Kültür Rüzgârı: Sanat, Miras ve Eğlence Dolu Etkinlikler!

Grok zamanlarında yaşamak

Bir arkadaşımdan geldi. Instagram iletisi… ’70 li yıllar. Bikinili dört kadın güneşin altında mutlu mesut uzanmış. “Ne güneş yağı ne güneş gözlüğü ne fazla kilolar ne silikon” yazıyor altında: “Sırf güneşin okşadığı bir ten. O yıllarda kimsenin kolesterol saplantısı yoktu. Güneşten kimse korkmazdı. İnsanlar sabahtan akşama tarlada, bahçede, deniz kenarında açık havada yaşardı. Birbirleriyle konuşur, gülerlerdi. Cep telefonları yoktu. Kimse kalori, adım, kalp atışı ve uyku saatlerini saymazdı. Hayat ölçülmez, yaşanırdı. Çıplak ayaklar altında sıcak kumlar ve tuzlu bir yel. Çocuklar deniz kabuğu toplardı, arkada hafif İtalyan melodileri çalardı ve kimse acele etmezdi. Gökyüzünde yalnız kuşlar, özgürlük, uçsuz bucaksız bir mavilik vardı. Biz bir şeyleri yitirdik. Yitirilen sırf değişen gıdalar değil, kopan bağlar. Doğa ve birbirimizle, kendi doğal ritmimizle olan bağları yitirdik… İhtiyacımız olan şey belki daha fazla bilim değil. Daha basit zevkler, daha çok bağ ve daha çok sahici hayata ihtiyacımız var.” Plajda güzel bir günün mükemmel mutluluk sayıldığı yıllardı onlar… Bir “altın çağ” gibi belleğime kazınan ’70 leri, içimi “cız” ettirerek hatırlatan bu çarpıcı iletinin ardından, Repubblica yazarlarından ünlü İtalyan düşünür Umberto Galimberti ’nin, “Varoluşumuzun hâlâ bir anlam ufku var mı?” yazısına takıldım. İnsan evet bunları hep aklından geçiriyor ama kendi kendine düşününce “Acaba bana mı öyle geliyor? Yaşlanıyor muyum yoksa?” oluyor. TEKNOLOJİ ÇAĞININ KODLARI “17. yüzyılda bilimsel metodolojinin doğumu ile başlayan ve aydınlanma ile en üst tanımına ulaşan akıl çağı bitti” diyor Galimberti özetle ve ekliyor: “İçinde bulunduğumuz postmodern çağ, teknoloji çağı. Teknoloji şimdiye değin olduğu gibi insanın emrinde ve hizmetinde olan bir şey değil. Teknoloji, bundan böyle insanın duygu ve düşünce biçimini etkileyen bir ‘evren’ e dönüştü. Tarihin başlangıcından bu yna insanın her zaman bir anlam ufku olageldi. Eski Yunan’da örneğin bu ‘doğa’ idi. Ardından bunu, (dinler) ‘Tanrı’nın Sözü’ izledi. Derken akıl çağı geldi. Bugün ise gezegeni kuşatan bir teknoloji çağındayız. Teknoloji çağının öncekilerden farkı herhangi bir anlam ufkundan yoksun olması, görev tanımına girmeyen bir hakikat ve kurtuluş, özgürleşme vaat etmemesi. Teknoloji sadece çalışır ve işlev görür. Tarihi bellekten yoksundur ve sonsuz manipülasyona açıktır. İnsanın anlam haritasını oluşturan -birey, kimlik, özgürlük, gerçek, kurtuluş gibikavramlarla bu bağlamda artık vedalaşırken önceki dönemlerde birer referans oluşturan siyaset, etik, doğa, din, tarih gibi olguların da geçerli çerçeve oluşturamadığını teslim etmek lazım… Heidegger aydan yeryüzünün ilk fotoğraflarının yayımlandığı 1966 yılında bu gerçeği görmüş ve ‘Tamamdır’ demişti: ‘Atom bombasına hacet yok. İnsanın yeryüzüyle bağlarının kopması için bu kadarı yeter. Bundan sonrası teknolojiye kalmış.’ ” “Gerisi kör uçuş” diye bitiriyor Umberto Galimberti yazıyı: “Çünkü teknolojiyi üretme kapasitemiz, sonuçlarını görme kapasitemizden artık çok daha üstün.” KIYAMET FAŞİZMİNİN YÜKSELİŞİ Kontrolden çıkan teknolojinin belki de çarpıcı bir örneğini, hafta başında Türkiye de “soruşturma açılmasıyla” sonuçlanan yapay zekâ-Grok krizinde gördük. Grok, gecenin ortasında şok… şok… şok sözlerle Cumhurbaşkanı Erdoğan ’ı hedef aldı ve ağza alınmayacak ifadelerle gündem oldu. Sabahleyin gün ışıdığında bu ifadelere erişim engeli getirildi ve bir “soruşturma açıldığı” öne sürüldü. Ama konu bir hakaret davası olmasının çok ötesinde, Grok’un -yani teknolojininöngörülemeyen şekilde kontrolden çıkmasıyla ilgiliydi. Elon Musk ’ın denetiminde bulunan Grok, aynı günlerde Polonya Başbakanı Donald Tusk ’a da saldırmış ve de skandal yaratan Hitler övgüleriyle gündem olmuştu. ABD de 3. bir parti kurmak hazırlığında olan Musk; “yapay zekâ” sının ayarlarını “daha düzen karşıtı” söylemler üzerine kurmaya kalkışınca teknolojinin ipi elinden kaçmış ve Grok ortalığı birbirine katmıştı. “Yapay zekâ da gözaltına alındı!” diye gülünecek bir ortam yok gerçekte. Bilimkurguya taş çıkartan bir distopyanın içindeyiz. Gazeteci ve aktivist Naomi Klein kontrolden çıkan ortamı genelgeçer “Kıyamet faşizminin yükselişi/The rise of end times fascism” sözleriyle tanımlıyor. “İklim krizi ve olası yeni pandemilerle hızla ilerleyen yapay zekânın ‘kıyamet faşizmine’ çanak tuttuğunu” belirten Klein, bu faşizmin öncekilerden farklı olduğunun altını çiziyor. “1930’lar ve ’40 lar faşizmi içeriden olanlara, altın çağ olarak bir ufuk sunuyordu. Bugün (Galimberti’nin işaret ettiği gibi!) böyle bir ufuk yok” diyor. Uçurumdan geri dönüş mümkün mü? Güneşin altındaki o gamsız günlere dönüş ne kadar mümkünse, sanırım o kadar mümkün.

Source: Nilgün Cerrahoğlu


Diktatörlüğün gölgesinde mimari değişimler

“Onun gibi biri için oturduğu şehir bir koza gibiydi, rahat bir kovuk, güvenli bir yapıydı. Bunun dışında kalan her şey tehlike demekti.” Lizbon’a Gece Treni romanının başkarakteri Gregorius, İsviçre’nin Bern kentinden ayrılmadan önce işte böyle hissediyordu yaşadığı şehirle ilgili, “bir koza”. Bir kitabın peşine takılıp Lizbon’a geldiğinde ise şehrin insanı yoran, yokuşlu sokaklarına girip çıkarken düşüncelerinin değişmeye başladığını fark etti: “O ana kadar burada çocukluğunun Bern’inden geçtiği duygusu içindeydi. Şimdiyse Lizbon’dan geçiyordu, sadece Lizbon’dan.” Yabancı bir şehrin kendine ait zamanı, oraya yeni gelmiş bir yabancıyı içine almadan önce görünmez bir direnç gösterir. Her seferinde saydam, neredeyse yumuşak bir engele çarparak geriye sektiğini hissedersiniz. Sonra şehrin dili yavaş yavaş belirginleşmeye başlar, kelimeler bir araya geldikçe manzaranın çözünürlüğü artar ve artık şehir, yabancı bir yer olmaktan çıkar. MİMARİ İPUCU VERİR Mimari tasarım, özellikle ilk kez ziyaret ettiğim şehirlerde beni tutkulu bir şekilde kendine çeken en önemli konulardan biri. Bir şehrin mimarisinden o ülkenin tarihine, estetik yaklaşımına, geleneklerine, gizlemek ya da vurgulamak istediği konulara ilişkin pek çok ipucu edinebilirsiniz. Biçimsel ve estetik yönlerin yanı sıra kamusal binaların tasarımları, rejimlerin talep ettiği (ya da dayattığı) toplumsal inşa rolünü yansıtabilir. Kısacası mimari hemen her şeyi içerir. Bauhaus akımının kurucusu mimar Walter Gropius’a göre “yeni mimari, çağımızın entelektüel, toplumsal ve teknik koşullarının kaçınılmaz mantıksal ürünüdür”. Salazar, 1910’da yıkılan monarşinin ardından 1926’ya kadarki süreçte siyasi ve ekonomik anlamda bocalayan Portekiz’i “doğru yola sokmak için” seçilmiş kişiydi ve ülke için yapabileceklerinin en başında mimari düzenleme geliyordu. Portekiz’in keşifler dönemini “ulusun kutsal bir mirası” olarak görüyor, bunu yaşayan sembollerle kalıcı kılmak istiyordu. Salazar rejimi, mimariyi bir ideolojik propaganda aracı olarak kullandı. Mussolini diktatörlüğündeki İtalya, Nazi Almanyası ve Francocu İspanya gibi diğer otoriter rejimlerle benzerlikler taşısa da kendine özgü bir “Portekiz modeli” geliştirdi. Bu model Katolik muhafazakârlık, Lusitanya integralizmi, faşizm ve kalkınmacı yönelimler içeriyordu. Kutsadığı erdemler ise diktatörlerin hep başvurduğu başlıklarla aynıydı: “Tanrı, vatan, aile, çalışmak”. PORTEKİZ EVİ “Estado Novo” mimarisinin “Estilo Portugues Suave” denen (Portekiz gelenekçi/ılımlı tarz) karakteri, rejimin toplumdan beklentisiyle örtüşüyordu; yumuşak, kaderine razı, tarihi geçmişiyle gurur duyan, barışçıl. O dönemde Salazar’ın sağ kolu gibi çalışan Mimar Raul Lino, Portekiz Evi hareketinin kilit ismiydi. Geometrik formların, cephelerdeki sadeliğin Portekiz’in ulusal ruhunu küçümseyici nitelikte olduğunu düşünüyor, balkon süslemelerini, kabartmalı heykelleri geri istiyordu. Çünkü Lino’ya göre mimari milliyetçilik bir zevk meselesi değil, ulusu yeniden inşa etmek için bir gereklilikti. Sütunlu yapılar, büyük revaklar, katı ve klasik bir yargı (devlet) gücünü sembolize ediyordu. Şüphesiz öyleydi! Viyana’daki Kızıl Viyana döneminin sembolü olan konut kompleksi Karl Marx Hof gibi mekânlardan dehşet içinde söz ediyorlardı. Bu kocaman bloklar “çirkinlik, devrim ve nefreti” kışkırtabilirdi. Bir diktatörün kâbusu bundan başka ne olabilirdi ki? Bu yüzden aşırılıkları ve anarşiyi uzak tutmanın yolu olarak toplu konutların veya gökdelenlerin değil, bağımsız kırsal evlerin inşa edilmesi söz konusuydu. Küçük bağımsız evler sessizliği, huzuru ve sevgiyi, sahip olma duygusunu teşvik edecek dolayısıyla aile duygusu artacaktı. Bunun yanı sıra Portekiz gibi ışıklı bir ülkede, neden pencerelerin küçük, sıralı birer kutu biçiminde tasarlandığını merak edebilirsiniz zira ben etmiştim. Salazar, özellikle modernizmin uzun yatay pencerelerine atıfta bulunarak bunların “ışığın zayıf ve hüzünlü olduğu karanlık ülkeler” için uygun olduğunu, Portekiz’de ise “güneşin her deliğe sızdığını” ve “ışığın kısılması gerektiğini” düşünmüştü. Hatta Portekiz’in en güneşli iklime sahip Algarve bölgesinde göz hastalıklarının sorumlusunun aşırı ışık olduğunu bile söylüyordu. ‘NORMAL YAŞAM’ Politik baskı, sansür uygulamaları ve Katolik Kilisesi’nin yardımıyla Estado Novo rejimi, geçmişle sürekliliği önemseyen muhafazakâr dünya görüşünü dayatmakta kısmen başarılı olacaktı. Salazar şu sözleri her fırsatta dile getiriyordu, “Tek bir amacım var: Portekiz’in normal yaşam ritmini sürdürmesini sağlamak.” Salazar, normal yaşamın sınırlarını çizedursun “normal olmayanın” zaman içinde çatlaklardan sızmasını izleyeceğinden habersizdi. Halk, bireysel ve kolektif düzeyde bazen bu “normal” yapıya uyum sağlasa da farklı yaşam alanları ve anlamlar inşa etti. İnsanların görünürlüğünü ve denetlenebilirliğini amaçlayan, devleti yücelten, bireyi disipline eden klasik anıtsal düzen üzerine kurulu kamusal alanlar beklenmedik şekillerde kullanıldı. Salazar sanırım en büyük hayal kırıklığını kendi ideolojisinin taşıyıcısı olarak gördüğü Coimbra Üniversitesi’yle ilgili yaşamıştı. İtalyan ve Alman faşist mimarisinden esinlenen mekânlar, 1960’lardan itibaren öğrenciler tarafından muhalefetin odağına dönüştürüldü. Özellikle Coimbra Üniversitesi Matematik Fakültesi binası 1969 öğrenci ayaklanmasının kıvılcımı olarak işlev gördü. Diktatörlerin kent mimarisiyle kurduğu ilişki, hiçbir zaman teknik ve estetik düzeyde kalmıyor; ideolojik bir araç, toplumsal kontrol mekanizması olarak iş görüyor. Tüm yöntemlere, önlemlere ve korkulara rağmen yine de halkın sesi her zaman faşist duvarların çatlaklarından sızıyor.

Source: Ayşenur Tanrıverdi


Fantastik aksiyon Superman ile dramatik animasyon En Değerli Hediye gösterimde: ‘İyilik simgesi’ Superman

Çizgi roman karakterlerin en popüler süper kahramanı Superman ilk kez halkla DC Comics dergisinde (1938) buluştu. Animasyon filmi sinemada (1941) gösterime girdikten sonra ilk uzun metraj Superman (1951) bağımsız Lippert Şirketi tarafından gerçekleştirildi. Amerikan toplumunun yaşamında Superman, 86 yıldır en ikonik kahramandır. Richard Donner, Christopher Reeve ve Marlon Brando’yla Superman’i (1978) çekti. Reeve, en iyi Superman karakteriyle, Marlon Brando da kısacık rolünden aldığı astronomik ücretle sinema tarihine geçti. Çok sayıda devam filmleri yapıldı. DC Comics’in tüm mitolojisini kucaklamak isteyen yönetmen James Gunn, yeni versiyona (2025) güncel boyut katarak karakterin kökenlerine uzandı, aksiyon, komedi, dram türünü ustalıkla harmanlayarak Superman/ Clark Kent’in özüne ulaşıp hümanist yönünü ortaya çıkardı. Karşımızda güncel sorunlarla boğuşan, ayakları yere basan, duygusal, iyilik dolu bir Superman var. Çağımızın sığınmacılık, teknoloji milyarderleri, derin devlet, sosyal medya bağımlılığı devlet, sosyal medya bağımlılığı gibi sorunlarını eleştiren Gunn eski, yeni karakterleri bir araya getirmiş: Kötü adam Lex Luthor, gazeteci Lois Lane, Ultraman, Engineer, Metamorpho, Adalet Birliği, uçan köpek Krypto. Teknoloji milyarderi Luthor ikili oynar, Amerikan hükümetiyle çok yakındır, aynı zamanda totaliter Boravia devletine gizlice silah satar. POLİTİK BİR MASAL Halkın çok sevdiği Superman, Luthor’un entrikalarıyla bir numaralı düşman ilan edilir, adaleti sağlamak için diğer süper kahramanlar devreye girer. “En büyük gücüm insan olmaktır” diyen kahraman koruyucu, kurtarıcı iyimserliğiyle, hümanizmiyle teknokratların manipülasyonlarını, hükümetin komplolarını savar. Superman aslında Krypton gezegeninden dünyaya sığınmış bir göçmendir. Yabancı düşmanlığını vurgulayan Gunn’ın filmi politik bir masaldır, göçmenlerin kurduğu ABD’nin tarihidir, günümüzde ne yazık ki yitirilen iyiliğin, dayanışmanın gerçek değerini anlatır. İmha etmenin, öldürmenin etik olmadığını gösteren, “Herkes için bir film çektim” diyen James Gunn’ın Superman’inde David Corenswet, Rachel Brosnahan, Nicholas Hoult oynuyor. Corenswet hümanist kahramanda çok başarılı. Mekân tasarımları (Yalnızlık Kalesi bölümü) özel efektler, müzik etkileyici. Her şeye karşın etik değerlerimizi yitirmemeliyiz mesajı dikkat çekiyor.

Source: Aslı Selçuk


Pakistan’daki ilgiye inanamadım

SERA TOKDEMİR Söz ve müziği bana ait bir şarkı çıkardım. “Deme” isimli şarkımız henüz çok yeni. Tuncay Şanlı”nın Sapanca”daki otelinde çektik klibimizi. Ona da çok teşekkür ediyoruz. Ekin Uzunlar hayranıyız herkes gibi. Bir şarkı yapmıştım bunu Mustafa Ceceli ile eşinin aşkına binaen yazmıştım. O da sosyal medyasında paylaşınca şarkı çok beğenildi. Yıllar sonra Ekin okumak istediğini söyleyince çok mutlu oldum. Mustafa”nın abisi Sinan Ceceli isteyince çok heyecanlandım. Severek kullandığım bir kozmetik markasının Pakistan yüzü olarak reklam çekimleri için bu ülkeye gittim. Orada inanılmaz seviliyormuşum, inanamadım. Diriliş Ertuğrul”da oynadığım karakter gibi katıldım lansmana. Ortadoğu”da çok seviliyor Türk dizileri. Sonra ikinci kez düğün için gittim. Onun dışında Milano”dayım. Oğlum orada Ekonomi İşletme okuyor. Sürekli onun yanına gidiyorum. Oyuncu olmayı istemedi. Küçükken istiyordu hatta ben çocuk dizisinde oynarken “Gel sen de oyna” dedim ama “Şimdi istemiyorum” dedi. Gazi Koşusu benim için çok özel. Türk atçılığının derbisi. Rahmetli babam efsanevi at sahibi olarak tanınıyor. Beynelmilel koşuyu kazanan ilk Türk at sahibi. Bizim de Gazi Koşusu”nda defalarca atımız koştu. At farklı bir yaşam tarzı. YAZDIĞIM ŞARKIYI AJDA PEKKAN OKUDU Şarkı sözü yazmayı, kelimelerle oynamayı seviyorum. Oyunculuğun da etkisi olabilir. Bir hikâye örgüsü kuruyorum, ona göre yazıyorum. Ajda Pekkan da söyledi şarkımı. O da şöyle oldu. Serdar Ortaç bana beste attı, dinlediğimde ruhum beni Ajda Pekkan tarzına götürdü. Ona yönelik sözler yazmaya başladım. Sonuçta herkesin bir tarzı, yorumu var. Ortaya Ajda Pekkan şarkısı çıktı, Serdar”a attım. “Bu şarkıyı mutlaka dinletelim, çok beğenecek” dedim. O sırada Serdar zaten Ajda hanıma iki şarkı vermiş. “Albümü kapattı, almaz” dedi. Ben de çok güvendiğim için şarkıyı Samsun Demir”e ve Behzat Gerçeker vasıtasıyla Ajda hanıma ulaştırmayı başardım. Dinleyince çok beğendi. Serdar”dan aldığı iki şarkıdan birini çıkarıp bunu koydu yerine. Şarkı Ajda hanımın kısmetiymiş, böyle bir gurur yaşadım. Mustafa Ceceli ile “Aşk Haklıyı Seçmiyor” şarkısına yaptığımız düet 20 milyona yaklaştı. Stüdyoya girdiğinde bütün enstrümanları kendisi çaldığını gördüm ve çok şaşırdım. EKİN UZUNLAR İLK HARBİYE KONSERİM İÇİN ÇOK HEYECANLIYIM “Aldılar Hevesimi” adlı şarkı yaptım. Güzel dönüşler alıyorum. Yaylalara çıkarken mesajlar, videolar atıyorlar. Sera”nın 7 sene önce yaptığı şarkıyı söylüyordum sahnelerde. Kız arkadaşımla da güzel bir anısı var. Bunun Sera”nın olduğunu bilmiyordum. Daha önce Mustafa Ceceli de okumuş. Sinan Ceceli ve Orkestrası projesi var. O proje için okudum bu şarkıyı. Ben normalde Karadeniz şarkıları söylüyorum biliyorsunuz. Bu şarkıyla biraz risk aldım açıkçası. Karadeniz şivesi yapmadan bu şarkıyı okudum. Kemençe o kadar güzel yakıştı ki çok sevdim. Ben beste yapabiliyorum, söz yazamıyorum. Aslında müzik türü folk”a döndü. Ünlü Dj”ler ud ve bağlama kullanıyor. Artık kemençe de kullanılıyor. Kemençe”yi popüler müziğe uygulamaya çalışıyoruz. Amerika”da kemençem sayesinde çok konser verdim. Size dünyanın kapısını açan şey enstrümandır, o yüzden enstrümanıma çok şey borçluyum. Şimdi Kanada turnem olacak. Bugün ilk Harbiye konserimi vereceğim. Çok heyecanlıyım. Karadeniz müziği temsilcisi olarak bir mücadele verdik, duvarları aştık. Bizim içn büyük vitrin orası. Bostancı”da sold out konser vereceğim iki kere. Harbiye konserim de full. Güzel sürprizlerim var, çok güzel hazırlandık. Ailem izleyecek onları utandırmamam lazım. Oyunculuk da yaptım. Karadeniz türkülerin hepsinde yaşanmışlık vardır o yüzden herkese dokunur. Biz sezonluk, yazlık şarkılar yapmıyoruz, bizim şarkıları ömür boyu dinlersin. Volkan Konak mesela şiirlerde yaşardı. Aydın bir kişilikti, bizim gibi Karadeniz gençlerinin karanlık sokağının lambasıydı. Onu örnek aldık, çok nasihatler verdi bize. Her Karadenizli müzisyenin repertuvarında bir Volkan Konak şarkısı mutlaka vardır. Mustafa Ceceli şarkılarını çok severim, benim de kariyerimde önemli bir yeri vardır sağ olsun. Pandemide çıkardığımız “Öptüm Nefesimden” şarkıyla tanındım. Yolumu o şarkı açtı. Akıl koçluğu da yaptı bana, şöhret olduktan sonra neler yapıp yapmamam gerektiğini söyledi hep mentörlük yaptı bana. Ben hiç ego yapmadım. Geç de olsa hayır demeyi öğrendim ama kimseyi kırmadım. Bizim insanımız seni sokakta çay içerken görmeyi seviyor. Benim gece hayatım yok. Tatilde Bodrum”a değil, memleketime gitmeyi seviyorum. RABİA TUNÇBİLEK BEYONCE İLE TANIŞMA BİLETİ KOVALIYORUM Yeni bir bebeğim oldu. Yaza girerken kıpır kıpır bir şarkı yapmak istedim. Aktif bir sosyal medya kullanıcısıyım. Orada eski şarkıların gündeme geldiğini gördüm. Z kuşağının bilmediği ama sözleri çok güzel pek çok şarkı var. Biraz popa da özlem olduğunu düşünüyorum. Bu şarkıyı çocukluğumdan hatırlıyorum. Sözü ve bestesi Serdar Ortaç”a ait. Ondan iznimizi aldık, dinletince çok beğendi. Büyükada”da çok güzel cıvıl cıvıl bir klip çektik. Genç isimlere destek verilmesi çok hoş. Kendi jenerasyonuma özel bir şarkı yapmak istedim, tepkiler güzel. Babam beni türkü söylerken hayal ediyordu aslında. Konserlerde türkü söylüyorum babam için. Yurtdışı konserlerim güzel geçiyor. Ne zaman sahneye çıksam şarkılarımı hep beraber söylüyoruz, fotoğraflar çektiriyoruz. Yeni yerler yeni şehirler ve tatlar keşfetmeyi seviyorum. Ekin uzunlar benim yurtdışı arkadaşım. Ona beni sorsanız, “Çok yemek yiyor” der. Liseye başladığımda kendi sesimi keşfettim. Beyonce”nin performans videosunu izleyince “Ben de öyle olacağım, müzik yapacağım” dedim. Ailem inanmadı tabii ki. “Fen Lisesi”nde okuyorsun, ne zaman yapacaksın. Bu bir heves geçer” dediler. Onların istediği gibi Endüstri Mühendisliği”ni okudum beni serbest bırakın dedim. Sonra onlardan gizli ses yarışmasına girdim, orada birinci olunca, kader beni İskender Paydaş ile tanışmaya götürdü. Onunla düet yapıp klipte oynadık. Bana çok destek verdi. “Sen benim yeni Atiyemsin” demişti. Hatta bizi tanıştırdığında “Ben yeni Atiye değilim, başka bir tarzda olacağım” dedim. Ondan çok şey öğrendim. İlk kulaklığı onun stüdyosunda taktım. Volga Tamöz”le çalıştım. Kaç senedir uğraşıyorum. Kapısını çalmadığım aranjör kalmadı. Kendi neslimden aranjörlerle çalışıyorum. Büyüyünce imkânlarım olduğunda sevdiğim sanatçıların konserlerine gitmeye başladım. 3 hafta önce Beyonce”yi izledim canlı olarak Londra”da. Beyonce”u kanlı canlı önümde görünce melek inmiş gibi kaldım. O hayranlık başka bir şey. Şimdi tanışma bileti kovalıyorum. FATMA AYDOĞAN OPERA YERİNE HALK MÜZİĞİNİ TERCİH ETTİM Çocukluktan beri gelen Halk müziği geçmişim var. Türkü dinlenen bir evde büyüdüm. Güzel Sanatlar okudum, İTÜ Konservatuvarı”nda Ses Eğitimi ve Halk Müziği Bölümü okudum. Babamın sesi güzel, 5 kardeşiz. İlkokul 3″te başladım aslında. Öğretmenlerim yönlendirdi. Yarışmalara katıldım dereceler aldım. Kendi yolumu liseden itibaren halk müziğine çevirdim. İstesem ses rengi açısından opera da okuyabilirdim ama ben halk müziğini tercih ettim. Kendi kültürümüzü yansıtmak istedim. Ergenlik döneminde Neşet Ertaş bozlaklarıyla tanışınca kendimi orada buldum. Fahri doktora aldığında Neşet ustayla tanışma imkânımız oldu. Konservatuvarda Erol Parlak hoca da beni çok destekliyordu. Benden övgüyle bahsettiğini öğrendim yıllar sonra. Rüyalarımda Neşet Ertaş”la düet yaptığımı görüyorum. 5 yaşında bir kızım var. Bu süreyi beste yaparak geçirdim. Türküler yazmaya çalıştım. Yaptıklarımın elektronik müziğe uygun besteler olduğunu gördüm. Türkülerin elektronik müzikle daha da güçlendiğini düşünüyorum. Bu yeni tarzla yeni kitle yakalamaya çalışıyorum. Halk müziği kitlesi bizi zaten bir nebze tanıyor, ama yenilik konusunda çok katılar. Bu kadar katı olmamaları lazım. Mayıs ayında sözü ve müziği bana ait “Gitme Gitme”yi, haziranda “Hasta Gönlüm”ü çıkardım. “Boşvermişiz” isimli şarkım da yeni çıkacak.

Source: İlker Gezi̇ci̇


Selim Terzi: Van Kültür Yolu Festivali şehre sanat, turizm ve hareket getiriyor

Van, bu yıl Türkiye Kültür Yolu Festivali”nin yedinci durağı oldu. 9 gün sürecek festivalde konserlerden sergilere, tiyatrodan dijital sanatlara 320 etkinlik düzenleniyor. Kültür Yolu Festivali, hem kültürel mirasın tanıtımına hem de şehir turizmine önemli katkı sunmayı hedefliyor.Bu yıl Türkiye Kültür Yolu Festivalleri kapsamında yedinci durak Van oldu. İkinci kez Van”da düzenlenen festivalin hazırlıkları yine büyük bir heyecan ve özenle tamamlandı. Türkiye Kültür Yolu Festivali Direktörü Selim Terzi, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Vanlıların ve çevre illerden gelen misafirlerin dopdolu bir festival süreci yaşayacağını belirtti.Festival kapsamında ana sahne konserlerinden çocuk etkinliklerine, dijital sanatlardan geleneksel sanatlara, Filistin direnişine selam duran söyleşi ve sergilere kadar geniş bir yelpazede etkinlikler düzenleniyor. Van”ın farklı noktalarında, yaklaşık 20 ayrı alanda toplamda 320 etkinlik ziyaretçilerini bekliyor. Terzi, bu yıl dünyaca ünlü sanatçı Picasso”nun eserlerinin de Van”da sanatseverlerle buluşacağını vurguladı. Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi, Güzel Sanatlar, Kütüphaneler ve Kültür Varlıkları Genel Müdürlükleri de festivale özel projelerle katkı sağlıyor. KÜLTÜR YOLU FESTİVALİ ŞEHİRLERİN TURİZMİNE KATKI SUNUYOR Selim Terzi, festivalin sadece kültürel değil ekonomik anlamda da şehirler için önemli bir değer taşıdığını vurguladı. Kültür ve Turizm Bakanı”nın da bu festival aracılığıyla şehirlerin turizm hareketliliğini artırmayı hedeflediğini belirten Terzi, “Çok şükür bu hedef doğrultusunda emin adımlarla ilerliyoruz,” dedi.Kültür Yolu Festivali”nin şehir ekonomilerine katkısının yanı sıra yerel kültürel değerlerin tanıtımı açısından da çok kıymetli olduğunu belirten Terzi, her yıl daha da büyüyen ve gelişen bir yapıdan bahsetti. Festivalin yerelle güçlü iş birlikleri kurarak her şehrin kendi kültürel dokusunu görünür kıldığını ifade etti. KÜLTÜR YOLU DÜNYADA BENZERİ OLMAYAN BİR FESTİVAL MODELİ Festivalin uluslararası düzeyde de dikkat çektiğini belirten Selim Terzi, Avrupa Festivaller Birliği”ne yapılan üyelik başvurusunun kabul edilmesinin önemine değindi. Geçtiğimiz yıl Avrupa Festivaller Birliği”nin festivali yerinde izlemek üzere Türkiye”ye geldiğini hatırlatan Terzi, heyetin gördükleri karşısında büyük bir şaşkınlık yaşadığını aktardı. “Dünyada bu kadar geniş zamana yayılmış, bu kadar fazla sanatçıyla yapılan ve bu kadar geniş kitlelere ulaşan başka bir festival olmadığını söylediler,” dedi.Festivalin ikinci yılından itibaren kurumsal yapısını daha da pekiştirdiğini ifade eden Terzi, sürekli gelişen ve adeta yaşayan bir festival olduklarının altını çizdi. Aynı zamanda somut olmayan kültürel mirasların çocuklara, gençlere ve toplumun her kesimine tanıtılması açısından da büyük bir fırsat sunduğunu belirtti. “Geleneklerimiz ve değerlerimiz, kültür yoluyla birlikte, sanatımızla birlikte daha görünür hale geliyor,” diyerek sözlerini tamamladı.

Source: Ekim Devrim Manduz


Türkiye’den 22 şehir listede! İşte il il sıralaması

Türkiye toplam 22 UNESCO Dünya Mirası alanına sahip.

Bu alanlar 1985’ten günümüze kadar listeye eklenmiş olup son olarak bir il daha eklendi.

Bu miras alanlarının her biri, tarihi, mimariye ve doğal güzelliğe dair zengin bir perspektif sunar.

İŞTE O LİSTE

Source:


Sarıkaya’ya son veda

Galatasaray”da yöneticilik ve Sportif AŞ Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulunan İsmail Sarıkaya son yolculuğuna uğurlandı. Sarıkaya”nın cenazesi dün Etiler Camii”nde öğle namazına müteakip kılınan cenaze namazından sonra Anadolu Kavağı Mezarlığı”na defnedildi. Cenaze törenine Başkan Dursun Özbek ve yöneticiler katıldı.

Source: Fotomaç


Yoğurt, döner, baklava yetmedi: Osmanlı”nın incisine de “efsane yemeğimiz” dediler

Yunanistan merkezli bir yemek platformunda yayınlanan içerik, Osmanlı mutfağının gözde yemeklerinden “hünkarbeğendinin” “efsanevi bir Yunan yemeği” olarak tanıtılmasıyla tepkilere neden oldu. İçeriğinde közlenmiş patlıcan, beşamel sos ve kuzu eti bulunan ve ismini doğrudan Osmanlı padişahlarının sofra geleneğinden alan bu klasik lezzet, Yunan mutfağına aitmiş gibi gösterildi.

“ADI BİLE TÜRKÇE, DAHA NE OLSUN?”

TGRT”nin derlediği habere göre haberin yayımlandığı Cook Out Skai adlı internet sitesinde hünkarbeğendiye dair verilen tarifte, yemeğin Osmanlı kökenine dair hiçbir bilgiye yer verilmeden, doğrudan “efsanevi Yunan mutfağı klasiği” ifadeleri kullanıldı.

Ancak bu yemek yalnızca içerikleriyle değil, ismiyle bile kökenini açıkça ortaya koyuyor. “Hünkarbeğendi”, kelime anlamıyla “padişahın beğendiği” anlamına gelirken, tarihçesi de Osmanlı arşivlerinde detaylı şekilde yer alıyor.

Bu olay daha önce yoğurt, cacık, döner ve baklava gibi lezzetlerde de benzer sahiplenme girişimlerini gündeme getiren bir zincirin son halkası oldu. Türk mutfağına özgü tatların uluslararası platformlarda farklı kimliklerle sunulması, sosyal medyada da geniş yankı uyandırdı.

İKİ RİVAYET, TEK SARAY LEZZETİ!

Osmanlı mutfağında hünkarbeğendinin doğuşuna dair iki rivayet bulunuyor. İlki; yemeğin 17″nci yüzyılda Sultan IV. Murad döneminde yapıldığına işaret ediyor. Sarayın aşçıları, padişahı etkilemek için közlenmiş patlıcan ve kuzu etini bir araya getirince, ortaya bu benzersiz lezzet çıkıyor.

İkinci rivayet ise 19″uncu yüzyıla, Sultan Abdülaziz ve Fransa İmparatoriçesi Eugenie”nin İstanbul ziyareti dönemine dayanıyor. Aşçılar, günler süren demeler sonucunda padişahı ve konuklarını memnun edecek bu özel yemeği hazırlıyor ve o günden sonra sofraların vazgeçilmezi haline geliyor.

Source: Haber Merkezi


Bodrum”un Gülben”i

Habertürk ten Erdal Öztürk ün haberine göre; Gülben Ergen tatil sezonunu Bodrum’da açtı. Evinin bulunduğu iskeleden denize giren Gülben Ergen, objektiflere böyle yansıdı. Ergen, telefonla konuştuğu sırada verdiği tepkiler dikkat çekti.

Source: Habertürk


Artık lezzet de bir gösteri

Yemekle kurduğumuz ilişki artık yalnızca damakta değil ekranda da yaşanıyor. Son yıllarda yemeğe ilişkin algımız köklü biçimde değişti. Eskiden iyi yemeği tanımlayan ölçütler belliydi: Kaliteli malzeme, ustalık, yerel dokunuş… Oysa bugün çatalı elimize almadan önce telefonumuzu alıyoruz. Çünkü artık yemek yalnızca yenmiyor aynı zamanda “performe ediliyor”. Bu dönüşümün merkezinde elbette sosyal medya var. Araştırmalara göre bireylerin yüzde 77’si ne yiyeceğine sosyal medyada gördüklerine göre karar veriyor, bir mekâna gitmeden önce mönüsünden çok Instagram profilini inceliyor. Işık, kadraj, duvar rengi, masa örtüsü… Örneğin Boston’da Boston Chops isimli bir restoran, yalnızca Instagram’a uygun kareler için 10 bin dolarlık özel bir masa tasarlamıştı. Bu tip yenilikler ilgi çekse de “lezzet”in önüne geçebiliyor ama sözünü ettiğim yalnızca bir estetik sorunu değil. Bu durum, yemeğin anlamını değiştiren yapısal bir kırılmaya benziyor. Lezzet artık bir his değil, bir içerik türü. Kalıcılıktan çok geçici etkileşimlere hizmet ediyor. Tabağın tadı değil görüntüsünün paylaşılabilirliği konuşuluyor. Görseli güçlü olmayan yemek, ne kadar nitelikli olursa olsun, geri planda kalabiliyor. İMAJIN TABAĞA KARŞI ZAFERİ Günümüzün şefleri artık yalnızca iyi pişiren kişiler değil aynı zamanda birer marka yöneticisi, hikâye anlatıcısı ve içerik üreticisi olmak zorunda. Şef Massimo Bottura, “Bu yemek anneme yazılmış bir mektup” dediğinde, lezzeti değil, anlatıyı satın alıyoruz. Dominique Crenn’in mönüsünde şiirsel cümleler yer alıyor ancak müşterilerin çoğu tabağın içeriğini değil imgesini hatırlıyor. Bu gösteri dili, şefin görünürlüğünü artırırken yemeği şeffaflıktan uzaklaştırıyor. Bazı Michelin yıldızlı restoranlar bile artık “duygusuz” olarak tanımlanıyor çünkü her şey fazla kontrollü, fazla kurgusal. Oysa lezzet, doğası gereği spontane bir şeydir. Aşırı tasarlanmış tabaklarda duygunun yer bulması kolay değil. Kimi şefler bu gidişata karşı çıkıyor: “Yemek tabakta değil ağızda değerlendirilir.” Basit gibi görünen bu cümle, günümüz gastronomi dünyasında neredeyse radikal. Çünkü biz artık tat almayı değil, tat göstermeyi öğreniyoruz. TAT DEĞİL ALGORİTMA ÖNEMLİ Bu görsel yemek dili sınıfsal bir dile de evriliyor. Binlerce liraya mal olan akşam yemekleri, birer sosyal gösteriye dönüşüyor. Bir restoranda yemek yemekten çok orada bulunduğunu göstermek değerli hale geliyor. Bu durumun en rahatsız edici yanı şu: Yemek, tarih boyunca eşitlikçi bir ritüeldi. Aynı tencereden yemek, aynı sofrada buluşmak, kültürel bir eşitlenmeydi. Şimdiyse “fine dining” ritüelleri bu eşitliği zedeliyor. İyi yemek herkesin hakkı olmaktan çıkıyor, onu “hak etmek” için yalnızca damak değil, bütçe ve sosyal çevre de gerekiyor. Bu da şu soruyu akla getiriyor: İyi yemek gerçekten hâlâ bir lezzet meselesi mi yoksa bir erişim konusuna mı dönüştü? Bana kalırsa iyi yemek hâlâ var ama onu bulmak için gösterinin sesini biraz kısmak gerekiyor. Kaşığın sesi yeniden duyulmalı. Yemek, yeniden bir buluşma anına; bir bağa, bir sadeliğe dönüşebilir. Belki de yeniden sormalıyız: Lezzet ne zaman yalnızca lezzet olmaktan çıktı? Ve biz bu sahnede gerçekten neyin peşindeyiz?

Source: Burçak Şener


Ömer Seyfettin’in kızı: Güner Elgen

15 Eylül 1962 günü Cumhuriyet gazetesini alanlar, ikinci sayfanın sağ alt köşesinde küçük bir serzenişe tanıklık eder. “Bildiri” başlıklı bu birkaç satırlık yazıyla önemli bir sır da ifşa olur. Bildiri aynen şöyledir: “Merhum Ömer Seyfettin külliyatının sahibi ve yegâne varisi olarak dokuz kitaptan ibaret olan eserleri neşretmek üzere Refet Zaimler Yayınevi’ne sattım. Bu kitapların ‘Telif Hakları Kanunu’ gereğince başka hiç kimse tarafından neşredilemeyeceğini gördüğüm lüzum üzerine ilan ederim. Merhum Ömer Seyfettin kızı Günel Elgen.” O gün gazeteyi okuyanlar, Ömer Seyfettin’in bir kızı olduğunu da böyle öğrenir. Kitaplarının izinsiz basılmasına karşı çıkan Güner Hanım, bu yanlışın düzeltilmesini ister. Ancak ilginçtir, bildiride adı yanlış yazılır: “Günel” yerine “Güner” olmalıydı. Bu olaydan yıllar sonra yazar Necati Güngör, son günlerini yaşayan Güner Elgen’e ulaşır. Elgen, benzer bir isyanla şunları söyler: “Şimdi, babamın kitaplarını arkadaşlarım torunlarına istiyorlar benden. Parayla satın alıp veriyorum. Sanıyorlar ki babamın kitapları tümüyle bana kaldı. Oysa yayınevleri babalarının malıymış gibi, gönüllerince basıp satıyorlar. Karşılığında ne telif ne de kitap… Ne yapayım? Babamın kitaplarının okunuyor olması da bir kazanç benim için ama beni de parayla satın almak durumunda bırakmasınlar.” (*) Ömer Seyfettin, 1903’te Harbiye’den mezun olduktan sonra Rumeli’de 3. Ordu Nizamiye Taburu’nda görevlendirilir. 1912’de Balkan Savaşı’na katılır ve bir süre esir düşer. 4 Aralık 1913’te kaçarak İstanbul’a döner ve Kabataş Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yapmaya başlar. 1915’te Dr. Besim Ethem Bey’in kızı Calibe Hanım ile evlenir. 6 Aralık 1916’da kızları Güner dünyaya gelir. Ancak 18 Eylül 1918’de boşanırlar. Calibe Hanım, daha önce kendisine talip olan Mehmet Faik Bey ile evlenir. Faik Bey, üvey kızı Güner’i evlat edinmek ister ama bir şartla: “Üvey babası olduğumu asla bilmesin, beni öz babası sansın.” Bu kabul edilir. Güner’in nüfus kağıdına da “Ömer Seyfettin kızı, Mehmet Faik evladı” yazılır. Hiçbir şeyin farkında olmayan Güner, 11 yaşındayken evin hizmetçisi Kadriye Hanım’dan gerçeği öğrenir. Böylece okulda hikâyelerini okuduğu yazarın aslında kendi babası olduğunu da öğrenmiş olur. (*) 13 yaşına geldiğinde bu kez baba bildiği Mehmet Faik Bey’i veremden kaybeder. Notre Dame de Sion’daki eğitimine devam ederken annesiyle, dedesinin Bahariye’deki konağına taşınır. Dedesinin ve anneannesinin vefatının ardından bu kez Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’na yerleşirler. Calibe Hanım burada bir terzihane açar ve kısa sürede 60 kişilik bir işyeri haline getirir. Güner Hanım, 1935’te kalbini Mısır’da yaşayan Hayri Bey’e kaptırır. 17 yıl boyunca yazları İstanbul Şişli’de, kışları Kahire’de yaşarlar. İLK KADIN RALLİCİ Güner Elgen’in otomobillere özel bir ilgisi vardır. 1949’da İngiltere’den özel olarak getirttiği Jaguar marka araçla Avrupa’yı gezer. Türkiye’de araç kullanan ilk kadınlardan biridir. 1957’de Otomobil Kulübü’nün düzenlediği kadınlara özel ilk ralli şampiyonasında birinci olur ve Türkiye’nin “ilk kadın rallicisi” olarak tarihe geçer. (*) Güner Hanım’ı bir başka yerde daha görürüz. 3 Mart 1951’de İstanbul Üniversitesi bahçesine dikilecek “Atatürk ve Gençlik Anıtı” için açılan yarışmayı Yavuz Görey ve Hakkı Atamutlu kazanır. İlk başta 1952 Türkiye güzeli Günseli Başar düşünülse de heykel için uygun bulunmaz. Yerine sporcu kimliğiyle Güner Elgen seçilir. Elgen şöyle anlatır: “Günseli Başar’ı düşünmüşlerse de sonradan vücut yapısından dolayı heykele uygun olmadığı için bir arayışa girmişler. Ben de spor yaptığımdan vücut yapım itibarıyla Nazan Hanım beni uygun görmüş. Yavuz Bey’in de teklifiyle bu gerçekleşti. Yani o heykeldeki genç kız için stüdyosunda mayo ile poz verdim.” (**) Elgen’in modellik yaptığı bu anıt, 19 Mayıs 1955’te açılır. Yıllarca bilinmeyen ya da unutulan Ömer Seyfettin’in kızı Güner Elgen, yaşamının son yıllarını Teşvikiye Caddesi’ndeki İsmet Apartmanı’nda geçirir. Tam adıyla Hatice Fahire Güner Elgen, 30 Kasım 2007’de Balıklı Rum Hastanesi’nde yaşama gözlerini yumar. Zincirlikuyu Mezarlığı’nda, babasının kabrinin yakınına, eşi Hayri Bey’in yanına defnedilir. ÖMER SEYFETTİN’İN YAŞADIKLARI Ömer Seyfettin, boşandıktan sonra Kalamış’ta bir yalı kiralar ve burada yazmaya odaklanır. 4 Mart 1920’de rahatsızlanarak Haydarpaşa Hastanesi’ne kaldırılır. (****) Ablası Güzide ve yakın dostu Ali Canip Yöntem kendisiyle yakından ilgilenir. Ancak 6 Mart 1920’de, kızı Güner’in adını sayıklayarak 36 yaşında yaşamını yitirir. Ölüm nedeni başta bilinemez. Yapılan otopsiyle şeker hastalığına bağlı komplikasyonlardan öldüğü anlaşılır. (***) 7 Mart günü Kadıköy Kuşdili’ndeki Mahmut Baba Mezarlığı’na defnedilir. 1939’da mezarlık alanı garaj ve yol yapılmak üzere boşaltılırken, Ömer Seyfettin’in kemikleri Zincirlikuyu Mezarlığı’na nakledilir. Bu dünyadan Ömer Seyfettin geçti; sessizce ve derin bir iz bırakarak… Tıpkı kızı Güner gibi. KAYNAKÇA * Necati Güngör, Son Kadınlar, Literatür Yay., 2002 ** Muhsin Karabay, Türk Dili Dergisi, Ağustos 2024 *** Yusuf Ziya Ortaç, Portreler, Akbaba Yay., 1960 **** Tahir Alangu, Ömer Seyfettin: Ülkücü Bir Yazarın Romanı, YKY, 2017

Source: Tolga Aydoğan


253 şehidin anısı yaşatılıyor! 15 Temmuz Demokrasi Müzesi 4 yılda binlerce kişiyi ağırladı

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 15 Temmuz 2021″de açılan 15 Temmuz Demokrasi Müzesi, 98 bin metrekare kapalı alanıyla Türkiye”nin en büyük dijital ve tematik müzeleri arasında yer alıyor.Kalkışmayı engelleyen birlik ruhunun ziyaretçilere yeniden hatırlatıldığı müzede, “Türkiye”de ve dünyada darbeler”, “Bir mermi tehdidi”, “Karanlığa atılmak”, “En uzun gece”, “İz bırakanlar”, “Sela”, “Şehitlere saygı” ve “Demokrasi nöbetleri” adıyla yer altına yapılan 8 ayrı bölüm bulunuyor.Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”nin karşısında bulunan müzede, Türkiye ve dünyadaki darbeler yazılı ve görsel materyallerle sunuluyor. Müzenin ilk kısmında ziyaretçiler, karanlık bir koridorda ses ve ışık efektleri eşliğinde tankın altından geçerek darbe gecesini temsili olarak deneyimliyor.253 ŞEHİDİN ANISI YAŞATILIYOR”En uzun gece” salonunda 15 Temmuz”un başlangıcından bastırılmasına kadar olan süreç video projeksiyonla aktarılıyor. “Sela koridoru”ndan geçilerek ulaşılan bölümde 253 şehidin biyografisi ve fotoğrafları yer alıyor.Cam kubbeli son salonda yer alan 23 metre uzunluğundaki yapay çınar ağacı altında, demokrasi nöbetlerini temsilen 90 silikon heykel bulunuyor. Müzede, vadi olarak adlandırılan ve Ahlat Selçuklu mezar taşlarıyla başlayan 235 metrelik yol boyunca, Türkiye”nin önemli ve büyük yatırımları rölyeflerle anlatılıyor, ziyaretçiler buradan 15 Temmuz Şehitler Anıtı”na ulaşıyor.Müze, çocuklara yönelik eğitim programlarından sosyal sorumluluk etkinliklerine kadar birçok farklı faaliyete de ev sahipliği yapıyor.Müzeyi, açıldığı 2021 yılından bugüne kadar geçen sürede toplam 350 bin kişi ziyaret etti.”AZİZ MİLLETİN KAHRAMANLIĞI ANLATILMAKTA”Müze hakkında açıklamalarda bulunan 15 Temmuz Demokrasi Müzesi Müdürü Ali Haydar Atalar, bu görevi yürütmekten gurur duyduğunu söyledi.15 Temmuz Demokrasi Müzesi”nin doğrudan millet egemenliğini ve demokrasiyi yok etmeyi hedefleyen hain darbe girişimi sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından 2021″de hizmete açıldığına işaret eden Atalar, “Müzede 8 ayrı bölümden oluşan salonlarda bir yanda aziz milletin kahramanlığı, diğer tarafta da demokrasiye ve millet egemenliğine vurulmaya çalışılan darbe anlatılmakta.” diye konuştu.Atalar, 15 Temmuz”un Türk demokrasi tarihindeki yerini de değerlendirerek, “15 Temmuz”u daha engin, daha derin fikirlerle özetleyebiliriz. Türk demokrasi tarihi içerisinde 1960, 1971, 1980, 28 Şubat 1997, 2007 darbelerinde ve muhtıralarında ortaya konulan adaletsizlik ve hukuksuzlukların cevabı niteliğindedir 15 Temmuz.” ifadelerini kullandı.”15 Temmuz, var olduğumuz günden bu vakte kadar aziz milletin baskıya, zorbalığa boyun eğmeyeceğinin resmi kanıtıdır.” değerlendirmesinde bulunan Atalar, şunları kaydetti:”Malumunuz, biz burada bir yanda aziz şehitlerimizin ve gazilerimizin o gün, o gece yaşadığı kahramanlığı anlatırken diğer tarafta da aslında ihanetin belgesini ortaya koymaktayız. Bu bağlamda ziyaretçilerimizden oldukça olumlu ve duygusal bir dönüşler alıyoruz. Müzede 253 şehidin ve gazilerin yaşam hikayeleri işlendi. 15 Temmuz bu yüzden aslında milletin, sözün ve iradenin millete ait olduğu, egemenliğin millete ait olduğunun bir resmi kanıtı.”MÜZE, FARKLI ETKİNLİKLERE EV SAHİPLİĞİ YAPIYORAtalar, geçen yıl temmuz ayı ile bu temmuz ayı arasında 60 farklı türde gerçekleştirilen etkinliklerin, Türk milletinin nezdinde yer bulan, gönlüne dokunabilecek etkinlikler olduğunun altını çizerek, şöyle devam etti:”Örneğin bir yardımlaşma kampanyası, örneğin bir sosyal sorumluluk projesi ya da çocuklarımızın küçük yaşta eğitimi üzerine kurgulanmış eğitim programlarından oluşmakta. Bununla birlikte şehitleri anma günlerimiz ya da bir aşure günümüz ya da sosyal sorumluluk projesi olarak sevgi evlerinde devletimizce misafir edilen çocuklarımızın burada mutlu ve eğlenceli bir vakit geçirmesine yönelik etkinliklerimiz söz konusu.”Bu yılki yıl dönümü programının 14 Temmuz”da düzenleneceğini belirten Atalar, “Bu programda gerek kahramanlık türküleri, “Zaferin Adı Türkiye” isimli bir tiyatro gösterimi, kahramanlık şiirleri ve dinletilerden, mehter bölüğü gösteriminden oluşan bir dizi etkinlik ziyaretçilerimizi bekliyor olacak.” bilgisini verdi.Ziyaretçilerine dijital anlatım ve tematik kurgu eşliğinde 15 Temmuz gecesini aktaran, eğitim programları ve sosyal etkinliklerle hafızaya katkı sunan 15 Temmuz Demokrasi Müzesi, pazartesi günleri hariç her gün 09.00-17.00 arasında ziyaret edilebiliyor.

Source: Www.star.com.tr