.Bakın mesela Bodrum’da çalışan deniz ambulansı, Körmen Limanı’ndan bir hastayı 35 dakikada Bodrum’a yetiştirebiliyor.Ama kara ambulansı 3.5 saatte gidiyor.Örnekleri çoğaltabilirim.O nedenle soruyorum:Sağlık Bakanlığı, Sahil Güvenlik dışında, ilk müdahalenin yapılabileceği deniz ambulanslarına neden yönelmez?Düşünün ki Muğla’nın 1500 kilometreye ulaşan koyları, körfezleri.Hisarönü Körfezi’nde yaşanan bir kazayı düşünün.Gökova’da… Bozburun’da… Yine bu yıl da turist kaynayacak.Çok iyi biliyorum ki, buralardaki sağlık ocakları yetersiz.Devlet hastanelerinde malzeme ve doktor yeterli olmuyor.Türkiye’nin turizmde müthiş aşamalar kaydettiğini düşünürsek.Türkiye’nin turizmde patlama yaptığını düşünürsek.Türkiye’nin sağlık turizminde öne çıkmak istediğini düşünüyorsak.Artık özellikle bu turizm yöreleri için; kapasitesi yükseltilmiş hastaneler şart değil mi?Bakıyorum.Mesela Marmaris’te kapasitesi kalp ameliyatına yetecek bir hastane yok.İşin tuhaf tarafı;Datça yarımadasındaki turizm bölgelerinin tamamını kapsayacak bir sağlık olanağı da yok.1 saat içinde nasıl müdahale edeceksiniz?Muğla’ya götürmeye kalksanız saatler sürüyor,Marmaris, Fethiye, Datça, Kaş gibi ulaşılması zor koyların, sahillerin olduğu turizm bölgelerinde buna mutlak bir çözüm bulunmalı.Allah bize Akdeniz’in en güzel kıyılarını, koylarını lütfetmiş.Turizm için bir nimet.O zaman kıymetini bilelim. Bu açıdan Sağlık Bakanı Prof. Dr. Kemal Memişoğlu’na çağrıda bulunuyorum.Lütfen bu konuya bir el atın.Muhtemel felaketleri önleyelim. Akdeniz ülkelerine örnek olalım.‘ORMAN DEDE’ HATIRA ORMANI Sevgili dostum, “Orman Dede” Rahim Demirbaş’ı kaybettik. Vasiyeti kendi yarattığı ormanına gömülmekti. Bana sürekli “Benden sonra bu ağaçlara kim bakacak” diye sorardı.Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı, ölümü üzerine dün bir açıklama yaptı:“Rahim Demirbaş, nam-ı diğer Orman Dede sadece ağaç dikmedi; acısını ormana çevirdi, sevgisini toprağa işledi. Memleketi Konya’nın Beyören köyünde, her diktiği fidanda, bir dua bıraktı, bir umut büyüttü. Onu ebediyete uğurlarken, geride kalan binlerce ağaca gözümüz gibi bakacağımıza söz veriyoruz. Ayrıca Rahim amcamızın hatırasını yaşatmak için, memleketinde adını taşıyan bir Rahim Demirbaş Hatıra Ormanı kuracağız. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun.”Sizi alkışlıyoruz Sayın Yumaklı…

Source: Fatih Çeki̇rge


Harvardlı Türk doktor Furkan Burak: Obezitenin tedavisi artık mümkün

YAZILARIYLA HÜRRİYET’TEObezite ve diyabet konusundaki çalışmalarıyla ABD’de defalarca ‘yılın doktorları’ listesine giren Furkan Burak artık yazılarıyla Hürriyet’te olacak. Dr. Furkan Burak’la ‘hoşgeldin’ röportajı yaptık…OBEZİTE İRADE EKSİKLİĞİ DEĞİL BİR HASTALIKTIR- Obezite için hastalık demek mümkün mü?Evet, diyebilirsiniz çünkü tam olarak öyle. Enerji metabolizmasını düzenleyen yüzlerce mekanizmanın bir kısmında oluşan bir bozukluğa bağlı gelişen ve iltihaplı aşırı yağlanma ile karakterize bir hastalıktır. Yaygın görüşün aksine bir irade eksikliği ise değildir. Zira beyin, kilo almaya her zaman adapte olurken vermeye hiçbir zaman uyum sağlayamaz. Bunu, varoluşuna bir tehdit olarak algılar ve ne yapar eder verdiği kiloları geri aldırır. Bu, hastalığın doğal seyridir. Peki buna ne sebep olur derseniz de… Genetik yatkınlık, yanlış beslenme, ultra işlenmiş gıdalar, endokrin bozucu kimyasallar, antidepresan, antipsikotik, antiaritmik, kortizon benzeri ilaçlar, hareketsizliğe bağlı enerji denge bozukluğu, hipotiroidi ve hiperkortizolizm gibi hormonal bozukluklar, psikiyatrik yeme bozuklukları, genetik mutasyonlar, kronik stres, devamlı yüksek stres hormonları, insülin direnci, uyku bozukluğu… Üstüne günlerce konuşabiliriz. Yani obezite kalori fazlası ve hareketsizlikten çok daha fazlasıdır. Obezite, sağlıklı beslenme, egzersiz gibi hayat tarzı değişikliklerinin yanı sıra sebeplerine odaklanılarak, kişiselleştirilmiş, tıbbi tedaviyi de gözden kaçırmadan adres edilmesi gereken bir problem.DAMGALANMAK MÜCADELEYİ ENGELLİYOR- Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre 2023 yılında Türkiye, fazla kiloda yüzde 66.8 ile Avrupa’da ilk sıradaydı. Bu veriler bize ne anlatıyor? Geçen yıl Dünya Endokrinoloji Derneği ‘Endocrine Society’nin obezite grubu kurucu başkanı seçildiniz. Obeziteyle global mücadele de umutlu musunuz?ABD’de bu oran yüzde 70 civarında. Neredeyse aynıyız. En tehlikelisi çocukluk çağı obezite oranlarının yüzde 20’yi geçmiş olması. Günümüzde fazla kilolu olmak ‘yeni normal’ haline geldi adeta. Bireyler, toplum tarafından ‘iradesi düşük’, ‘boğazını tutamıyor’ gibi bir algıyla damgalandıkları için obezite ile mücadele edememekte, daha kötüsü de kısır döngü içinde hastalığın komplikasyonlarına yakalanmakta. Örneğin; bugün, ‘yağlı karaciğer hastalığı’ karaciğer naklinin en sık sebebi haline gelmiş durumda. Ayrıca hastalar kalp yetmezliği, diyabet, uyku apnesi gibi birçok ek hastalığa yakalanarak her gün toplumdan daha da izole olmakta ve toplumdaki ‘sorunlu’ vücut algısı sebebiyle ciddi ruhsal problemler yaşamaktadır. Ve bu durum maalesef hastaların hayat kalitesi ve beklenen yaşam süresini de 5-10 yıl kısaltmaktadır. Global olarak mücadele etmek zorunda olduğumuz bir problem. Meslek örgütleri ve hükümetler bazında büyük bir farkındalık var fakat henüz yeterli değil. Türkiye değerli akademisi ile bölgede liderlik yapabilir.YAĞLI AKCİĞER HASTALIĞINA DİKKAT- Yakın zamanda yaptığınız bir çalışmayla ‘Yağlı Akciğer Hastalığı’ adı verilen yeni bir hastalığı literatüre kazandırdınız. Nasıl bir hastalık bu?Obezite maalesef hiçbir organı sağlıklı bırakmaz. Fazla kalori ve enerji, güvenli depo olan yağ dokusuna sığmamaya başladığında karaciğer, kas, kalp ve diğer organlarda birikmeye başlar ve bu da hastalıklara yol açar. Araştırdıkça gördük ki obeziteye bağlı gelişen hastalıklar farklı mekanizmalarla oluşuyor ve mevcut ilaçlarla da tedavi edilemiyor. Bütün organlarda aktive olmuş bir stres cevabı var. Şöyle düşünün; vücudunuz, bütün organlarda sanki bir mikrop varmış gibi savaş başlatıyor, cepheler açıp sağı solu bombalıyor. Ancak gelin görün ki ortada bir düşman yok, olan organlara oluyor. Haliyle zaman içinde organ hasarı ya da ilişkili hastalıklar gelişiyor. Biz, yeni araştırmamızda, akciğerlerin bu durumdan kendini koruyamadığını hem göğüs kafesi hem akciğer içinde hem de solunum yolları etrafında hastalıklı bir yağ birikimi olduğunu gözlemledik. Bu sadece mekanik bir sorun yaratmıyordu, yağ dokusundan salınan bazı hormonlar kan-hava bariyerini aşarak solunum yollarında astım benzeri nefes darlıklarına yol açıyordu. Yanı sıra akciğerin uzak bölgeleri eşit oranda havalanamıyor, sığ soluk alma da uzun dönem problemler oluyordu. Bu da bağışıklığı herhangi bir enfeksiyona daha yatkın hale getiriyor ve sonuçları da daha yıkıcı olabiliyordu. Bu durum, soluyabilmek için beyinden gelen sinyallerdeki bozukluklardan tutun da göğüs kafesinin yeteri kadar genişleyememesine bağlı oluşan kısıtlayıcı akciğer hastalığına kadar çok geniş bir yelpazede bir solunum sıkıntısı yaratabiliyor ve adres edilmeden, mevcut yöntemlerle de tedavi edilemiyordu maalesef.TEDAVİDE TAM BİR BİYOLOJİK DEVRİM- Vücudun DNA’sını çözebilmek obezite başta diyabet ve diğer hastalıklarla mücadelede etkili olur ve dahası ‘uzun yaşamanın sırrını bize verebilir mi sizce?Obezite tedavisinde yaşanan devrim, tam olarak bir biyolojik devrim aslında. Yani biz, enerji metabolizmasının moleküler biyolojisini keşfettik. Beynin iştahtan tutun da yeme davranışlarını, enerji harcama ya da depolama gibi fonksiyonlarını hangi mekanizmalarla yönettiğini öğrendik. Daha da önemlisi doğal iştah yanıtlarının neden bozulduğu ve bunların tamirinin nasıl olacağını da bulduk. Şimdi hastalık ile gelişen eksiklikleri yerine koyup, fazlalıkları da normale çekerek deyim yerindeyse, moleküler metabolizmayı ‘fabrika ayarı’na döndürerek obeziteyi uzun süreli ve güvenli olarak, diyabet ve kalp hastalıkları gibi komplikasyonlarıyla tedavi edebiliyoruz. Bu tedavi yöntemleri ise kalp, damar hastalıklarından ölümleri azaltarak, obezite dolayısıyla kaybettiğimiz en az 10 yılı bize geri vermekle kalmıyor, obezitenin önlenmesiyle de uzun ve sağlıklı yaşamanın sırlarını da veriyor.İŞTE UZMANINDAN 3 ÖNERİHayatını diyabet ve obezite ile mücadeleye adamış genç bir hekim olarak; zayıflarken/ iyi bir yaşam kalitesi için, ‘Şunu muhakkak yapın’ dediğiniz 3 şey nedir?1- Ekranı bırakın, aktif, hareketli ve sosyal olun.2- Erken uyuyun, geçmişe takılı kalmayın, kendinizden başlayarak affetmeyi bilin.3- Kilo koruma için kas sağlığınıza odaklanın, yüksek proteinden beslenirken ağırlık ve direnç egzersizleri yapmayı da ihmal etmeyin.‘MUCİZE’ İLAÇ YOLDA- Daha önce bir röportajda ilaç formuna getirdiğinizi duyurduğunuz palmitoleik yağ asidinin sağlıklı kilo vermeye yardımcı olacağını duyurdunuz. Nedir bu yağ asidi? Bu, az önce bahsettiğiniz tedavi yöntemlerinden biri mi?Biz sağlıklı, normal kiloda olan bir bireyin kilo alırken vücudunda neler değişiyor, hangi aşamada kişi, hangi moleküler mekanizmalar vasıtasıyla sağlıklı kiloda olmaktan çıkıp obez hasta konumuna geçiyor bunu araştırırken, hamsi ve benzer balıklar, tam yağlı süt ürünleri, macadamia fındığı ile iğdede bulunan ve palmitoleik adı verilen bir yağ asidinin, vücudumuzun enerji fazlasıyla mücadele ettiğini ve adeta bir ‘yangın söndürücü’ gibi kullandığını keşfettik. Ki altını çizmeliyim, 17 yıl önce Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil Hocamızın laboratuvarında keşfedilmiş bir mekanizma bu. Şöyle işliyor; vücut yakamadığı ekstra enerjiyi yağ formunda güvenli bir şekilde depolarken, palmitoleik asidi de bir ‘haberci’ olarak diğer organlara gönderiyor ve diyor ki: ‘Bu ekstra enerji tehlikeli. Bunu ben depoluyorum sen depolama!’ Şu an insanlı klinik deneylerini yaptığımız molekül işte bu palmitoleik asit; karaciğer yağlanmasını, insülin direncini, kalpte yağ birikimini önlüyor, bağışıklık hücrelerini sakinleştiriyor, obezite komplikasyonlarına karşı sınırlı bir cevap oluşturuyor. Vücut bu yağ asidini aslında kendisi üretiyor ancak sınırlı üretiyor. İşte biz, ‘daha doğal bir tedavi olamaz’ diyerek, içindeki zararlı palmitik asidi çıkarıp, palmitoleik asidi saflaştırıp, gıdalardan, yemekle alamayacağımız yüksek doz ve saflıkta bir ilaç formuna getirdik. İhtiyaca ve doza bağlı olarak obezite tedavisinde yardımcı bir ilaç, obezitenin önlenmesinde önemli bir gıda takviyesi olacak.- Geliştirdiğiniz bu ilaca Türkiye’de ulaşmak mümkün olabilecek mi peki? Evet, şu an klinik deneylerde kullandığımız saf formun, Türkiye’de de ulaşılabilir olması hatta Türkiye’de üretimi ve araştırmalarının yapılabilmesi için önemli bir çaba sarf ediyorum.YARIN:- Hayatımı kurtaran doktor sayesinde doktor oldum…- Dünya çapında başarılı bir bilim insanı olmak isteyen gençlere öğütler…- Kilo yönetimi ve metabolik sağlık merkezi kuruluyor.

Source: Fulya Soybaş


Geçici ateşkes soykırımı hafifletmez

Siyonist İsrail yeni bir ateşkes oyununu harekete geçirdi. Hamas üç gün önce ABD”nin yeni teklifini kabul ettiğini açıklamaştı. Önceki gün ise İsrail tarafının anlaşmayı onaylayacağı ileri sürüldü. Ancak çok geçmeden İsrail”in “tamam” dediği anlaşma ile Hamas”ın ilk başta kabul ettiği prensiplerin farklı olduğu ortaya çıktı. Son aşamada Hamas, yeni teklifi değerlendirdiklerini duyurdu. SABAH, hem ateşkes sürecini hem de büyük bir insanlık utancı haline gelen temel gıda problemini Gazze”deki önemli isimlerle konuştu. TEMEL GIDA YOK O isimlerden biri uluslararası yardım organizasyonlarının koordinatörlüğünü yapan Dr. Salah Rantisi. Doktor Rantisi, “Anlaşma çok sağlıklı görünmüyor. Özellikle insani yardımların girişi ve İsrail”in Gazze”den çekilmesi konusunda netlik yok. Gıda durumu son derece zor. Ne yiyecek var ne ilaç. İnsanlık onuru Gazze”de ayaklar altında. Temel gıdaya ulaşmak bile başlı başına bir utanç vesilesi. Hamas”ın çok sıcak bakacağını düşünmüyorum” dedi. Gazze Hükümeti Medya Ofisi Genel Müdürü İbrahim El Subati ise “Öncelikle belirtmek isteriz ki soykırım ve saldırıların geçici olarak durdurulması, yaşanan felaketin boyutunu hafifletmez. Filistinli sivillere karşı işlediği korkunç suçlardan, soykırımdan, halkı aç bırakmaktan ve sivil altyapının sistematik olarak yok edilmesinden dolayı, tam yasal ve cezai sorumluluktan muaf tutmaz. Gerçek bir uluslararası çaba ile saldırılar durdurulmalı. Bu ateşkes, kapsamlı ve kalıcı olmalı. Saldırıların tamamen sona erdirilmesini, ablukaların kaldırılmasını, zorla yerinden edilen ve göç ettirilen insanların evlerine ve mahallelerine geri dönmesini, yardımların kısıtlama olmaksızın girişini ve uluslararası hukuka göre suç işleyenlerin adil bir şekilde yargılanmasını sağlayacak açık uluslararası garantilerle desteklenmelidir” ifadelerini kullandı. İŞGAL SONA ERDİRİLMELİ Gazze”de eşi benzeri görülmemiş bir insani trajedi yaşandığını kaydeden El Subati, “Yaklaşık 2.4 milyon insan kuşatma altında, su, elektrik, ilaç ve gıda olmadan felaket koşullarında yaşamaktadır. Soykırım, günlük öldürmeler ve askeri saldırılar vahşice devam etmektedir. Zorla yerinden edilenlerin sayısı 1.9 milyonu aşmış, on binlerce ev yıkılmış ve yaşamın tüm unsurları hedef alınmıştır. Bu felaket sadece bir “insani kriz” değil, uluslararası insancıl hukuka göre organize bir suçtur ve uluslararası toplumun acil ve derhal harekete geçmesini gerektirir; sadece endişe beyanları veya genel çağrılar değil. Uluslararası toplumun görevi artık sadece ateşkes için baskı yapmak değil, işgali sona erdirmek, ablukayı kaldırmak ve saldırıların mağdurlarına adalet sağlamak için çalışmaktır” şeklinde konuştu. ABD”DE BARIŞ YANLILARI 40 GÜNLÜK AÇLIK EYLEMİ BAŞLATTI ABD”nin farklı bölgelerinden gelen gaziler ve barış yanlısı gruplar, Gazzelilerle dayanışma sergilemek için New York”taki Birleşmiş Milletler (BM) ABD Daimi Temsilciliği binası önünde 40 günlük açlık eylemi başlattı. Eski Barış için Gaziler Derneği Başkanı Mike Ferner “Yaptığımız şey, Gazze”deki insanların yaşadıklarının çok çok küçük bir parçası. Bunu yapmamızın nedeni de bu ülkedeki daha fazla insanı uyandırmak” derken, Körfez Savaşı gazisi Diana Oestreich “Şiddetin daha az olduğu ve daha fazla çocuğun hayatta kaldığı dünya yaratmaya çalışıyoruz” dedi. “GAZZE, DÜNYADA AÇLIĞIN EN FAZLA YAŞANDIĞI YER” Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi (UNOCHA) Sözcüsü Jens Laerke, İsrail”in saldırıları ve ablukası altında bulunan Gazze”nin “dünyada açlığın en fazla yaşandığı yer” olduğunu bildirdi. Öte yandan İsrail bir kez daha insani yardım arayışındakileri hedef aldı. İsrail, yardım merkezine ulaşmaya çalışan sivillere ateş açtı. 20 Filistinli yaralandı.

Source: Harun Sekmen


Harvardlı Türk doktor obezitenin tedavisini buldu

Hürriyet”ten Fulya Soybaş”ın Röportajında yer verdiği soru ve cevaplar şöyle:OBEZİTE İRADE EKSİKLİĞİ DEĞİL BİR HASTALIKTIR- Obezite için hastalık demek mümkün mü?Evet, diyebilirsiniz çünkü tam olarak öyle. Enerji metabolizmasını düzenleyen yüzlerce mekanizmanın bir kısmında oluşan bir bozukluğa bağlı gelişen ve iltihaplı aşırı yağlanma ile karakterize bir hastalıktır. Yaygın görüşün aksine bir irade eksikliği ise değildir. Zira beyin, kilo almaya her zaman adapte olurken vermeye hiçbir zaman uyum sağlayamaz. Bunu, varoluşuna bir tehdit olarak algılar ve ne yapar eder verdiği kiloları geri aldırır. Bu, hastalığın doğal seyridir. Peki buna ne sebep olur derseniz de… Genetik yatkınlık, yanlış beslenme, ultra işlenmiş gıdalar, endokrin bozucu kimyasallar, antidepresan, antipsikotik, antiaritmik, kortizon benzeri ilaçlar, hareketsizliğe bağlı enerji denge bozukluğu, hipotiroidi ve hiperkortizolizm gibi hormonal bozukluklar, psikiyatrik yeme bozuklukları, genetik mutasyonlar, kronik stres, devamlı yüksek stres hormonları, insülin direnci, uyku bozukluğu… Üstüne günlerce konuşabiliriz. Yani obezite kalori fazlası ve hareketsizlikten çok daha fazlasıdır. Obezite, sağlıklı beslenme, egzersiz gibi hayat tarzı değişikliklerinin yanı sıra sebeplerine odaklanılarak, kişiselleştirilmiş, tıbbi tedaviyi de gözden kaçırmadan adres edilmesi gereken bir problem.DAMGALANMAK MÜCADELEYİ ENGELLİYOR- Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre 2023 yılında Türkiye, fazla kiloda yüzde 66.8 ile Avrupa’da ilk sıradaydı. Bu veriler bize ne anlatıyor? Geçen yıl Dünya Endokrinoloji Derneği ‘Endocrine Society’nin obezite grubu kurucu başkanı seçildiniz. Obeziteyle global mücadele de umutlu musunuz?ABD’de bu oran yüzde 70 civarında. Neredeyse aynıyız. En tehlikelisi çocukluk çağı obezite oranlarının yüzde 20’yi geçmiş olması. Günümüzde fazla kilolu olmak ‘yeni normal’ haline geldi adeta. Bireyler, toplum tarafından ‘iradesi düşük’, ‘boğazını tutamıyor’ gibi bir algıyla damgalandıkları için obezite ile mücadele edememekte, daha kötüsü de kısır döngü içinde hastalığın komplikasyonlarına yakalanmakta. Örneğin; bugün, ‘yağlı karaciğer hastalığı’ karaciğer naklinin en sık sebebi haline gelmiş durumda. Ayrıca hastalar kalp yetmezliği, diyabet, uyku apnesi gibi birçok ek hastalığa yakalanarak her gün toplumdan daha da izole olmakta ve toplumdaki ‘sorunlu’ vücut algısı sebebiyle ciddi ruhsal problemler yaşamaktadır. Ve bu durum maalesef hastaların hayat kalitesi ve beklenen yaşam süresini de 5-10 yıl kısaltmaktadır. Global olarak mücadele etmek zorunda olduğumuz bir problem. Meslek örgütleri ve hükümetler bazında büyük bir farkındalık var fakat henüz yeterli değil. Türkiye değerli akademisi ile bölgede liderlik yapabilir.YAĞLI AKCİĞER HASTALIĞINA DİKKAT- Yakın zamanda yaptığınız bir çalışmayla ‘Yağlı Akciğer Hastalığı’ adı verilen yeni bir hastalığı literatüre kazandırdınız. Nasıl bir hastalık bu?Obezite maalesef hiçbir organı sağlıklı bırakmaz. Fazla kalori ve enerji, güvenli depo olan yağ dokusuna sığmamaya başladığında karaciğer, kas, kalp ve diğer organlarda birikmeye başlar ve bu da hastalıklara yol açar. Araştırdıkça gördük ki obeziteye bağlı gelişen hastalıklar farklı mekanizmalarla oluşuyor ve mevcut ilaçlarla da tedavi edilemiyor. Bütün organlarda aktive olmuş bir stres cevabı var. Şöyle düşünün; vücudunuz, bütün organlarda sanki bir mikrop varmış gibi savaş başlatıyor, cepheler açıp sağı solu bombalıyor. Ancak gelin görün ki ortada bir düşman yok, olan organlara oluyor. Haliyle zaman içinde organ hasarı ya da ilişkili hastalıklar gelişiyor. Biz, yeni araştırmamızda, akciğerlerin bu durumdan kendini koruyamadığını hem göğüs kafesi hem akciğer içinde hem de solunum yolları etrafında hastalıklı bir yağ birikimi olduğunu gözlemledik. Bu sadece mekanik bir sorun yaratmıyordu, yağ dokusundan salınan bazı hormonlar kan-hava bariyerini aşarak solunum yollarında astım benzeri nefes darlıklarına yol açıyordu. Yanı sıra akciğerin uzak bölgeleri eşit oranda havalanamıyor, sığ soluk alma da uzun dönem problemler oluyordu. Bu da bağışıklığı herhangi bir enfeksiyona daha yatkın hale getiriyor ve sonuçları da daha yıkıcı olabiliyordu. Bu durum, soluyabilmek için beyinden gelen sinyallerdeki bozukluklardan tutun da göğüs kafesinin yeteri kadar genişleyememesine bağlı oluşan kısıtlayıcı akciğer hastalığına kadar çok geniş bir yelpazede bir solunum sıkıntısı yaratabiliyor ve adres edilmeden, mevcut yöntemlerle de tedavi edilemiyordu maalesef.TEDAVİDE TAM BİR BİYOLOJİK DEVRİM- Vücudun DNA’sını çözebilmek obezite başta diyabet ve diğer hastalıklarla mücadelede etkili olur ve dahası ‘uzun yaşamanın sırrını bize verebilir mi sizce?Obezite tedavisinde yaşanan devrim, tam olarak bir biyolojik devrim aslında. Yani biz, enerji metabolizmasının moleküler biyolojisini keşfettik. Beynin iştahtan tutun da yeme davranışlarını, enerji harcama ya da depolama gibi fonksiyonlarını hangi mekanizmalarla yönettiğini öğrendik. Daha da önemlisi doğal iştah yanıtlarının neden bozulduğu ve bunların tamirinin nasıl olacağını da bulduk. Şimdi hastalık ile gelişen eksiklikleri yerine koyup, fazlalıkları da normale çekerek deyim yerindeyse, moleküler metabolizmayı ‘fabrika ayarı’na döndürerek obeziteyi uzun süreli ve güvenli olarak, diyabet ve kalp hastalıkları gibi komplikasyonlarıyla tedavi edebiliyoruz. Bu tedavi yöntemleri ise kalp, damar hastalıklarından ölümleri azaltarak, obezite dolayısıyla kaybettiğimiz en az 10 yılı bize geri vermekle kalmıyor, obezitenin önlenmesiyle de uzun ve sağlıklı yaşamanın sırlarını da veriyor.İŞTE UZMANINDAN 3 ÖNERİHayatını diyabet ve obezite ile mücadeleye adamış genç bir hekim olarak; zayıflarken/ iyi bir yaşam kalitesi için, ‘Şunu muhakkak yapın’ dediğiniz 3 şey nedir?1- Ekranı bırakın, aktif, hareketli ve sosyal olun.2- Erken uyuyun, geçmişe takılı kalmayın, kendinizden başlayarak affetmeyi bilin.3- Kilo koruma için kas sağlığınıza odaklanın, yüksek proteinden beslenirken ağırlık ve direnç egzersizleri yapmayı da ihmal etmeyin.‘MUCİZE’ İLAÇ YOLDA- Daha önce bir röportajda ilaç formuna getirdiğinizi duyurduğunuz palmitoleik yağ asidinin sağlıklı kilo vermeye yardımcı olacağını duyurdunuz. Nedir bu yağ asidi? Bu, az önce bahsettiğiniz tedavi yöntemlerinden biri mi?Biz sağlıklı, normal kiloda olan bir bireyin kilo alırken vücudunda neler değişiyor, hangi aşamada kişi, hangi moleküler mekanizmalar vasıtasıyla sağlıklı kiloda olmaktan çıkıp obez hasta konumuna geçiyor bunu araştırırken, hamsi ve benzer balıklar, tam yağlı süt ürünleri, macadamia fındığı ile iğdede bulunan ve palmitoleik adı verilen bir yağ asidinin, vücudumuzun enerji fazlasıyla mücadele ettiğini ve adeta bir ‘yangın söndürücü’ gibi kullandığını keşfettik. Ki altını çizmeliyim, 17 yıl önce Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil Hocamızın laboratuvarında keşfedilmiş bir mekanizma bu. Şöyle işliyor; vücut yakamadığı ekstra enerjiyi yağ formunda güvenli bir şekilde depolarken, palmitoleik asidi de bir ‘haberci’ olarak diğer organlara gönderiyor ve diyor ki: ‘Bu ekstra enerji tehlikeli. Bunu ben depoluyorum sen depolama!’ Şu an insanlı klinik deneylerini yaptığımız molekül işte bu palmitoleik asit; karaciğer yağlanmasını, insülin direncini, kalpte yağ birikimini önlüyor, bağışıklık hücrelerini sakinleştiriyor, obezite komplikasyonlarına karşı sınırlı bir cevap oluşturuyor. Vücut bu yağ asidini aslında kendisi üretiyor ancak sınırlı üretiyor. İşte biz, ‘daha doğal bir tedavi olamaz’ diyerek, içindeki zararlı palmitik asidi çıkarıp, palmitoleik asidi saflaştırıp, gıdalardan, yemekle alamayacağımız yüksek doz ve saflıkta bir ilaç formuna getirdik. İhtiyaca ve doza bağlı olarak obezite tedavisinde yardımcı bir ilaç, obezitenin önlenmesinde önemli bir gıda takviyesi olacak.- Geliştirdiğiniz bu ilaca Türkiye’de ulaşmak mümkün olabilecek mi peki?Evet, şu an klinik deneylerde kullandığımız saf formun, Türkiye’de de ulaşılabilir olması hatta Türkiye’de üretimi ve araştırmalarının yapılabilmesi için önemli bir çaba sarf ediyorum.YARIN:- Hayatımı kurtaran doktor sayesinde doktor oldum…- Dünya çapında başarılı bir bilim insanı olmak isteyen gençlere öğütler…- Kilo yönetimi ve metabolik sağlık merkezi kuruluyor.

Source: Gazetevatan.com


“Nemrut Körfezi”nden Nemrut düzenine: bir Aliağa hikâyesi”

İzmir’in Aliağa ilçesi günümüzde ülkemizin çevre kirliliği başkenti, neredeyse dünyanın çöplüğüdür. Onlarca işletme havasına, suyuna, toprağına zehir bırakır. Oysa bir zamanlar, eski çağda ticaret yolları üzerindeki konumu, limanları, tarıma elverişli çevresi sayesinde doğayla uyumlu yaşanan bir yöreydi. Çandarlı Körfezi kıyısındaki koylardan birinde bulunan, Aliağa kent merkezine yakın antik Kyme kenti yersel açıdan Akdenizin en önemli limanlarından biriydi. Kıyısında bulunduğu koya bugün Nemrut Körfezi deniyor. Kültürel anlamda, antik Ege dininin tanrılarını; Zeus’ları, Poseidon’ları yazdığı kapsamlı yapıtlarla günümüze tanıtan şair Heseidos’un babasının yurduydu. Epheros gibi o zamanlar tarihini anlatan bir yazar İ.Ö.4.yüzyılda burada yaşamıştı. “Erdem” konuşulurdu bu topraklarda! Buradan göç edenlerin İtalya’da kurduğu “Cumea” kentinin Latin alfabesini ilk kullanan insanlar olduğu söylenir. Çok sonraları buralara gelip yerleşen Türkmen beylerinin, Ali Ağa adlı saygın kişilerin adlarına izafeten Batı Anadolu’nun bu köşesi Aliağa olarak anıldı. Günümüzde Aliağa *** 1960’larda sessiz bir balıkçı köyü olan Aliağa ve çevresinin kaderi 1973-1977 yıllarını kapsayan TC. Devleti’nin “Beş Yıllık Kalkınma Planı” ile değişti. Aliağa sanayi bölgesi ilan edildi; enerji ve sanayi yatırımları teşvik edildi. “TÜPRAŞ Petrol Rafinerisi” ve “PETKİM Petrokimya Tesisi” gibi dev işletmeler kuruldu. 12 Aralık 1977 tarihli ve 16137 sayılı Resmî Gazete‘de yayımlanan yönetmelikle Aliağa, “Gemi Söküm Bölgesi” de ilan edildi. 1980’den itibaren “Kyme” antik kentinin dibinde, Nemrut Körfezinde Gemi Söküm Tesisleri kurulmaya başlandı. Ardından yörede “İzmir Demir Çelik”, “HABAŞ”, “Ege Çelik”, “SOCAR’ın Petrol Rafinerisi” faaliyete geçti. “Enka Doğalgaz Kombine Çevrim Santralleri”, “İzdemir Enerji Santrali” ve “İzmir Aliağa Doğalgaz Çevrim Santrali” açıldı. İyi hoş; bunlar ülke ekonomisine katkılarda bulunup, birçok insana iş olanağı sağlarken, “vahşi kapitalizmin” çevreye korkunç kirlilikler saçarak yüksek kâr elde etmek hırsına set çekmek kimsesinin aklına gelmedi. Gelse, alınan alınması istenen sözde önlemlere “para babalarına” dönüşen yatırımcılar uymadı. 1990’larda bölgede, önceki Belediye Başkanlarından Hakkı Ülkü öncülüğünde, “Termik Santral” kurulmasına karşı yapılan, binlerce kişinin katıldığı kitlesel direniş, Türkiye Çevre tarihinin önemli köşe taşlarından biridir. 6 Mayıs 1990’da binlerce kişi Aliağa Termik Santral yapımına karşı İzmir’den Aliağa’ya kadar el ele tutuşmuştu *** Aliağa’da yaratılan hava kirliliğinin yanı sıra, suyu ve toprağı boğan bu olgunun en öne çıkan örneği “Gemi Söküm” tesisleridir. 1976 yılında, Ege Denizi”nde Çandarlı Körfezi”nde yer alan Aliağa”nın Taşlı Burnu ile Ilıca Burnu arasındaki sahil şeridi, Bakanlar Kurulu kararıyla “Gemi Söküm Bölgesi” olarak ilan edildi. Gemi Söküm işletmeleri, kullanım süresi dolmuş, ömrünü tamamlamış gemilerin parçalandığı yerlerdir. Bu işlem sırasında elde edilen metal, ekipman ve diğer malzemelerin geri dönüşüm, tekrar kullanılabilir hale getirilip ekonomiye kazandırılması amaçlanır. 14 Ocak 1990’da, çevreci önder yöneticilerden Aliağa Belediye Başkanı Hakkı Ülkü ve Foça Belediye Başkanı rahmetli Nihat Dirim yapılmak istenen Teremik Santral karşı ankette oy kullanıyor İlk gemi söküm işlemleri Aliağa’da 1977 yılında gerçekleşti. Aliağa Gemi Söküm bölgesinde ilk sökülen gemiler, Manisa, Çoruh gemileri, Batman, Turgut Reis tankerleri ve Ankara yolcu gemisiydi. Ardından ithal edilen yabancı bayraklı gemilerin de sökümüne başlandı. Çevreye verdiği zarardan ötürü birçok ülkenin işletmekten kaçındığı bu tür tesislere, vaad ettiği büyük kârlar nedeniyle Türkiye Kapitalizmi büyük bir hevesle saldırdı. Gemi Söküm işi 1986 yılında çıkarılan “Gemi Söküm Yönetmeliği” ile yasal çerçeveye alındı ama bu çerçeve, sökümüyle denetimiyle uluslarası normlara uygun değildi Türkiye”nin tek gemi geri dönüşüm merkezi olan Aliağa bölgesinde 22 gemi söküm tesisi kuruldu. Tesisler 403.710 metrekarelik bir alana yayıldı. Yıllık toplam söküm kapasitesi, yaklaşık 900.000-1.450.000 ton olarak belirtiliyor bu tesislerin. Avrupa’nın en büyüğüdür. Dünya genelinde ise Aliağa, yıllık işlenen gemi tonajı ve kapasitesine göre, Hindistan”daki Alang, Bangladeş”teki Chittagong ve Pakistan”daki Gadani tersanelerinin ardından dördüncü sırada yer alır. Bu ülkelerin hepsi çok gelişmemiş ülkelerdir. Para kazanma karşılığında ülkelerini kirletmekten, işçilerine zarar vermekten çekinmezler. Fakirlik zehirle birlikte yaşamaya razı etmiş onları! “Aliağa kapitalizmi” de böyle bir şeydir! Aliağa’da zehirli gemiler denizde sökülüyor. Vah balıklara! *** Aliağa’da yaklaşık 40 yıldan beri işletilen bu gemi söküm tesisleri önceleri, buraya gelecek ve sökülecek büyük gemilerin çevreye saçacağı asbest, denizi ve toprağı kirleten atıklar, işçi sağlığına verilen zararlar gibi konularla kamuoyunun dikkatini çekmişti. Ülkemizdeki çevre koruyucular/ekolojistler konuya duyarlılık gösterdiler, özveriyle işin peşine düştüler. Aliağa’da uygulanan gemi söküm teknolojisi sorgulanınca ortaya korkunç bir sonuç çıktı. Gemiler parçalanırken açığa çıkan “asbest” doğrudan kanser yapan bir maddedir. Lifli yapıyla, ısıya ve kimyasallara dayanıklı doğal bir mineraldir. Özellikle tozlarının solunması ile ortaya çıkar ve yıllar içinde ciddi hastalıklara neden olur. İnsan sağlığı için son derece tehlikelidir. “Asbest” Aliağa gemi söküm tesislerinde işçiler için baş ölümcül tehdittir. Ayrıca bu tesislerde “beğen beğen al (!)” cinsinden zehirler vardır! Reymond Croze gemisi Aliağa’ya getiriliyor Kimya Mühendisi Ertuğrul Barka’nın verdiği bilgiye göre; “PAH” denen “polisiklik aromatik hidrokarbonlar”, PCB denen “poliklorlu bifeniller)”, ağır yağlar, ağır metaller, yakılan kablolardan çıkan dioksin ve furanlar, organotinler gibi pek çok kanserojen ve genetik bozukluğa yol açan maddeler yaşamı tehdit eden sonuçların yaratıcısıdır. İşte Aliağa gemi söküm tesisleride çalıştırılan işçiler ve çevredekiler 1980’lerden beri bu zehirlere ve ölümcül maddlere maruz kalmaktadır. Bu maddelerin kansere neden olduğu, insanı yavaş yavaş öldürdüğü biliniyor. Yüksek, demir çelik yığını olan bu eski gemileri parçalarken yaşanan iş kazaları hariç. Kim bilir kimler, kaç işçi öldü, kimler ölüyor, kimler hastalıklardan kıvranıyor? *** Doğaya ve saygılı teknoloji, gemi söküm işlerini “kuru havuzlarda” (dry dock) yapılmasını öneriyor. Bu yöntemle riskler bir ölçüde azaltılabiliyor! Bu yöntemde büyük gemiler için “yüzer havuzlar” gerekli oluyor. Kuru havuz sisteminde sökülecek gemilerin suyu tamamen boşaltılıyor, kıyıya çekilerek, izole edilmiş bir havuza alınıp sökülüyör. Havuz, zehirli atıkların toplanmasını ve arıtılmasını sağlıyor. Böylece tehlikeli atıkların denize karışması önleniyor. Bu usulle daha güvenli bir çalışma ortamı sunuluyor. Aliağa gemi söküm işçileri 10-21 Şubat 2022 arasında işe çıkmadı Geminin kuru zemine alınması karada çalışma kolaylığı sağlıyor. İşçilerin daha güvenli ve kontrollü koşullarda çalışması sağlanarak söküm yapabiliyor. Su üstündeki gemiye tırmanmak ve orada çalışmak yerine, zemine oturtulan gemide platform üzerinde çalışmak daha güvenli oluyor,yüksek yerlerdeki iş riskleri azalabiliyor. Bunlarla beraber gemi sökümde geri dönüşüm verimliliği artıyor. Parça kontrolü ve ayrıştırma kolaylığı sağlanıyor. Havuz içinde yapılan sökümde, demir, bakır, motor gibi parçalar daha düzenli bir şekilde ayrılıyor. Geri kazanım miktarı yükseliyor. Buna rağmen insan ve çevre sağlığına zararlı olma riski sürüyor. Zehirler kolaçan edebiliyor ortalıkta! Gelişmiş ülkeler; insanına ve doğasına saygılı ülkeler bu tür gemi sökümünü bile yapmıyor. Yabancı gemileri limanlarına sokmuyor. Aliağa Gemi Söküm arazisi *** Peki Aliağa’da gemi söküm yıllardan beri nasıl yapılıyor? Kuru havuz, muru havuz hak getire! Aliağa’daki birçok tesiste hâlen beaching (karaya çekme) yöntemi kullanılıyor. Bu tesislerde uygulanan bu sistem, işçilerin içinde çalışmaya mahkum edildiği yöntem tam bir rezillik! Tam bir doğa katliamı! Neredeyse insanı bozuk para gibi harcamak! Aliağa”da hâlen yaygın olarak gemiler kıyıya baştankara edilerek karaya çekiliyor ve açık alanda sökülüyor. Gemi sökümü sırasında ortaya çıkan yağlar, yakıt artıkları, asbest, ağır metaller ve diğer toksik maddeler denize karışabiliyor. Solunan asbest zaten ölümcül. Su üstündeki gemiye tırmanmak ve orada çalışmak işçiler için büyük tehlikeler yaratıyor. İnsan ve çevre için bu kadar riskli bir yöntem yıllardan beri Aliağa’da uygulanıyor. Asbest lifleri havada uçuşuyor; gemilerden sökülen demirin kullanıldığı komşu demir çelik fabrikalarının bacalarından yükselen demir tozları, yere doğru çöküp çocukların, annelerin, babalarını ciğerlerinde birikebiliyor. Çevreye duyarlı olan az sayıdaki insan dışında, durumu denetleme zorundan olan kamu görevlilerinden pek ses çıkmıyor. Ölen ölsün, kalan sağlar bizimdir! Oysa bu tür işletmeler için konulan uluslararası kurallar çok açık. “Hong Kong Sözleşmesi” ve “Avrupa Birliği Gemi Geri Dönüşüm Yönetmeliği”, tesislerin çevresel altyapıya sahip olmasını zorunlu kılıyor. AB’nin onayladığı geri dönüşüm tesisleri listesine girebilmek için çevre koruyucu donanımlar ön koşul. *** Parçalanmayı bekleyen gemiler Aliağa’daki gemi söküm işlerinde, çağdaş kuralların, ne yazık ki nerdeyse kimsenin umrunda olmadığı anlaşılıyor! Doğa tükenişe terk edilmiş! İnsan hayatı Allaha emanet! İş gücü ucuz! Kâr çok! Yöre insanı iş bulma, ekmek parası kazanma kaygısıyla bu duruma yakın zamana kadar pek ses çıkaramıyordu. Orta Anadolu, Karadeniz Bölgesinde işsizlikten kırılan insanlar akın akın bu tesislere gelip bu koşullarda çalışmaya razı oluyordu. Bir avuç çevre savunucusu ise Aliağa’daki Gemi Söküm Tesislerindeki olumsuzlukları, usulsüzlükleri sürekli dile getiriyor, kamuyu uyarıyordu. Bu çabalar sonucu bu tesislerde oluşan çarpıklıklar, sakat uygulamalar gün yüzüne çıktı. 2006 yılında Aliağa”da sökülmek üzere Türkiye”ye getirilen Hollanda bandıralı “Otapan” adlı gemide resmen fazla asbest olduğu fark edildi. Çevre örgütleri ayaklandı. Hatta bu durum, Türkiye ile Hollanda arasında diplomatik soruna yol açtı. Gemi Hollanda”ya geri gönderildi. Orada “güya” asbestli bölümleri çıkarıldı. Tekrar Aliağa’ya gönderilen geminin kalan kısmı ise burada söküldü. Önceki adı “Methania” olan Fransız “Ethan” gemisi sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) tankeriydi. O da söküm için Aliağa”ya getirildi. Gemide asbest ve gökyüzündeki ozon tabakasını delici maddeler bulunduğu iddia edildi. İzmir Barosu ve Foça Belediyesi, bu geminin sökümün durdurulması için dava açtı. Ancak mahkeme kararları sonuçlanmadan geminin sökümü tamamlandı. Eli çabuktu gemi söküm patronlarının! Ya da Türkiye yargısı ağır işliyordu! Söküm için Aliağa’ya getirilen bir başka koca gemi ise Bahama bandıralı “Kuito” gemisiydi. Batı Afrika’da Angola açıklarında petrol rafinerisi olarak kullanılıyordu. Eski gemi içinde radyoaktif madde bulunduğu iddia ediliyordu. üzerine Çevre Mühendisleri Odası bu iddia üzerine söküm yapılmaması için dava açtı. Ancak yargı gene geç kalmıştı. Mahkeme kararı sonuçlanmadan geminin sökümüne başlanmıştı bile. Kısa zamanda işlem tamamdı! Ham hum şaralop! Zehirleri kim bilir kimin canını yaktı? Sao Paolo gemisi Türkiye’ye getirilirken Bunlarla beraber Brezilya’dan satın alınan “Sao Paulo” adlı askeri uçak gemisinin Aliağa’ya getirilmek istenmesi ülkede büyük tartışmalara yol açtı. Bu asbestli gemiyi SÖK Denizcilik Gemi Söküm Şirketi Aliağa’da söktürüp hurdaya çevirmek istiyordu. Yöreyi zehire bulayacak bu iş için “doğa ve çevre koruyucular” bayrak açtı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı daha önce Aliağa’ya gelmesine şartlı onay verdiği “Sao Paolo”nun sökümüne verdiği izni 26.08.2023 günü kaldırdı. Gemi ülkesine geri döndü ve Brezilya kıyılarına 350 km uzaklıkta, uluslararası sularda 80 gün bekletildi. Brezilya Donanması tarafından Atlas Okyanusu’nda batırıldı. Demek direnişle sonuç alınabiliyormuş! Aynı zamanlarda Fransız bandıralı “Raymond Croze” adlı kablo döşeme gemisi, 28 Aralık 2023 tarihinde Aliağa’daki gemi söküm tesislerine getirildi. Karaya oturtuldu ve parçalama işlemlerine başlandı. Bu geminin de Aliağa”ya getirilmesi kamuoyunda ciddi tartışmalara neden oldu. Taşıdığı asbest ve diğer tehlikeli maddelerin çokluğu çevre örgütlerinin tepkisine yol açtı. Buna rağmen, gemiyi satın almış Anadolu Gemi Söküm A.Ş. (AGS), bu iddiaları reddetti, gemiyi söktü. Bu süreçte İtalyan Donanması da Aliağa’ya dadandı. Hurdaya çıkarılmış “Carlo Fecia di Casatto“, “Guglielmo Marconi“, “Leonardo da Vinci” adlı denizaltılar; “Bersagliere”, “Artigliere” adlı devriye gemileri, “Maestrale”, “Scirocco” isimli fırkateynler Aliağa’da söküldü, pislikleri Aliağalılara kaldı. Kim bilir böyle kaç zararlı gemi 40 yıl boyunca Aliağa’yı zehirledi. Verilen zararların elbette farkında olan “Gemi Sökümcüler Derneği” adını “Gemi Geri Dönüşüm Sanayicileri Derneği (GEMİSANDER)” olarak değiştirdi. Yani kirli “sökümcülük”, cici “geri dönüşümcülüğe” dönüşmüştü! İyi ki bunlara karşı direnen çevre kuruluşları, ekolojistler var! Güçleri yettiğince ülkelerinin topraklarını havasını korumaya çalışıyorlar! *** Çevreye zehire bulayan gemi sökümcüler pek önleyici girişimler olmadan Aliağa’da doğaya zehir verdiler, ceplerini para ile doldurdular. Bunu da güya ülke ekonomisine katkı adına yaptılar! Sanki etrafa zehir yaydıkça ülkede zenginlik artıyormuş gibi! Hiç böyle kendi ülkesine, yaşadıkları topraklara kıyıcı tutumlar olur mu? Mantık mı bu? Hiç insan kendi vatanını gözden çıkarmaya kalkar mı? Bütün canlılar canları onlara emanet edilmiş yavrularını korur! Açılacak işletmelerden, çevreye ve insana zararlı olup olmadıklarını belgeleyecek “Çevresel Etki Değerlendirme Raporu (ÇED) isteme zorunluluğu ülke mevzuatına yeni girdi. Bu yönetmelik bu tür riskli işletmeler için bir disiplin getiriyor ama günümüzde “vahşi kapitalizmin” baskısıyla sık sık yapılan değişikliklerle bu uygulamanın içi boşaltılıyor. Bu bağlamda, Aliağa’da 1993 yılından önce kurulmuş Gemi Söküm Tesisleri için ÇED zorunluluğu, işletmeler açılırken istenmemiş, olası riskler için ayrıntılı bir inceleme yapılmamıştı. Sözde denetim koşulu, 1986 Yönetmeliğiyle yerine getiriliyordu. Yani bugüne kadar Gemi Sökümcülerin “Çevresel Etki Değerlendirme Raporu” hazırlama zorunluluğu yoktu. İşletmelerin kuruldukları yıllarda ÇED Raporu olmadığı gibi o zamanlar Çevre Bakanlığı bile yoktu. Yani Devlet, bu işletmelerin riskleriyle ilgili, kurulduklarında ayrıntılı hiçbir değerlendirme istemediği gibi aradan geçen bunca zamanda da böyle bir talepte bulunmamıştı. Bu durum 2025 yılı başında, Gemi Sökümcülerin, Devlete kapasite arttırmak için baş vurmasıyla su yüzüne çıktı. Sökümcüler Aliağa’da sıkışmıştı. Yaptıkları kirlilik göze batıyor, söküm işi yıl be yıl azalıyordu. 2022 yılında sökülen gemi sayısı 22’ye düşmüştü. Kapasite arttırmak için, artık pek yaptırımcılığı kalmasa da yasaya göre ÇED yapılması gerekiyordu. Yörede 22 tesisin faaliyet alanının genişletilmesi için deniz yönünde kıyı kenar çizgisinin dışına geçilmek isteniyordu. Böylece kapasite artışı sağlanacaktı. Başlatılan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) süreci bu talebi içeriyordu. Gemi Söküm alan sınırları *** Durum duyulup kamuoyuna yansıyınca çevre örgütleri ve meslek odaları devreye girdi, olguyu incelemeye aldı. İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlanan bilimsel rapor ürkütücüydü. Aliağa bölgesinde toprakta saptanan arsenik ve kurşun gibi ağır metallerlerin miktarı tehlikeli düzeydeydi. Böyle bir genişleme çevreye daha çok zarar verecekti. Kapasite artışının riski çevre ve halk sağlığı açısından çok yüksekti. Bunların yanı sıra ilginç bir durum ortaya çıktı. 22 işletmenin bulunduğu yaklaşık 500 dönüm arazi sökümcü şirketlere ait değildi. Kiracıydılar. Aliağa Gemi Söküm Tesisleri”nin bulunduğu arazi, 2025 yılından önce, TC. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı”na bağlı Toplu Konut İdaresi Başkanlığı”na (TOKİ) aitti. Yani Devletin, Kamu’nun. Daha sonra, TOKİ bu mülkiyeti iştiraki olan “Emlak Konut GYO A.Ş.”nin ortağı olduğu “Emlak Planlama İnşaat Proje Yönetimi ve Ticaret A.Ş.”ye (EPP)” devretti. Bu şirketin küçük ortakları ABD’li Vanguard Grup ve Yapı Kredi Bankası idi. 2025 yılından önce 22 Gemi Söküm İşletmesi TOKİ’ye, 2006 yılında yapılan 20 yıllık kira sözleşmesiyle belirli bir kira bedeli ödüyordu. Sökümcülerin iddiasına göre bir işletme; bulunduğu arazi için, Milli Emlak tarafından ecrimisil bedeli olarak 350–400 bin TL talep edildiği halde yılda 500 bin TL kira ödemesi yapıyordu. Yani daha fazla! Son olarak, 28 Şubat 2025 tarihinde, Aliağa Belediyesi”nin %100 iştiraki olan Aliağa Belediyesi Petrol A.Ş. (APAŞ), bu araziyi EPP”den satın aldı. Satın alma işlemine göre yaklaşık 500.000 metrekare olan arazi için, 2025 yılı değerleri itibariyle, metrekare birim fiyatı 21.999 TL’den, 10 milyar 60 milyon TL bedel (KDV hariç) belirlendi. %26″sı peşin olmak üzere kalan tutarın 8 taksit halinde ödenmesini içeren bir ödeme planı yapıdı. Sözleşmeyi, Devlete ait “Emlak Konut” şirketinin Genel Müdür Yardımcısı ve EPP Yönetim Kurulu Başkan Vekili “Selami Keskin”, “Emlak Planlama İnşaat Proje Yönetimi” Genel Müdürü “Alim Kaplaner” ile MHP’den seçilmiş Belediye Başkanı “Serkan Acar’ın Başkanı olduğu Aliağa Belediyesinin %100 iştiraki olan “APAŞ-Aliağa Belediyesi Petrol A.Ş Şirketi” Yönetim Kurulu Başkanı “Adem Akkaş” imza attı. Adem Akkaş ülkücü kimliğiyle biliniyordu. Yer tesliminin Aliağa Belediyesi’ne, işlemler tamamlandıktan sonra Temmuz 2025 günlerinde yapılması kararlaştırıldı. Aliağa Belediye Başkanı Serkan Acar, APAŞ YK Başkanı Adem Akkaş ve ve Gemi Söküm arazisi *** Bunun ardından 05.05.2025 günü Aliağa Belediyesinden konu ile ilgili bir açıklama yapıldı: “28 Şubat 2025 tarihinde Aliağa Belediyesi’nin yüzde 100 iştiraki olan Aliağa Belediyesi Petrol A.Ş (APAŞ) şirketi tasarrufuna geçen “Aliağa Gemi Söküm Bölgesinde” Belediyemiz tarafından İmar Kanununa, çevre ve insan sağlığına yönelik tedbirler hızla alınmaktadır. “Aliağa Belediyesi İklim Değişikliği ve Sıfır Atık Müdürlüğü” ve “Aliağa Belediyesi Zabıtası” tarafından bölgede yapılan ilk incelemelerde tehlikeli atıkların çevreye zarar verici şekilde depolandığı, bazı bölgelerde üzerinin toprakla kapatıldığı tespit edilmiştir. Bu şekilde bölgede “15.000 ton tehlikeli atığın” “vahşi depolama yöntemiyle” insan ve çevre sağlığını tehlikeye sokacak şekilde etrafa saçıldığı öngörülmektedir.” “Belediyemizce konu ile ilgili olarak ivedilikle “Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğüne”, “Kıyı ve Tersaneler Genel Müdürlüğüne”, “Aliağa Liman Başkanlığına” ve “İMEAK Deniz Ticaret Odası Aliağa Şubesine” bilgilendirme ve ihbar yapılmış olup, sorumlular hakkında faaliyet durdurma dahil her türlü yaptırım uygulanacaktır.”, denildi. Yani, bir resmi kuruluş, Belediye, yeni yapılan denetimler sonucu yaklaşık 400 dönümlük Gemi Soküm alanında”15 bin ton tehlikeli atık”ın saptandığını açıklıyordu. Tabii ki bu miktar korkunç bir rakamdı. Üstelik bu rakam 5 tesiste yapılan inceleme sonucu saptanmıştı. Yaklaşık 40 yıldan beri sürdürülen gemi söküm çalışmaları sonucu daha ne zehirler saçıldı ortalığa, bilinmeyen yerlere depolandı! Aliağa’da gemi söküm alnının denizi Çiğli-Harmandalı çöp depolama alanına bu zehirli atıkların götürüldüğü söylüyordu Harmandalı Mahallesi Muhtarı. Belki yeni açılan Bergama Katı Atık Tesislerine de gönderildi, gönderiliyor bu zehirli atıklar. Bu tesislerin insana ve çevreye verdiği zararlar hakkından yılllardan beri yetkilileri uyaran çevreciler ne kadar haklıymış! Nasıl yok edilecek, giderilecek, insana ve çevreye zarar vermeyecek hale getirilecek bu zehirler? Devlet Kurumları belediyeler neden müdahale etmemiş bu rezilliğe yıllardan beri, bu güne kadar! Sonuç da canlılar, toprak ölmüş, birileri para kazanmış! *** Gemi Sökümcülerin Belediyenin yıkım uygulamasını engelleme girişimi Aliağa Belediyesi ekiplerinin beş ayrı işletmede tehlikeli atıklar saptamasıyla bu tesisleri mühürleme girişimine karşı Gemi Söküm tesisleri sahipleri Belediye’nin yıkım ekiplerine karşı geldi. İşletme sahipleri çalışanlarıyla beraber yıkım durdurmak için iş makinaları ve dozerlerle yolu kapattı. Kargaşa çıktı. Bu ortamda “Gemi Söküm Sektörü Temsilcileri” bir bildiri yayınladı: “Bedelini ödeyerek tapularını almak istemelerine rağmen, Aliağa Belediyesi’nin keyfi uygulamalarıyla karşı karşıya kaldıklarını” iddia ettiler. “TOKİ (Devlet) tarafından “arazinin tamamını kendilerinin satın almaları için onlara sunulan rakamları kabul etmelerine rağmen”, arazinin onlara değil, Belediye’ye de değil, Belediyenin APAŞ adlı şirketine satıldığını” bildirdiler. “Tek isteklerinin Devletle, TOKİ iştiraki olan EPP firmasıyla, 2026 yılında sona erecek sözleşmelerini tamamlayarak, tesislerin bulunduğu arazilerin mülkiyet hakkına kavuşmak olduğunu” söylediler. Gemi Sökümcüler, “bir belediye iştirakinin insiyatifine terk edilmelerinin onları son derece zor durumda bıraktığını” iddia ettiler. “İçinde bulunulan ekonomik kriz ortamında, (var olan) imar kaynaklı sorunların onların suçu olmadığını, imarsız alanlarda imara aykırılık gerekçesiyle cezalar kesildiğini, haciz işlemleri uygulandığını, tahsilatlar yapıldığını, ruhsat harçları toplandığı halde, ruhsatların verilmediğini, üç yıl önce ruhsat vaadiyle ödeme yapan firmalara yıkım kararları gönderildiğini” anlattılar. Belediyenin APAŞ şirketiyle değil Devletle muhatap olmak istediklerini, hakları olan (Gemi Sökümü yapılan arazilerin) tapularını, bedelini ödeyerek almak istediklerini” açıkladılar. (Gemi Sökümcüler arazi satışına karşı çıkıyor) *** Bunca yıl Gemi Söküp para kazanacağız diye ortalığı zehire bulayan gemi sökümcüler, bu durumun sürmesini istiyorlardı. Hatta ÇED raporu hazırlatma girişimiyle tesislerini genişletmek, büyütmek için çaba harcarken şimdi işlerinin ellerinden gitmesi telaşına düşmüşlerdi. Sanki yıllardır Dünya’nın pisliğini Aliağa’da, bu arazide ve denizinde temizleyenler, zehirleri bu topraklara saçanlar, suları kirletenler, işçilerin hastalıklara bulaşmasına neden olanlar, burada bululan işletmeler değildi. Öte yandan, bugüne kadar buna göz yuman; arazisini kiralayan, yerel yönetim sınırları içinde olmasına rağmen seçmenlerinin sağlığına göz ardı edenler, genel yönetimin il düzeyindeki temsilcileri bu durumdan sanki sorumlu değildi. Genel ve Yerel Yönetimlerin, burunlarının dibindeki felaketi görmemeleri tabii ki mümkün değildir! Neden? Görevi kötüye kullanmak mı var, ihmal mi var? İş mülkiyet, Gemi Söküm alanının sahibi kim olacak sorununa gelince kıyamet kopuyor! Kimse mülkiyete sahip olup hazır paraya dönüşecek rantı; Kamunun, Halkın parasını paylaşmak istemiyor. Ortada çok büyük miktarlarda paranın ve kârın var olduğu belli! Gemi Sökümcülülerin, bu tür işlemeciği Aliağa’da sürdürerek, zehirli işlemleri belki aynen ve genişleterek, belki de farklı boyutta devam etmeyi amaçladığı açık. Devletin ve Belediyenin ise söküm alanını zehirli ortamdan kurtaracak bir projesi olup olmadığı bilinmiyor. *** Ayrıca, bu mülkiyetin Belediyenin kendi tüzel kişiliğine satılmaması, bir şirketinin eline verilmesi anlaşılır değil. Belediyeler, halkın seçtiği kişilerden oluşan Belediye Meclislerince denetlenir. Belediye şirketleri ticari şirketlerdir ve Belediye Meclisi, Halk denetimi dışındadır. Bu alan Belediye şirketince Devletten ucuza mı alınmış, pahalı alınmış tartışmalıdır! Önünde sonunda satan Devlet, satın alan Belediye’ye ait olsa da bir ticari şirkettir. Karar vericiler sadece güvenilir olma keyfiyetindedir. Gemi söküm alanında 15 bin ton zehirli atık saptanmış Hem de bu satış yapıldığı zaman da, Sökmücülerin Devletle daha önce yaptıkları anlaşmaya göre çoğunun sözleşmesinin bitmesine daha bir yıl vardır! Ne bu acele! Üstelik bu arazinin yüzde yüz hissesi Belediyeye ait olsa da bir şirkete satılıyor olması başka ciddi sorun ve yorumlara yol açabilir. Şirketler Belediyelere ait olsa da kamu denetimininin dışındadır. İç İşleri Bakanlığı ve Sayıştayın denetimine açık olan Belediye Kanununa değil, Ticaret Kanununa göre yönetilirler. Ne kârlarını ne de işlemlerini açıklamak zorundadırlar. Kârlarını, alıp sattıklarını, finansal hareketlerini izlemek mümkün değildir. Herşey şirket başkanı ve yönetim kurulunun yetkisi ve sorumluluğundadır. Aliağa’da bu gemi söküm arazisi Belediyeye ait APAŞ şirketine satıldığına, o da bir ticari şirket olduğuna göre Kamu’nun, Halkın şirketin girdi çıktılarını gözlemesi zordur. Çoğunlukla verilen kararlar kapalı kapılar ardında alınır! Hal böyle iken ülke genelinde Belediyelere ait ticaret şirkerlerinin, kaynaklarını kullanma ile ilgili kuşkulara yönelik tartışmalar, son günlerin gündemindedir. Bu şirketler Belediye Başkanları insiyatifinde Belediye tüzel kişiliğine ait olmuş olsa bile halk tarafından seçilmiş ve işlemleri bir ölçüde şeffaf Belediye Meclislerinin denetimi dışındadır. Yani, bu mülkiyetin geliri gideri, satışı satılmayışı, parası pulu Belediye Başkanı tarafından belirlenmiş şirket yönetiminin, Aliağa’da APAŞ şirketi yönetiminin, muhtemelen Belediye Başkanı tarafından belirlenmiş Başkanı Adem Akkuş ve arkadaşlarının yetki ve kararındadır. Üstelik bu kişi siyasal bir kimliğe sahip olmasına rağmen Belediye Meclis üyesi değildir. Aliağa Belediye Başkanı bu kadar büyük ve tartışmalı değerdeki araziyi kendi seçtiği ancak halk tarafından seçilmemiş bir kişiye emanet etmiş. Muhakkak ki kendisine çok güvenilmektedir! Belediyece yapılan açıklamaya göre, Aliağa Gemi Söküm işletmelerinin Ege Bölgesini zehirleyen atıklar bu arazidedir. Zehirli toprağın araziden çıkarılması, nereye gönderilecekleri ve bu işin yönteminin başlı başına bir sorun olması, böyle bir tartışmalı ortamın teknik ve yönetsel kaderi böyle bir alım satım oluşumuna terk edilemez. Hal böyle iken, olaylar bu yönde gelişirken, 24. Mayıs 2025 tarihli bazı yayın organlarında Belediye ile Gemi Sökümcü şirketler arasındaki gerilimin sona erdiği bildiriliyor. Belediye şirketi APAŞ’ın TOKİ’den (Devlet’den) 10 milyar 60 milyon TL’ye aldığı 500 dönümlük araziyi Gemi Söküm şirketlerine 13 milyar 280 TL’ye, %32 kârla satmak için anlaştığı yönünde haberler çıkıyor. Habere göre Belediye bu alış verişten kazançlıymış. Çok “kâr” etmiş! Ya Aliağa halkı, Türkiye halkı? Çocuklar? Ya Toprak, Ağaçlar, Deniz? Aman “tuz kokmasın!” Evet *** Aliağa sadece Aliağa’ya ait değildir. Aliağa’da yapılan yanlışlıklar İzmir’de, Karşıyaka’da, Bornova’da, Foça’da, Bergama’da hissedilir. Bu güne kadar yapılan uygulamalardan anlaşıldığı gibi: Bu zehirliliğin yol açtığı görünmeyen, bilinmeyen ölüm ve hastalıklardan; başta vahşice gemi söküm yapan işletme sahipleri ve ilgili Devlet Kuruluşları, şimdiki ve önceki Belediye Yönetimleri sorumludur. Bu yörede doğayı öldüren, çevreyi zehire bulayanlar, buna seyirci kalanlar ne yazık ki bunlardır. Bu nedenlerle; iyimser açıdan bakıldığında, mademki Aliağa’nın Gemi Söküm alanında yeni düzenleme arayışları var, bu bölge kesinlikle yeniden gemi Söküm Alanı haline getirilmemelidir. Aliağa bu gibi işlerin yapıldığı Bengaldeş, Hindistan değildir. Çin bile yabancı gemileri söküm için ülkesine sokmamaktadır, Daha ileri teknikler kulanılarak gemiler parçalanabilir diyebileceklere; işletme sahiplerine ve bu bağlamda Yerel Yöneticilerinin eylemlerine, geçmiş davranışlarına bakarak güvenmek abestir. Nerdeydiler bugüne kadar? Üstelik söküm alanının Belediye Başkanı tarafından tayin edilmiş, Belediye Meclisi üyesi olmayan ama siyasi kişiliği olan bir oluşuma bırakılması başlı başına anlaşılmaz bir durumdur. Var olan ve var olacak satış anlaşmaları, işlemleri derhal durdurulmalıdır! Bu nedenlerle Aliağa Gemi Söküm Tesisleri derhal kapatılmalıdır. Rehabilitasyon çalışmaları Devlet ve ilgili sivil toplum kuruluşları tarafından yürütülmelidir. Belediye şirketi bu alım satım işlerinden elini çekmelidir. Yeşi topraklar. Aliağa Gemi söküm alanın yemyeşil bir parka dönüşmesi ne güzel olur O kadar çok zehirli gaz, duman, sağlığa zararlı atıkların oluştuğu bu bölge, ister Büyükşehir, ister Aliağa Belediyesi, ister Bakanlıklar tarafından olsun “yeşil alan” ilan edilmedir. Deniz kıyısındaki 400-500 dönümlük bu alan ibreti alem için, diğer komşu tesislerin finansal katkılarıyla çiçek bahçesine dönüştürülmelidir. Aliağa sanayi bölgesinde olumsuz çevresel koşullardan etkilenen işçiler rahat bir soluk alsınlar burada. Doğası hoyratça tarumar edilen ülkemizde böyle korumacı bir girişim her yere örnek olsun. İzmir ilinin halkı rahat uyusun. Tabii ki bölgede daha başka birçok kirletici işletme var. Nedir bu “vahşi kapitalizm”den insanlığın çektiği! Sefa Taşkın 01.06.2025 Bergama/İzmir

Source: İzmi̇r / Cumhuriyet


Memur borçlanmayla EYT’li olur mu?

MEMUR ASKERLİK BORÇLANMASI YAPARAK EYT’Lİ OLABİLİR Mİ? Memuriyete 2001 yılının ocak ayında başladım. Askerliğimi ise 1999 yılında 18 ay yaptım. Askerlik borçlanmamı ödersem memuriyete girişim yasanın çıktığı tarihten öncesine denk geliyor. Böyle bir durumda işçilerde olduğu gibi EYT kapsamına giriyor muyum? Bir başka sorum da şu: 2005 tarihinden önce veya sonra memuriyete girişimin EYT ile bir ilgisi var mı? (Cengiz Y.) SSK ve BAĞ-KUR’lular sigortalı çalışmaya başlamadan önceki askerlik sürelerini borçlandıklarında sigorta başlangıç tarihleri borçlanma yaptıkları süre kadar öne çekilir. Öne çekilen tarihteki koşullara göre emeklilik hakkı elde ederler. SSK ya da BAĞ-KUR kapsamında olsaydınız askerlik borçlanması yaptığınızda sigorta başlangıç tarihiniz öne çekilerek emeklilikte yaşa takılanlar (EYT) düzenlemesinden yararlanarak emekli olabilirdiniz. SSK ve BAĞ-KUR kanunlarında, sigortalı çalışmaya başlamadan önceki askerlik sürelerinin borçlanılması halinde sigorta başlangıç tarihinin borçlanılan süre kadar öne çekileceği hususu açıkça düzenlenmiş bulunuyor. Ancak, 5434 Sayılı Emekli Sandığı Kanununda böyle bir hüküm olmadığı için 5434 Sayılı Kanuna tabi memurlar sigortalı çalışmaya başlamadan önceki askerlik sürelerini borçlandıklarında prim günlerine sayılıyor fakat sigorta başlangıç tarihleri öne çekilmiyor. Konu zaman zaman Kamu Denetçiliği Kurumu’nun da gündemine geliyor. Nitekim Kamu Başdenetçisi Şeref Malkoç geçen yıl bir başvuru üzerine Sosyal Güvenlik Kurumu’na, başvuru yapan memurun borçlanma süreleri kadar sigorta başlangıcının öne çekilerek EYT’den yararlandırılması tavsiyesinde bulundu. Ancak, SGK’nın Ombudsmanın tavsiyesine uyma zorunluluğu bulunmuyor. EYT düzenlemesi, sigortalı çalışmaya 8 Eylül 1999 tarihinden önce çalışmaya başlamış olan kişilerin yaş dışındaki koşulları yerine getirmeleri halinde emekli olmalarına imkan sağlıyor. Bu tarihten önce SSK veya BAĞ-KUR primi bulunan kişiler sonradan memur olsalar dahi EYT kapsamında yer alırlar. Sonuç olarak EYT’li olmak için 2005 yılı değil 8 Eylül 1999 tarihinden önce herhangi bir statüde sigortalı çalışmaya başlamak önemlidir. ENGELLİ RAPORU İLE KIDEM TAZMİNATI ALINABİLİR Mİ? Sigorta girişim 2007 yılı. 2011 yılından bu yana bir işletmede çalışmaktayım. Bu zaman içerisinde bazı sağlık sorunlarım ortaya çıktı ve 2023 yılında şeker, astım, bronşit gibi farklı rahatsızlıklardan heyete girerek %45 süresiz engelli raporu oldum. Vergi indiriminden yararlanıyorum. 20 yıl sigortalılık süresini doldurmak için beklerken ocak ayında yasa değişti ama tam içeriğini anlayamadım. Tekrar rapor almam gerektiği ve tek rahatsızlıktan %40 engel teşkil etmesi gerektiği söyleniyor. Eğer raporum geçerli ise 18 yıl sigorta süresini doldurdum ve 5300 gün prim mevcut. Emekli engellilik hakkından yararlanabiliyor muyum? Raporum ile kıdem tazminatı alma hakkım var mı? (Ali Ç.) SSK’lı (4/a) çalışmaya 2008 / Ekim ayından önce başlayanlar daha önce engelli vergi indirimi raporuna dayanarak emekli olabiliyorlardı. 15 Ocak 2025 tarihinde yürürlüğe giren kanunla bu uygulama sona erdi. Vergi indiriminde kullanılan engelli raporlarında birden fazla hastalığı bulunanların tüm hastalıkları dikkate alınıyor ve bu hastalıklar üzerinden engellilik oranı tespit ediliyor. 2008 / Ekim tarihinden sonra çalışmaya başlayan SSK’lılar ile esnaf ve memurların engelli raporuyla emekliliğinde ise Sosyal Güvenlik Kurumu’nun sağlık kurullarınca onaylanan rapor almaları isteniyor. Bu raporlarda ise çalışma gücünde en fazla kayba yol açan tek hastalık dikkate alınıyor. Elinizdeki engelli raporuyla vergi indiriminden yararlanmaya devam edersiniz ancak erken emeklilik hakkından yararlanamazsınız. Yeni kanunla birlikte engelli raporuna dayanarak emekli olma koşulları değiştirildi. Engellilik oranı yüzde 40 – 49 arasında olanlar için daha önce 20 yıl sigortalılık süresi aranırken şimdi 18 yıl sigortalılık süresi ve 4100 prim günüyle emekli olabilecekler. SGK’ya engelli raporu almak için başvuruda bulunun. Düzenlenecek raporda çalışma gücünde kayıp oranı yüzde 40-49 arasında tespit edilirse hemen emekli olabilirsiniz. Aksi takdirde eski raporla erken emekli olma hakkınız kalmamış bulunuyor. Engelli raporu ile kıdem tazminatı alma hakkı bulunmuyor. Kendi isteğinizle işten ayrıldığınızda kıdem tazminatı alabilmeniz için ya prim gününüzü 7000’e tamamlamalısınız ya da mevcut prim günüyle 2032 yılında 25 yılın tamamlanmasını beklemelisiniz. MEMURLAR EYT İLE EN ERKEN NE ZAMAN EMEKLİ OLUR? BAĞ-KUR’lu olarak işe giriş tarihim 29.12.1998. 360 gün prim ödedikten sonra dükkanı kapattım. Sonrasında 22.02.2013’e kadar 1260 gün SSK prim günüm oldu. Bu tarihten itibaren memur olarak çalışıyorum. Toplamda 5930 prim günüm var. Yaşım 45. Ne zaman ve nasıl emekli olabilirim? (Osman D.) İlk defa sigortalı çalışmaya 8 Eylül 1999 tarihinden önce başlayan memurlar kadınsa 7200, erkekse 9000 prim gününü tamamlamak şartıyla yaşa bakılmaksızın emekli olabilirler. Siz EYT kapsamında bulunuyorsunuz. Ancak, prim gününüzü tamamlamamışsınız. Prim gününüzü 9000’e tamamladığınız tarihte emeklilik dilekçesi verebilirsiniz. Daha erken emekli olamazsınız. 2004’TE İŞE GİREN SSK’LI KADIN 4673 GÜNLE NE ZAMAN EMEKLİ OLUR? 01.12.1965 doğumluyum. 2004 yılında 4/b ile çalışmaya başladım. 2489 günüm var. 2011 yılından sonra da 4/a’da çalıştım ve 2184 günüm de orada var. İki çocuğum var ama doğum tarihleri 1989 ve 1995. Maddi olarak zorluk içindeyim, en yakın emeklilik durumum nasıl olur? (Feray K.) Son 7 yılda en fazla SSK’lı çalışmış olmanız dolayısıyla SSK statüsünde emekli olabilirsiniz. Sigortalı çalışmaya 8 Eylül 1999 – 30 Nisan 2008 tarihleri arasında başlayan SSK’lılar 7000 prim gününü tamamlayarak kadınsa 58, erkekse 60 yaşında emekli olabilirler. Çocuklarınız sigortalı çalışmaya başlamadan önce doğduklarından doğum borçlanması yapamazsınız. Normal emeklilik için 6,5 yıl daha aralıksız çalışmanız gerekir. Ancak, prim günü sizin gibi normal emeklilik için yeterli olmayan SSK’lılar ise en az 4500 prim günü ve 25 yıl sigortalılık süresini tamamlamak koşuluyla yine aynı yaşlarda emekli olabilirler. Bundan sonra hiç çalışmasanız bile mevcut prim günlerinizle 25 yıllık sigortalılık süresini dolduracağınız 2029 yılında emekli olabilirsiniz. SON 7 YILDA ÜÇ AYRI STATÜDE ÇALIŞMIŞ OLANLAR NASIL EMEKLİ OLUR? Benim 1999 öncesi 500 gün sigortam var. 2003 sonrası memuriyete geçtim 2016 yılına kadar çalıştım. 2016 yılından sonra 550 gün BAĞ-KUR’lu çalıştım. 2023 yılında da 4/a’lı olarak çalışmaya başladım. 600 gün de buradan sigortam var. Toplam gün sayım 8200. E-Devlet’e baktığımda 4/a için 5825 gün ve 25 yıl şartı dolmuş görünüyor. 4/a’dan emekli olmak için son 7 yıl kuralına takılır mıyım? Bu şartlarda şimdi emekli olabilir miyim? (İrfan A.) Son 7 yıl kuralına takılırsınız. 2829 Sayılı Kanuna göre, birden fazla statüde çalışmış olanlar birleştirilmiş hizmet süreleri toplamı üzerinden, son yedi yıllık fiili hizmet süresi içinde fiili hizmet süresi fazla olan kurumun kurallarına göre emekliliğe hak kazanırlar. Son 7 yıl 2520 prim gününe karşılık gelir. Memuriyetten çıkartılmış olduğunuz için Emekli Sandığı kapsamında emekli olma şansınız bulunmuyor. SSK’dan emekli olabilmeniz için 400 gün daha SSK kapsamında çalışmanız gerekir. SSK kapsamındaki günlerinizi 1000’e tamamladığınız tarihte son 2520 gün içinde BAĞ-KUR günleriniz 550, Emekli Sandığı günleriniz 970 gün olacak. Böylece en fazla SSK statüsünde çalışmış olarak bu statüde gelecek yıl emekli olabilirsiniz.

Source: Habertürk


Bu hastalık kadınlarda daha sık görülüyor ve 20-40 yaş arasın teşhis ediliyor!

Nöroloji Uzmanı Dr. Öğretim Üyesi Meltem Can İke, yaptığı açıklamada, MS hastalarına tavsiyelerde bulundu.

Multiple Skleroz’un (MS) beyin ve omurilikteki mesajların taşınmasından sorumlu sinir hücreleri etrafındaki koruyucu kılıfın (myelin) hastalığı olduğunu söyleyen Dr. Öğr. Üyesi Can İke, “MS’teki ‘multiple’ kelimesi birden fazla bölgenin tutulumu ve ‘skleroz’ kelimesi de hasarlı bölgedeki sertleşmeyi ifade etmektedir. Bu sertleşmiş alanlara plak denilmektedir” diye konuştu.

‘MS’TE BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİN ŞAŞKINLIĞI SÖZ KONUSU’

MS hastalığının nedenine değinen Dr. Öğr. Üyesi Can İke, “Vücudu savunmakla görevli hücrelerin bir şekilde myelin kılıfını, vücuda yabancı bir madde gibi algılaması ve onu yok etmeye çalışması, hastalığın sebebi olarak kabul edilmektedir. Burada bağışıklık sisteminin yetmezliği değil, şaşkınlığı söz konusudur. MS’li hastalarda bağışıklık sistemi normal çalışmaktadır ancak yanlış yönlenme ile kendine zarar vermektedir.

Bir süre sonra vücut bunun farkına varıp düzeltmeye çalışmaktadır. Bu şaşkınlığın nedeni, günümüzde halen bilinmemekle birlikte bazı geçirilmiş viral enfeksiyonların, çevresel faktörlerin genetik olarak yatkınlığı olan bireylerde hastalık gelişimine neden olduğu görüşü kabul görmektedir” dedi.

MS’TE RİSK FAKTÖRLERİ

MS’te iki ayrı risk faktörü olduğunu belirten Dr. Öğr. Üyesi Can İke, “Bunlardan ilki yaşam biçimi ve çevresel etmenler olarak değerlendirilmektedir. Bunları D vitamini düzeyi düşüklüğü, aktif ya da pasif tütünle etkileşim, Epstein–Barr Virüs (EBV) infeksiyonu, obezite, aşırı alkol ve kafein kullanımı  olarak sıralayabiliriz.

Diğer risk faktörü olarak değerlendirilen genetik etmenlerden ilki aile öyküsüdür. Multipl Skleroz’da kalıtım poligeniktir ve her biri hastalık riskinde küçük bir artışa sebep olan çok sayıda gende polimorfizmleri kapsar. Bunlar arasında, HLA sınıf I ve HLA sınıf II genlerinde polimorfizmler MS için en yüksek riski yaratır” dedi.

‘BELİRTİSİ, ŞİDDETİ VE SEYRİ HASTALARDA FARKLILIK GÖSTERİYOR’

MS’in belirtisi, şiddeti ve seyri yönünden hastadan hastaya farklılık gösterdiğini ifade eden Dr. Öğr. Üyesi Can İke, “Beyin ve omuriliğin herhangi bir yerini tutabilen MS’te o bölgeye ait belirtiler ortaya çıkar. Görme bulanıklığı, konuşmada bozulma, çift görme, uyuşma, güçsüzlük, halsizlik, yürümede dengesizlik, ellerde titreme, idrar yapmada problemler ve cinsel güçte azalma gibi yakınmalar MS’te ortaya çıkan belirtilerdendir. Bu belirtilerin bir ya da birkaçı eş zamanlı görülebilmektedir. Belirtiler birkaç gün içinde ortaya çıkar, artar ve düzelmeler ile seyredebilir. Az sayıda hastada belirtilerde düzelme olmadan kötüleşme söz konusu olabilir” uyarısında bulundu.

“KADINLARDA ERKEKLERE ORANLA YAKLAŞIK 1-1,5 KAT DAHA FAZLA GÖRÜLÜYOR’

Dünyada yaklaşık 3 milyon, ülkemizde ise 50 bin MS hastası olduğu tahmin edildiğini kaydeden Dr. Öğr. Üyesi Can İke, “MS, kadınlarda erkeklere oranla yaklaşık 1-1,5 kat daha fazla görülmekte ve tanı genellikle 20 – 40 yaş arasında konmaktadır. Ancak hastalık başlangıcının, belirtiler başlamadan daha önce olduğu kabul edilmektedir. 12 yaş altında ve 55 yaş üzerinde başlayan vakalar da vardır” diye konuştu.

‘MS, MERKEZİ SİNİR SİSTEMİNİN HASTALIĞIDIR’

MS’in bir sinir sistemi hastalığı olduğunu belirten Dr. Öğr. Üyesi Can İke, “MS, ölümcül bir hastalık değildir. MS’te bulaşıcılık söz konusu değildir. Multipl Skleroz (MS) genç insanlarda nörolojik nedenli engelliliklerde birinci sırayı almaktadır. MS, bir akıl ya da ruh hastalığı olmayıp tamamen bir sinir sistemi hastalığıdır.

MS, merkez sinir sisteminin (MSS) kronik inflamatuar, demiyelinizan ve nörodejeneratif bir hastalığıdır. Beyin ve m. spinalisin ak ve gri maddesinde demiyelinizan lezyonların birikmesi sonucu oluşur. Genç erişkinlerde travmaya bağlı olmayan engelliliğin birinci nedenidir” dedi.

‘4 FARKLI TÜRÜ VAR’

MS’in dört farklı türü olduğunu ifade eden Dr. Öğr. Üyesi Can İke, bu türleri şöyle açıkladı:

Klinik izole sendrom: Bu formda radyoljik olarak tespit edilen semptomatik ya da asemptomatik (sessiz) lezyonların gözlendiği, santral sinir sisteminin enflamatuvar- demiyelinizan doğada etkilendiği ilk nörolojik tablodur.

Tekrarlayan ve düzelen MS (Relapsing-remitting): En sık görülen formdur. Atak ve iyileşme dönemleri ile giden olguları kapsar. Hastalığın ilk 5 yılında olguların yüzde 80‘i ataklar ve iyileşme dönemleriyle seyreder. Bu form atak-iyileşme-atak-iyileşme şeklinde ilerler ve bu iyileşmeler tama yakındır.

İkincil ilerleyici MS (Sekonder Progressif: Bu formda atak-iyileşme-atak-iyileşme şeklinde ilerler ancak burada iyileşme oldukça azdır. RRMS olgularının büyük bir çoğunluğunun, 10 yıl sonra yaklaşık yüzde 20’sinin geçiş gösterdiği bu fazda, bulgularda sürekli ilerleme gözlenir.

Birincil ilerleyici MS (Primer Progressif): MS’lilerde  yüzde 15-20‘sinde görülür. Bu formda iyileşme olmadan ataklar geçirme söz konusudur. Oldukça nadirdir.

MS tanısında temel prensibin MSS içindeki lezyonların ve neden olduğu klinik tablonun zamanda ve alanda yayılımının gösterilmesi ve benzer özelliklere sahip alternatif hastalıkların dışlanması olduğunu belirten Dr. Öğr. Üyesi Can İke, tanının klinik muayene, laboratuar (kan ve beyin omurilik sıvısı incelemesi) ve görüntüleme teknikleri ile konulduğunu söyledi.

‘MS TEDAVİSİNDE BİRÇOK HEDEF BULUNUYOR’

Dr. Öğr. Üyesi Can İke, Multipl Skleroz tedavisindeki ana hedefin atakları (inflamasyon, ödem, demiyelinizasyon), atak sıklığının ve engellilik (aksonal dejenerasyon, demiyelinizasyon) durumlarının önlenmesi olarak sıraladı. Dr. Öğr. Üyesi Can İke, tedavi süreçleriyle ilgili ise şu bilgileri verdi:

“Multipl skleroz patogenezine yönelmiş özgül tedaviler, atak tedavisi, hastalık sürecini kontrol eden tedaviler, belirtilere yönelik tedaviler, disfonksiyonel kalmış MSS yapılarının, beyin plastisitesini kullanarak yeniden düzenlenmesine yönelik fizik tedavi ve rehabilitasyon çalışmaları, bilişsel işlevler ve psikolojik/psikiyatrik sorunlara yönelik bilişsel terapi ve psikoterapi şeklinde sıralanabilir.”

MS tedavisinin hastalığın türü, atak, hastalığın seyrine göre farklılık gösterdiğini ifade eden Dr. Öğr. Üyesi Can İke, “Her yakınma atak olmayabilir ve kendi içinde değerlendirilmelidir. Atak tedavisinde yüksek doz kortizon serum içinde 5-7 gün süre ile verilir. Bazen çok ağır ataklarda plazma değişimi ve intravenöz immunglobulin (IVIG) gibi ileri tedaviler gerekebilir.

Atakların sıklık ve şiddetini azaltmaya, hastalığın ilerlemesini yavaşlatmaya yönelik ataksız dönemlerde kullanıdığımız immunmodülar tedaviler kullanmaktayız. Bu tedaviler hastalığın seyrine şiddetine göre tercih edilen günlük-haftalık ya da aylık olabilen, enjeksiyon ya da oral yol ile alınan tabletler şeklindedir. Kök hücre tedavisi halen araştırma safhasında devam etmektedir” dedi.

‘MS’LE YAŞARKEN BU TAVSİYELERE KULAK VERİN’

MS ile yaşarken alınacak bazı önlemlerle yaşam kalitesinin yükseltilebileceğini belirten Dr. Öğr. Üyesi Can İke, “Yaşam şeklinde yapılacak bazı olumlu değişikliklerle MS bulgularınızı azaltabilir, sağlığınızı ve moralinizi yüksek tutabilirsiniz” diyerek MS’li bireylere tavsiyelerini şöyle sıraladı:

Fizyoterapi desteği: Fizyoterapiden destek alabilir, böylece denge problemleri ve kuvvetsizlik gibi MS bulgularınızın bir kısmını azaltabilirsiniz. Fizyoterapistiniz bazı hareket teknikleri veya ekipmanlarla günlük aktivitelerinizi daha kolay yapmanızı sağlayabilir.

Sıcaktan sakınma: Sıcak su, sıcak banyo, sıcak hava veya ateş çoğu hastanın şikayetlerinde artışa neden olur. Öğle sıcağından, sıcak banyodan uzak durun ve soğutucu pedler, ılık banyo ve soğuk içecekler tercih edin.

Sağlıklı ve dengeli beslenme: Bol miktarda sebze ve meyve, yüksek lifli gıdalar, bol tahıl tüketin. Yağ, şeker ve tuz oranını azaltın.

Sigara kullanımına dikkat: Eğer sigara içiyorsanız hemen bırakmalısınız çünkü yeni çalışmalar sigaranın MS’in seyrini olumsuz yönde etkilediğini göstermektedir.

Egzersiz: Egzersiz genel olarak sağlığa katkıda bulunmaktadır. Aynı zamanda uykunuzu, duygu durumunuzu ve işlevselliğinizi düzenler. Egzersiz programına başlamadan önce nöroloğunuzla mutlaka görüşün.”

Source:


Mersin”de kaportacıda oksijen tüpü patladı: 3’ü çocuk 5 işçi yaralandı

Mersin”in Bozyazı ilçesinde bir iş yerinde oksijen tüpünün patlaması sonucu 3’ü çocuk 5 işçi yaralandı. Merkez Mahallesi”nde A.Ö”ye ait kaporta atölyesinde henüz bilinmeyen bir nedenle oksijen tüpü patladı. Durumun bildirilmesi üzerine olay yerine sağlık, itfaiye ve polis ekipleri sevk edildi. Patlamada yaralanan M.T. (16), İ.Y. (17), E.Y. (20), M.Ş. (21) ve M.S. (16) sağlık ekiplerince Bozyazı Devlet Hastanesi”ne kaldırıldı. Vücutlarında ikinci derece yanık oluşan yaralıların Anamur Devlet Hastanesi”ne sevk edildiği öğrenildi. İtfaiye ekipleri, patlamanın olduğu alanda soğutma çalışması yaptı.

Source: