CHP ve 27 Mayıs
30 Nisan 1959. Dönemin CHP lideri İsmet İnönü Uşak’a gidecekti. Bu ziyareti CHP’liler “Büyük taarruz” diye şişiriyordu. Sebeb-i hikmeti ziyaretten bir gün önce anlaşıldı. İktidardaki Demokrat Parti’nin Uşak İlçe Başkanı, bir CHP’li tarafından öldüresiye dövüldü. Ziyaret günü ortalık karıştı. İnönü ile beraber Ankara’dan Uşak’a giden CHP’liler, DP il binasını taşladı. Taşlara karşılık binadan bir bardak atıldı. CHP’nin borazanı gazeteler, ertesi gün İsmet İnönü’nün taşlandığını, hatta yaralandığını yazdı. Görgü şahitleri bu iddiayı yalanlasa ne fayda! Amaca ulaşılmış, CHP mağdur postuna bürünmüştü. *** Eski Türkiye’de üniversiteler en kullanışlı aparattı. İdeolojik körlüğe sürüklenen gençler, her darbe öncesi mutlaka ayaklandırıldı. Demokrasiye geçişle birlikte, Cumhuriyet döneminin ilk darbesi 27 Mayıs öncesi de böyle oldu. Darbeden bir ay önce öğrenciler hükûmete karşı sokağa döküldü. CHP gazeteleri yine vazifesini tastamam yaptı; Polis öğrencilere ateş açtı, yüzlerce öğrenci öldü. Cesetler kuyulara saklandı. Bazılarının cesetleri yakıldı, hatta kıyma yapıldı… Oysa olaylarda iki kişi ölmüştü. Gezi gibi korkunç sokak kalkışmalarını organize edenler, belli ki ortalığı kan gölüne dönüştürmeyi istemiş, ancak amaçlarına ulaşamayınca bu yalanları uydurmak zorunda kalmıştı. Provokasyonu yıllar sonra CHP’li Organ Birgit bir röportajında itiraf edecek, “28-29 Nisan gençlik olaylarını ben organize ettim. CHP Gençlik Kollarının başındaydım” diyecekti. *** Darbe hazırlığı “cep” siz olmazdı. Hele ki CHP gazetelerinde “yolsuzluk” iddialarıyla süslenmeden, asla! Seçimde yenemedikleri iktidara güveni yok etmek için aslı astarı olmayan haberler üretildi. İnönü döneminde tarlasındaki buğdayına bile el konup, ürünleri zorla silolarda çürütülen vatandaşın cebi Menderes döneminde para görmeye başlamıştı ama olsun! Propaganda önemliydi! Ekonominin iflas ettiği propagandası işleniyordu her gün gazetelerde. “Menderes’in kasası yolsuzluk evrakı ve vesikalarla dolu”, “Polatkan’a ait yolsuzluklar açıklandı”, “Polatkan’ın zimmetinde 4 milyon lira çıktı”, “Polatkan’a ait yolsuzluklar açıklandı. Suçu 12 milyon 500 bin liralık hisseye karşılık menfaat temini” manşetleri atılıyordu her gün. Bunların hiçbiri ispat edilemedi ama kimin umurundaydı! Bu yalanların hepsi, Yassıada’daki utanç yargılamalarına da malzeme olmuştu. Üstüne ekledikleri, “Menderes 12 uçak dolusu altınla kaçmak isterken yakalandı” yalanı gibi. *** Bunlar sivil ayak… Ya askerî kanat! Onlar da boş durmuyordu elbet. Hem de daha ilk günden… Menderes’in seçim kazandığı 14 Mayıs günü dört üst rütbeli komutan, koltuğu kaybeden İsmet İnönü’yü Çankaya Köşkü’nde ziyaret ederek bir emri olup olmadığını soruyor, İnönü de sırtlarını sıvazlayıp yolcu ediyordu. Rekor oyla iki seçim kazanan Demokrat Parti’nin iktidarda kaldığı 10 yılda 11 cunta kuruluyor, altı darbe girişiminde bulunuluyordu. Darbeden önceki son işaret, tarihe “9 Subay Olayı” olarak geçen darbe bildirisiydi. Gereği yapılmadığı (yahut yapılamadığı) için o dokuz cuntacı, 27 Mayıs’ta bizzat görev aldı. Cuntanın başında emekliliğe sevk için zorunlu izne çıkarılan Cemal Gürsel, organizatörler arasında ise aynı zamanda CHP milletvekili olan emekli Albay Cemal Yıldırım vardı. *** İçeride olanlar, dışarıdan bağımsız değildi tabii ki! CHP medyası Menderes’e “diktatör” başlıkları atarken, yabancı basında “otoriterleşme” suçlamaları gırla gidiyor, 27 yıllık tek parti(!) iktidarının sahibi CHP ve lideri İsmet İnönü ise itinayla övülüyordu. Darbeden dört gün önce ise okyanus ötesinden “Birlikte çalışmaya hazır ve istekliyiz” mesajı bile verilmişti. İşte, Başbakan Adnan Menderes, bakanlar Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın alçakça idam edildiği 27 Mayıs darbesinin altyapısı böyle hazırlanmıştı. Aylarca süren işkencelerin ardından hunharca gerçekleştirilen idamdan 9 gün sonra Menderes”in evine gidilerek evin kapısına idam hükmünün bir suretinin asıldığı, idam edilirken kullanılan ip, idam gömleği, cellat, imam ve son gün yiyip içtiklerinin parasının, eşi Berin Menderes”ten alındığı çok sefer dile getirilmiştir. Sonrasında da iktidara gelen her Başbakan, Menderes’in akıbeti hatırlatılarak “çizilen sınırların içinde tutulmaya” çalışılmıştır. İşte bugün birileri o günleri çok özlemiştir. (27 Mayıs 2021 tarihli makalemizden derlenmiştir.) ************** Yalan söyleme rahatlığı Üsküdar, daha bir yıl öncesine kadar İstanbul’un en borçsuz belediyelerindendi. 30 Mart 2024 seçiminde CHP’ye geçtikten kısa süre sonra maaş ödeyememe, çöp toplamama gibi problemler baş gösterdi. Dillere destan Nevmekân’ın bakımsızlığını, yeni başkan hanımefendinin ramazan ayında düzenlediği twerk dansı eğitimini saymıyorum bile… Eski Başkan Hilmi Türkmen, borçsuz bıraktığı belediyeye geçtiğimiz günlerde 5 milyon 400 bin liralık haciz geldiğini paylaşınca mevcut başkan Sinem Dedetaş da bir açıklama yaparak borcun eski dönemden kaldığını söyledi. Sonra olayın aslı anlaşıldı. Meğer Üsküdar Belediyesi, AK Parti döneminde 800 milyon lira değerinde konutlar inşa etmiş ve bunların hiçbirisini satmadan seçimden sonra CHP”li yönetime teslim etmiş. CHP”li yönetim de konutları hemen satarak 800 milyon lirayı tahsil etmiş, ama müteahhide vermesi gereken 5 milyon 400 bin lirayı ödememiş. CHP medyasının “AKP döneminden kalan borca haciz geldi” diye haberler yaptığı borç, işte buymuş. Şu yalancılığa, şu pervasızlığa, şu pişkinliğe bakar mısınız? Al Üsküdar’ı vur İBB’ye… Hiç mi yüzünüz kızarmaz be kardeşim! Yücel Koç”un önceki yazıları…
Source: Türkiye Gazetesi
İki kardeş ülke
21 Mayıs Çarşamba günü Ankara’da önemli bir kongre düzenlendi. Azerbaycan Milletvekili Tenzile Rüstemhanlı’nın başkanlığındaki Azerbaycan Türk Evi’nin öncülüğünde; Azerbaycan ve Türkiye Dışişleri Bakanlıkları ile iki ülkenin milletvekillerinin ortak desteği ve katılımlarıyla Batı Azerbaycan konulu bir toplantı gerçekleştirildi. Batı Azerbaycan, Karabağ Hanlığı; buna tâbi hanlıklar ve Türk sakinlerinin doğuya sığındıkları topraklar demektir. Kurtuluştan sonra buralara dönüş söz konusudur. Azerbaycan’ın Ermenistan’a yönelik, Türkiye’nin de desteklediği açıklaması şudur: Sürgün insanların anavatanlarına dönüşleri, onların temel haklarıdır. Zira söz konusu olan topraklar işgal edilmişti ve son müdahaleden sonra kurtarılmış topraklardır. Kısacası; Zengezar bugün içi çözülmeyen ama çözülmesi gerekli sorunlu arazidir. ÇEVRE VE TARİHİ MİRAS AĞIR TAHRİP EDİLDİİkinci olarak, buralarda nüfusun yerleştirilmesi ve rehabilitasyonu kadar önemli olan bir diğer konu da hem çevre hem de tarihî mirasın ağır tahrip edilmiş olmasıdır; bu konudaki hukuki tebliğlerin tamamı yerindeydi. Söz konusu topraklarda, 1828 Türkmençay Antlaşması’na kadar, hatta I. Cihan Harbi’ne kadar olan durum tarihçiler tarafından ele alındı. Şu bir gerçektir ki Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Ermenistan Cumhurbaşkanı Nikol Paşinyan’la uzlaşma konusunda yapıcı bir tutum sergilemektedir; Türkiye de bu politikaya paralel bir çizgide ilerlemektedir. Aslında Güney Kafkasya’da içtimaî hayatın güvenliği ve iktisadî hayatın gelişmesi açısından üç cumhuriyetin işbirliği, çevre ülkelerin selameti ve kalkınması açısından da önemli bir garantidir. Çünkü bu konuda yetenekli toplumlar, bu üç cumhuriyet halkıdır.‘TÜRKLÜK BİZİM MÜŞTEREK YURDUMUZDUR’Bu toplantıda Türkiye hükümetinin görüşlerini en kesin ve veciz şekilde Sayın Efkan Âlâ ifade etti. Bir gün süren bu kongrede bence hepimizi duygulandıran en önemli açıklama, Azerbaycan parlamentomuzdaki Tenzile Rüstemhanlı’nın veciz tebliğiydi: “Şah İsmail Safevî de bizimdir; 8 yıllık saltanatında 80 yıllık büyük işler başaran Yavuz Sultan Selim de bizimdir. 19. yüzyıla kadar büyük şairlerimiz, filozoflarımız, müşterek tarihimiz böyle devam eder.” Gerçekten de, Nazım Hikmet’in kendini en çok vatanda hissettiği yer Azerbaycan’dır. Tenzile Hanım, “Türklük bizim müşterek yurdumuzdur” dedi.Bu gibi toplantıların yalnızca üst düzeyde değil; başta akademiler, düşünce kuruluşları ve aydınların kurumları arasında sık sık seminerler ve görüşmeler şeklinde devam etmesi gerekir.AHMET MINGUZZI DAVASIMATTIA Ahmet Minguzzi’nin anne ve babası, pazar akşamı Zorlu’da son derece asil bir anma toplantısı düzenledi. İstanbul Valisi Sayın Davut Gül’ün toplantıya katılması, takdire şayan ve devletli bir davranıştı.Bir çocuğun böylesine aşağılık bir kinle, adeta bir pazaryeri ortasında bıçaklanması, ardından maktulün tekmelenmesi, mezarının tahrip edilmesi, ailesinin hasım tarafından tehdit edilmesi ve tüm bunların üzerine mahkemede sergilenen düşmanca tavır ve bakışlar… Manzara hem ürkütücü hem de son derece düşündürücüdür.DERİN BİR HÜZÜNKimsenin bu işin peşini bırakmasından yana değiliz. Bazı cürümlerin unutulması ya da ihmali söz konusu olamaz.O gece vakur, ölçülü ama derin bir hüzün taşıyordu. Anne ve babanın, sevgili dostlarımızın, büyükannenin ve yakınların durumu herkesi derinden sarstı.Türkiye’de mezar tahribi, mağdur ve maktulün tehdit edilmesi; bunlar alışılmış, tolere edilebilir davranışlar değil, ciddi birer sapkınlık ve edepsizliktir.Toplumumuzun vicdanı, kamusal huzuru ve gelecek nesillerin güvenliği açısından bu meş’um vakanın sıradan bir “suç vakası” gibi ele alınmaması gerekir. Araştırılmalı, takip edilmeli ve adalet mutlaka yerini bulmalıdır. Adalete güvenmek istiyoruz.Ahmet MinguzziCAN KIRAÇHAYATIMDA ne yazık ki geç tanıştığım, ancak büyük bir muhabbetle bağlandığım portrelerden biridir Can Kıraç. Rastlaşmalarımız dışında sürekli bir temas kuramadık. Onun son dönemdeki hastalığı ve benim yaklaşık 7-8 yıldır hastane ortamında geçirdiğim zaman, uzun uzun bir araya gelmemizi maalesef engelledi. Tıpkı hayatıma geç dahil olan ve her zaman eksikliğini hissettiğim Coşkun Kırca ve Kamuran İnan gibi dolu dolu insanlar arasındadır Can Kıraç.DÖNEMİN SEÇKİN TEMSİLCİSİBütün ömrüm boyunca yanlarında daha çok bulunmayı arzuladığım kişilerdendir. 1927 doğumlu Can Bey, Atatürk döneminde yurtdışında okuyan ve içeride kritik görevlerde değerlendirilen uzmanlardan biridir. O dönem sadece ziraatçı, mühendis, kimyager değil; iktisatçı, filozof ve arkeologlar da devlet tarafından eğitime gönderilir, dönüşlerinde ülkeye katkı sağlardı. Can Kıraç, bu kuşağın seçkin bir temsilcisidir. Babası Ali Numan Kıraç da aynı jenerasyondandır. Galatasaraylıların iftihar ettiği iki kardeşten büyüğüdür.Kendi yaşamım ve gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki, bu ailenin en dikkat çekici figürü bizatihi Can Kıraç’tır. Kaleme aldığı biyografisinden de açıkça anlaşılıyor. Bu konuda yalnızca kitabını tavsiye etmekle yetineceğim. Zira 97 yıllık bir ömrün her safhasını dolu dolu yaşamış bir insandan söz ediyoruz.Koç Grubu içinde, tıpkı Suna Kıraç, Semahat Arsel ve Rahmi Koç ile oğulları gibi, o da unutulmaz isimler arasında yerini almıştır. Türkiye’de girişimciliğin bronz yüzlerinden biridir. Eşi İnci Atar Kıraç ile kurduğu mutlu aile düzeni ortadadır. İyi bir işletmecinin düzgün bir özel hayatı olmalı; Can Bey bunu da başarmıştır.ÇOK İYİ BİR TARIM UZMANIDIRSanata ve gezilere olan ilgisi, Galatasaray’ın her branşına verdiği destek zaten malum. Çarşamba günü düzenlenen tören, doğum yıldönümüne denk geldi. Aynı zamanda bir anma vesilesi oldu. Hayatı, Türk sanayisinin gelişimi kadar, bu seviyeye gelmiş bir yöneticinin hikâyesini de renkli biçimde yansıtan bir filmle birlikte anıldı.Biyografisini okumak ve bu filmi izlemek, sadece bireysel merak değil, Türkiye’nin yakın tarihinde temayüz etmiş büyük adamları ve onları doğuran çevreleri tanımak açısından da önemlidir. Zira son yüzyılın tarihi bize özgüdür ve onu anlamak için bu tarihi şekillendiren grupları, zümreleri ve özellikle lider konumundaki şahsiyetleri iyi bilmemiz gerekir. Bu nedenle toplantıda dağıtılan, babası Ali Numan Bey’in biyografisinin de önemli bir kaynak olduğunu belirtmeliyim. Can Kıraç, bu memleketin tarihine geçecek bir yönetici ve tarım uzmanıdır.
Source: İlber Ortaylı
Ermeni milletvekili başhekim Zakar Tanver 27 Mayıs darbesinin unutulan ilk kurbanı
Türk demokrasi tarihinin utanç lekelerinden biri olan 27 Mayıs 1960 darbesinin üzerinden tam 65 yıl geçti. 592 sanık Yassıada mahkemelerinde yargılandı. Hukukun yüzkarası bir yargılama yapıldı. Yassıada cellatları Savcı Altay Ömer Egesel ve Hakim Salim Başol, halkın oylarıyla seçilmiş devlet adamlarını darağacına göndermeye kararlıydı. Cellat denilince, Yassıada”nın işkenceci komutanı Albay Tarık Güryay”ı da unutursak yüzlerce mağdura haksızlık etmiş oluruz. Amatör bir tiyatro sahnesini andıran duruşmalarda 288 sanık için idam istendi. 15 sanık idam cezasına çarptırıldı. 31 sanık hakkında müebbet hapis cezası verildi. Hukuk cellatları, Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu”yu astı. Bir de Yassıada”nın unutulan kurbanları vardı. Sağlık Bakanı Lütfü Kırdar işkenceye daha fazla dayanamayarak 71 yaşında kalp krizinden öldü. İçişleri Bakanı Namık Gedik henüz adaya götürülmeden Harp Okulu”nda yaşamını yitirdi. Kayıtlara “intihar” olarak geçti. İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay”ın ölümünde de kayıtlara “kalp krizi” notu düşüldü . Koğuş arkadaşları ise işkenceden öldüğünde ısrarcıydı. Konya Valisi Cemil Keleşoğlu ise askerler tarafından yediği meydan dayağını gururuna yediremedi ve bileklerini keserek intihar etti. Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut, koğuş arkadaşlarının verdiği ifadeye göre çok işkence görmüştü. Kaldırıldığı hastanede vefat etti. Gazi Yiğitbaşı, Yusuf Salman, Kenan Yılmaz… Liste böyle uzar gider. Bu insanlar Yassıada”daki şehitlerden sadece birkaçı… Ben bu yazıda Yassıada”nın ilk kurbanından bahsetmek istiyorum. Demokrat Parti”nin Ermeni milletvekillerinden Başhekim Zakar Tarver. HİKAYE ERZİNCAN”IN BİR KÖYÜNDE BAŞLADI Zakar Tarver”in asıl adı Rupen Zakar Zakaryan”dı. Soyadı kanunu çıkınca Zakar Tarver adını aldı. 1894″te Erzincan”ın Kemaliye ilçesinde bir Ermeni köyünde dünyaya gelmişti. Doğduğunda annesi Yevkine 16 yaşındaydı. Babası Ohan Zakaryan ilçe merkezinde manifaturacılık yapıyordu. Ohan, manifatura dükkanına gelen doktorları gördükçe “Bir oğlum olursa doktor olması için elimden geleni yapacağım” diyordu. Nitekim öyle de oldu. İlkokulu Bakırköy”de okuyan Zakar, ortaokulu Bahçecik Amerikan Koleji”nde üniversiteyi de İstanbul Tıp Fakültesi”nde tamamladı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunda tabib subay olarak görev yaptı. Zakar”ın amacı radyoloji alanında uzmanlaşmaktı. Fransa”ya gitti ve Nobel ödüllü Maria Curie”nin yanında asistanlık yaptı. ABD”de birçok konferansa katıldı. Sonra Türkiye”ye döndü ve tıp biliminin gelişmesinde önemli katkıları bulundu. İstanbul”a ilk röntgen cihazını getirdi. Sıravuş Hegniya ile evlenen Tarver”in Kirkor Ohan isimli bir çocuğu olduğu biliniyor. Uzun yıllar Yedikule Surp Pırgiç Hastanesi”nde görev yaptı. 1948-1955 yılları arasında başhekimlik görevine getirildi. Hastanede birçok yeniliğe imza attı, dergi çıkardı ve makaleler yazdı. NEDEN MENDERES”İ TERCİH ETTİ? Zakar Tanver, Türkçe, Ermenice, Fransızca, Almanca ve Rusça biliyordu. Büyük bir kütüphanesi vardı ve sürekli kendisini geliştiriyordu. (Vefatından sonra bir sahafın eline geçen kitaplarının bir kısmı satıldı bir kısmı ise Ermeni Patrikhanesi”ne bağışlandı.) 48 yaşında yeniden askere alındı. 1942-43 yıllarında Sivas”ta yedek subay olarak askerlik yaptı. O yıllar CHP”nin çıkardığı Varlık Vergisi”nin sıkıntılarının yaşandığı bir dönemdi. Vergiyi ödeyemeyenlerden yüksek faiz isteniyor ve Aşkale”ye sürgüne gönderiliyordu. Sirkeci”de azınlıklar için kurulan çalışma kamplarından bahsediliyordu. Zakar Tanver, CHP zulmünü iliklerine kadar hissetmişti. Bu yüzden siyasete atılmak ve yaşadıkları sıkıntıları meclis kürsüsünden haykırmak istedi. Bu yüzden Demokrat Parti”yi tercih etti. Önce İstanbul Belediyesi Meclis Üyesi oldu. 1954 yılında ise Demokrat Parti Milletvekili seçildi. Ermeni cemaatinin desteğini arkasına alan Tarver 331 bin oy almıştı. Mecliste oldukça aktifti ve Sağlık komisyonlarında görev aldı. Meclis konuşmalarında Türkiye”yi savunan birleştirici yönüyle dikkat çekiyordu. Bugünkü ifadeyle Türkiyeliydi, milliydi, yerliydi. 1955 yılındaki 6-7 Eylül provokasyonu yaşayanlardan biriydi. TBMM kürsüsünden şu tarihi konuşmayı yaptı: Bu felakete maruz kalan azınlığa karşı Sayın Başvekilimizin sempatisine, şahsen şahidim. Delillerini de verebilirim. Asırlardan beridir Türkiye”de yaşayan Ermeni azınlığın ifa edegeldikleri hizmetler cümlenin malumudur. Dosta ve düşmana karşı bizleri utandıracak olan son vandalizm gösterileri dolayısıyla azınlıkların bu samimi duygularını bu kürsüden belirtme memleketin yüksek menfaatlerine uygun olacağı kanaatindeyim. Allah bu memleketi korusun. DAYAK VE İŞKENCEYLE ÖLDÜRÜLDÜ Demokrat Parti İstanbul Milletvekili Zakar Tarver, 592 kişiyle birlikte 27 Mayıs 1960″da sabaha karşı darbeciler tarafından gözaltına alındı. Camları gazete kağıtları ile kapatılmış bir gemi ile Yassıada”ya götürüldü. Dayak, gemiden inerken başlamıştı. Günler süren eziyet, dayak, işkence ve psikolojik baskıya zayıf bünyesi daha fazla dayanamadı. Darbeden yaklaşık 3,5 ay sonra yaşamını yitirdi. Zakar Tarver”in bir yakını, o günlerde yaşadıklarını şu sözlerle anlatıyor: “19 Eylül”de ailesine haber geldi, Zakar Tarver öldü diye. Cenazesini Gülhane”deki Adli Tıbba götürmüşler. O tarihte Adli Tıp Gülhane”deydi. Zakar Bey”in bütün vücudu mosmordu. Belli ki çok dövmüşler. “Menderes”e bile neler yaptılar, kim bilir bu gâvura neler yapmışlardır” diye düşündük. Yaşlı olduğu için dayanamamış… Zaten hassas bir insandı. Gazeteleri annesinden sakladık, oğlunun ölüm haberini okumasın diye. “Asker gazeteleri yasakladı” dedik. Sonra duyunca annesi yıkıldı, çok acı çekti.” Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar”ın torunu Prof. Emine Gürsoy Naskali de, Yassıada”da yaşananları şu sözlerle anlatıyor: “O yıl ben 10 yaşındaydım. İzmir”de annem, anneannem ve kız kardeşlerimle ev hapsindeydim. Darbeden sonra, davalar başlayana kadar hiç kimseyle temasımız olamadı, o sebeple Zakar Bey”in cenazesine katılamadım. Zakar Bey”in, Yassıada”ya götürülürken gemiye bineceği veya gemiden ineceği sırada görevli subay tarafından itilip düşürüldüğü, başını çarptığı ve darp edildiği anlatıldı. Ölümüne bu hadise sebep olmuş. Beyin kanaması olmuş, revire kaldırılmış. Bu olayı ben annemden dinledim. “Öyle olduğunu nasıl kanıtlarız, bunu anlatacak şahidimiz var mı?” diye sormuştum anneme. Zakar Bey”le birlikte Yassıada”ya götürülenler hadiseyi o yıllarda bu şekilde anlatmışlar. Yani oradakilerin hepsi şahit. Aynı grup içinde bulunanlar görmüşler ve hadiseyi böyle anlatmışlar.” İstanbul”un sevilen milletvekili Zakar Tarver”in ölüm haberi büyük yankı uyandırdı. Beyoğlu Üç Horan Ermeni Kilisesi”ndeki cenaze törenine binlerce kişi katıldı. Sadece Ermeniler değil tüm İstanbul vardı cenazede. Sessizce Balıklı Rum Mezarlığı”na defnedildi. Cenazede izdiham olmuş ve gönderilen çelenkler insanların üzerine düşmüştü. Darbeye karşı sessiz bir tepki olarak değerlendirilen bu görkemli cenaze, ertesi gün gazetelerde haber bile olmadı. CUMHURİYET, İŞKENCE İLE ÖLÜMÜ BÖYLE DUYURDU İlk günden itibaren 27 Mayıs darbesine destek veren Cumhuriyet Gazetesi 20 Eylül 1960 tarihli sayısında işkence ile ölümü “Sabık milletvekillerinden Zakar Tarver bir kalp krizi sonucu öldü” başlığı ile verdi. Gazete, kara propagandayı şu cümlelerle sürdürüyordu: MBK Basın Sözcüsü, Yassıada”daki diğer sabıkların sıhhatlerinin çok iyi olduğunu bildirdi. “15 YILDIR TEK ZİYARETÇİSİ GELMEDİ” 27 Mayıs”ın ilk kurbanı Zaker Tarver hakkında bir araştırma yapmak benim için kolay olmadı. Türkiye”de yaşayan hiçbir yakını yoktu. Agos Gazetesi, Ermeni Patrikhanesi, Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi, Jamanak Gazetesi”ni aradım. Onlar da Zaker Tanver”in bir yakını olmadığını söylediler. Kardeşi Anahat Dilsizyan, 2012 yılında Surp Pırgiç Hastanesi”nde yaşamını yitirdiğini öğrendim. Tanver”in 1960 yılında defnedildiği Balıklı Ermeni Mezarlığı”na gittim. Görevliler mezarı bulmamda yardımcı oldu. Hırant Dink”in mezarının hemen arkasında. Mezar taşının üzerinde Zakar Tanver”in de bir büstü yeralıyor. Uzayan otları temizleyip bir fotoğraf çektik. Ermeni Mezarlığı görevlileri ile biraz sohbet ettik. 15 yıldır tek bir ziyaretçisi gelmemiş. Yetkili, Ermeni cemaatinden birkaç kişiyi aradı ama ne bir akrabasına ne de eski bir arkadaşına ulaşamadık. “AĞABEYİMİ SADECE ERDOĞAN HATIRLADI” Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 2011 yılında azınlık vakıflarının temsilcilerine verdiği iftarda, Yassıada”da katledilen Zakar Tanver”den bahsetmişti. Tanver”in Türkiye”de yaşayan tek yakını olan kız kardeşi Anahat Dilsizyan, ağabeyinin başhekimlik yaptığı hastanede son günlerini yaşıyordu. 90″ına merdiven dayayan Dilsizyan, soyadı gibi bugüne kadar ağabeyi hakkından hep susmuştu. Erdoğan”ın Zakar Tanver”i hatırlaması üzerine gözyaşlarını tutamayan Dilsizyan Vatan Gazetesi muhabirine şunları söylüyordu: “Bir gün ansızın evimizi bastılar ve ağabeyimi götürdüler. Tüm aile ve Ermeni cemaati şok olmuştu. Günler geçti kendisinden haber alamadık. Zaten Başbakan Menderes, bakanlar, tüm Demokrat Partili”ler Yassıada”ya alınmış, ortalık altüst olmuş. Abimin 19 Eylül”de ölüm haberi geldi. Aylarca anneme söyleyemedik bunu. “Yassıada”dan cenazesini gönderdiler, Gülhane”deki Adli Tıp morguna ben de gittim. Gördüğüm manzara asla aklımdan gitmez, abimin gözlüğü kırılmış, vücudu mos-mordu. Belli ki çok dövmüşler. Zaten narin bir adamdı, bünyesi zulme dayanamamış. Menderes”e ne yaptılarsa abime de onu yaptılar. Başbakan dün konuşmasında abimi andı. 51 yıl geçmiş aradan. Konuşmayı gazeteden okudum. Başbakan”ın abimi anması benim mutlu etti. Başbakan yenilikler getiriyor. Azınlıklar için attığı adımlar bizleri mutlu ediyor. Kendimizi iyi hissediyoruz. Umut verici bir dönem başlıyor.
Source: İsa Tatlican
Kemalizmin kışını geçiren Kürtler tek parti ayazını unuturlar mı?
Cumhuriyetin kurulduğu süreci, dünyanın o zamanki egemen anlayışını ve o genel konjonktürün yerel süreçler üzerindeki belirleyiciliğini biliyoruz, anlıyoruz. Bir kere “mağluplar galipleri taklit ederler” diye bir evrensel kural koymuş İbn Haldun. Malum, biz o sürecin mağluplarıydık ve bizim de içinde olduğumuz modern dünyayı Batılı galipler arzularına, kendi yönetim tarzlarına göre dizayn ediyorlardı. Ortadoğu”daki bütün cumhuriyetlerin Fransa”ya, bütün krallıkların da Britanya”ya işaret ettiğine bakarsanız ne demek istediğimi anlarsınız. Bizim de o altüst oluş sürecinde alternatif üretecek bir gücümüz olmadığı için ister istemez bu seyl-i hurişana kapıldık. O yüzden Cumhuriyetin kurulduğu günlerde farklı ırkları, dinleri, mezhepleri, hatta kıtaları barındıracak kadar geniş bir coğrafyanın içine düştüğü dağınıklığı, perişanlığı ve bunun kaçınılmaz kıldığı askeri hezimeti yaşamış kadroların böyle bir müşkülü bir daha yamamak için elde kalan topraklarda tekçi bir anlayışı benimseme yoluna gitmeleri, İbn Haldun o muhalled kuralı koymuş olmasaydı da bir zorunluluktu. Müstevliler şerik kabul etmez tekçilerdi çünkü. Buraya kadar, olup biteni anlamak bakımından bir sorun yok. Sorun, kurucu kadronun, en azından etkin olan kesimlerin, “bu durum geçici değil evrensel bir gerekliliktir ve ilelebet devam edecektir” demeleri ve bunu uygulamaları, iktidarın da seksen sene boyunca bu kesimlerin elinde olmasıydı. Çalkantılar, isyanlar, örfi idareler, takriri sükunlar, şark ıslah fermanları eksik olmadı doğal olarak. Bir diğer grup da “şimdilik galiplerin hışmını üzerimize çekmemek için onlara benzediğimizi gösteren bir yapılanmaya giderek tek ulusa dayalı, laik bir devlet kuralım, Müslümanlığımızı ve etnik çeşitliliğimizi gizleyelim, en azından Müslümanlığı Anadolu”nun kasabalarına, mesela Kürtlüğü de doğunun köylerine öteleyelim, Ankara, İstanbul gibi vitrinlere yaklaştırmayalım, sonra zamanı gelince tekrar özümüze uygun bir yapılanmaya gideriz” diyorlardı. Bu iki grup arasındaki siyasal mücadele de o gün bugündür devam ediyor. Yapılan bütün serbest seçimlerde halk her seferinde ikinci grubu destekledi. Yani halk, en nefes aldırmaz zamanlarda bile Müslümanlığın görünürlüğünden ve Kürtlüğe alan açılmasından yana tavrını koydu. Şu anda “artık vakit tamam, tarihimize, dinimize, kültürümüze, çeşitliliğimize dönmenin zamanı gelmiştir. Bu yeni sürece uygun bir yapılanma gerçekleştirmemiz gerekir” söylemini dile getirenler iktidardadır. Batılı, tekçi, laik, dindışı eski yapının ebedi olduğunu düşünenler de eski güçlerini yeniden elde etmek için saldırıyorlar doğal olarak, en azından mevcut haliyle devamını sağlamak için var güçleriyle direniyorlar.Şu anda tartışma çatı kavramı etrafında dönüyor. Bütün toplumu altında birleştiren bir çatı arayışı var. Eski çatı olduğu gibi devam etsin diyeni pek yok. O biraz ayıp olur! Ama eski çatıyı aktarmakla yetinelim diyenler ile seksen sene boyunca eski çatıyı on yılda bir aktarıp durduk, ama yine de sızmaları önleyemedik, o halde yeni bir çatı çatmanın zamanıdır diyenler arasında bir mücadeledir gidiyor son günlerde.Çatı mühim. İnşaat mühendisleri bilirler, çatı, temelinden duvarına, zeminin özelliğinden sıvasının niteliğine kadar bir binanın bütünlüğüyle uyumlu özellikte olmalıdır. Çatı, büyük ve kapsayıcı olacak ki binanın herhangi bir tarafı açıkta kalmasın. Çatı küçük ve dar çatıldığı için Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne, yukarıda saydığım çeşitliliği barındıran toplumumuzun bütün kesimleri dönemsel olarak kendilerini açıkta kalmış hissettiler. Zaman zaman bu kesimler yer değiştirse de her zaman çatının kapsayıcılığının dışında kalan kesimler de oldu. Kürtler gibi. Bugünlerde Kürtlerin kendilerini çatının kapsamında hissetmelerini sağlayacak formüllerin arandığı belli. Kuruluş günlerinin iki ana kadrosunun söylemlerinin bu bağlamda da belirginleştiği görülüyor. Dünkü tekçi zihniyetin temsilcileri Kürtlere, siz zaten çatının altındasınız. Kendinizi dışarıda hissetmeniz bir yanılsamadır diyorlar.Diyorlar da, seksen senelik siyasal kışı geçiren Kürtler nasıl bir ayaz yediklerini unutmuyorlar.
Source: Vahdettin İnce