KENDİ CELLADINA AŞIK OLMAK: Gücün Büyüsüne Kapılan Toplumlar

KENDİ CELLADINA AŞIK OLMAK: Gücün Büyüsüne Kapılan Toplumlar

Toplumlar bazen göz göre göre karanlığa yürür. Hatta yürümekle kalmaz, o karanlığa âşık olurlar. Tıpkı bazı bireylerin kendine zarar veren ilişkilerde ısrarla kalması gibi. O cellat figürü ne kadar yıkıcıysa, ona duyulan bağ da o kadar güçlü oluyor. Sonra da aşk gibi kıymetli bir kavrama yükleniyor tüm kabahat, suç, günah ve ardından gelsin türküler. “Aşkın gözü kör olsun…” Halbuki aşk değil bu… körlük belki ama ondan da fazlası: Bir tür teslimiyet, bir tür boyun eğiş, bir tür tutsaklık. Kör olan aşk değil; vicdan, akıl, hatta insanlık… Kör bir toplumsal romantizmin içinde, kendi celladına methiyeler düzen kalabalıklar, toplumlar… Sevdiği tarafından ezildikçe ona daha da sarılan insanlar… İnsanlığa güç denilen zehrin damla damla içirildiği bir yüzyıl… Tüm dünya bu sarmalın içinde. Güçlü görünen, sesi çok çıkan, “söz dinleten” liderler tercih ediliyor. Lider değil, gölge devler seçiyoruz sanki. İtaat ettikçe büyüyen, büyüdükçe korkutan, korkuttukça daha da büyüyen varlıklar. Sandık kuruyoruz, temsil yetkisi veriyoruz, onlar ise her oyu bir biat kabul ediyor, etmek istiyor. Her yerden sızıyor çürüme. Yalnızca yolsuzluk değil; merhametsizlik, insafsızlık, ölçüsüzlük… Dünya artık sadece daha az yaşanabilir değil; aynı zamanda daha az hissedilebilir bir yer. Gerçekle kurduğumuz bağ çözülüyor. İnsanlık, gerçekle bağını yitirmiş bir uyurgezer gibi, gözleri açık ama gönlü uykuda bir halde savruluyor. Bu uykunun içinde büyüyen yeni bir insan tipi var. Güce tapınan, merhameti küçümseyen, empatiyi alaya alan, çıkarcılığı zekâ sanan bir tür… Bir döngü gibi kendini tekrar eden, aynı şablonla üretilmiş gibi duran “modern cellat adayları” … İşte yeni bir haber: Üsküdar’da bir lisede, bir kız öğrenci arkadaşını tuvalette bıçakladı… Korkunç ama artık şaşırtmıyor. Çünkü benzer haberlerle uyanıyoruz her sabah, bazen ülkemizde bazen dünyanın geri kalanında. Okul basanlar var artık… Sırt çantasına silah yerleştirip sabah derse değil, infaza gider gibi çıkan çocuklar… Sınıf arkadaşlarının üzerine kurşun yağdıranlar… Sırf bir anlığına “tanrı rolü” oynamak için, bir saniyelik gücün sarhoşluğuyla tüm dünyayı yakmaya hazır olanlar… Boşanmış eski kocasının gazabından sokak ortasında bile kaçamayan kadınlar… Çocuklarının gözleri önünde kurban edilen anneler… “Benimsin ya da kara toprağın” diyen erkeklerin gölgesinde büyüyen bir toplum… Ama bu trajediler bir anda yaşanmıyor. Kadın cinayetlerine giden yolun kaldırım taşları, çoğu zaman fark edilmeden döşeniyor. Bu yolun başında, kadını özgür bir birey olarak değil; bir eş, bir anne, bir aidiyet nesnesi olarak gören bakış yatıyor. Kadının hayalleri, kararları, kendi olma hakkı geri plana atılıyor. Toplumda hâlâ kadını evin, ailenin ya da çocuk doğurmanın ötesinde tanımlamakta zorlanan güçlü kalıplar var. O yüzden kadın cinayeti yalnızca bir son değil; çoğu zaman uzun bir yok sayılmanın, değersizleştirmenin, bastırmanın gecikmiş bir patlaması oluyor. Trafikte yol vermedi diye camdan silah çıkaranlar var sonra… “Niye yan baktın?” diye cana kıyanlar… Bir bakışa, bir söze, bir varoluşa bile tahammül edemeyen, öfkesini “kutsal bir hakka” dönüştürenler… Pazar yerinde yürüyen tertemiz bir çocuğu, yine tertemiz olması gereken yaşta kapkaranlık bir kalbe dönüştüğü için bıçaklayıp hayattan koparan başka çocuklar… Çünkü o, şiddeti bir suç değil, bir dil gibi öğrendi. Güçle konuşmayı, öfkeyle var olmayı… Sevilmenin, fark edilmenin, hatta sadece hayatta kalmanın yolunun bazen bir yumruk, bazen bir bıçak, bazen de soğuk bir namludan geçtiğini sandı. Ona merhamet öğretilmedi; alkışlanan hep güçlüdür. Güçlü olan haklıdır. Güce sahip olan, hükmeder. Diğeri ya boyun eğer ya da yok olur. Alın size yeni insan tipolojisi… Çekirdekten yetişen cellatlar. Bunlar münferit değil. Bu, yeni insan tipinin klinik raporu. Tertemiz olması gereken yaşta, kalbi kararmış çocuklar. Empati yoksunu, vicdan yoksunu… *** Marx , doğu toplumlarının yapısal durağanlığını, merkezi güce mutlak bağımlılıklarını ve değişimden kaçışlarını vurgular. Ona göre bu topraklarda güç sadece bir yönetim biçimi değil, bir inanç sistemidir. Güçlü olan konuşur. Güçlü olan haklıdır. Güçlü olan, kutsanır. Güç, her zaman baştan çıkarıcıdır. Gücün bir fetiş nesnesine dönüşme kapasitesi kaydadeğerdir. Güç, mülkiyete; mülkiyet, itaate; itaat ise tahakküme evrilir. Bu döngüde düşünce, özgürlük ve bilim ya baskılanır ya da hiç doğmadan boğulur. Çünkü sorgulamak, sarsmaktır. Halbuki doğuda güç, asla sarsılmamalıdır. Batı”da üretim ilişkileri dönüşürken, buhar ve makineler üretimi mekanikleştirirken, Doğu hâlâ toprağın, geleneğin ve bedensel emeğin egemenliğindeydi. Bilgi değil, bilek değerliydi. Bilene değil, korkulana hürmet gösterilirdi. Feodal beyler, sultanlar, ağalar ne derse o olurdu. Düşünce değil, tahakküm konuşurdu. Bu gibi yapılar içinde aykırılık bir tehdit sayılır. Sesi yükselen susturulur, soru soran ya sapkın ya hain ilan edilir. Baskı bir yöntem değil, adeta bir toplumsal yapıştırıcıdır. Bu yapı yalnızca bireyleri değil, tüm bir toplumu teslim alır. İradesini, yaratıcılığını, geleceğini… İşte bu nedenledir ki böyle toplumlarda yönetim hakkı, hak edene değil, elinde gücü tutana aittir. Çünkü akıl değil, güç takip edilir. Merhamet değil, ceza meşrulaştırılır. Güç, sadece bir yönetme aracı değil, bir tapınma nesnesi haline gelir. Doğu”nun belki de en büyük trajedisi, zincirine alışması değil; onu kutsaması oldu. En büyük günahı ise o zinciri kırmaya çalışanlara sırt çevirmesi… *** Güce tapınma artık yalnızca doğunun meselesi değil; tüm dünyanın ortak salgını. Ama doğunun damarlarında daha eski, daha derin, daha kadim… Güç, burada sadece bir araç değil, bir tutku. Kas gücünden silaha, siyasetten paraya kadar her türlüsüyle… Kimin sesi çok çıkıyorsa o konuşur, kimin eli ağırsa onun sözü geçer. Zamanla bu güç biçim değiştirir. Bir dönem fiziki zorbalıktır, bir dönem sokakta hüküm süren kabadayı; sonra takım elbise giyer, oy toplar, rant dağıtır. Mafya usulü çökmeler yerini siyasal nüfuzla yapılan tahsislere, yağmalara bırakır. Artık gömlek giymiş kabadayılar vardır. Rant, oyla ölçülür. Hazine arazisi artık sandıkla dağıtılır. Mafya usulü örgütlenme yerini siyasal kayırmacılığa bırakır. Yağma devam eder, sadece dili resmileşir. Bugün siyasetin geneline baktığımızda, ister iktidarda ister muhalefette olsun, aynı döngüyü görüyoruz. Siyaseti meslek haline getirmiş, onu bir geçim kapısı olarak gören insanlar… Kamu kaynaklarını, kentlerin değerlerini, toplumun geleceğini pazarlık masasına yatıran bir yapı… İdeal değil çıkar, liyakat değil sadakat, hizmet değil kazanç merkezli bir düzen. Artık güç, sadece otorite değil, bir kariyer planıdır. Bu planın sonunda kalan ise soyulmuş kentler, satılmış değerler, yoksullaşmış bir toplumdur. *** İtalya”nın Lucca kentinde bir işkence müzesi vardır. Orta Çağ’dan kalma ceza aletleriyle dolu: Gerdirme tezgâhları, kafa eziciler, dil kesiciler, utanç kafesleri… İnsanların cezalandırmayı nasıl böylesine yaratıcı bir sadizme dönüştürdüğünü görmek tüyler ürpertici. O dönemin kurbanları genellikle kadınlar, çocuklar, yoksullar… yani sesi çıkmayanlar. Asıl korkunç olan, bu aletlerin kendisi değil. O aletleri icat ettiren zihin… Daha da korkuncu: Bugün o zihnin hâlâ aramızda, üstelik genellikle çok daha “incelmiş” biçimlerde dolaşıyor olması. Celladına âşık olma meselesi tam da burada anlam kazanıyor. Sadece bireysel ilişkilerde değil, toplumsal tercihlerde de… Toplumlar zaman zaman göz göre göre kendi cellatlarını seçiyor. Narsist, otoriter, ceberrut, tahakkümle büyüyen liderlerin peşine düşüyorlar. Acının kaynağını bilip yine de ondan medet umuyorlar. Lucca’daki işkence aletleri paslanmış demirden… Bugün kullanılanlar ise görünmez. Orta Çağ’da insanlar bedenlerini kaybederdi; bugün ise onurlarını, hayallerini, akıllarını kaybediyorlar. O zaman zincir vardı, şimdi ekran. O zaman gerdirme tezgâhı vardı, şimdi ekonomik baskı, psikolojik yıpranma, değersizlik hissi… Belki de en kötüsü: O günün mahkûmları çığlık atardı, bugünküler ise susmak, gülümsemek, normalleştirmek zorunda. İşte bu yüzden, modern çağın işkencesi, tarihin en paslı giyotini bile masum gösterecek kadar derin.

Source: Sadık Çelik