Ütopyanın Maskesi, Distopyanın Gölgesi
Bir hayal ve bir kâbus: Ütopya ve distopya. Genellikle “var olmayan dünyalar” diye tanımlanırlar. Oysa her biri, kendi çağının acılarını, korkularını ve özlemlerini satır aralarında fısıldar. Ütopyalar, ulaşamadığımız idealleri düşler; distopyalar ise, çoğu kez görmezden geldiğimiz gerçekleri çarpıtmadan haykırır. Bu yüzden her ideal bir kaçış, her felaket senaryosu ise bastırılmış bir çığlıktır. Biz bugün, o hayali âlemlerin yalnızca kurgusal olduğunu sanırken, aslında belki de bir distopyanın, irrasyonel bir dünyanın orta yerine uyanıyoruz her sabah. Zira bazen gerçek, kurgudan daha kurgusal; kabus, hayalden daha kalıcıdır. Ütopya kavramı, ilk kez İngiliz düşünür ve devlet adamı Thomas More’un 1516 tarihli “Utopia” adlı eserinde ortaya çıkar. Eski Yunanca “ou-topos” sözcüğünden türeyen bu kelime, “olmayan yer” anlamına gelir. Yani ütopya, var olmayan ama var olması gereken bir düzenin zihinsel haritasıdır. More’un Utopia’sı, döneminin çalkantılı İngiltere’sinden bir kaçıştır; adil, eşitlikçi, uyumlu bir toplumun düşsel tasarımıdır. Tıpkı Platon’un “Devlet” eserinde kurduğu ideal düzen gibi… Çalışanlar üretir, askerler korur, yöneticiler ise bilgeliğiyle rehberlik eder. Platon’a göre adil bir düzenin temel ilkesi şudur: “Her işi, o işi en iyi yapan yapmalıdır.” Devletin refahı, yönetenlerin bilgeliğiyle mümkündür. Platon’un, yönetici sınıfa filozofları koyma fikri, antik Yunan döneminden günümüze dek tartışılacaktır. Platon’un ütopyasında toplum refahının sağlanması için önce devletin kendi içinde mükemmel şekilde düzenlenmesi gerekmektedir ki bu da her işi, o işi en iyi yapanın yapması gerektiği fikriyle özdeşleşmektedir. Dolayısıyla çalışanlar sınıfı çalışkan, bekçiler yani askerler sınıfı cesur ve yönetici sınıfı da bilgili olmak zorundadır. Bu şekilde toplumun üç temel ihtiyacı olan beslenmek, korunmak ve “danışmak” en iyi şekilde karşılanabilecektir. Çalışanlar üretir, askerler korur, yöneticiler ise düşünür. Ama öyle herhangi bir yönetici değil; bilgeliği, ahlakı ve siyaset bilgisiyle donanmış filozoflar… Çünkü Platon’a göre yönetmek, sadece iktidar değil, öncelikle bilgelik ister. Filozoflar, hakikatin peşinden koşanlar olarak, yönetime en uygun kişilerdir. Onlar, “Ne yapılmalı?” sorusuna cevap ararken sadece gücü değil, iyiyi ve doğruyu da düşünürler. NE BÜYÜK BİR VİZYON DEĞİL Mİ? Tam da bugünkü gibi!(?) Aklın, erdemin, bilginin önderliğinde… Gerçek bir filozoflar meclisi tarafından! Eh, belki biraz servetle, biraz çevreyle, biraz da tanıdık kartvizitlerle bilgeleşmiş; ihale kovalayan, koltuğa tutunan, kamu malını yöneten ama kamuya hiç uğramayan “yeni tür filozoflar…” Liyakat yerine sadakat, bilgelik yerine popülizm ve otoriteye biat, düşünce yerine bağlantı… Yeter ki “yukarı”yla, saraylarla arası iyi olsun… Devletin kaderi teslim edilir. Platon’un filozofları kitaplarla yönetirdi. Bizimkiler “talimat”la. Onlar hakikatin peşinden koşardı; bizdekiler rantın. Demek ki zamanla ideal devlet fikri değil, “ideal kazanç formülü” kalmış geriye. Çünkü artık önemli olan iyi, doğru, erdemli bir şekilde yönetmek değil; koltuğu korumak. O koltuğun ısıtmalı deri döşemesinden kalkmadan, bir ömür “şanlı ve şerefli(?)” bir emeklilik maaşına ulaşmak. Siyaset, kamusal bir görev değil; kişisel bir konfor alanı artık. Kimse geleceği kurmakla ilgilenmiyor, sadece kendi geleceğini güvence altına almakla meşgul. Toplumun değil, bireyin menfaati; halkın değil, yakın çevrenin huzuru önemli. Yönetmek, bir sorumluluk değil; rahat bir yaşam inşa etmenin aracı haline gelmiş durumda. İşin kötüsü, bu düzeni sorgulamak bile “karşıtlık” sayılıyor. Oysa en tehlikeli çöküşler, çöküş gibi görünmeyen konforlar içinde başlıyor… Bugün o “olmayan yer” artık var; sadece tersten. Liyakatin yerini sadakat aldı; bilgi, küçümsenen bir ayrıcalığa, cehalet ise neredeyse bir meziyete dönüştü. Yönetenler artık aklı ve erdemiyle değil, servetiyle, çevresiyle, hangi güç odağına yakınsa onunla var oluyor. Devlet kademeleri, birikimle değil, bağlantıyla tırmanılan merdivenlere döndü. İhaleler işi bilene değil, “kime söz verdik” denilerek dağıtılıyor. En küçük sarsıntıda yıkılan binaların altında yalnızca kolonlar değil; liyakatsizliğin, rüşvetin ve denetimsizliğin ağır enkazı da gömülü. Ekonomik kriz, yoksulu açlığa, orta sınıfı hayatta kalma savaşına mahkûm etti. Paran yoksa, iktidara da yakın değilsen; adalet senin için sadece adliye koridorlarında yankılanan bir kelime… İşsiz gençler umutlarını yurt dışı ilanlarında ararken, emekliler bir kilo etin maliyetini hesaplayarak yaşıyor. Kadınlar sokakta can korkusuyla, öğrenciler üniversitelerde gelecek kaygısıyla yürüyor. Eğitim, geleceğe hazırlamak yerine kalabalıkları oyalayan bir vitrin haline geldi. Ahlaki pusula kayboldu; kopya çekmek, yolsuzluk yapmak, sahtecilik, adam kayırmak, göz yummak adeta başarı kriteri oldu. Kısacası: Platon’un ideal devleti, bilgiyle yükselirken; bizim düzen, çürümüş çıkar ilişkileriyle ayakta kalmaya çalışıyor. Platon’un filozof krallarından eser yok artık. Onların yerini ihaleci ağabeyler, yandaş müteahhitler ve çıkar ilişkileriyle örgülenmiş yönetsel simülasyonlar aldı. Bir zamanlar “olmayan yer” olarak tarif edilen ütopya, bugün “olmaması gereken” her şeyin sıradanlaştığı distopik bir gerçekliğe dönüştü. *** 1602’de Campanella, Güneş Ülkesi adlı ütopyasında doğayla uyum içinde yaşayan, erdemli bireylerden oluşan bir toplum hayal etti. Ona göre gelişim yalnızca maddi değil, manevi ve ahlaki bir sorumlulukla mümkündü. İnsan, doğayı sömürerek değil; onunla bütünleşerek ilerleyebilirdi. Bugünse o bütünlük, rant uğruna paramparça. Ormanlar artık gelecek için değil, otel temelleri için yanıyor. Kıyılar betona, dağlar madene teslim edildi; ülkenin ciğerleri sermayeye peşkeş çekilen arsalar haline geldi. Campanella’nın erdemli yurttaşları yerine, ceplerini büyütmek için ormanı ateşe veren “yeni yurttaşlar” türedi. *** Marx ve Engels’in 1848’de kaleme aldığı Komünist Manifesto , ütopyayı sınıfsız, eşit, özel mülkiyetin ortadan kalktığı bir toplum olarak tasavvur eder. Herkese ihtiyacı kadar, herkesin gücü yettiğince… Bugünse tablo tam tersi: Eşitlik bir hayal, sınıf farkı bir kader. Mülkiyet artık bir ihtiyaç değil, bir gösteri. Sahip olmak, var olmaktan önce geliyor. Kamu malları peşkeşle yok ediliyor; doğa, insan, hatta adalet bile iktidarın hükmüne yazılmış. Zenginliğin yasası yok; yoksulluğun ise cezası var. Dünya, artık Trump gibilerinin yönettiği bir yer. Tüccarların, şovmenlerin, işin ehli değil işin sahibi görünenlerin eline mahkum edilmiş zavallı bir gezegen. *** Ütopyalar umutla, distopyalar uyarıyla yazılır. Ütopyada ideal olan hayal edilir; distopyadaysa, mevcut düzenin çürümüş hali resmedilir. Orada huzur yoktur, adalet yoktur, güvenlik yoktur. Halk korkuyla terbiye edilir, sessizlikle yönetilir. Devlet ya her şeyi kontrol eder, ya da hiçbir şeyi… Ama her iki durumda da toplum çaresizdir. Distopyalar, bir sistemin gidebileceği en karanlık yönü gösteren alegorilerdir. Gözetim, özgürlük kaybı, propagandalaşmış medya, tek tipleştirilmiş birey… Kimi zaman bir teknoloji distopyanın aracıdır, kimi zaman da hukuk sisteminin ta kendisi. Bugün de bazı yerlerde, iktidara karşı çıkanlar “suç”la, düşünce sahipleri “tehlike”yle özdeşleştiriliyor. Hak, yalnızca sadık olana; özgürlük, sadece iktidar sınırları içinde tanınıyor. Teknoloji ise bilgilendirmekten çok aldatmak, izlemekten çok yönlendirmek için kullanılıyor. Yalan haber, sahte belge, manipülasyon… Gerçeklik artık bir olgu değil, bir mühendislik ürününe dönüşmüş durumda. George Orwell’ın 1984’te kurduğu distopik evren de tam olarak buydu. Her bireyin izlendiği, her sözün denetlendiği, her bilginin yeniden yazıldığı bir dünya. “Büyük Birader” her yerdeydi; ama asıl güç, onun her an orada olabilirliğindeydi. İnsanlar, ne düşüneceklerini bile başkasından öğreniyordu. Gazeteler iktidarın dediğini yazıyor, dil bile sistemin belirlediği şekilde kurgulanıyordu ve düşünmek… başlı başına bir suçtu. TANIDIK GELDİ Mİ? Ütopyalar, ulaşamadığımız bir iyiliğin hayalidir; distopyalar, içinden çıkamadığımız bir kötülüğün tasviri. Bizse bugün o arada, ütopyayla distopya arasındaki sisli eşikte yaşıyoruz. Ne tam bir kabustan uyanabiliyoruz, ne de gerçekten güzel bir geleceği düşleyebiliyoruz. Birilerinin hayali olan bu dünya, çoğumuz için çoktan bir kabusa dönüştü. Gerçeğimiz öyle flu, öyle çarpıtılmış ki, en korkunç senaryolar bile sıradanlaşmış durumda. Burası bir “olmayan yer” değil artık. Burası, olması gereken her şeyin dışlandığı bir yer. Bir ütopyanın gerçekleşemediği, distopyanın ise artık fark edilmediği… Yanlışın meşrulaştığı… Alıştığımız her şeyin, aslında kabullenilmiş bir çöküş olduğu. *** UNUTMADIK, AFFETMEDİK, KABULLENMEDİ… Bir 2 Temmuz daha geride kaldı. Tam 32 yıl önce, Sivas’ta, bir otelin içinde insanlar düşünceleriyle, kimlikleriyle, şiirleriyle diri diri yakıldı. 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanı gerici bir güruhun organize ettiği saldırıda, yanarak ya da dumandan boğularak, göz göre göre ve devletin gözleri önünde(!) katledildi. O gün sadece insanlar değil, aynı zamanda bir ülkenin vicdanı, adalet umudu ve ortak geleceği de alevler içinde kaldı. Sanıkların avukatlığını yapanlar arasında dönemin Adalet Bakanı da vardı. Refah Partili avukatlar, sonradan AK Parti ve Saadet Partisi saflarında yükseldiler; içlerinden bakan, milletvekili, yönetici olanlar çıktı. Katillerin bazıları hâlâ firari. Davanın firari 5 sanığıyla ilgili dosya, 13 Mart 2012’de “zaman aşımı” gerekçesiyle düşürüldü. 2023 Eylül ayında görülen son duruşmada ise, aralarında Murat Sonkur, Eren Ceylan ve Murat Karataş’ın da bulunduğu firari sanıklar hakkında ağırlaştırılmış müebbet istenmesine rağmen, mahkeme 30 yıllık sürenin dolduğunu öne sürerek yargılamayı tamamen sona erdirdi. Katliamın asli faillerinden olan Hayrettin Gül’ün ömür boyu hapis cezası ise Cumhurbaşkanı tarafından kaldırıldı… Bu ülkede adalet, Madımak’ta yanmaya devam ediyor. Biz biliyoruz ki o yangın, yalnızca bir oteli değil; bir toplumu da küle çevirdi. Bu ve buna benzer küllerin arasından yeni bir gelecek kurulacaksa, o geleceğin temeli ancak ve ancak adaletle, yüzleşmeyle ve utancın hafızaya kazınmasıyla atılabilir. O nedenle Madımak bir utanç müzesine dönüştürülene kadar, bu yangının hesabı sorulana kadar, mücadelemiz sürecek. 2 Temmuz 1993’te kaybettiğimiz tüm canları saygı, özlem ve öfkeyle anıyoruz. Unutmadık. Affetmedik. Kabullenmedik.
Source: Sadık Çelik
Yanmadan aydınlığa çıkmak…
2 Temmuz 1993. Madımak katliamı. Dün müydü? Bugün mü? Yoksa yarınımız mı? Şu son 20 yıldır yaşadığımız gerçekler bana bu soruyu sık sık sorduruyor. Ülkemde yangınlar birbirini izliyor: Hatay, Bilecik, Osmaneli, Manisa Akhisar, İzmir, Salihli, Seferihisar, Turgutlu, Aydın, Isparta… Onlar kasıtsız ya da bile isteye cehaletten, liyakatsizlikten, denetimsizlikten, beceriksizlikten kaynaklanmış olabilir. Ama en korkunç yangın içimizde, ciğerimizde. Onun nedeni örgütlü kötülük ! Cehalet yangını, yobazlık yangını, gericilik yangınının nedeni örgütlü kötülük… Gazze’de uygulanan zulme karşı Hz. Muhammed ile Musa peygamberin ruh dostluğunu simgeleyen bir barış karikatürünün yol açtığı hezeyan ve linçi başka nasıl açıklayabiliriz ki… 2 Temmuz 1993’e dönüyorum: O günün ve gecenin her anını anımsıyorum. Sonraki günlerde “evet ama” ve “ancaaak” lı açıklamaları yapanları, “Aziz Nesin de çok oldu” diyenleri de… Bugünkü duruma gelmemizde, o “ama ”lı, “ancak” lı bahanelere sığınıp katliamı yok sayanların rolü büyük. O nedenle unutmamalı, unutturmamalıyız! O GÜNDEN BUGÜNE O günden bugüne rejim değişti. Türkiye’nin her alandaki tüm referansları daha çok dine yöneldi. Ülkemde hak hukuk adalet, siyasal erkin emrine verildi. Köktendincilik, yobazlık, bağnazlık, mezhepçilik, ayrımcılık arttı. Eğitimde adım adım karşıdevrim uygulanır oldu. Kadına karşı şiddet, kadın cinayetleri, çocuk gelinler çoğaldı. Kızların okula gitmesi azaldı, evlilik yaşı düştü, resmi nikâh mecburiyeti kalktı. Anadolu Müslümanlığı, Arap Müslümanlığına dönüştü. Suçluların “zamanaşımı” ndan yırtmasını dönemin başbakanı Erdoğan , “Milletimize hayırlı olsun” diye alkışladı. O günden beri mağdur ailelerin avukatlarına göre “Haklarında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilen 23 sanığın 17’si geçtiğimiz aylarda tahliye edildi; ikisi ise cumhurbaşkanının af yetkisi ile salıverildi. 32 yıldır dava sürmekte…” AZİZ NESİN DİYOR Kİ Yanmadan aydınlığa çıkacağımız günleri beklerken sizleri Aziz Nesin ’in Sivas katliamı yazısıyla baş başa bırakıyorum: (“Ömrüne Sığmayan Adam: Aziz Nesin 1915-2015” sergi kataloğundan aldım.) *** “2 Temmuz 1993 günü, Sivas’ta 10 bin insan, sekiz buçuk saat ‘Şeriat isteriz’ diye ulumuştur. Sekiz buçuk saat, Madımak Oteli’nde kapana sıkıştırılmış gibi biz devleti bekliyorduk. Ben bu devletin nasıl devlet olduğunu bilmeme karşın, hâlâ içimde şöyle ya da böyle bir devletin bulunduğu umudu ve inancı vardı. Bu yüzden nasıl olsa kurtulacağımıza inanıyordum. 37 insanın cayır cayır yakılmasından ve 60 insanın yaralanmasından sonra hemen hemen bütün gazeteler, buna benim Sivas’taki konuşmamın neden olduğunu yazdılar. 2 Temmuz günü, yani benim konuşmamın ertesi günü çıkan hiçbir gazetede benim Sivas konuşmam yoktu. Öyleyse nereden çıkarıyorlardı benim Müslüman Sivas halkını kışkırtıcı, İslamı küçültücü, aşağılayıcı sözler söylediğimi? Yaşamımın hiçbir döneminde İslam dinini ve Müslüman dindarları küçültücü bir söz söylemediğim gibi hiçbir inancı ve inanç bağımlılarını aşağılamadım. Ama kendimin dinsiz ve Tanrısız olduğumu da yadsıyarak ikiyüzlülük yapmadım, yalancılık yapmadım. Benim Sivaslıları kışkırtarak bu toplu kıyıma neden olduğumu salt bu faciadan en çok sorumlu olması gereken içişleri bakanı söylememişti: Aynı yalanı cumhurbaşkanı, başbakan, ana muhalefet partisi genel başkanı da yineleyerek Türk ve dünya kamuoyuna yaydılar. Birey olarak hiç kimse tek başına suçlu değildir. Suçlu, bağnazlara ve köktendincilere derece derece ödün veren bütün hükümetlerdir. En sonuncu hükümet en suçlu olandır.” Sevgili okurlar, 19 Mart’tan bu yana süregelen direnci, yozluğa, yobazlığa, gericiliğe ve karanlığa karşı direnci ve hiç azalmayan azmi yaşadıkça… Özgür Özel ’in her geçen gün liderliğini ve mücadelesini büyüttüğüne, ona inanan kitlelerin çoğaldığına tanıklık ettikçe… İktidarın konuşulması gerekenler yerine CHP operasyonlarına sarılışını gördükçe umudumu diri tutuyorum. Yanmadan da aydınlığa çıkabileceğimize inanıyorum.
Source: Zeynep Oral
Teğmenler kararı nasıl değiştirildi
Zaman, anı bir atom yoğunluğunda biriktiriyor. Ne kolay konuşup geçiyoruz. Sanki her yeni olay bir eskisini dibe bastırarak unutturuyor. Oysa daha dün konuştuk. Üstüne kavgalar ettik. Geçen yıl, 30 Ağustos’ta, “ Mustafa Kemal ’in askerleriyiz” diyerek kılıç çattıktan, anayasaya bağlılık andı içtikten sonra üniformaları üzerlerinden sökülen teğmenlerden söz ediyorum. Önümde yeni çıkan bir kitap duruyor. Gazeteci Ersin Eroğlu , son dönemde sıkça konuştuğumuz “teğmenler” konusunu Cumhuriyet için baş veren Kubilay ’dan bugüne ele almış. Elbette son bölümü geçen yılki hadiseye ayrılmış. ATATÜRK HARBİYE”DEN SİLİNİYOR Eroğlu’nun kitabında, soruşturma dosyası ayrıntılarıyla yer alıyor. Biliyorsunuz, her yıl edilen yemin, bir anda programdan kaldırılmıştı. Teğmenler buna rağmen geleneği tekrar ettirmişti. Teğmenlerin hassasiyetinin nedenini, Teğmen İzzet Talip Akarsu savunmasında şöyle anlatmış: “Tören provalarının başlaması sonrası, tören yönetmeliğinde yemin üzerindeki değişiklik üzerine arkadaşlar bu metnin tekrardan değiştirilmesinin teklifi yönünde bana telkinlerde bulundular. Ben de bunun üzerine sıralı amirlerime silsileyi atlamaksızın gerekli tekliflerde bulunmak için kendileri ile görüştüm. Sonraki süreçte taburdaki arkadaşlarım bu konu üzerinde daha da ısrar ettiler. Bu ısrarın nedeni benim de katıldığım okulun kültür ve geleneklerinde süregelen değişiklikler ve özellikle kurucu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün ismini, değerini hafızalardan silmeye yönelik değişiklikler olduğunu düşünüyorum. Bunu açacak olursak 2019’dan itibaren eğitim-öğretim gördüğümüz Kara Harp Okulu’nda özellikle Atatürk ile özdeşleşmiş marşların (İzmir Marşı, Biz Atatürk Gençleriyiz Marşı, 10. Yıl Marşı vb.) ve yürüyüş kararlarının (En Büyük Türk Atatürk, Sarı Saçlı Mavi Gözlü vb.) yasaklanması bizi derinden üzen ve hayal kırıklığına uğratan olayların başında gelmektedir. Bu olaylar eski okul komutanımız G.Y. döneminde olan olaylardan sadece birisidir.” Asıl derdin “yemin” değil, Harbiye’den Atatürk’ün silinmesi projesi olduğu olayın kahramanının ifadelerinden anlaşılıyor. İLK OYLAMA TEĞMENLERİN LEHİNE Kitapta, ifadesi alınan en üst rütbeli isim olan Korgeneral G.Y’den Harbiye’nin bahçıvanı R.K ’ye kadar hemen herkesin anlatımları var. Biliyorsunuz, teğmenler hakkındaki soruşturma, 4’e karşı 5 oyla ihraçla sonuçlandı. Ancak… Kitap sayesinde, daha önce duyduğum, ancak teyit edemediğim bir olayın detaylarını öğrendim. Eroğlu, şöyle aktarıyor: “Teğmenlerin Yüksek Disiplin Kurulu’nun karşısına çıktığı 16 Ocak ile ihraç kararının açıklandığı 1 Şubat arasında Kara Kuvvetleri’nde hareketli günler yaşanıyordu. Teğmenler savunmasını yaptıktan sonra Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan ayrıldı. İlk oylama orada yapıldı. Oylama sonucunu öğrenmek için ulaştığım askeri kaynaklar ilk oylamada komutanların 7’sinin ihraca karşı oy kullandığını kaydetti.” Evet, Eroğlu’nun konuştuğu kaynaklar, ilk oylamanın 7’ye karşı 2 teğmenlerin lehine olduğunu söylemiş. BASKI İLE OYLAR DEĞİŞTİ Eroğlu, devamını şöyle anlatıyor: “Haber, önce Beştepe’ye ardından Milli Savunma Bakanlığı’na ulaştı. Tanrılar, kurban istiyordu. Yüksek Disiplin Kurulu üyelerine baskılar yapıldı. Hepsiyle tek tek görüşüldü. Kara Kuvvetleri Komutanı Selçuk Bayraktar kararın ‘oybirliğiyle ihraç’ şeklinde olması gerektiğini iletiyordu.” Eroğlu’nun söylediğine göre ilk oylamanın sonucu, daha sonra yukarıdan yapılan baskılar ile değiştirilmişti: “Baskı bir yerden sonra sonuç verdi ancak karar yine oybirliğiyle çıkmadı. İhraca karşı çıkan YDK üyelerinden üçü oyunu ihraçtan yana çevirdi. Şerh koyan 4 komutanın kararı ise değişmedi.” Kitabı okuduktan sonra Ersin Eroğlu’nu aradım. Anlattıklarını, yaşayanlarla görüşüp teyit etmişti. Yazdıklarından emindi. Meğer başta teğmenlerin lehine çıkan karar sonradan değiştirilmiş. Yine de direnen dört asker, teğmenlerin lehine karar çıkaramasa da tarihe kritik bir not düşmüş. Disiplin Kurulu üyelerini arayanlar hâkimleri de kararları için arıyorlar mı diye düşünmeden edemedim. ANDI YAZAN BİLE GİTTİ Elbette biliyoruz, hayat onlar için kolay olmadı. Karara şerhte direnen Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı Korgeneral Tevfik Algan , kızağa çekilmesi üzerine, 19 Şubat’ta istifa etti. Kara Kuvvetleri Komutanlığı Lojistik Başkanı Tuğgeneral Hakan Tutucu , “geçici görevlendirme” ihtimali üzerine, 28 Şubat’ta istifa dilekçesini verdi. Oysa Hakan Tutucu, 6 Şubat depremlerinde emir beklemeden İskenderun’da ilk gece enkaza girerek askerleriyle 22 kişiyi kurtaran isim olarak akıllarda yer etmişti. Biliyorsunuz sadece onlar değil, 5 teğmenle birlikte, onların komutanlığını yapan Albay Mustafa Alper Topsakal , Yarbay Halit Türkoğlu ve Binbaşı Murat Ertürk de ihraç edildi. Yıllarını dağlarda terörle mücadeleye vermiş askerlerdi. Böylece, Harbiye’de “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sözleriyle akıllara kazınan o yemin, 10 askeri üniformasından etti. Bu kadar değil… Ersin Eroğlu, 1995 yılında Kara Harp Okulu’nda o yemini yazarak ilk kez okuyan Metin S ’yi de bulmuş. Özel Kuvvetler’den emekli olan Metin S., bu olaya kadar Milli Savunma Üniversitesi’nde ders veriyormuş. Yıllar önce metni onun yazdığı anlaşılınca derslerine son verilmiş. Başından sonuna kadar okuduğum kitap, teğmenlerin değil ama onları tasfiye edenlerin son derece organize ve maksatlı bir iş yaptığını gösteriyor. Atatürk’ü silmek, Cumhuriyete bağlılığı yok etmek, gücü kullanıp gözdağı vermek… Kim bilir, belki de bir karikatüre tepki görüntüsü altında şeriat sloganları atıp ölmekten-öldürmekten bahseden organize grubun şiddet eylemleri de teğmenlere karşı yapılan tasfiye operasyonun devamıdır. Bir güne bir asrın sorunları birikiyor. Belki en büyük hazinemiz hızla geçip gidene rağmen diri tuttuğumuz hafızamız.
Source: Barış Terkoğlu
Sivas 93: İç barışa kibrit!
Sivas katliamının 32. yılını iç barış arayışları içinde olduğumuz bir süreçte andık! 2 Temmuz 1993, yakın tarihimizin en acı sayfalarından biridir. Büyük umutlarla başlayan DYPSHP koalisyonunun terör olaylarıyla sarsıldığı günlerdi. 17 Nisan 1993’te 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal ’ın ölümünün ardından 16 Mayıs’ta Başbakan Süleyman Demirel onun koltuğuna oturmuştu. Tansu Çiller DYP genel başkanı ve başbakan olmuştu. SHP genel başkanı ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü koltuğu bırakmaya hazırlanıyordu. Böylesi bir siyasal iklimde Sivas’ta yapılan Pir Sultan Abdal şenlikleri provokatörlerin oyun alanı oldu. Sanki şenlikler dine karşı bir hareketmiş gibi bir ortam oluştu. Şenliklere katılan aydınların kaldığı Madımak Oteli ateşe verilirken göstericiler, “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak” sloganı atıyordu. 3 Temmuz Pazar sabahı gün ağarırken Türkiye tarifsiz bir karanlığa gömülüyordu. *** Aslında 1993’e bütün bakınca tablo daha da netleşiyor. 24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu ’nun öldürülmesi tüm ülkeyi sarstı. “Kalpaksız kuvvacı” Mumcu, Türkiye’yi ayakta tutan pek çok sütunun taşıyıcısıydı, savunucusuydu… Mumcu’nun acısı dinmeden 17 Şubat 1993’te dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis ’i taşıyan uçak Ankara’da kalkıştan hemen sonra düştü. Bitlis’le birlikte 5 kişi şehit oldu. Resmi açıklama uçağın kanatlarının buzlandığını söylüyordu ama yapımcı firma kanıtlarıyla birlikte bunun mümkün olmadığını açıklıyordu. Bitlis, terörle mücadelenin kıyasıya sürdüğü o günlerde, “Bölge halkını kazanmadan hiçbir mücadeleyi kazanamayız” görüşünü fiili bir doktrin olarak kurumla paylaşmıştı. 24 Mayıs 1993’te ise Bingöl-Elazığ karayolunda 33 silahsız Mehmetçiği taşıyan otobüs durduruldu. Terör örgütü 33 eri kurşuna dizdi. O günler her şeye karşın koalisyonun demokratikleşmeyi konuştuğu günlerdi. Bu saldırıdan sonra bir SHP’li bakanın şunu mırıldandığını anımsıyoruz: “Bu koşullarda artık demokratikleşmeden söz etmek çok zor!” Uğur’suz yıl bununla bitmedi. 2 Temmuz 1993’te Madımak yangını karanlığı koyulaştırdı. Daha Madımak’ın dumanı tüterken 5 Temmuz’da terör örgütü Erzincan’ın Kemaliye ilçesi Başbağlar köyüne indi. Akşam namazını kılan cemaati camiden çıkarıp köy meydanında kurşuna dizdi. 33 kişi orada can verdi. Pir Sultan şenliklerini aleve ve dumana boğanlar bunun hangi sinir uçlarına dokunacağını biliyordu. Akşam namazını kılanları kurşuna dizenler hangi sinir uçlarına dokunacağını biliyordu. İşte 1993 iç barışa bombanın koyulduğu, kurşunun atıldığı, kibritin çakıldığı bir yıl oldu. *** 32 yıl sonra yine 32 kısım tekmili birden iç barışı konuşuruz. Koalisyon ortakları Demirel ve İnönü daha hükümet birinci ayını doldurmadan 8 Aralık 1991’de Diyarbakır’a gitmişti. Demirel orada yurttaşlara şöyle seslenmişti: “Kürt realitesini tanıyoruz!” Arkası yukarıda özetlediğimiz 1993! Bugün “terörsüz Türkiye” diye tanımlanan, içinin nasıl doldurulacağı tam olarak bilinmeyen bir sürecin içindeyiz. Talihten ders alınması en büyük dileğimiz. Aradan aylar geçti; söylemleri bir yana koyarsak hâlâ 22 Ekim’deyiz! İç barış bir partinin ya da sadece siyasi iktidarın tek başına gerçekleştirebileceği bir hedef değil! İktidar, “Terörü bitireyim ama yanına muhalefeti de koyup gömeyim” mantığında ısrar ettiği sürece işimiz çok zor! Bereket, toplum siyasetten daha ileride, bir arada yaşamanın bilincinde!
Source: Mustafa Balbay