İyi ki eski Türkiye’de yaşamışız!..
Bizim kuşağın ilk gençlik yılları televizyonsuz geçti.
Evlerimizin tek eğlencesi, kristal bardakların ve sadece misafir geldiğinde kullanılan porselen kahve takımlarının bulunduğu aynalı dolapların üzerindeki radyolardı.
Radyo efsanelerini dinleyerek büyüdük biz…
Orhan Boran, Tarık Gürcan, Altın Terim ve Doğan Soylu, Muvakkar Ekrem Talu ve Sulhi Garan, kanaviçe örtülü Aga marka lambalı radyomuzun evimize yayılan efsane sesleriydi. (Sonradan onlara Halit Kıvanç ağabeyim de katıldı.)
Hem hakem, hem de spor yorumcusu olan Sulhi Garan’ın pazar akşamları kadife gibi yumuşak sesiyle sunduğu “Spor ve Müzik” programını mahalledeki bütün arkadaşlar, adeta iple çekerdik.
Tarık Gürcan’ın şiir okuduğu programlarla, Fehmi Ege Orkestrası eşliğinde Türkçe tangolar okuyan Şecaattin Tanyerli’yi de…
Sulhi Garan haftanın spor panoramasını aktardığı yayına, gelmiş geçmiş en usta trompetçilerden biri olan Eddie Calvert’in “Cherry Pink And Apple Blossom White-Kirazın Pembe ve Elmanın Beyaz Çiçekleri” parçasıyla başlar, bir saatlik sürenin nasıl geçtiğini anlayamadan veda ederdi.
Üniversiteye giderken taşındığımız Samatya, farklı dinlere mensup insanların bir arada dostça, hatta kardeşçe yaşamayı başardıkları şenlikli bir semtti. Bu nedenle Aydın Boysan gibi yaşamlarının önemli bölümünü bu rengarenk semtte geçiren büyüklerimiz Samatya’ya “Küçük Paris” derlerdi.
Bana göre; semt tarihinin en çok üzerinde durulması ve hiç unutulmaması gereken isimlerinden biri kundura tamircisi Takvor Usta idi.
İşindeki becerisinin yanı sıra, tamir ettirdiği ayakkabılarını almaya gelenlere fiyat söylemek yerine “Ne parası, istediğin kadar ver” diyen alçakgönüllü tavırlarıyla herkesin sevip saydığı bir isim olmuştu.
Öğlenleri mutlaka işine ara verir pikabına koyduğu 45’lik plaklardan klasik müzikler dinleyerek uyurdu. Albümü de çok zengindi.
Ayrıca mükemmel trompet çalardı.
Çalmakla da yetinmez, hevesli ve yetenekli semt çocuklarına bedava trompet kursları verirdi.
Güneşin denizin üzerine devrildiği akşamın ilk saatlerinde Sirkeci yönünden gelip Kocamustapaşa (Samatya) İstasyonu’nda duran banliyö trenlerinin getirdiği yolcular telaşla evlerinin yolunu tutarlarken, Takvor Usta, dükkanını çoktan kapatmış ve trompetiyle Eddie Calvert’in o unutulmaz “Cherry Pink And Apple Blossom White”ını çalmaya başlamış olurdu.
Bu şarkıyla gelip geçenlere baharın başladığını müjdelerdi.
Bahar sadece trompetin çok ötelerden bile duyulan büyüleyici sesiyle değil, Samatya’ya özgü kokularla da gelirdi.
Mayıs sonlarına doğru deniz, yosun, kurutulmuş uskumru (Çiroz), midye tava ve ızgara balık kokuları semtin denize bakan tüm sokaklarına doluşurdu. Bu işaretler, daracık sokaklar, ikişer üçer katlı cumbalı ahşap evler ve Rumlar’ın taş yapılarından oluşan semtte, şenlikli günlerin de başlamak üzere olduğu anlamını taşırdı.
Bereket habercisi olan o günlerde, Marmara’daki, Hayırsız ve İmralı Adaları arasında kalan alanda zıpkınla kılıç avlamaya çıkacak balıkçılar son hazırlıklarını yaparlar ve en küçüğü 40-50 kilo gelen balıkları yakalayabilmek için gerekli donanımları tamamlarlardı.
Teknelerin yıpranarak çatlamış ve yosun kaplamış boyaları kazınır, sonra özenle macunlanır, kuruyunca da yeniden boyanıp gelinlik kızlar gibi süslenirdi. Kılıç avcıları ayrıca sandalların burnuna bir direk ilave ederler, su üstüne çıkarak uyuyan avlarına sessizce yaklaşmalarını sağlayacak yelkenleri onarırlar ve zıpkına bağlı ipleri elden geçirirlerdi.
Baharın ilkyazla buluştuğu, denizin sanki tül perde altında uyuyormuş gibi dingin bir görünüm aldığı günler geldiğinde de yelkenler basılır, tekneler peş peşe ufka doğru açılırlardı.
İşte Hafız’ı, o hem neşeli, hem de telaşlı günlerin birinde Samatya Deniz Spor Kulübü’nün yazlık bahçesinde tanıdık.
Adını kimse bilmiyordu. Nereden geldiğini ve niçin “Hafız” denildiğini de!..
Saçı sakalı birbirine karışmış, 60-65 yaşlarında zayıf, ama sevimli yüzlü biriydi. Evsizdi. Yelkenleri rengarenk bezlerle yamanmış harap bir teknede, kendisi gibi evsiz olan ve hiç konuşmayan bir kadınla yaşardı. Barınaktaki balıkçılar teknesini sevabına boyarlar, yelkenlerini tamir ederek kılıç avına çıkacak hale getirirlerdi.
Ama o hiç ava çıkmaz, arada bir keyfe geldiğinde, yanık sesiyle türküler söylerdi. Belki de “Hafız” denilmesinin nedeni o yanık sesiydi……
Herkese, hatta yoldan gelip geçenlere bile, dev bir kılıç vurduğunu, ama tam tekneye çıkarmak üzereyken zıpkını ve ipleri kopararak kaçtığını anlatırdı. Rivayete göre olaydan çok etkilenmiş ve bir süre Bakırköy Akıl ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi görmüştü. Taburcu olup semte döndükten sonra da adı “Deli Hafız”a çıkmıştı!..
Çok onurlu biriydi. Kimseden yardım istemez, para vermeye çalışanları terslerdi. Para almamakta direnen esnafa ve müşterilerin göremeyeceği bir köşede zorla yemek yediren lokantacılara “Bedava değil ha!.. Bu sene öyle bir kılıç yakalayacağım ki, size olan tüm borçlarımı ödeyeceğim gibi, geriye param bile kalacak” derdi.
Hiç unutmuyorum, fırtınayı andıran sert poyrazın, köpüren iri dalgalarla Marmara’yı beyaza boyadığı bir ilkyaz günü, hiç konuşmayan sevgilisiyle el ele, kulübün bahçesine geldi. Bahçenin ortasındaki bir sandalyenin üstüne çıkarak “Biliyorum bana inanmıyorsunuz… Hatta arkamdan ‘Hafız delidir, ne söylese yeridir’ diyerek dalga geçiyorsunuz ama sözümü tutacağım, dev kılıç balığını getirip burada sergiledikten sonra herkese olan borcumu kapatacağım” diye bağırmaya başladı.
Oradakilerin “Aman Hafız yapma etme, bu havada denize sakın çıkma, kimse senin hakkında böyle konuşmadığı gibi herkes çok seviyor. Ayrıca hiçbirimizin senden tek kuruş alacağı yok…” demelerine aldırmayıp doğru kıyıya koştu.
Akşama doğru, balıkçıların engelleme çabalarına karşın, ufka yelken açtığı haberi geldi.
Hafız ve sevgilisi ertesi gün dönmediler.
Sonraki gün de……
Hiç dönmediler!..
Haftalar sonra duyduk ki; biri kadın diğeri erkek iki ceset, Kapıdağı Yarımadası yakınlarında karaya vurmuş……
O eski Samatya’yı çok arıyoruz…
Spor yaptığımız, briç oynadığımız, Deniz Spor Kulübü’nün yerinde yıllardır yeller esiyor.
Ayrıca mevsiminde bile sokaklar çiroz kokmuyor. Zira çiroz yapılabilecek kadar çok uskumru tutulamıyor. Kılıç balıklarıysa yıllardır Marmara’ya uğramaz oldular.
Çello çalan berber, trompet kursları veren, öğlenleri pikabına koyduğu klasik müzik uzunçalarını dinleyerek uyuyan Takvor Usta gibi “simge” isimler de hayata çoktan veda ettiler!…
Geriye o günlerin tanıklarına “İyi ki eski Türkiye’de yaşamışız” dedirten güzel anılar bıraktılar…
Source: Uğur Dündar
Cumhuriyet’in Sonbaharı
29 Ekim 1933 günü…
Cumhuriyet’in kuruluşunun 10’uncu yıldönümü.
Lider’in en heyecanlı günlerinden biri…
Çok sevdiği milletine, hesap verecek ve hedeflerini açıklayacaktı.
Milletine konuşacak liderin elinde, yedi sayfa…
Birinci sayfa:
“Türk Milleti, Kurtuluş Savaşı’na başladığımızın on beşinci yılındayız” sözleriyle başlıyordu.
Son sayfada, son cümle:
“Türk Milleti! Ebediyete akıp giden her on senede bu büyük millet bayramını, daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.
Ne Mutlu Türküm diyene!” sözleriyle bitiyordu.
Bu son cümleden önce…
Liderin sesinden duymadığımız, ancak kâğıda yazdığı şu sözler duygu yüklü, hüzünlü bir veda gibiydi:
“Bu söylediklerim gerçek olduğu gün, senden (Türk Milleti’nden) ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur:
Beni hatırlayınız!”
Atatürk, yazısını düzeltirken, bu cümleye geldiğinde duygulanır.
Yusuf Hikmet Bayur bu anı şöyle anlatır:
“Yaverlikten, Atatürk’ün uyandığı haberi verilince odasına gitmiştim.
‘Bu gece çalıştım ve nutku yazdım’ dedi.
Son sayfaya gelince durdu. Duygulandı…
‘Bu söylediklerim gerçek olduğu gün, senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur:
Beni hatırlayınız!’
Bu sözler bana çok hazin gelmişti, adeta bir veda hissi veriyordu.
Bütün milletin, o güne onunla erişmeyi dilediğini ve düşündüğünü söyleyip, bu cümleyi kaldırmasını rica ettim.”
Atatürk, bu cümlenin üzerini çizer ve törende okumaz.
Beş yıl sonra…
Hastalığı ilerlemişti…
Son Ankara akşamlarından birinde, arkadaşlarıyla birlikte sofradaydı.
O geceye katılan Falih Rıfkı Atay, eve dönünce defterine şunları yazdı:
“Fırtınadan sonraki deniz gibi, bitkin bir durgunluğu vardı. Dudakları güç oynuyordu.
Şevk, onun bahçesine son yapraklarını dökmüştü.
O kadar güzel ince dudaklarının o kadar tatlı ve ısıtıcı gülüşü, bir ıtır gibi uçmuştu.
Baba Atatürk, arkadaş Atatürk, karındaş Atatürk, daha 10 yıl önce Omiros’un kahramanlarından daha destansı, altın saçlı, çevik ve kıvrak, o gencin hatırası, bir asırlık eski ve uzak bir hayale dönmüştü.”
Cumhuriyetin elinde kaynak yoktu, para yoktu, kredi yoktu…
Yetişmiş insan gücü hiç yoktu.
Osmanlı’dan borç ve batık bir miras kalmıştı.
Bu koşullarda işgal edilen vatanını kurtarmış, emperyalizmi ve işbirlikçilerini yenmiş, ülkesini tam bağımsız yapmıştı.
Milletini çağdaşlaştırmak, kadın-erkek eşitliğini sağlamak, halkını uyandırmak, kalkındırmak için devrimler gerçekleştirmişti.
Bir doğu ülkesinde, demokrasinin kapısını açmıştı.
Böyle bir lider, hiçbir ülkenin tarihinde yer almadı.
Kendisinden söz ederken, şu sözleri söyler:
“Milletim bana Atatürk, yani Türklerin babası diyor.
Ben bu isme layık olduğumu sanıyorum.
Çünkü, gerçekten Türklerin babası olmaya çalıştım.
Milletime okumayı, düşünmeyi ve istemeyi öğrettim.”
Kurduğu Cumhuriyetin ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlamak için Afganistan’ı, Suriye’yi, Irak’ı, Yemen’i, Libya’yı gözünüzün önüne getirin.
“Eski Türkiye”de…
“Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa…” marşını coşku dolu, tertemiz duygularla söylerdik milli bayramlarda.
Bayram kutlama çalışmalarına; öğretmenler titizlikle hazırlanır, öğrencilerin heyecanı doruklara çıkardı.
“Hoş gelişler ola, Mustafa Kemal Paşa…” coşkusundan…
2025 Türkiye’sinin gerçeğine…
Gençlerin hayal kuramadığı, beyin göçünün tırmanışa geçtiği “Yeni Türkiye”ye…
“Yeni Türkiye”de…
“Öğrenci Andı” (Andımız) kaldırıldı.
Cumhuriyet Ordusu, kumpas davalarıyla FETÖ ve işbirlikçilerinin desteği ile tasfiye edildi.
“Yozlaşma” ve “adam kayırmacılık” sıradanlaştı…
Yüzsüzlük yiğitlik, saygısızlık nezaket oldu…
Liyakat yerine, biat kültürü etkin kılındı…
Cehalet, bilginin yerini aldı…
Bu muydu, yıllar sonra geldiğimiz, özlemlerimizdeki yolculuk?
Bu muydu, “Hoş gelişler ola, Mustafa Kemal Paşa…” marşında duyduğumuz heyecanın rüzgârında, yaşlı gözlerle el salladığımız meçhul gemi?
Böyle bir düzen için miydi, bin hevesle düşlerini kurduğumuz, çocukluk, gençlik hayalleri?
Benim hiç değildi…
Başkalarının bulduğu silahla birbirini öldürüp, başkalarının bulduğu ilaçla iyileşmeye çalışan coğrafyaya özenenler…
Acı ve gözyaşı vadeden coğrafya yolculuğunda, ön ayak olanlar…
“Yetmez ama Evetçiler”, “eski solcu liberaller”…
Kumpas davalarında, “Kasaptaki ete soğan doğramam” diyen komutanlar…
Mutlu musunuz?..
Torunlarınıza bırakacak mirasınızla, huzurlu musunuz?
Esen rüzgâr…
Savrulan yapraklar…
Ve ölü rengi çiçekler…
El birliğiyle ekip, büyüttüğümüz…
Cumhuriyet’in sonbaharıdır…
Hepimizi umuda götüren bir başlangıç vardır…
O da, Atatürk’ün üzerini çizdiği sözlerde gizli:
“Beni Hatırlayınız…”
Source: Naim Babüroğlu
“Kalemden İlhamla: Ahmet Mercan” programı Üsküdar”da yapıldı
Üsküdar Hüdayi Konferans Salonu”ndaki etkinlikte, Mercan”ın hayatı ve mücadelesi, dostlarının şahitlikleriyle ele alındı.
Kur”an-ı Kerim tilavetiyle başlayan, Ömer Karaoğlu ve Mustafa Enesoğlu moderatörlüğündeki programda, Temel Hazıroğlu, Erhan Erken, Kenan Yabanigül, Şadi Çarsancaklı ve Şevket Hüner Mercan”la olan anılarını paylaştı.
YediHilal Akil Adamlar Heyeti üyesi Ahmet Mercan”ın kaleme aldığı ezgiler, sahnede sanatçılar tarafından seslendirildi.
“Türkiye”nin içinden geçtiği inişli yokuşlu serencamı da birlikte paylaştık”
Etkinliğin açılışında konuşan YediHilal Derneği Başkanı Samet Paçacı, Ahmet Mercan”ın dava ve dert sahibi bir yazar olduğuna dikkati çekerek, “Bugün Akil Adamlar Heyeti üyesi olan Ahmet Mercan ağabeyimizin dostlarının şahitliğini, mücadelesini ve kaleme aldığı eserleri birlikte konuşacağız.” dedi.
Mercan”ın son 40 yıldır eserler ortaya koyan üretken bir yazar olduğunu işaret eden Paçacı, dillere pelesenk olan marşların ve ezgilerin Ahmet Mercan”ın kaleminden satırlara döküldüğünü söyledi.
AA muhabirine açıklamalarda bulunan müzisyen ve akademisyen Ömer Karaoğlu da Mercan”la dostluklarının 40 yılı aştığını belirterek, “Sanat yolculuğumuzda Ahmet ağabey ile hem yaptığımız çalışmaların düşünsel arka planını, fıkhını, icrasını ve pek çok boyutunu dertleşe dertleşe yürüdük. Ahmet Mercan”ın pek çok şiiri güfte olarak eserlere can verdi.” ifadelerini kullandı.
Mercan”la tanıştığında henüz lise öğrencisi olduğunu aktaran Karaoğlu, “Türkiye”nin içinden geçtiği inişli yokuşlu serencamı da birlikte paylaştık. Türkiye”nin siyasi anlamda sancılı dönemlerinde bir şeyler yapma konusunda hep bir araya geldik. YediHilal Derneği bugün böyle bir şey düşündü, yaşarken bir dostu hep birlikte anıyoruz. Bir şahsın anılması gibi sınırlamamak lazım bir şahsiyet ve dönem hikayesini anlatıyoruz.” şeklinde konuştu.
Karaoğlu, böyle organizasyonların devamının gelmesi gerektiğine de değinerek, Mercan”ın kültür insanı olmasının yanı sıra insan hakları savunucusu olarak da çok önemli faaliyetler yürüttüğünü ifade etti.
“Ahmet Mercan, gönül gözümü açan insanlardan biridir”
Müzisyen Hakan Aykut, bazı insanların ömrüne güzel işler sığdırarak kitleleri harekete geçirecek, hayatın akışına yön verecek etkili işler yaptıklarına işaret ederek, “İşte Ahmet Mercan ağabey de bu güzel insanlardan biridir. Yapımcısı olduğu müzik camiasındaki çalışmalarda, iyiyi kötüden ayırt edecek bir mekanizma oluşturmak için çok çabaladı.” diye konuştu.
Grup Genç solisti İzzet Okumuş ise Ahmet Mercan”ın bir yanıyla çocuksu bir yanıyla bilge bir şahsiyet olduğuna vurgu yaparak, şunları kaydetti:
“Yanına gittiğinizde enerjisiyle sizi etrafına çekmeyi başaran biriydi. Rabbim hayırlı ve uzun ömürler versin diye dua ediyorum. Ahmet ağabeyin bizim söylediğimiz şarkılarda da çok büyük emekleri var. Kalemine kuvvet versin diyorum. Ahmet Mercan, gönül gözümü açan insanlardan biridir. Yazdıklarıyla ve hayatıyla izi olan birisi, Allah kalemine bereket versin.”
Sergi açılışı ve belgesel gösteriminin yer aldığı programda, katılımcılara Ahmet Mercan”ın yeni kitabı hediye edildi.
Ahmet Mercan
Şair ve yazar Ahmet Mercan, 13 Mart 1956″da Bayburt”ta doğdu. İstanbul”da grafikerlik, editörlük, Selam Dergisi Yazı İşleri Müdürlüğü, İnsan Hakları Araştırmaları Dergisinin Yayın Yönetmenliğini yaptı.
Yazı ve şiirleri 1984″ten itibaren Özgür ve Bilge, Bilgi ve Düşünce, Yedi İklim, İmza, Özülke, Kardelen, Düş Çınarı, Kitap Dergisi ve Kültür Dünyası, Özgür İrade, Selam ve Umran dergilerinde yayımlandı.
Mercan, Pamuk Bulut Ormanı adlı oyunu 2000″de İstanbul Şehir Tiyatrolarında sahnelendi. Otuzdan fazla radyo oyunu, çeşitli radyolarda seslendirildi.
Radyofonik oyun tarzında çok sayıda oyun yazan ve yöneten Mercan”ın, elliyi aşkın şiiri çeşitli sanatçılar tarafından bestelendi, Marmara FM ve Akra FM radyolarında “Mercan Kayalıkları” adıyla kültür programları hazırladı ve sundu.
Mercan, Mazlum-Der Genel Başkan Yardımcılığı, İstanbul Şube Başkanlığı yaptı, 28 Şubat döneminde başörtüsü eylemlerinin organize edilmesinde ve hak ihlallerine karşı mücadelede aktif görev aldı.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
Source: