Atatürk’ün dünya barışını koruma formülü
“Şuna da kaniim ki, eğer devamlı sulh (barış) isteniyorsa kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek beynelmilel (uluslararası) tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın heyeti umumiyesinin refahı, açlık ve tazyikin (baskının) yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, haset, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir.” (Atatürk, 1935) Kuzeyimizde Rusya-Ukrayna Savaşı devam ederken, güneyimizde İsrail’in Filistin’e yönelik saldırıları devam ediyordu ki, birden bire İsrail-İran Savaşı başladı. İsrail’in doğal müttefiki ABD’nin İran’a saldırması ve İran’ın da bu saldırıya karşılık vermesi üzerine insanlar birbirine, “Bu ateş bize de sıçrar mı?”, “III. Dünya Savaşı çıkar mı?” diye sormaya başladı. Ben bu yazıyı kaleme alırken “ateşkes” ilan edildi. Peki ya barış? Bugün emperyalist, faşist, saldırgan, diktatör, hatta yarı şizofren liderlerin dünyasında“gerçek barış” hiç ulaşılamaz bir hayal sanki… Bugün dünyanın herhangi bir yerinde barışa kafa yoranların, günümüzün yaşayan liderlerinden çok, düşünceleriyle yaşayan Mustafa Kemal Atatürk ’ten alabilecekleri çok önemli dersler var. BARIŞIN ANLAMI Emperyalist işgale ve kapitalist sömürüye karşı direnen Mustafa Kemal Atatürk için “barış” demek her şeyden önce “tam bağımsızlık” demektir. Çünkü emperyalist işgalin, kapitalist sömürünün devam ettiği yerde gerçek barışın sağlanması olanaksızdır. Bu nedenledir ki Atatürk, önce Kurtuluş Savaşı sırasında, sonra da Lozan Görüşmeleri sürecinde Türkiye’yi tam bağımsızlığa kavuşturmayacak “sahte barış” tekliflerini (Sevr Antlaşması’nı ve yumuşatılmış Sevr’leri) reddetmiş, ısrarla “tam bağımsızlığı sağlayacak gerçek barış” için direnmiştir. Örneğin, Lozan Görüşmeleri sırasında İtilaf devletlerinin kapitülasyonların kaldırılmasına yanaşmaması üzerine 30 Ocak 1923’te İzmir’de, “Barış istiyoruz dediğim zaman bilinmelidir ki, bağımsızlık ve hâkimiyet istiyorum” demişti. (ATABE, C.15 s.43) 2 Şubat 1923’te yine İzmir’de “Arkadaşlar, barış istiyoruz; fakat dediğim gibi tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın anlamı budur…” demişti. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, -ATABE-, C.15, s.86-87) İtilaf devletleri, Lozan’da, kapitülasyonların Türkiye’nin istediği şekilde –kayıtsız şartsız biçimde-kaldırılmasına yanaşmayınca Lozan Konferansı kesintiye uğradı. İngiltere ve Fransa dünya kamuoyunda “Türkiye’nin barış istemediği” propagandasına başladılar. Bunun üzerine Atatürk , 16 Mart 1923’te – Lozan Görüşmelerine ara verilen günlerde- Adana’da, çiftçilerle konuşmasında, modern insanlık tarihine altın harflerle yazılacak şu cümleleri kurdu: “Ne olursa olsun şu veya bu sebepler için milleti harbe (savaşa) sürüklemek taraftarı değilim. Harp zaruri ve hayati olmalı. Hakiki kanaatim şudur: Ben milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. ‘Öldüreceğiz’ diyenlere karşı ‘ölmeyeceğiz’ diye harbe girebiliriz. Lakin millet hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça, harp bir cinayettir.” (ATABE, C.15, s.215) Gerçekten de Atatürk’ün “haksız”, “hukuksuz” bir savaşı yoktu. O, tüm ömrü boyunca “Öldüreceğiz” diyenlere karşı “Ölmeyeceğiz” diyerek savaşmıştı. 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması i mzalandı. Kapitülasyonlar kaldırıldı. Yabancı kapitalist şirketlere yeni ayrıcalıklar verilmedi. Türkiye’nin toprak bütünlüğü kabul ettirildi. Böylece “tam bağımsızlık” , dolayısıyla gerçek barış sağlandı. Atatürk, Lozan’da sağlanan barışı, üstelik 1930’ların faşizm çağında, “ Yurtta sulh cihanda sulh” formülüyle kalıcı bir barış düzeni (Pax Lozan) haline getirdi. Atatürk, ilk olarak 20 Nisan 1931’de millete beyannamesinde CHP’nin genel siyasetini “Yurtta barış dünyada barış için çalışıyoruz” diye özetledi. Atatürk, gerçekten de söylediği gibi “barış” için çalıştı. Atatürk’ün liderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti, dünyadaki tüm gerçekçi barış çabalarını destekledi. Türkiye, komşu devletler başta olmak üzere tüm devletlerle iyi ilişkiler kurmayı esas aldı. Bu bağlamda çok sayıda dostluk ve kardeşlik antlaşması imzaladı. TürkYunan dostluğunu kurdu. Kurtuluş Savaşı’ndan beri devam eden Sovyet dostluğunu yeni antlaşmalarla güçlendirdi. 1932’de Milletler Cemiyeti’ne üye olarak Avrupa ile 1934’te Balkan Antantı’nı imzalayarak Balkan ülkeleri ile ve 1937’de Sadabat Paktı’nı kurarak İslam ülkeleri ile iyi ilişkiler geliştirdi. Atatürk , Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’nin belli başlı sorunlarını, sıcak savaşla değil, diplomasiyle çözdü. 1922’de Doğu Trakya’yı, 1923’te İstanbul’u, 1923’te ve 1936’da Boğazları, 1938’de Hatay’ı savaşsız antlaşma yöntemiyle kurtardı. (1922) Mudanya , (1923) Lozan ve (1936) Montrö ile Türkiye Cumhuriyeti’nde kalıcı barış sağlandı. ATATÜRK”ÜN BARIŞ FORMÜLÜ Mustafa Kemal Atatürk, – 90 yıl önce-Mayıs 1935’te, A merikalı gazeteci Mis Gladys Baker ’a verdiği bir röportajda, II. Dünya Savaşı öncesinde adeta dünya barışının formülünü açıklamıştı. Tan Gazetesi 21 Haziran 1935 Gladys Baker’ın, “ Yakın gelecekte savaş tehlikesi görüyor musunuz?” sorusuna Atatürk şu yanıtı vermişti: “Yakın gelecekten bahsetmemeliyiz, harp tehlikesi bulunduğumuz zamanda vardır. Avrupa’daki vaziyet çok fenadır. Harbin ciddiyetini nazarı dikkate almayan bazı gayri samimi önderler taarruzun vasıtası olmuşlardır. Kontrolleri altındaki milletlere milliyetçiliği ve ananeyi yanlış bir şekilde göstererek ve suiistimal ederek aldatmışlardır. Bu buhranlı saatlerde hercümerce mani olmak için kütlelerin kendileri karar vermeleri ve mesuliyet mevkiini yüksek karakterli, yüksek moralli ve vicdanlı insanların eline tevdi etme zamanı gelmiştir. Bu gecikmeden yapılmalıdır.” Atatürk açıklamalarında, sürekli barışın anahtarını da vermişti: “Şuna da kaniim ki, eğer devamlı sulh isteniyorsa kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek beynelmilel tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın heyeti umumiyesinin refahı, açlık ve tazyikin (baskının) yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, haset, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir.” Atatürk , Amerikalı gazeteci Gladys Baker’ın, “Barışı korumak için tedbir alınması mümkün müdür?” sorusuna 7 maddede şöyle yanıt vermişti. 1 – İnsanlığa sürekli barışın önemini anlatmak için uygar ulusların ortak teşkilat yapmaları gerekir. 2 – İnsanlığın kalbindeki ve kafasındaki, geçmişten gelen düşmanlık duygularını silmek için her ulusun yüksek aydınları elbirliği ile çalışmalıdır. 3- İnsanlığın genel refahını sağlayıp dünyada aç ve sefil zümreler bırakılmamasını bütün insanlığın ortak amacı gibi gören uluslararası modern tedbirler alınmalıdır. 4- İnsanların kin ve hırs gibi olumsuz düşüncelerden kurtulması, onun yerine insanlığın büyüklüğü düşüncesi ve bu büyüklüğü sevme esası yerleştirilmelidir. 5- Tarih boyunca savaşların yarattığı yıkımlar ve felaketler genç kuşaklara anlatılmalıdır. 6- Bütün bu tedbirler insanlığı asıl insanlık düzeyine çıkarmaya yönelik tedbirlerdir. Şüphesiz bu amaç biraz zaman ister. Bunun için uygar ulusların aydınları birbirlerini arayıp bulmalı ve ortak kararlar üzerinde ortak çalışmalar yapmalıdır. 7- Eğer savaş birden bire çıkarsa milletler savaşa engel olmak için bütün mevcudiyetiyle çalışmalıdırlar (askeri ve ekonomik güçlerini birleştirmelidirler.) Nihayet barışı korumak için en hızlı ve etkili tedbir, barışı bozacak herhangi bir saldırganın istediği gibi hareket edemeyeceğini kendisine fiilen gösterecek uluslararası teşkilatların kurulmasıdır. (ATABE, C.27, s.260-261) Gladys Baker’ın, “Birçok bölgesel antlaşmaların barışın korunması için tesirli olduğunu zannediyor musunuz?” sorusuna ise Büyük Önder bu konudaki bir ütopyasını dile getirerek şöyle yanıt vermişti: “Esas gaye, bütün milletlerin, devletlerin paktıdır. Bu kadar büyük bir müessese yaratmak gayesine giderken, ondan önce herkesin kolaylıkla görüşebileceği, anlaşabileceği dar ve belirli muhitler içinde anlaşmaya başlamaktan daha tabii bir şey olamaz. Bir insan yüksek bir ideale giderken bu ideali bir anda ve ilk teşebbüste yeryüzündeki bütün milletlere anlatabilir mi? O evvela kendi yakınlarından olanlarla anlaşabilir. Bu anlaşmalar teessüs ettikten sonradır ki saha genişler; o halde bölgesel paktlar barışı bütün insanlığa yaymak gayesini hedef tutunca, bu teşekküllerin ne kadar asil ve ne kadar insani kıymette olduğuna şüphe yoktur.” (ATABE, C.27, s. 261) Atatürk’ün , Gladys Baker’in, “Türkiye nereye doğru gidiyor? Türkiye için son amacınız nedir?” sorusuna verdiği yanıt da çok dikkat çekiciydi: “Yeni Türkiye’yi görmüş ve tanımış olanlar bilirler ki, Türk Cumhuriyeti camiası kendisine hedef olarak insanlığı ve kültürü almıştır. Türk’ün yeni gittiği yol ve kurmak istediği nokta kültür hayatında yükselmek, insanlık yolunda ilerlemek ve elinden geldiği kadar barışa ve insanlığa hizmet etmektir…” (ATABE, C. 27, s. 263) Gladys Baker’ın, 26 Mayıs 1935’te, Mustafa Kemal Atatürk’le yaptığı bu röportaj, 21 Haziran 1935 tarihli Tan ve Ulus gazetelerinde yayınlanmıştı. Atatürk’ün, II. Dünya Savaşı’ndan yaklaşık 4 yıl öce Amerikalı gazeteci Gladys Baker’a sıraladığı barışı sağlama ve koruma tedbirlerinin önemini Avrupa ve Amerika ancak milyonlarca insanın öldüğü II. Dünya Savaşı’ndan sonra anladı. 26 Haziran 1945’te San Francisco’da imzalanan Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın girişindeki barışı koruma tedbirleri, Atatürk’ün 10 yıl önce sıraladığı barışı koruma tedbirlerine fazlaca benziyordu. *** Yaklaşık 4 yıl önceden II. Dünya Savaşı’nın çıkacağını tahmin eden Mustafa Kemal Atatürk , savaşın ciddiyetini dikkate almayan ve milliyetçiliği yanlış anlatıp kullanarak halkı aldatan bazı samimiyetsiz liderlerin saldırganlıklarına karşı kitlelerin harekete geçerek sorumluluk makamına “yüksek karakterli, yüksek morali ve vicdanlı” insanları getirmesini önermişti. Atatürk , bir savaş durumunda, dünya milletlerinin askeri ve ekonomik güçlerini birleştirerek saldırganlara karşı birlikte hareket etmesini, her şeyden önce saldırgana, saldırısının yanına kar kalmayacağını anlatacak uluslararası bir teşkilatın kurulmasını, dünyadaki aydınların bir araya gelerek geçmişin düşmanlık izlerini silmek için çalışmalarını, insanlığın genel refahını sağlayıp dünyada aç ve sefil insan bırakılmamasını, insanların “kin” ve “hırs” gibi olumsuz düşüncelerden kurtulmasını ve “insanlığa sevgi” düşüncesinin yerleştirilmesini, bunun için genç kuşakların geçmişteki savaşların yıkımlarından ders almaları sağlanarak “insanlığı asıl insanlık düzeyine çıkaracak tedbirler alınmasını” önermişti. Atatürk ayrıca, dünya milletlerinin bölgesel paktlarla bir araya gelmesiyle ileride bütün milletlerin, devletlerin paktının kurulacağını ve böylece zamanla dünya barışının sağlanabileceğini ileri sürmüştü. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefinin de “kültür alanında ilerleyip barışa ve insanlığa hizmet etmek olduğunu” belirtmişti. Atatürk’ün, 1935 yılında, faşizm çağında dile getirdiği bu düşünceler, onun genelde göz ardı edilen bir insanlık ve dünya barışı ütopyasına sahip olduğunu göstermektedir. Atatürk’ün, II Dünya Savaşı’ndan yaklaşık 4 yıl önce açıkladığı dünya barışını koruma formülü bugün de geçerlidir. S ahte barış havarilerini bırak, Atatürk’e bak…
Source: Sinan Meydan
‘Ayasofya çökebilir!’
Ayasofya, Ayasofya olalı o kadar çok tartışmaya konu oldu ki! Önce katedralkilise, sonra cami, ardından müze ve en son yine cami olduğunda da birçok tartışmayı beraberinde getirdi. Ayasofya yeryüzünün en büyük, en eski mabetlerinden biri. Bugün ise tartışılan konu bizleri tarihin en tozlu sayfalarına geri götürüyor. “Ayasofya korunmalı, restore edilmeli ve kimse girmemeli” diyen İlber Ortaylı’dan asıl konunun, Ayasofya’nın aynı yaşlı bir insan gibi bünyesinin gösterdiği sorunların sürekli farklı uzmanların gözetiminde olması gerektiğini savunan Nezih Başgelen’e, “Uygarlık tarihi adına Fatih’in Ayasofya’ya yaklaşımı ve davranışına da mı bakmadı kimse? Her dinden insana açık olmalı kapılar” diyen Gürol Sözen’den ve her gün Ayasofya’ya onlarca turist götüren adını ise haklı gerekçelerle vermek istemeyen rehberin, “Bir ibadethaneye girmeden önce size, Müslüman mısınız, Hıristiyan mı, diye bir soru sorulmamalı. Burası laik bir ülke, kimseye dinini soramazsınız, anayasa da maddesi var” sözleri tarihin sayfalarında yerini alacak. Uzun sözün kısası Ayasofya sadece bizim değil ve Ayasofya, “kutsal bilgelik” anlamına geliyor. “NAMAZ KILACAKSAN SULTANAHMET CAMİSİ”NE DE GİDEBİLİRSİN? İLBER ORTAYLI (Tarihçi, yazar) Ayasofya’ya hiç kimse girmemeli. 1500 yıllık bu tarihi yapı bu gidişle çökecek. Neden mi? Altı boş, dehlizler var ve ciddi bir restorasyon gerekiyor. Belki sadece bu haliyle uzmanlar girebilir, muayyen günlerde din adamları girebilir ya da önemli kişilerle namaz kılınır. Böyle giderse ve bina ciddi bir hasar alırsa hatta taban çökerse ülkemiz ciddi bir mesuliyet altında kalabilir. Senede 2 milyon kişi ziyaret ediyor. 16. asırdan yani Mimar Sinan’dan bugüne statik olarak ciddi bir restorasyon yapılmadı. Mimar Sinan destekleri koyarak güçlendirdi zamanında o kadar. Müslümanı da ne Hıristiyanı da kimse kullanmamalı bu yapıyı. Namaz mı kılmak istiyorsun o zaman Sultanahmet Camisi’nde ya da Süleymaniye Camisi’nde kıl namazını. Mimar Sinan’ın ekol camileri dururken neden Ayasofya? Geç Roma devrinden 1500 yıllık çok hassas bir bina burası. Önceden yapılan restarosyonların temeli doğru ayarda değildir, üstüne titrenecek bir yer burası. “FATİH”İN AYASOFYA”YA YAKLAŞIMI VE DAVRANIŞINA DA MI BAKMADI KİMSE? GÜROL SÖZEL (Sanat tarihçisi-ressam ) Haberinizi ya da sözünü ettiğiniz olguyu nasıl yanıtlamalıyım bilmiyorum. Öncem ve sonram için kuşkuluyum! Düşünüyorum da ben bu toprakların ev sahibi mi yoksa kiracısı mıyım? Üstelik kirasını bile ödemeyen. Aynadaki ben miyim, tanıyamıyorum kendimi! Sığınacağım limanı dönüp dolaşıp hep doğa ve geçmiş uygarlıklarda ararım, işin içinden sıyrılmak için. Söyleyeceklerimi kaçıncı kez tekrar ediyorum bilmiyorum. İki örnek: Biri 13. yüzyıldan İzzeddin Keykavus, Selçuklu sultanı. Diyor ki: “Biz bu cihanı terk edip gittik/ Zahmet ve rahatını nakşedip gittik./Bundan sonra nöbet sizdedir./Biz kendi nöbetimizi tuttuk gittik.” Diğeri Mevlana: “Gene gel gene./Ne olursan ol,/ister kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta,/ister yüz kere tövbe etmiş ol,/ister yüz kere bozmuş ol tövbeni./Umutsuzluk kapısı değil bu kapı, nasılsan öyle gel…” Hadi, binlerce yıl öncesinden örnekler vermeyeyim de 700 yıl öncesindekilerden mi hiçbir şey öğrenemedik? Sahi, biz kendimizi nerede görmek istiyoruz? Hadi, günümüzün kaba gözlüğü ile örnekleyeyim; yazar kasa Ayasofya’ya hangi gözle bakıyoruz? Yeryüzündeki her uygarlık, hepimiz için ortak miras değil mi? Biz ve bizden sonraki çağlarda nasıl anılmak istiyoruz? 12 bin yıllık Anadolu coğrafyası; çok tanrılı ve tek tanrılı dönemlerin görkemli mirasını bize altın bir tepsi içinde bize bırakmışlarsa ayıp mı etmişler? İzzeddin Keykavus’un yüzlerce yıl önceden sözünü ettiği uygarlıkların nöbetini kim, kimler tutuyor bugün? Ya da Mevlana’nın deyişi de mi işe yaramıyor?” Uygarlık tarihi adına Fatih’in Ayasofya’ya yaklaşımı ve davranışına da mı bakmadı kimse? Çağımız yapay zekâyla uğraşadururken, bizlerin gümrük memuru gibi uygarlıkların turnike kapısında mı nöbet tutmamız makbul? Aslında, her biri onur kaynağımız olan Anadolu uygarlıklarında (üstelik, yalnızca Ayasofya ve mozaiklerinin yeryüzü coğrafyasında örneği yok iken) bilim ve sanat adına o denli çok araştıracak olgu ve üstelik bu topraklara ödenmemiş çok borcumuz varken, her gün kâbus ile uyanmak! Evet, kimden, kimlerden özür dilemeliyim bu görkemli coğrafya adına? Uzun sözün kısası, kutsallığın ve uygarlıkların zeytin ağacı gibi kültürel miras da özen ve bilgi ister, “NEREDE SİZİN KAİK ANLAYIŞINIZ” REHBER Ayasofya’nın cami bölümüne Müslüman olmayan kişiler alınmıyor. Bu, yanlış olmasın ama dünyada sadece Fas’ta uygulanan bir yöntem. Bir ibadethaneye girmeden önce size Müslüman mısınız, Hıristiyan mı diye bir soru sorulmamalı. Burası laik bir ülke, kimseye dinini soramazsınız, anayasada maddesi var. Ama Ayasofya’yı siyaseten kullandıkları için kim nasıl isterse öyle bir sistem uygulanıyor. Biz rehberler, içeride yüksek sesle Kuran okunduğu için zaten anlatım yapamıyoruz. Buraya giren turistler 25 Avro vererek buraya giriyor ama aslında hiçbir bilgiyi alamadan ve kubbeyi tam olarak göremeden buradan çıkıyorlar. Ayasofya’ya girdiğinizde ilk olarak görmeniz gereken yer kubbedir. Ama kubbeyi tam olarak görmek içinde aşağıdan yani bugün Müslüman olmayanların alınmadığı camiden bakmak gerekiyor. Size yakın zamanda şahit olduğum bir olayı anlatayım. Yunan asıllı Alman bir turist, cami kısmına girmek istedi. Kapıda dini soruldu şaşkınlık içinde kaldı ve sonra şu cevabı verdi görevlilere: “Sizler bizim ülkemize geldiğinizde ve Köln Katedrali’ni (Dom) gezmek istediğinizde biz size dininizi soruyor muyuz? Burası Türkiye değil mi? Nerede sizin laik anlayışınız?” diye cevap verdi. Bizlerin yüzü kızardı. Çok yakın zamanda turist bir grup ‘Burada neden tuvalet yok?’ diye sorguladı. Eksikler çok, yaptırımlar ise çağ dışı. BİNA ONARILMALI! Öte yandan, biz binaya deyim yerindeyse kelle koltukta giriyoruz. Bakın Ayasofya’nın sağ tarafında yer alan sütunların hepsi yamuk durur. En üst katına çıktığınızda ise binanın restorasyona ihtiyacı olduğunu açıkça görürsünüz. Zemin ise paramparça durumda. En son 6.5 büyüklüğünde olan depremde oradaydım ve hızlıca kapıları kapattılar kimseyi almadılar çünkü herkes binanın ciddi bir onarımdan geçmesi gerektiğini biliyor. PAHALILIK… Ayrıca, müze girişlerinin çok pahalı olması da turistleri etkilemeye başladı, gelen yabancılar bundan rahatsız ve bir daha gelmeyeceklerini söylüyorlar. Çünkü dünyanın en ünlü müzelerine bakın Türkiye şu an listenin en üst sırasını zorluyor. “FATİH”İN AYASOFYA”YA YAKLAŞIMI VE DAVRANIŞINA DA MI BAKMADI KİMSE?” NEZİH BAŞGLEN (KÜLTÜREL VE DOĞA MİRAS İZLEME PLATFORMU YÖNETİCİSİ-ARKEOLOG) Ayasofya, dünya mimarlık tarihinin en önemli yapılarından birisidir. Yapılış özellikleri açısından uzun bir süre “dünyada tek” (singulariter in mundo) olarak tanımlanmış görkemli bir anıt. Ayasofya tüm özellikleriyle “üstün evrensel değer taşıyan kültür varlıkları” açısından benzersiz bir örnek. Bu açıdan Unesco Dünya Mirası Listesi’ne alınması sırasında belirlenen kriterlere uyumu bundan sonra da dikkatlice korunmalı. Ayasofya’nın tüm özelliklerinin daha etkin bir şekilde korunabilmesi açısından yeni yönetim modelinin rasyonel bir çerçevede uygulanması daha da önem kazanmakta. Yeniden ziyarete açılan galeriler bölümündeki ortaçağ resim sanatının şaheseri ve Rönesans’ın habercisi sayılan Deesis mozaiği başta olmak üzere diğer sanatsal değerlerin çok yönlü korunması önemli. Ayasofya’nın her türlü dış etkenlere karşı korunması, yapıyı bugüne kadar getiren taşıyıcı sistemlerinin güvenliği için içte ve dışta her yerinin 7/24 sürekli (yapı içinde, İstanbul Emniyet’inde, itfaiyede ve Ankara’da) izlenebileceği daha yetkin bir sistemin olması önemli. Ayasofya’nın aynı yaşlı bir insan gibi bünyesinin gösterdiği sorunların sürekli farklı uzmanların gözetiminde olması ve hassas bakımının sağlanması da hayati önemde. Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yapı ile ilgili alınan karar süreçlerinin şeffaf olması ve uygulamaların denetlenebilir olması ise her açıdan önem taşımakta.
Source: Öznur Oğraş Çolak
Sultan II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi geceleri de ziyaretçilerini ağırlayacak
Sultan II. Bayezid tarafından 1488″de yaptırılan, tıbbiye, şifahane ve imarethane olarak kullanılan külliye, günümüzde Trakya Üniversitesi (TÜ) bünyesinde “Sağlık Müzesi” ve “İmaret Müzesi” olarak hizmet veriyor.
Müze, Kültür ve Turizm Bakanlığının başlattığı “gece müzeciliği” uygulaması kapsamında yaz boyunca perşembe, cuma ve cumartesi geceleri 22.30″a kadar ziyarete açık olacak.
Osmanlı”nın tıp eğitimi ve hastalara uygulanan tedavi yöntemlerinin anlatıldığı müze, yarından itibaren haftanın 3 günü geceleri de ziyaretçilerini ağırlayacak.
TÜ Rektörü Prof. Dr. Mustafa Hatipler, yaptığı açıklamada, Sağlık Müzesi”nin Edirne”nin en önemli tarihi ve kültürel değerlerinden biri olduğunu belirtti.
Müzedeki aydınlatma çalışmalarının tamamlandığını ve gece ziyaretlerine hazır hale getirildiğini aktaran Rektör Hatipler, “Müzemiz yalnızca gündüzleri değil, geceleri de farklı bir atmosfer sunuyor. Şehrimize gelen misafirleri ve Edirne halkını bu özel atmosferi yaşamaya davet ediyoruz. Üniversitemiz Edirne”nin kültürel mirasına verdiği önemi arttırarak sürdürecektir.” ifadelerini kullandı.
Sultan II. Bayezid Külliyesi
Sultan II. Bayezid’in Akkirman seferine çıkarken 1484’te temelini attığı külliye, 1488’de tamamlandı.
Osmanlı döneminde tıbbiye, şifahane ve imarethane görevleri üstlenen külliyede, 1800’lü yıllardan sonra sadece akıl ve ruh sağlığına yönelik tedaviler gerçekleştirildi.
Osmanlının son dönemlerinde Balkan savaşlarından sonra faaliyeti sonlandırılan ve zarar gören külliye, 1978’de Trakya Üniversitesinin yapıyı bünyesine almasıyla 1986’da restorasyon süreciyle ayağa kaldırıldı.
UNESCO Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi’ndeki külliyede yer alan ve Avrupa En İyi Müze Ödülü ve En İyi Sunum Ödülü sahibi Sağlık Müzesi”ne dünyanın pek çok yerinden ziyaretçi geliyor.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
Source:
Hollywood tezgâhında dokunan distopik savaş!
Bugünlerde, distopik bir film karesinin içinden geçiyoruz gibi. Sanki yıllardır kurgulanan ve artık sahnelenmeye başlanan bu kaotik filmi hem yaşar hem de izlerken aynı zamanda inandığımız pek çok hakikatle de yüzleşiyoruz.
Yunanca bir kelime olan distopya (dystopia) “kötü yer” demektir. “Dys/dis”, kötü veya anormal olan; “utopia” kavramı ile birleşerek yeni anlamına bürünür. “Mükemmel toplum tasarımı” olan ütopyanın karşıt anlamlısıdır. Ütopya, gerçek hayatta olmayacak kadar ideal bir toplumu ifade ederken, distopya bunun tam tersi, baskıcı, kötücül, anormal olana tekabül eder.
İlk distopik eser 1846 yılında Emile Souvestre (The World as It Shall Be) tarafından kaleme alındı. Gelişen ticaret ve makinalaşma sürecinin insanları ahlakî değerlerden nasıl uzaklaştırdığını ve mülkiyet hırsının nasıl bir felakete neden olduğunu anlatır. İçerdiği konu ve konunun işleniş biçimiyle ilk distopik eser örneği olarak kabul görür.
Kavramı ilk olarak İngiliz filozof, politik ekonomist ve parlamento üyesi John Stuart Mill, sanayileşme üzerine yaptığı bir meclis konuşması (1868) sırasında kullanmıştır.
Distopya özetle; “insanların totaliter bir sistem altında yaşadığı kurgusal bir gelecek dünya”yı anlatır. Fantastik ve bilim kurgu hikâyelerinde çok sık rastlanan bir kavramdır. Adaletsizliğin olduğu hayali bir durumu veya toplumu ifade etmek için kullanılır. Sözü edilen toplum genellikle kıyamet sonrası veya totaliterdir. Her şeyin alabildiğine kötü olduğu bir dünyaya tekabül eder.
Gazze’den Doğu Türkistan’a kadar dünyanın pek çok bölgesinde yaşanan insanlık dışı politikalar tam bir distopik kuluçka sonrası laboratuar çalışmasıdır. Bu laboratuarın sahibi büyük şeytan ile tetikçisi mutant topluluğunun ‘nükleer silah’ bahanesi gerekçesiyle İran’a savaş açması ve ardından yaşananlar da distopik bir projenin uygulamaya konulmasıdır.
Distopya laboratuarının kuluçka evresi Hollywood’dur. Pentagon ve CIA tarafından ‘gelecek operasyonu’nun merkezi olarak kurgulanan Hollywood’un ürettiği yakın gelecekte geçen kıyamet filmlerinin milyarlarca insana taşıdığı mesajları hatırlamakta yarar var. Bu filmlere en başarılı örnekler olan “Açlık Oyunları”, “Istakoz”, “Otomatik Portakal”, “Mad Max”, “Elysium”, “Matrix”, “Terminatör”, “Oblivion”, “Gattaca”, “Equilibrium” gibi filmlerde işlenen baskıcı ve karanlık toplum düzeni, akıl karıştırıcı bilimsel keşifler, kaos, karmaşa, özgürlükleri ipotek altına alınmış veya kısıtlanmış insanlar, hiper güçlerin sıradan insanları yok etmesinin normal olarak karşılandığı sahneler, teknolojinin ideolojik bir baskı aracı olarak insanları mutlak kontrol altına aldığı diyaloglar veya olağanüstü görsel efektlerle süslenmiş modüller…
Hatta bugün küresel bir marka haline gelen dijital platformlardan birinde yayımlanan “Black Mirror” ve “The Handmaid’s Tale” dizilerine de büyüteçle bakmakta fayda var.
Aynı Hollywood, bir zamanlar, Japonya’ya atom bombası atılmasını meşru gösterecek, Vietnam soykırımını haklı çıkaracak, milyonlarca Kızılderili’nin katledilmesini normal bir savunma refleksi olarak algılatacak filmlerle dünyayı esir almıştı.
Hatta ABD, Türkiye’de, 1980’li yıllarda, TRT eliyle pazar sinema kuşağında yayınlattığı kovboy filmleri ile büyük bir taraftar kazanmış, nerdeyse hepimizi Kızılderili düşmanı yapmıştı. Bu filmlerde ‘iyi’ ABD’li askerlerin, ‘kötü’ Kızılderilileri nasıl hakladığını izler, zavallı (!) Amerika ile empati kurmaya çalıştırılırdık. Sonraki yıllarda “Terminatör”, “Rambo”, “Geleceğe Dönüş” gibi filmlerde de başka bir kurmacanın içine itildik. Bu filmlerde kahraman Amerikan askerleri, ‘kötü’ Irak veya Afganistanlı teröristlerle (!) mücadele ediyor ve ülkelerinin bayrağını yüceltiyorlardı.
Türkiye’nin IMF’den para dilendiği o günlerde Türk sinema sektörü de büyük yara almıştı. Sinema salonlarında oynatılan filmlere kota uygulanıyordu. Yani yüzde 60 Hollywood, yüzde 40 yerli film şartı getirilmişti. Hatta bu oran bazı zamanlarda daha da artırılıyor, Türk filmleri oynayacak salon bile bulamıyordu.
Hollywood ve distopya, 20. yüzyılın ortalarından itibaren neredeyse ayrılmaz bir ikili hâline gelmiştir. Özellikle Soğuk Savaş sonrası artan kıyamet senaryoları, teknolojik gelişmelere duyulan endişe ve otoriter sistem korkuları, Hollywood’da distopya temasının sıklıkla işlenmesine neden olmuştur.
Distopyada yönetim anlayışı otoriter ve totaliterdir. Sürekli gözetim, sansür, düşünce kontrolü, takip, psikolojik baskı vardır. Bireysel özgürlüklerin gelişmesine izin verilmez. Teknoloji insanı ve insan düşüncesini esir almıştır. Toplumsal eşitsizlik had safhadadır ve kast/sınıf sistemi çok belirgindir. Algı ve manipülasyon doğal hale gelmiş; yalan, yeni gerçeklik içinde ‘post-truth felsefesi’nin bir argümanı olmuş, propaganda ile de gerçekliğin çarpıtılması normal hale gelmiştir.
İşte Hollywood tam da bu değerleri empoze etmek için bir proje yürütüyordu.
Bunu nasıl yapıyordu?
Seyirciyi etkileyen güçlü görselleri üretme imkânı vardı. Yıkılmış şehirler, karanlık atmosferler, robotlar, klonlar ve gözetim sistemlerini kolayca inşa edebiliyordu. Sinematografi için görsel olarak çarpıcı malzemeler sunabiliyordu. Kitlelere hitap eden anlatılar üretme potansiyeline sahipti. Kahramanın sisteme başkaldırması gibi arketipsel temalar büyük izleyici kitlesine ulaşabiliyordu.
1950’de başlayan Hollywood ve CIA ilişkisi, yalnızca “ajan filmleri” üretmekten çok daha derin ve stratejik bir iş birliğine dayanır. Bu ilişki kimi zaman propaganda, kimi zaman kamuoyu yönlendirmesi, kimi zaman da devlet imajını güçlendirme amacıyla kurulmuştur. ABD’nin imaj yönetimi, algı ve propagandası burada üretilmektedir.
Usame bin Ladin operasyonunu anlatan 2012 tarihli “Zero Dark Thirty” filminin senaryosu bizzat CIA tarafından onaylanmıştı. Bilgi ve belgeyi de onlar sağlamıştı. Yapımcı firma için özel izinleri de almışlardı. Hatta sorgulama sahneleri başta olmak üzere filmin pek çok yerine müdahale edildi. Eleştirmenler tarafından “işkenceyi meşrulaştıran bir propaganda” filmi olarak yorumlansa da bu görüş CIA tarafından hiç ama hiç önemsenmedi.
Ayrıca bu anlamda “The Recruit”, “Argo”, “13 Hours: The Secret Soldiers of Benghazi” gibi birkaç filme de bakılabilir.
Yukarıda da hatırlatmıştık…
Distopik eserler, bugün kurgulanmaya çalışılan dünya düzeninin işaret fişekleri olmuştur. George Orwell’in “1984”, Eldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”, Ray Bradbury’nin “Fahrenhaeit 451”, Suzanne Collins’in “Açlık Oyunları”, Yevgeni Zamyatin’in “Biz”, Anthony Burgess’in “Otomatik Portakal”, Margaret Atwood’un “Damızlık Kızın Öyküsü”, Veronica Roth’un “Uyumsuz”, James Dashner’in “Labirent”, Kasuo Ishiguro’nun “Beni Asla Bırakma” isimli kitapları toplumsal ahlâkın ve fıtrî değerlerin edebiyattan ideolojik/evangelist siyasete nasıl dönüşebileceğinin alt metinleridir.
Türk edebiyatında kaleme alınmış distopik romanların, örneğin İhsan Oktay Anar’ın “Amat” veya Barış Müstecapoğlu’nun “Şamanlar Diyarı Serisi”nin böyle bir gücü olmadığını da kayıtlara geçirmiş olalım.
ABD’nin Hollywood eliyle nasıl bir dünya düzeni kurguladığını daha iyi anlayabilmek için rahmetli Alev Alatlı’nın Turkuvaz Kitap’tan çıkan “Suç Ortağı Hollywood-Kaan’ın Kitabı” (ilk baskısı “Hollywood’u Kapattığım Gün- Kaan’ın Kitabı” adıyla Everest tarafından yayımlanmıştı) kitaplarını şiddetle öneririm.
Türk sinemasında üretilmiş distopik filmlerde de (Mahmut Fazıl Coşkun’un “Anons”, Ömer Faruk Sorak’ın “G.O.R.A.”, yine Mahmut Fazıl Coşkun’un “Yozgat Blues”, Biket İlhan’ın “Kıyamet”, Erdem Tepegöz’ün “Gölgeler İçinde” vb.) aynı küresel etkiyi göremeyiz. Çünkü bu filmler siyasal bir zemin oluştursun diye çekilmemiştir.
İşin özü şudur:
Büyük şeytan, 1950’den bu yana edebiyat ve sinema eliyle bugünün kaos düzenini inşa etti. Bu aşağılık, yıkıcı, can yakıcı ve insanlık dışı politikaların dünden bugüne ortaya çıkmadığını birkaç örnekle vermeye çalıştık.
Şimdi distopik eserler veren edebiyat ve sanat dünyasından şunu bekliyoruz:
Tarihi bükülme, büyük yara alan mutant topluluğu ve sahibi büyük şeytanın yıkılışına doğru eğriliyor. Artık bir Meksika-ABD savaşı mı yoksa yolunu şaşırmamış hakiki ve dirençli bir avuç Müslümanın İsrail’i haritadan nasıl sildiğini mi yazarlar veya çekerler, bilemeyiz. Ama ellerini çabuk tutmalılar…
_______________________________________________________________
ABD’nin operasyon dergisi Time, yeni sayısını “The New Middle East” (Yeni Ortadoğu) kapağıyla yayımladı. İran lideri Hamaney’in yıpranmış bir fotoğrafı ve üzerinde bölgedeki Siyonist ABD/mutant topluluğu alçaklıklarının anlatıldığı başlıklarla yayımlanan derginin hevesinin kursağında kalmasını en büyük dileğim. Bu dipnottan ‘İransevici’ olduğum filan anlaşılmasın. Bu iki cehennem zebanisinin başına kim bir gürz indiriyorsa oyum onlaradır.
Özcan Ünlü / Haber7
Source: M Yazilari
Denizli”nin gizli cenneti Honaz ilçesi; merkeze 10 kilometre uzakta! Şifa arayan da gezmek isteyen de buraya geliyor
Honaz”ın tarihçesi çok eski zamanlara dayanmaktadır. Verimli toprakları, ekonomik zenginlik gösteren iklimi, yeraltı zenginlikleri, jeolojik yapısı; Honaz”ın diğer Ege toprakları gibi çok eski medeniyetlere ev sahipliği yapmasında en büyük etkendir.FRİGİA İLE KARİA BÖLGELERİNİ AYIRIYOR Ve yine Honaz”ın Frigia ile Karia bölgelerini ayırması, savunmaya elverişli bir konumda olması; bütün medeniyetlerin dikkatini Honaz”a çevirmesine neden olmuştur. Frigia, Lidya, Helenizm, Bergama, Roma, izans,Selçuklu, Osmanlı kültür ve tarihinin izlerini taşımaktadır.1207 YILINDAN İTİBAREN TÜRKLERİN KONTROLÜ ALTINA GEÇTİ Türklerin Anadolu”ya gelişinden sonra Bizans ve Türkler arasında birkaç kez el değiştiren kent, 1207 yılından itibaren Türk egemenliğine geçmiştir.1428″DEN İTİBAREN OSMANLI TOPRAĞIBeylikler döneminden sonra, Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlı egemenliğine girmişse de Timur badiresinden sonra, bir süre tekrar Germiyanoğulları”na geçmiş, 1428″den itibaren de tekrar Osmanlı Devleti”nin Anadolu Beylerbeyliği”ne bağlı bir liva ve sancak merkezi olmuştur.1914 YILINDA BELEDİYE KURULDU, 1987 YILINDA İLÇE OLDUHonaz”da idari bakımdan köklü değişiklik 20. yy başlarında gerçekleştirilmiştir. 1914 yılında belediyenin kurulmasıyla resmi hizmetler de artmaya başlamıştır. 1987 yılına kadar Denizli İline bağlı bir nahiye olan Honaz, 19.06.1987 tarih ve 3392 sayılı kanunla ilçe statüsüne kavuşmuştur.HONAZ”DA GEZİLECEK YERLERHonaz Dağı Milli Parkı – HonazHonaz Dağı Milli Parkı, Denizli Honaz, Pamukkale ve Serinhisar ilçeleri sınırları içinde yer alan Honaz Dağı ve çevresinden oluşur. Honaz Dağı yüksekliği 2.571 metre rakımla Ege Bölgesi’nin en yüksek noktasıdır. Akdeniz ikliminin hakim olduğu milli park; flora, fauna ve jeolojik olarak zengin özellikler göstermektedir. Ormanlarla kaplı olan dağın özel iklim koşulları dolayısıyla bitki çeşitliliği zengin olup, çevresindeki diğer alanlardan daha çok bitki türü bulunmaktadır.Saklı Göl- HonazSaklı Göl ya da diğer adıyla Yukarı Dağdere Gölü çam ağaçları arasında oldukça güzel manzaraya sahip doğal bir göldür. Gölün çevresinde piknik yapılabilir. Günübirlik geziler ve doğa yürüyüşleri için ideal bir alandır. Suyu tatlı olup, tatlı su balığı bulunmaktadır.Colossae Antik Kenti – HonazDenizli ilinin 25 km. doğusunda, Honaz ilçesinin 2 km kuzeyinde yer almaktadır. Denizli-Ankara karayolunun 16. km.sinde bulunan Organize Sanayi Bölgesi”nden, Honaz”a giden karayolu Colossae kentinin içinden geçmektedir. Antik kent, Honaz (Cadmos) dağının kuzeyinde, Aksu çayının kenarına kurulmuştur. Antik çağdan beri kullanılan güney şark yolu üzerindedir. Büyük Frigya içinde bulunan en önemli merkezlerdendir. Ksenephon”a göre Frigya”nın 6 büyük kentinden biridir.DEPREM VURMUŞPers egemenliğinde de en parlak çağlarını yaşamıştır. MÖ. III. yüzyıldan itibaren Hierapolis ve Laodikeia”nın kurulması ile önemini yitirmiştir. MS. I. YY.”da Neron döneminde meydana gelen depremle harap olmuştur.KENT DEPREMDEN DOLAYI TERK EDİLMİŞMS. 692-787 yıllarında şimdiki Honaz ilçe merkezinin bulunduğu yerde Chonae adıyla kurulan kent deprem nedeniyle tamamen terk edilmiştir. Chonae kentinde, St. Micheal kilisesinin bulunduğunu eski kaynaklardan öğrenmekteyiz. Osmanlı dönemine ait bir kale kalıntısı mevcuttur.ODA TİPİ MEZARLAR VARColossae antik kentinin kalıntılarına, Akropol olan, höyük tepesi ile çevresindeki arazilerde rastlanmaktadır. Höyüğün kuzeyindeki bölgede kayaya oyulmuş oda ve ev tipi mezarlar bulunmaktadır.Kaklık Mağarası -HonazKaklık Mağarası Denizli Ankara karayolunda Denizli il merkezine 30 kilometre mesafede Honaz ilçesi Kaklık Mahallesi”ndedir. Mağara içerisinde termal su bulunmaktadır.SUYU CİLT HASTALIKLARINA İYİ GELİYORBerrak, renksiz ve kükürt kokulu olan suyun bazı cilt hastalıklarına iyi geldiği bilinmektedir. Ayrıca mağaranın yakınında yüzme havuzu, küçük amfi tiyatro, seyir alanları, kafeterya ve kameriyeler mayıs 2002 tarihinden itibaren ziyaretçilerin hizmetine sunulmuştur.Kaklık Mağarası”nın doğrudan güneş ışığı alan ve sürekli su damlayan duvarlarında, sık bir yosun ve küçük yapraklı sarmaşık türü bitkiler bitmiştir. Aydınlanmaya bağlı olarak gün içinde yeşilin değişik tonlarını alan bu bitkiler mağaraya ayrı bir güzellik katmıştır.ÇINARALTI ŞELALESİ VE ASTIM MAĞARASIDenizli”nin Honaz ilçesinde Çınaraltı Şelalesi, doğal güzellikleri, otantik manzarası ile başta yöre halkı olmak üzere yerli ve yabancı turistler için önemli bir cazibe merkezi haline geldi.20 dönüm arazi üzerine olan bölge bir de restoran var. Restoran manzarasında 5 metre yüksekliğindeki doğal şelalesi, 150 yıllık un değirmeni ve bin yıllık astım mağarasıyla misafirlerine yeşille bezenmiş tarihi bir doku içerisinde nefes alma fırsatı sunuyor.
Source: Gazetevatan.com
Soğukkapı Plajı ziyaretçilerini tarihi yolculuğa çıkarıyor
Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ev sahipliği yapmış küçük koy, ziyaretçilerine tarihle iç içe yüzme imkanı sunuyor.
Soğukkapı Plajı”na, Kızılkule”nin hemen altındaki tarihi kapıdan geçip merdivenlerle ulaşılıyor.
Tarihi surların önünde denize girme keyfi yaşatan plaj, atmosferi, berrak denizi ve huzur dolu manzarasıyla ziyaretçilerine unutulmaz bir tatil deneyimi sunuyor.
Alanya Kalesi”nde süren kazı çalışmaları kapsamında yapılan su altı incelemelerinde, Roma dönemine ait bir tersanenin izlerine de rastlandığı plaj, özellikle havanın açık ve sakin olduğu günlerde turkuaz ve mavinin iç içe geçtiği sularıyla ziyaretçilerini etkiliyor.
Alanya”nın merkezinde yer almasına rağmen kalabalıktan uzak olan plaj, hem kalede yaşayan vatandaşlar hem de şehre gelen turistler için huzurlu bir mola noktası oluyor.
Plajda denize giren tatilcilerden İbrahim Yarımoğlu, plajı Alanya”da yaşayan arkadaşlarının tavsiye ettiğini söyledi.
Burada bir taraftan denize girerken bir taraftan da tarihi atmosferi yaşadıklarını belirten Yarımoğlu. “Burası gelip görülecek ve yüzülecek bir yer. Tavsiye ederim. Tarihi bütün yapıları bir arada bulabilirsiniz. Kalesi, deniz manzarası, tersanesi ile bütün turistlerin uğrak noktası. Manzarası panoramik olarak da çok güzel görünüyor.” dedi.
Tatilci Atakan Akıncı ise ilk kez geldiği plajı çok beğendiğini kaydetti.
Bölgenin çok güzel bir lokasyon olduğunu dile getiren Akıncı, “Deniz temiz ve su sıcak. Herkese tavsiye ederim. Bölgeyi çok beğendim, daha sonraki yıllar tekrar gelmek istiyorum.” diye konuştu.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
Source:
Ayasofya”ya girmeyin çökecek! İlber Ortaylı namaz için Sultanahmet Camii”ne gidin dedi
Tarihçi İlber Ortaylı, Gürol Sözen, Nezih Başgelen ve rehberler, Ayasofya ile ilgili dikkat çeken bir uyarıda bulundu. Ayasofya”nın durumunun kritik olduğunu belirten uzmanlar, tarihi yapıyla ilgili önlem alınması gerektiğine dikkat çekiyor. Ayasofya”ya kimse girmemeliÜnlü tarihçi İlber Ortaylı”dan gelen Ayasofya uyarısı da çarpıcı oldu. Ortaylı şunları söyledi: -Ayasofya’ya hiç kimse girmemeli. 1500 yıllık bu tarihi yapı bu gidişle çökecek. Neden mi? Altı boş, dehlizler var ve ciddi bir restorasyon gerekiyor. -Belki sadece bu haliyle uzmanlar girebilir, muayyen günlerde din adamları girebilir ya da önemli kişilerle namaz kılınır. Böyle giderse ve bina ciddi bir hasar alırsa hatta taban çökerse ülkemiz ciddi bir mesuliyet altında kalabilir.” Her yıl 2 milyon kişi giriyor -“Senede 2 milyon kişi ziyaret ediyor. 16. asırdan yani Mimar Sinan’dan bugüne statik olarak ciddi bir restorasyon yapılmadı. Mimar Sinan destekleri koyarak güçlendirdi zamanında o kadar. -Müslümanı da Hıristiyanı da kimse kullanmamalı bu yapıyı. – “Namaz mı kılmak istiyorsun o zaman Sultanahmet Camisi’nde ya da Süleymaniye Camisi’nde kıl namazını. Mimar Sinan’ın ekol camileri dururken neden Ayasofya? Ayasofya çok hassas bir yapı -Geç Roma devrinden 1500 yıllık çok hassas bir bina burası. Önceden yapılan restorasyonların temeli doğru ayarda değildir, üstüne titrenecek bir yer burası.”
Source: Internet Haber