“Kültürel Etkinlikler Gündemi – Göçler, Anmalar ve Sanatın İzleri”

Bir yıldız kaydı…

Bugün Çetin Alta n’ın 98. doğum günü. Kemal Gür ’ün* ölümünün de 4. günü. *** Çetin Altan’ın sadık okurlarındandı. Onun üç sözüne göre yaşadı diyebiliriz. “Başarı, yalan söylemek zorunda kalmadan yaşayabilmektir. İnsanlar değerli olmayı unuttu, önemli olmaya çalışıyorlar. Hayat yaşandığı kadar var, gerisi hafızalardaki hatıra ya da hayallerdeki ümittir.” *** Mülkiyeliler ve eski Hariciyeciler Hasan Kemal Gür ’ü iyi tanırlar. Gümülcine başkonsolosu iken (1998-2000) Türklere yönelen şiddeti resmi makamlara iletirken onlardan “soydaş” diye söz ettiği için Yunanistan kendisini “persona non grata/istenmeyen adam” ilan etmiş ve Ankara’ya dönmüştü. *** Yalan söylemek zorunda kalmadan diplomatlık kolay değil. Hele siyaset hiç değil. Gelişmişi azgelişmişi, Doğulusu, Ortadoğulusu, Müslümanı, Hindusu tüm siyasi liderler masal anlatarak yönetiyorlar ülkelerini. Yerli ve milli gündemimize en üst perdeden alt kimlik üst kimlik vaziyetleri de sokuldu. Önce Türk sonra Müslüman idik. Alparslan Türkeş ’in ağzından, Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman idik. Belli ki bu arada Hira Dağı uzadı. En üst perde böyle buyurdu. *** Masallarda da en üst perde krallardır. Yönetimin bu türünde yalan söylemeden yaşamak başarısı ancak çocuklarındır. Kemal Gür ile seyrek de olsa buluşup dereden tepeden hasbihal ederdik. Yurtdışında iki oğlan çocuğu büyüttüğünden masal dünyasına aşina idi. Öğrencilik anılarının tadını hiçbir mevzu veremezdi. İç siyaset muhabbetinden ise pek hazzetmezdi. Yine de çok özgün bir kıyaslama-çözümleme ve mizah yeteneği olduğu için ağzından laf alabilirim diye düşünüp son buluşmamızda sormuştum: – “Monşer’cim ya, nasıl düze çıkacak bu ülke?” “Çözüm millette! Topyekûn “kral çıplak!” demesinde…” – “Peki ya bu nasıl olacak?” “Sayın vekilim, zorlama beni. Bana bale suitlerini, konçertoları, operaları sor. Onu müzik yazarı Şefik Kahramankaptan yapsın. Niye ki? Zekâm yetmez dahili siyasete?” – “Yapay zekâ programları var. Destek alalım istersen.” Yakasını kurtaracağı için bu esprimsi öneriyi çok beğendi. Cep telefonları artık avuçiçi birer bilgisayar. İki tık ile en işlek olanını bulduk. O söyledi. Ben yazdım. *** Dünyaca ünlü masal… Kral Çıplak. Hans Christian Andersen (1805- 1875). Masalları sadece çocuklara değil, yetişkinlere de mesajlar verir. Hikâyelerinde toplumsal eleştiri, duygusallık ve ahlaki dersler sıkça görülür. Eserleri 150’den fazla dile çevrilmiştir. – Sordum Peki, Kral Çıplak’ın mesajı nedir? – Toplumun zaaflarını ve bireyin cesaretini konu alır. Verdiği temel mesajlar nelerdir. Gerçeği Söyleme Cesareti: Herkes susarken yalnızca bir çocuğun “Ama kral çıplak!” demesi, dürüstlük ve cesaretin gücünü gösterir. Toplumsal Baskı ve Sürü Psikolojisi: İnsanlar, doğru olmadığını bilseler bile çoğunluğa uymayı tercih ederler. Herkes “kıyafeti görüyorum” derken aslında kimse onu görmemiştir. Gurur ve Aldanma: Kralın kibri, dolandırıcıların oyununa gelmesine sebep olur. Gurur, kişinin gerçekleri görmesini engelleyebilir. Eleştiriye Açık Olmak: Güç sahiplerinin, eleştiriye açık olmamaları onları yanılgıya sürükler. Masal, dürüstlük, eleştirel düşünce ve toplumsal cesaret gibi evrensel değerlere vurgu yapar. *** Yapay zekâya soruyoruz (reklam olmasın diye markası mahfuz): “Masaldaki kralın kişisel, siyasi, insani zaafları nelerdir?” – Kralın üç temel zaafı var. 1. Kişisel zaafları: Kibir: Kendi dış görünümüne ve kıyafete aşırı önem verir. Kendini üstün ve hatasız görür. Gösteriş merakı: Sürekli en şatafatlı, en gösterişli olma arzusu taşır. Kendini kandırma: Gerçeği görmek istemez; halk ne düşünürse düşünsün, yalanı sürdürmeyi tercih eder. 2. Siyasi zaafları: Danışmanlarına körü körüne güvenme: Gerçekten doğruyu söyleyecek kimse yoktur çevresinde; dalkavuklarla doludur. Eleştiriye kapalı olmak: Halkın ya da danışmanlarının olası uyarılarını dikkate almaz. İmaj yönetimine odaklanmak: Halkın ne düşündüğünden çok, nasıl göründüğüne odaklanır. *** Kral Çıplak’taki terzi kim adına ve niçin krala ders vermek istiyor? Bu masaldaki terziler aslında özel olarak bir kişiyi temsil etmezler. Masal düzeyinde şu mesajların taşıyıcısıdırlar: Kimler adına? Toplumun: Sessiz kalan, korkan, gerçeği söyleyemeyen halk adına. Gerçeğin: Yalanın, kibirin ve sahte itibarın maskesini düşürmek için. Akıl ve eleştirel düşüncenin: Kör inançlara, otoriteye sorgusuz boyun eğenlere karşı. *** Bir soru da benden: Neden ders vermek isterler? Kralın kibri ve zayıf karakteriyle alay etmek için: Kral, öyle gösteriş düşkünüdür ki, çıplak bile olduğunu anlamaz. Toplumun ikiyüzlülüğünü ortaya çıkarmak için: Herkes “kıyafeti görüyorum” diyerek yalanı sürdürür. İktidarın eleştiriye kapalı yapısını göstermek için: Kralın çevresinde hiç kimse doğruyu söylemeye cesaret edemez. — *Kemal Gür (1950-2025) Hopa doğumlu. Münih ve Batum başkonsolosu, Pakistan ve Macaristan büyükelçisi idi. Konsolosluk işleri genel müdürlüğü yaptı. Rezan Gü r’ün eşi.

Source: Ahmet Tan


Dünyanın en büyük sürü göçü – Elif Günsel

Haziran gelip kış Güney Yarımküre’nin kapısını çaldığında, Güney Afrika’nın doğusunda yer alan KwaZulu-Natal kıyıları, dünyanın en büyük sürü göçlerinden birine sahne olur. Gümüş renkli sardalyalar, bu görkemli sahnenin başrol oyuncuları olarak okyanus yüzeyinde dev bir mürekkep lekesi gibi belirir. Ancak yüzeye dikkatle bakıldığında; okyanus adeta kaynar, gümüş pullar ışığı kırar, suyun yüzeyi ayna gibi parlar. Sardalya sürüsü ansızın bir yırtıcının darbesiyle savrulur, dağılır… Ama her seferinde yeniden daireler çizer, kendi içine kapanır, yeniden açılır ve sonunda tekrar birleşir Köpekbalıkları sessizce yaklaşır, yunuslar kenardan içeri dalar, foklar kıyıdan sızar, martılar çığlıkla suya dalar, kambur balinalar suyu bir kez daha karıştırır. Hepsi bu büyük sofranın davetsiz ama yıllardır beklenen misafirleridir. EKOLOJİK TUZAĞA DÜŞENLER Sardalyalar, doğu yönünde ilerlerken Atlantik Okyanusu’nun soğuk, besin açısından zengin Benguela akıntısını takip eder. Ancak KwaZulu-Natal kıyılarına ulaştıklarında, karşılarına sıcak Agulhas akıntısı çıkar. Bu iki su kütlesinin buluştuğu yerde oluşan termal sınır, sardalyalar için bir çıkmaz yaratır. Sıcak suyu tolere edemezler; metabolizmaları bu koşullarda bozulur, yönlerini kaybederler. Serin kıyı şeridi ise dar ve yırtıcılarla doludur. Arkalarında onları takip eden köpekbalıkları, yunuslar, balinalar vardır; önlerinde ise sıcak akıntı. Kaçacak yer yoktur. Bu fiziksel sıkışma, biyolojik bir tuzağa dönüşür. Bilim insanları bu durumu “ekolojik tuzak” olarak tanımlar. Sardalya sürüsünün doğal içgüdüsüyle girdiği ortam, beklenmedik şekilde ölümcül hale gelir. Ve bu göç, sardalyaların büyük kısmı için hayatta kalmaktan çok yok oluşla sonuçlanır. PEKİ NEDEN GELİRLER? Serengeti’den Masai Mara’ya göç eden antiloplar ve zebralar yağmurları takip eder; leylekler soğuktan kaçarak yuvalarına döner; somonlar yumurtlamak için doğdukları nehirlere çıkar. Göç, çoğu tür için bir stratejidir: Daha fazla besin, daha güvenli alan, daha uygun üreme koşulları… Ancak sardalyaların KwaZulu-Natal’a gelmesi, bu tanımlara pek uymaz. Bu yolculuk, onların soyunu sürdürmesi için şart değildir. Belki de okyanusun karmaşık akıntı sisteminde bir zamanlar anlamlı olan bu rota, artık ölümcül bir yanılgıya dönüşmüştür. Belki hâlâ işe yaradığını sanan bir içgüdünün son yankısıdır bu. Belki de sadece kader… YEREL HALK DA NASİPLENİR Sardalya sürüsünü sadece okyanus sakinleri değil, insanlar da büyük iştahla bekler. Sahilde yerli halk ağlarını hazırlar, balıkçılar motorlarını çalıştırır, turistler kameralarını… Kimi elinde sepetle, kimi eteklerini toplayarak suda balık kovalar. Sardalya kıyıya vurduğunda, her şey mubahtır. Denizin tuzu, sevinç çığlıklarına karışır. Gündelik hayat bir süreliğine unutulur. O günlerde deniz sadece bir manzara değil; rızık, eğlence, hatıra ve telaştır. Bu manzaralardan beni en çok etkileyeni ise köpekbalığı saldırılarını önlemek amacıyla kıyıya yerleştirilen ağların sardalya akını sırasında kaldırılmasıdır. Yerel halka ve turistlere denize girmek yasaklanır. Denizin kusursuz avcısı, milyonlarca yıl süren evrimin ürünü köpekbalığının av macerasında işler her zaman planladığı gibi gitmez. Sardalya sürüsünü kıyıya kadar takip eden bu heybetli yırtıcı, bir anda kendini bir balıkçı ağının içinde bulur. Av olmaktan çok, sanki iş üstünde yakalanmış gibidir. Ama en dikkat çekici olan tepkisidir. Ne bir çırpınma, ne panik. Bir tür teslimiyet… belki de biraz tevekkül. Dişlerini göstermez, kuyruğunu savurmaz. KÜRESEL ISINMANIN GÖÇE ETKİLERİ Yerel balıkçılar ustalıkla yaklaşır. Kuyruğundan tutup ağır ağır denize doğru sürüklerler. Ve o da hiçbir direnç göstermeden, sakince sürece eşlik eder. Ya da bazı gözlemcilerin söylediği gibi, belki de açık büfede doymasına rağmen tabağını defalarca doldurmuş bir misafirin mahcubiyetini yaşıyordur. Bugün sardalya göçü artık bildiğimiz haliyle yaşanmıyor. Eskiden haftalar süren bu büyük göç manzaraları, artık dakikalar süren kısa nabızlar halinde ortaya çıkıyor. Zamanlaması belirsiz. Bazı yıllar sürüler gelmiyor. Aşırı avlanma sardalya stoklarını azalttı. Artık yalnızca sardalyalar değil, onlarla beslenen Afrika penguenleri, Cape karabatakları, köpekbalıkları ve yunuslar da tehdit altında. Besin zincirinin çarkı, çoktan gıcırdamaya başladı. Sardalya göçünü anlatmak, yalnızca bir balığın izini sürmek değil; yeryüzünün son kalan senfonilerinden birine kulak vermektir. Ne yazık ki bu senfoniyi en çok bozan tür, aynı zamanda onu en çok alkışlayan da “insan”. Tüm çelişkilerimize karşın, gezegenimiz hala mucizeler üretmeye devam ediyor. Ve biz bu mucizenin hem tanığı hem sınavıyız…

Source: Elif Günsel


Yaşam ve ölüm üzerine: İlhan Selçuk 2

Dün İlhan Selçuk’un 15. ölüm yıldönümüydü. Bu vesileyle onu özellikle genç kuşaklara anlatmak için birkaç yazı yayımlamaya karar verdim. Bugün ikinci yazı olarak İlhan Selçuk aramızdan ayrıldıktan üç gün sonra bu köşede yer alan yazımı; birkaç küçük ekleme ile yayımlıyorum. Ayraç içinde siyahla vurguladıklarım, bugün yeni yaptığım eklemeler. *** ŞEHİT CENAZELERİ GELİRKEN: İLHAN SELÇUK’LA YAŞAM VE ÖLÜM ÜZERİNE… Türkiye’nin dört bir tarafından gelen şehit cenazeleri yoğunlaşırken… Biz de bu cenazelerden daima çok ama çok etkilenmiş olan İlhan Selçuk ’u sonsuza uğurluyoruz. Dokuz yıl boyunca… Her iş günü… Önceleri Cağaloğlu’nda… Sonra Şişli’de… Odasında buluştuk. (Bir süre sonra onun arabasıyla birlikte gidip gelmeye başladık) Konuştuk… Dertleştik. İnsanlar hakkındaki gözlemleri… Gazete hakkındaki eleştirileri, projeleri, önerileri… Anılarını… İzlenimlerini… Yaşamının en hassas sırlarını… Paylaştık. (Onların bir bölümü benimle mezara gidecek) O sakin sakin… Ben heyecanlı, vurgulu… Kimi zaman yalnız… Kimi zaman Alev Coşkun ve Ertin Akgüç ’le birlikte… Odasının kapısını nadiren kapattığımız için… İsteyenin gelip katıldığı sohbetlerde… Şehit cenazelerini… Terörü… Yaşamı… Ölümü… İrdeledik. İlhan Bey ’in kendine özgü bir üslubu vardı konuşmayı başlatmak için: Ya bir soru sorar… Ya da bir olay anlatırdı: “Ne diyorsun şehit cenazelerine…” veya “Geçen gün Ülfet ve Turhan ’la biraz dertleştik…” diye söze başladı mı, belli ki terörü, şehitleri, yaşamı ve ölümü konuşacaktık. Köşe yazarlığının verdiği alışkanlıkla düşüncelerini vurucu sloganlar biçiminde formüle etmeyi severdi. Ve tabii keskin zekâsı ve büyük birikimi ile bunu çok da iyi yapardı. Örneğin Ali Sirmen ’in Salı günkü “Kendi Heykelini Yontan Adam” başlıklı muhteşem yazısında anımsattığı çarpıcı ifade hiç unutulabilir mi: ”İnsanın yaşamı, kendi yonttuğu bir heykeldir!” (Çok güzel bir tanım) Onun için her sohbet, her tartışma, yazacağı yazılar için yaptığı bir fikir cimnastiğiydi. (Ne yazık ki benim böyle dertleşeceğim kimsem yok; oysa o denli gereksinmem var ki) Ağzından en sık işittiğim söz “Bak bundan bir yazı çıkar” ifadesiydi. İşte size, böyle anlardan belleğimde kalmış olan bazı izlenimler: Toplumsal, siyasal ve ideolojik bilinci “Bilinç kendi kaderimizi belirleme gücümüzdür” diye tanımlardı. (Bence derinliği de olan, çok doğru bir tanım) “Terörü, insanlık bilincine, ulusal bilince karşı bir saldırı olarak” lanetlerdi. (Doğru bir tanı; haklı bir lanetleme) Gelişmiş insan olmayı, insanlığın gelişmesini, kişinin kendi bilincinin ve iradesinin bir ürünü olarak görür, “Hayatın en büyük iki gerçeği doğum ve ölümdür; insanı insan yapan bunların arasını nasıl dolduracağına ilişkin kararlarıdır” derdi. (Doğru) “Ölümden, kendi ölümünden konuşmayı bir tabunun yıkılması” olarak görürdü. “Kendi ölümünü espri ile karışık bir biçimde yumuşatarak irdelemeyi bir aşkınlık belirtisi” olarak kabul ederdi. (Ben de aynen onun gibi yapıyorum) “Bağımsızlık ilkesini sadece toplumlar ve devletler için değil, bireyler için de vazgeçilmez bir erdem” olarak nitelerdi. (Haklı) Teröre, şehitlere çok üzülür, her şehit haberiyle derinden sarsılırdı. “Türk-Kürt eşitliğine ve kardeşliğine” inanırdı: (Ben de bu eşitliğe ve kardeşliğe inanıyorum; inanmayan Türk ve Kürt kardeşlerime karşın, onlara direnerek) Şehitler için “Gencecik çocukların yaşamı üzerinden Türkiye’yi bölüyorlar” diye hayıflanırdı. (Haklı bir hayıflanma) Gözaltına alınıp kalp krizi geçirmeden iki yıl kadar önce, “Gazetede artık ‘İlhan Abi’ dönemi kapandı” demeye başlamıştı. Bu sözle kastettiği, Cumhuriyet’in kurumlaşması ve kendinden sonra da aynı doğrultuda yoluna devam etmesi gerekliliğiydi. (Ama ne yazık ki aramızdan ayrıldıktan sonra, gazete, yeterince kurumlaşamamış olduğu için, büyük sarsıntılar geçirdi ve hatta bir ara Atatürk’e karşı olan “İkinci Cumhuriyetçi çizgiye” bile kaydı) Çevresini sürekli olarak ölümüne hazırladı. Ama kendisi hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadı: Yaşadığı her anın bilincine vararak! (Ben de onun yaşına vardığım bugünlerde, öyle yapmaya çalışıyorum.) *** İ lhan Selçuk’la birlikte, Bağımsızlık, Özgürlük, Eşitlik, Dayanışma, Adalet ve Barış için mücadele etmek… Atatürkçülük ile Sosyalizmi birleştirmek… Zulme, sömürüye karşı direnmek… Daha kolaydı! Kendisinin de kurbanı olduğu Birinci Silivri Trajedisi sırasındaki “Baskı, Sömürü, Yağma ve Adaletsizlik Sorunları”nın bugün de üstelik daha da şiddetlenerek devam ettiğini görseydi çok üzülürdü: Cumhuriyet Gazetesi’nin, onun düşünsel mirası olarak Atatürkçülük ve Sosyalizm çizgisindeki savaşımı (elbette haksız ve hukuksuz olarak hapis yatanları unutmadan) sürdürmesi, bugünkü gazete yazarlarının, çalışanlarının ve yöneticilerinin görevidir!

Source: Emre Kongar


Gazetemizin başyazarı İlhan Selçuk ve çizerimiz Turhan Selçuk’u yitirişimizin 15. yılı: ‘Bıraktıkları izler silinmez’

Cumhuriyetin vicdanı Aydınlanma çınarları gazetemizin eski imtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk ile kardeşi ve karikatürist Turhan Selçuk’un yaşamlarını yitirişlerinin 15’inci yıldönümlerinde Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesindeki gömütleri başında anıldı. Aydınlanma çınarlarının anma töreninde Hacıbektaş Belediye Başkanı Ali Kaim, Turhan Selçuk’un kızı Aslı Selçuk, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ Yönetim Kurulu üyesi Osman Gölcük, Cumhuriyet Gazetesi Genel İdare Mali İşler Müdürü Osman Selçuk Özer, Cumhuriyet Ankara Temsilciliği İdare Müdürü Mahmut Soyer, gazetemizin yazarlarından Mustafa Balbay, Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Yönetim Kurulu Üyesi Mediha Selmanpakoğlu, Ankara Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi Togay Yılmaz, Genel Sağlık-İş Kırıkkale İl Temsilcisi Çağlar Erdem, Başkent Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Sare Mıhçıoğlu, avukat İsmail Sami Çakmak, Ankara, İstanbul ve Avonos CUMOK katıldı. “DÜNYA TANIYORDU” Anma programında konuşan Hacıbektaş Belediye Başkanı Ali Kaim; Selçuk kardeşlerin dünyada tanındığını vurgulayarak “Fazla söze gerek yok; çünkü onlar dünyanın saygı duyduğu gazeteci ve karikatüristti” ifadelerini kullandı. Başkan Kaim’in ardından konuşan Turhan Selçuk’un kızı Aslı Selçuk “Selçuk kardeşler hepimize çok sayıda aydınlatıcı yazılar, karikatürler bıraktılar, zamansız yapıtlar ürettiler. Gelecek kuşakları da aydınlatmayı sürdürecek. Yaşamları boyunca hep birlikte adaletsizliğe, haksızlığa karşı durdular. Politik görüşlerinden en amansız zamanda bile ödün vermediler. Bıraktıkları izleri o kadar güçlü ki hiçbir zaman silinmez” dedi. “İLHAN SELÇUK ZOR OLANI BAŞARDI” Yazarımız Balbay ise “Dün akşam İlhan Selçuk’la yaşamımızı düşündüm. Bugünü nasıl yazardı, onu düşündüm. Bir defa İlhan Selçuk, ne sadece kendi ülkesiyle ilgilendi ne de küresel siyasete odaklandı. İlhan Selçuk küresel baktı, ülkesel düşündü. Bugün olsaydı; İlhan Selçuk İranİsrail savaşı hakkında ‘Yerde açlık, gökte silah yarışı’ derdi. İlhan Selçuk siyasetin tam göbeğinde; ama siyaset üstü bir konumdaydı. Bir ülkeyi aydınlatmak, yönetmekten zordur. İlhan Selçuk zor olanı seçti ve başardı, bize büyük bir miras bıraktı” ifadelerini kullandı. Türkiye’de insanların umutsuzluğa kapıldığını vurgulayan Balbay; “İlhan ve Turhan Selçuk bize çok şeyi öğretti ama iki şeyi öğretmedi: Umutsuzluk ve karamsarlık… Onların bize öğrettiği ve bizim devraldığımız Mustafa Kemal aydınlanması var, bu sönmeyecek. Ağaç fırtınaya kökleriyle direnir. İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk bizim köklerimiz, toprağımız da Anadolu. Hiçbir zaman karamsarlığa kapılmamış, hep aydınlar, ozanlar yetiştirmiş Anadolu… Onlar Anadolu’dan ve insanından esinlendiler” dedi. Balbay, gazetemiz Cumhuriyet’in aydınların buluştuğu bir kale olduğunu belirterek yönetimi ve çalışanlarıyla aydınlanma mücadelesinin sürdürüldüğünü söyledi. “AYDINLANMAYA MİRAS” Anmada son konuşmayı ise Ankara CUMOK Sözcüsü Nejdet Özer yaptı. İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk’un Aydınlanmada büyük bir miras bıraktığını vurgulayan Özer; gazetemiz Cumhuriyet’in yazarlarından Emre Kongar’ın önceki günkü Selçuk kardeşler hakkındaki yazısını okudu. Konuşmaların ardından törene katılanlara Hacıbektaş Belediyesi’nce İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk’un anısına lokma dağıtıldı.

Source: Aytunç Ürkmez


Öykü Serter”den Nihal Candan”a veda

Ünlü sunucu Öykü Serter, dün akşam hayatını kaybeden Nihal Candan için sosyal medyadan duygusal bir mesaj paylaştı. İkili, Candan”ın yarışmacı olduğu dönemde “İşte Benim Stilim” programında tanışmış ve yakın bir bağ kurmuştu. Öykü Serter, Instagram hesabından paylaştığı mesajında şu ifadelere yer verdi: “Hayatlarımız kesiştiğinde çok sevdiklerimdendi Nihal… Öyle parlak, öyle ışıklı… pırıl pırıl bir kalp.. Gördüğümüz ağız dolusu tebessümüyle gül yüzü, zeka fışkıran çakmak çakmak gözleriyle hayat dolu bir kız çocuğuydu belki ama aslında sevdiklerinin her yükünü de sırtlanan küçük dev bir kadındı o… Keşke elimden bir şey gelebilseydi. Takdir Yüce Yaradanın, varsa günahlarını affetsin. Rabbim, mekanını cennet eylesin, yattığı yer incitmesin. Artık huzurla dinlen, nur içinde yat güzel melek… Ben de “en çok seni özleyeceğim”. Ailesine ve tüm sevenlerine sabır ve baş sağlığı dilerim.”

Source: Internet Haber


Elif Engin ile Ahmet Ahlatcı dünyaevine girdi

Sinan Engin ve Ayşe Engin’in kızları Elif Engin, Ahlatcı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Ahlatcı ile eşi Sibel Ahlatcı’nın oğulları Ahmet Emin Ahlatcı ile hayatını birleştirdi.Çiftin düğün töreni, Çorum’da gerçekleştirildi.Engin-Ahlatcı çiftinin düğün töreni; iş, sanat ve futbol dünyasından pek çok kişi bir araya getirdi. Düğüne katılanlar arasında Elif Engin ve Ahmet Emin Ahlatcı çiftinin aile dostları ve ünlü isimler de yer aldı.

Source: Dünya Gazetesi


Allah”ı zikreden şehir Konya

Türkiye”nin yetiştirdiği en değerli ilim insanlarımızdan Prof. Dr. Raşit Küçük Hoca, Hadis konusu başta olmak üzere çok yönlü bir alim olarak birçok alana damgasını vurmuş, mebzul miktarda insan yetiştirmiştir.

Bugün ülkemizi yöneten en üst düzeydeki şahısların gerek yetişmesinde, gerekse onlara danışmanlık yaparak yönetme başarılarında önemli pay sahibidir. Hocanın hayat hikayesine dair kendisi ile yaptığımız konuşmalarımızı yani hayat hikayesini burada her pazar sizlerle paylaşmaya çalışacağız.

Hoca ile yaptığımız bu konuşmalarımızı, “Raşit Küçük, Hatırımda Kalanlar” adı ile Hayat Yayınları kitap olarak yayımladı.

Yine bu fakir kardeşiniz Hoca’nın panel, makale ve bilimsel yazılarını toparlamaya çalıştım, o da Hayat Yayınlarından kitap olarak çıktı.

İnşallah bu vesile ile kitaplar gündeme gelir ve umuyor, diliyoruz ki, Hocamızın;

Türkiye’nin en ücra köylerinden birinden başlayan, başarılarla dolu hayat hikayesi genç nesillerimize yol gösterici olsun.

İLK YAZIM ANTALYA İLERİ GAZETESİ’NDE YAYIMLANDI

FK: Hocam sizin, okumaya karşı ilginiz olduğu kadar, yazmaya sa hevesli biri olduğunuzu biliyorum. Birkaç genç arkadaşla Erzurum’da çıkardığımız aylık dersimize başyazılarımızı siz yazardınız.

Pekala İmam Hatipteyken ilgilenmediniz mi yazı ile?

RK: İlgilenmez olur muyum?

Antalya’da İleri Gazetesi vardı.

Yayın hayatıma İmam Hatip talebesiyken 6. ve 7. sınıflarda o gazeteye yazı yazarak başladığımı hatırlarım.

İkinci olarak, Konya’da Yüksek İslam Enstitüsü Talebe Cemiyetinin çıkardığı Yeni Ümit Dergisi vardı, orada yazdım. Bu dergi sonradan bir cemaatin çıkardığı derginin adı oldu ama Yeni Ümit, Konya’da ilk bizim dergimizin adıdır.

Sonra o dergi Türkiye İslam Enstitüleri Talebe Federasyonu dergisi oldu, adı da İslam Medeniyeti oldu, bu ismiyle çıktığı zamanlarda da güzel bir dergiydi, yıllarca da devam etti. Zaman zaman durağanlaştı ama uzun yıllar devam eden bir dergi oldu. Hatırladığım kadarıyla Mahmut Özakkaş’tan sonra ikinci başkan olan Cahit Baltacı’nın federasyon başkanlığı yaptığı zaman çıkmaya başlamıştır.

Ayrıca Konya’da Hüdai adlı bir arkadaşımızın Hamle adında bir gazetesi vardı, orada hem çalıştım, hem musahhihlik yaptım hem de yazı yazdım.

Gazeteler o zaman kurşun döküm ile çıkardı. Bir gün sonraki gazetenin önce bütün yazıları dizilir, her şeyi biter, sadece haberler kısmı ve ilk sayfası sonradan hazırlanırdı.

Orada ben uzunca bir süre çalıştım, müstear isimle bazı yazılar da yazdım; Yusuf Sadık, İsmail Sadık, Fedai Ferda falan gibi.

Konya’da yine rahmetli Erbakan’ın adaylığı döneminde Ziya Tanrıkulu arkadaşımız Yankı diye bir gazete çıkarırdı. Yankı da bağımsız adaylığı döneminde tamamen Erbakan’ı destekleyici bir gazeteydi, o gazete çok iş gördü, her yere dağıtırdık, gittiğimiz yerlere köylere, kasabalara götürürdük, Konya’nın içinde de okunurdu. Tabi daha sonra pek az devam etti. Oradaki yazılardan dolayı o arkadaşımız mahkûmiyet de çekti, hatta benim bir yazımın mahkûmiyetini de o üstlendi Allah rahmet eylesin. Yazdığım bir yazıda da o zamanki bir milletvekili adayı hakkında söylediğim sözler suç unsuru kabul edildi. Sonradan düşünüyorum, ben demek ki siyasi bir heyecana kapılıp böyle şeyler yapmışım diye kendi kendime hayret ettiğim olmuştur.

Yazı hayatım, diyebilirim ki, bugüne kadar aralıksız olarak hâlâ devam etmektedir.

KONYA ALLAHI ZİKREDEN BİR ŞEHİRDİR

FK: Hocam, sanıyorum artık, Liseli yıllarınız bitiyor ve Üniversite yıllarımıza doğru yaklaşıyoruz.

RK: Yüksek İslam Enstitülü yıllarımız başlıyor.
Evet, Öyle.

FK: Konya size göre nasıldı peki?

RK: Konya, Türkiye’nin tam merkezinde yer alan canlı, büyük, insanî hasletleri çok ileri, maneviyatı yüksek ve ağır başlı bir şehir.

Hayırhah insanları ziyade, Camileri bol olan; Camileri ve cemaatleri ile Allah’ı zikreden bir şehir.

Manevi dinamikleri önde olan bir şehir.

Tarımın geliştirdiği, az çok sanayisi ve fabrikaları olan, ama doğrusu dini hassasiyetleri çok bariz olarak görülen bir şehir idi. Mesela Antalya’da olmayan bir şey ve tabi ilk defa dikkatimi çeken bir şey; Ramazan aylarında bir tek bile çarşıda, sokakta oruç yiyen insan göremezsiniz Konya’da. Bugün böyle bir şey yok ama büyük çoğunluğuyla tasavvur edin.
Konya, o sıralar maneviyatı çok yüksek bir şehirdi. İnsani hasletleri de çok ileriydi. Çünkü Yüksek İslam Enstitüsü’ne iltifat ederlerdi. Talebe Derneği’nde ve Talebe Cemiyeti’nde çalıştığım için de ayrıca iltifat ederlerdi.

Konya’nın aşağı yukarı bütün meşahir ve meşayih diyebileceğimiz insanları, bunların içerisinde rical-i devletten insanlar da vardı. Ne bileyim serbest hukukçuları, avukatları, tüccarları büyük bir alaka gösteriyorlardı. Bunu biz her vesileyle görüyorduk. Konya’da hocalarımız dışında da çok güzel insanlar tanıdım.

(Devam Edecek)

Ferman Karaçam / Haber7
YouTube : youtube.com/c/Ferman Karaçam
Twitter : twitter.com/fermankaracam
Instagram : instagram.com/fermankaracam
Facebook : facebook.com/karacamferman
E-mail : fermankaracam@gmail.com
Web Sitesi : fermankaracam.com

Source: Ferman Kara


Antalya”da tarihi kilisenin taşlarını söküp, bölgede mangal yapmışlar

Antalya”da Alanya Kalesi”nde ziyarete kapalı Cilvarda Burnu”ndaki 11. yüzyıldan kalma kilisenin taşlarını söküp, mangal yapanların bıraktığı atıklar dikkati çekti. Tarihi kilise çevresinin cam ve plastik şişe, yemek, poşet, izmarit, terlik gibi atıklarla kirletildiği gözlendi. Alanya”nın simgelerinden kale, denizden yaklaşık 250 metre kadar yükselen yarımada üzerinde, 6,5 kilometre uzunluğundaki surlarıyla her yıl yüz binlerce turisti ağırlıyor. Yarımada ucunda uzunluğu 400 metreyi bulan sarp kayalıktan oluşan Cilvarda Burnu ve üzerindeki tarihi yapılar kentin silüetini güzelleştiriyor. Ziyarete kapalı olan Cilvarda Burnu”nda halk arasında “darphane” olarak anılan ve 11. yüzyılda kesme taşlardan inşa edilen kilise ve manastır yer alıyor. PATİKA ATIKLARLA DOLU Kaledeki mezarlığı çevreleyen surların arasında demir parmaklığı aşarak, sarp kayalıktaki patikadan yaklaşık 1 saat yürünerek ulaşımın sağlandığı yıkıntıda ayakta kalan kilise ve kubbesi yer alıyor. Ziyarete kapalı olmasına rağmen zorlu patikadan Cilvarda Burnu ve tarihi kiliseye gelenlerin bıraktığı atıklar dikkati çekti. Patikada çalılar arasında şişe kırıkları, cam ve plastik şişeler, yiyecek artıkları, poşet ve izmarit gibi çöpler gözlendi. Patikadaki kayalıklara bazılarının boyayla sevgilisinin ismini yazıp kalp işareti yaptığı görüldü. 35 METRE YÜKSEKTEKİ SARP KAYALIKTA, ULAŞIMI YOK Denizden yaklaşık 35 metre yüksekte sarp kayalığa konumlu tarihi kilisenin içerisine girenlerin taşları söküp, ateş alanı hazırladığı ve mangal yapıp duvarlara zarar verdiği görüldü. Duyarsız kişilerce kilise içerisinde ateş yakılması, kömür, odun atıkları ile poşet içerisinde çöpü bırakılması tepki çekti.

Source:


Antalya”daki tarihi kilisede skandal görüntüler

Antalya’nın Alanya ilçesinde, tarihi Alanya Kalesi’nde yer alan ve ziyarete kapalı olan Cilvarda Burnu’ndaki 11. yüzyıldan kalma kilisenin çevresi, duyarsız ziyaretçiler tarafından kirletildi. Kilise çevresinde cam ve plastik şişeler, yemek artıkları, poşetler, sigara izmaritleri ve terlik gibi atıklar tespit edildi. Tarihi yapının taşlarının sökülüp mangal yapıldığı, duvarlara zarar verildiği gözlendi.

Alanya Kalesi, 6,5 kilometre uzunluğundaki surları ve denizden 250 metre yükseklikteki konumuyla her yıl yüz binlerce turisti ağırlıyor.

Yarımadanın ucunda, 400 metre uzunluğundaki sarp kayalıklardan oluşan Cilvarda Burnu’nda, 11. yüzyılda kesme taşlarla inşa edilen ve halk arasında “darphane” olarak bilinen kilise ve manastır bulunuyor. Ziyarete kapalı olan bölgeye, kale mezarlığını çevreleyen demir parmaklıkları aşarak ve sarp kayalıklardaki patikadan yaklaşık bir saat yürüyerek ulaşılıyor.

KİLİSE ATIKLARLA DOLU

Patikada çalılar arasında şişe kırıkları, plastik şişeler, yiyecek artıkları ve izmaritler göze çarparken, bazı kayalıklarda boyayla yazılmış isimler ve kalp işaretleri dikkat çekti.

Denizden 35 metre yükseklikteki sarp kayalıklarda yer alan kilisenin içine girenlerin, taşları sökerek ateş yaktığı ve mangal yaptığı belirlendi. Kilise içinde kömür, odun atıkları ve poşetlerde bırakılan çöpler, ziyaretçilerin duyarsız davranışlarına tepki çekti.

Yetkililer, tarihi ve kültürel mirasın korunması için bölgeye yönelik denetimlerin artırılacağını belirtti.

Source:


Çölden gelen esin

Suudi Arabistan son yıllarda yatırım yaptığı birçok alanla birlikte ülkeye daha fazla yabancı çekmeye çalışıyor. Sanat da ülkenin en çok yatırım yaptığı alanlar arasında. Suudi Arabistan Krallığı Veliaht Prensi Muhammed bin Salman tarafından kurulan Misk Foundation, 2017 yılından bu yana sanatçıları başkent Riyad’da konaklatarak üretimlerini yapmalarını sağlıyor. Amaçları elbette kültürel alışverişi desteklemenin yanı sıra bölgedeki çağdaş sanat üretiminin gelişmesi. Bu yıl programa bir de Türk sanatçı seçildi: Ayça Ceylan. Eco-performans sanatçısı ve gazetemizin sürdürülebilirlik yazarı Ceylan, konuk sanatçı programında “The Sandland Oracle: Codes of the Ancient Future” isimli interaktif yerleştirmesini tamamlayacak. Program 20 Nisan’da başladı ve temmuz ortasında bir sergiyle son bulacak. Biz de Ceylan ile hem çöl deneyimini hem üretimini hem de ekolojik sanatı konuştuk. * Suudi Arabistan denince akla ilk olarak sanatçılara alan açan, hatta konuk sanatçı programına ev sahipliği yapan bir ülke gelmiyor. Ancak son yıllarda her alanda olduğu gibi sanat konusunda da yatırım yaptıkları bir gerçek. Siz orada nasıl karşılandınız ve nasıl devam ediyor konuk sanatçı deneyiminiz? “Misk Art Institute’nun Masaha Cycle 9 konuk sanatçı programı” kapsamında Riyad’da bulunmak gerçekten çok katmanlı bir deneyim. Ayrıca Suudi Arabistan’ın son yıllarda öncelikleri arasında üst sıralarda bulunan kültür ve sanat alanındaki dönüşümüne tanıklık etmek de heyecan verici. Açıkçası ilk başta buraya dair imgelerim sınırlıydı ama buraya geldiğimde Misk Art tarafından organize edilen geziler, müze ve sanatçı atölyesi ziyaretleri aracılığı ile hem yerel hem uluslararası kültür-sanat ekosisteminin aktörleri ile tanışma imkânım oldu. Devlet kurumları da dahil olmak üzere kadınların ve gençlerin desteklendiğini ve önemli pozisyonlarda çalıştıklarını söyleyebilirim. Kültürel dönüşüm hissedilir düzeyde ve bu geçiş döneminde burada olmak ve yaratıcı bir enerjiyle beslenmek sanatsal sürecime de farklı bir perspektif getiriyor. Misk Art ekibi oldukça destekleyici ve sanatçının kendi araştırma yönünü özgürce geliştirebilmesi için maddi ve manevi gerekli zemini sağlıyor. Türk bir sanatçı olarak burada bulunmak ve ülkemi temsil etmek kıymetli. ÇOK KATMANLI * Sergi için çalışmalarınızı sürdürdüğünüz “The Sandland Oracle: Codes of the Ancient Future” interaktif yerleştirmeniz hakkında biraz daha detay alabilir miyiz? “The Sandland Oracle: Codes of the Ancient Future”, çölü hem kadim bir arşiv hem de dönüşümün vizyoner bir mekânı olarak yeniden kurgulayan, çok katmanlı ve duyusal bir yerleştirme projesi. “Geçmişin kumları, geleceğin manzaralarını nasıl şekillendirir” sorusundan yola çıkan bu interaktif yerleşirmemde, mitoloji, ekoloji, gelenek ile teknolojinin birlikte kimliği ve kolektif şifayı nasıl inşa ettiğine ve çevresel sürdürülebilirlik politikalarına neler katabileceğine odaklanıyorum. Al-Dahna Çölü’nün hilal (ayça) biçimli kum tepeleri, AlUla’da 7 bin yıl öncesine dayanan deniz kabuklarının bulunduğu kadim izler ve nun harfi, projenin mekânsal ve sembolik çıkış noktalarından. Yerleştirme; video sanatı, canlı performans, 3D baskılar, sanatçı e-kitabı ve AI (yapay zeka) gibi araçlarla, bireysel bellek ile kolektif bellek arasındaki bağı araştırıyor. Bu sayede, atalara ait bilgeliğin güncel araçlarla yeniden yorumlanabileceği şiirsel ve çok boyutlu bir düşünme alanı açmayı hedefliyor. * Ekolojik sanat, topraklarının çoğunluğu çölden oluşan bir ülkede farklı perspektifler açacaktır diye düşünüyorum… Çöl, çoğu zaman “boşluk” ya da “yoksunluk” olarak algılansa da derin bir arşiv, zamanın dokusunu taşıyan bir canlı organizma. Suudi Arabistan’da, özellikle çölde yaptığım gezilerde, kumların konuştuğunu biliyorum. Bunu sadece spiritüel açıdan söylemiyorum, “singing sand” (konuşan kumlar) diye bir kavram var. Birçok bilimsel araştırma rüzgârın kum taneleri ile bir araya geldiğinde farklı frekanslarda sesler oluşturduğunu doğruluyor ve bunların potansiyelleri üzerine çalışıyor. Ayrıca ülkenin bazı bölgeleri yaklaşık 45 milyon yıl önce kadim Tetis Okyanusu’nun tabanıydı. * Bir eko-performans sanatçısı olarak, sizce sanat günümüzün ekolojik sorunlarına nasıl katkı sağlayabilir? Sanat, duygusal zekâyı ve sezgisel bilgeliği harekete geçirebilen nadir alanlardan biri. Ekolojik sorunlar sadece teknik ya da politik meseleler değil, aynı zamanda ruhsal ve duygusal bir kopuşun yansımaları. Eko-performans, insan ile doğa arasındaki bu kopuşa karşı bedensel bir hatırlama pratiği olabilir. Bedenle, ritüelle, duyularla, hareketle doğayla yeniden sağlıklı ilişki kurmak mümkün. Benim performanslarımda/performatif yerleştirmelerimde doğa elementleri çoğunlukla birer karakter olarak yer alır. Bu karakterler kendilerini kendi tarihsel-politik-sosyolojik öyküleri anlatır. Sanat aracılığıyla yeni bir farkındalık yaratılabilir: Doğayı kurtarmak değil, onunla yeniden bir ilişki inşa etmek… Belki de bu çağın en önemli dönüşümü burada gizli.

Source: Orhun Atmiş


Sanatla aramıza yapay zekâ mı girecek?

Nisan ayında yaşanan bir olay, 14 Haziran’da sosyal medyada yoğun şekilde paylaşıldı: Güvenlik kamerası kaydında, İtalyan sanatçı Nicola Bolla’nın Swarovski kristalleriyle kaplı Van Gogh sandalyesi, bir ziyaretçinin üzerine oturması sonucunda paramparça olduğu görülüyordu. 4 Haziran’da ise Çin’de daha da vahim bir güvenlik ihlali yaşanmıştı: Xi’an’daki Terrakota Ordusu Müzesi’ndeki bir ziyaretçi, koruyucu bariyerleri aşarak 5.4 metre derinlikteki çukura atladı ve MÖ 209 yılından kalma iki terrakota savaşçıya zarar verdi. Ardı ardına yaşanan olaylar, müze güvenliğinin yalnızca sıradan önlemlerle sınırlı kalamayacağını, sistemli ve çok katmanlı bir yaklaşım gerektirdiğini ortaya koyuyor. SANAT ESERLERİNİN KORUNMA TARİHİ Sanat eserlerinin korunması sorunu, aslında ilk kez modern müzeciliğin doğuşuyla birlikte gündeme gelmiştir. 18. yüzyılın sonunda Fransız Devrimi sırasında kurulan Louvre Müzesi, kraliyet koleksiyonlarının “halka açılması” düşüncesiyle doğmuştu. Ancak bu açılma, aynı zamanda kamunun eserle nasıl ilişki kuracağı sorusunu da beraberinde getirdi. Bir yanda aydınlanmacı bir idealle sanatı demokratikleştirme arzusu vardı diğer yanda bu eserlerin fiziksel olarak korunmasının gerekliliği. Bu çelişki, zamanla müzelerde artan cam vitrinler, alarm sistemleri ve “Lütfen dokunmayınız” tabelalarıyla çözümlenmeye çalışıldı. Ancak bu örneklerle de gördüğümüz gibi fiziksel önlemler her zaman yeterli olmayabiliyor. Bu noktada teknolojik çözümlerin önemi yadsınamaz. Modern müzeler, artık yapay zekâ destekli hareket sensörleri, yakınlık alarmları ve anında müdahale sistemleri ile eserleri koruyabiliyor. Amerikan teknoloji şirketi Art Sentry gibi girişimler, müzelere özel kamera tabanlı hareket algılama sistemleri geliştirerek eserlerin etrafında koruma alanları oluşturuyor ve ziyaretçiler bu alanlara girdiğinde anında uyarı veriyor. Bu sistemler, yalnızca güvenlik görevlilerinin gözlemlediğinden 75 kat daha fazla müdahaleyi tespit ediyor ve tüm nesne müdahalelerinin yüzde 92’sinden fazlasını önlüyor. Sentry Intelligence gibi yeni nesil yapay zekâ çözümleri ise müze ortamında yanlış alarmları yüzde 90’a varan oranlarda azaltarak gölgeler, yansımalar ve çevresel değişikliklerin neden olduğu yanlış alarmları filtreleyip gerçek tehditleri tespit edebiliyor. GÜVENLİK İÇİN YENİLİKÇİ ÇÖZÜMLER İtalya’daki Bologna Müzesi, ziyaretçi davranışlarını anlamada öncü bir yaklaşım sergiliyor. ShareArt isimli yapay zekâ destekli video analitik sistemleri kullanan müze, ziyaretçilerinin sanat eserlerine olan ilgisini ölçmek için yüz ifadeleri, beden duruşu ve eserlere yakınlık gibi verileri analiz ediyor. Bu tür sistemler, kişilerin eserlere fazla yaklaşmasını, ellerini uzatmasını veya tehlikeli hareketlerde bulunmasını önceden tespit edebilir ve bu gelişmeler, müzelerin geleceğinde güvenlik görevlilerinin iş yükünü azaltarak daha otomatik bir sisteme geçişi temsil ediyor olabilir. Bu teknolojilerin bir avantajı, fiziksel bariyer gereksinimini azaltarak ziyaretçinin sergilenen eserlerle daha derin bir bağ kurmasına olanak sağlaması. Cam vitrinler, güvenlik şeritleri veya uyarı tabelaları gibi geleneksel önlemler, çoğu zaman izleyicinin sanatla kuracağı duygusal temasın önüne geçebiliyor. Oysa yapay zekâ destekli sistemler sayesinde güvenlik daha görünmez ama daha etkin bir biçimde sağlanabilecek. Bu yeni dönem, belki de müzeciliğin geleceğini şekillendirecek ve fiziksel sınırları değil izleyici deneyimini önceliklendiren bir güvenlik anlayışını doğuracak.

Source: Bala Gürcan Madra


Cem Çatık: “Mükemmellik insan faktörünü ortadan kaldırıyor”

Cem Çatık, İzmir doğumlu bir müzisyen. Son 20 yıldır müzik sektöründe aktif olarak yer alıyor. Aynı anda gitarist, prodüktör, ses mühendisi ve eğitmen. 1987 doğumlu Çatık’ın ses mühendisliği alanında da yüksek lisansı var. Üretimlerini ise 2012 yılından bugüne kendi kurduğu Bubinga Records çatısı altında yapıyor. Enstrümantal müzik alanındaki ilk solo projesi “Experimentals” grubuyla (bas gitarda Cengiz Zeydan, davulda Umut Çılgın ve klavyede Ozan Göğüş) 2011’de başlayan bir serüveni var. Hareketli ve sert müziğiyle dikkat çeken ama dinleyiciyi bir hikâyenin içine alan ilk albümleri de 2014 yılında kaydedilip 2017’de yayımlanmış. Çatık, bu çalışmayı “Experimentals Remastered” adıyla önce üç bölüm şeklinde, ardından albüm formatında Bubinga Records etiketiyle yeniden yayımladı. Yeni albüm “Almost There” ise 23 Mayıs’ta tüm dijital platformlarda dinleyiciyle buluştu. Bu kez süre olarak daha kısa ve ilk albüme göre daha az sert bir müzikle karşılaştık ancak anlatım gücü hâlâ yerli yerinde. Dinleyiciyi bu albümle yine bir müzik yolculuğuna çıkaran Çatık’la konuştuk. * Son albümünüz “Almost There” bir arayış ve olgunlaşma teması taşıyor. Bu albümün ortaya çıkış sürecini anlatır mısınız? “Almost There” uzun bir zamana yayılan bir sürecin ürünü. Albümdeki bazı besteler pandemi öncesine dayanıyor. O dönemde ekibim olmadığı için bu şarkılar bekliyordu. 2023’ün başında “Time is Love” sergisinden (“Time is Love; Bir Dünya Gezisi Sahnesi” başlıklı karma sergi, 2023 yılında Ortaköy Hüsrev Kethüda Hamamı’nda sanatseverlerle buluştu) bir konser daveti alınca, pandeminin bitişine de denk gelen bu süreçte yeni bir ekip kurdum. Davulda Erkan Sönmez ve bas gitarda Halil Çağlar Serin ile bir trio oluşturduk. Konserde yakaladığımız uyumun ardından birlikte çalışmaya devam ettik. Önce ilk albümümdeki parçaları bu trio formatına göre yeniden düzenledik ve sahnede çalmaya başladık. Ardından “Almost There” albümünün parçalarını yavaş yavaş repertuvarımıza ekledik. Yani bu parçalar, albüm yayımlanmadan önce hem provalarda hem de sahnede pişerek son halini aldı. * İlk albümünüz daha sert ve genç bir enerjiye sahipken bu albümde bir olgunlaşma hissediliyor. Bu değişim yılların getirdiği bir durum mu? Olgunluğun mutlaka etkisi var. En büyük fark, besteleri yapma yöntemimde yatıyor. İlk albümde tüm enstrümanları tek başıma yazıyordum. Bu albümde ise çalıştığım tüm müzisyenlerin katkısı var. Caz müziği doğası gereği müzisyenlerin etkileşiminden, doğaçlamalardan beslenir. Besteleri, diğer müzisyenlere alan bırakacak şekilde planlamak gerekiyor. Ancak bu durumu “Rock-metal çocukçaydı, olgunlaştık caz yapıyoruz” gibi bir kalıba sokmak istemem. O sound’ları hâlâ çok seviyorum. Bu albümün kimliği bu şekilde oluştu, bir sonraki albümde bambaşka bir sound ortaya çıkabilir. Dolayısıyla bu bir stil ve yaklaşım farkı; evet daha sakin ve olgun noktaları var ama benim için öncelikli olan ifade şekli. * Cazla ilk tanışıklığınız ve caz yapmaya başlamanız ne zamana denk geliyor? Rock-metal geçmişinden geliyorum. 2010-2011 gibi Modern Müzik Akademisi”nde Güç Başar Gülle’den armoni, kulak ve improvizasyon gibi caz eğitimleri almaya başladım. Cazın repertuvarını ve stillerini bu süreçte öğrendim. Hatta ilk albümüm (2017), tam da cazı öğrenmeye başladığım bu dönemde yayımlandı. Yani bir yandan kendi bestelerimi yayımlarken, arka planda da neredeyse bir konservatuvar eğitimi alıyordum. * Güncel olarak hangi caz müzisyenlerini takip ediyorsunuz? Elbette bir gitarcı tayfası var: Scott Henderson, John Scofield, Allan Holdsworth gibi efsanelerin yanı sıra güncelden Guthrie Govan’ı takip ediyorum. İlk albümümün sound’larına yakın Plini ve Tosin Abasi (Animals as Leaders) var. Bir de Snarky Puppy gibi topluluklar ve o çevreden çıkan müzisyenler çok üretken. Gitaristlerden Mark Lettieri, Cory Wong; davulculardan Larnell Lewis, Nate Smith; saksafoncu Bob Reynolds gibi isimleri aktif olarak takip etmeye çalışıyorum. Bas gitaristlerden Snarky Puppy’nin kurucusu Michael League, multi-enstrümantalist Jacob Collier ve Cory Henry gibi isimlerin olduğu o jenerasyonu da izliyorum. Bir de NPR Music Tiny Desk konserlerinden keşfettiğim ve takip ettiğim Anderson Paak, Tom Misch, Thundercat ve Moonchild gibi müzisyen ve gruplar var. * Bu çok yönlü eğitim (kendi kendine öğrenme, akademi, ses mühendisliği) üretim sürecinizi nasıl etkiliyor? Ben boş kalmayı pek sevmem. Genelde en yoğun olduğum dönemlerde daha üretken oluyorum. İlk albümün bestelerini üniversite, müzik akademisi ve stajı aynı anda yürütürken yapmıştım. Bu son albüm (Almost There) sürecinde de stüdyomuzda eş zamanlı olarak Emre Karabulut’un “Araf” ve Berkan Kaya’nın “Beyond the Poles” albümleriyle birlikte üç albüm kaydettik. Tüm bu albümlerin kayıt ve prodüksiyon süreçlerini de ben yürüttüm. Yoğunluk beni besliyor. *Albümlerde, “Sarı Dolmuş” gibi esprili şarkı isimleri de var. Ballad for T.W.D.L. parçasının açılımı ne? “Ballad for Those Who Don”t Like Ballads”, yani “Balad Sevmeyenler İçin Balad” demek. O da kendimce bir espri. * Enstrümantal müzik yapmak ana akıma ulaşmada bir engel mi? Dijital platformlar bu süreci nasıl etkiledi? Sorun müziğin enstrümantal olması değil, dijital dünyada isimsiz bir sanatçı olmak. Ana akım zaten belirli çevrelerce oluşturulan bir moda gibi. Yeni çıkan bir sanatçı, popüler tarzda müzik yapsa bile bizim yaşadığımız zorlukları yaşayacaktır. Çünkü dijital platformlarda bir algoritma dünyası var ve bunu yönetmek ayrı bir profesyonellik. Eskiden albümü yayımlayınca birilerine ulaşacağını sanırdık, şimdi öyle olmadığını anladık. Bu her sanatçı için geçerli. Müziğinizin doğru dinleyiciye ulaşması için reklam bütçeleri ayırmak, dijital pazarlama desteği almak gerekiyor. * Üretim sürecinizde kendinize karşı eleştirel misiniz? Mesela ilk albümünüzü sonra yeniden elden geçirdiniz. İlginç bir süreçti benim için. İlk albümü 2017’de yayımladığımızda, kayıtlar zamanlama olarak mükemmelleştirilmiş, her şey kusursuz hale getirilmişti. Ses mühendisliği alanında geliştikçe, bu “mükemmelliğin” aslında insan faktörünü ortadan kaldırdığını fark ettim. Yıllar sonra albümü yeniden miksledim ve bu sefer o düzeltmeleri yapmadım. Kayıtlarda nasıl çaldıysak, o doğal ve “kusurlu” hale geri döndürdüm. Zaten yapılmış bir işi, hem eskisinden kötü yapmamak hem de çok mükemmel olmamasına uğraşmak çok zorlu bir süreçti ve yaklaşık iki buçuk yılımı aldı. * Müzikle ilgili bu bitmeyen arayışın ve üretmeye devam etmenizin ardındaki temel motivasyon ne? Motivasyonum üretmeye devam etmek. Bestecilik, prodüksiyon, yeni şeyler öğrenmek bitmeyen alanlar ve ben bu ucu bucağı olmayan şeyleri seviyorum. Az dinleniyor diye kenara çekilip beklemek bir fayda sağlamıyor. KÜNYE Albümde trioya ek olarak; üç parçada klavyede Berkan Kaya, bir parçada ise gitarda Emre Karabulut konuk oldu. Altı parçadan oluşan albümde tüm besteler Cem Çatık’a ait. Albümle aynı ismi taşıyan “Almost There” parçası ise Çatık, Erkan Sönmez ve Halil Çağlar Serin’in ortak imzasını taşıyor. Albümün kayıt, mix, mastering ve prodüksiyon süreçlerinin tamamı Cem Çatık tarafından üstlenilmiş; mastering aşamasında Adham Farid ile işbirliği yapılmış. Albüm kapağındaki illüstrasyon ve grafik tasarım ise ilk albümün kapağını da hazırlayan Bernardo Anichini’ye ait. Albüm kayıt süreçlerindeki ev sahipliği ve video çekimlerinde ise perde arkasında Bestem Yuvarlak Çatık bulunmaktadır.

Source: Orhun Atmiş


Kültür Rotası

Sıradışı bir mimarın fotoğrafhanesi Suna ve İnan Kıraç Vakfı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, Cumhuriyet’in ilk yıllarının özgün simalarından ve önemli mimarlarından Arif Hikmet Koyunoğlu’nu odağına alan “Maceraperest Bir Mimarın Fotoğrafhanesi: Arif Hikmet Koyunoğlu 1893–1982” başlıklı sergiye ev sahipliği yapıyor. Sergi, Koyunoğlu’nun erken 20. yüzyılda çektiği fotoğraflar aracılığıyla yaşamöyküsünü ve dönemin mimari ve toplumsal dönüşümünü gözler önüne seriyor. 32. İstanbul Caz Festivali kente dönüyor Bu yıl 32’ncisi düzenlenen İstanbul Caz Festivali, dünyada yankı uyandırmış sanatçıları ağırlıyor. Festivalin ilk üç gününde izleyiciler, Küba cazının yaratıcılarından Chucho Valdés, klasik gitara yeni bir altın çağ yaşatan kardeşler Hermanos Gutiérrez ve klasik müzikte elektronik devrim yaratan piyanist ve besteci Max Richter ile buluşacak. Ayrıntılı bilgi İKSV’nin internet sitesinde… Kenan Doğulu, Harbiye Açıkhava’da Türk pop müziğinin efsane isimlerinden Kenan Doğulu, 16 Temmuz’da Harbiye Açıkhava sahnesinde sevilen şarkılarını hayranlarıyla buluşturacak. ‘World Akustik’ konser serisi Göksel ile başlıyor Bu yıl 10. yaşını kutlayan Yapı Kredi bomontiada, yedinci kez müzikseverlerle buluşturduğu World Akustik konser serisinin yeni sezonunu 27 Haziran Cuma akşamı, Göksel’in konseri ile açıyor. Konser serisinin biletleri satışta, ayrıntılar internet sitesinde. Dark Sun Festival Türkiye’de metal müziğin önde gelen isimlerini bir araya getiren “Dark Sun Festival”, 1-2 Ağustos tarihlerinde KüçükÇiftlik Park’ta metal müzik esintisi yaşatacak. “Sepultura” ve “Epica”nın da sahnede olacağı festivalin biletleri satışta.

Source: Haber Merkezi


Depremle ilgili espri

On binlerce kişinin feryatlar ederek öldüğü bir depremle ilgili espri yapabilir misiniz? Cevabınız muhtemelen “Hayır” olacaktır. Aşağıda Pazarcık depreminden sonra insanlarımızın nasıl espri yaptıklarını göreceğiz. Önce travmalara bakalım. TRAVMA Tüm canlılar zaman zaman fiziksel ve duygusal açıdan darbe alırlar, yaralanırlar, şoka girerler. Trafik kazaları, deprem, yangın gibi doğal afetlere maruz kalma, savaş ortamında bulunma, saldırıya, tecavüze uğrama travma yaratan durumlardandır. Travmaya uğrayan kişiler sürekli kaygı, panik atak sergileyebilirler, kâbus görebilirler, zihinleri sürekli travmayla meşgul olur, yaşam kaliteleri düşer, depresif duygular edinebilirler. Travma sonrası rastlanan tepkilerden bir tanesi de kişinin olayı tekrar tekrar yaşamasıdır. “Flashback” adı verilen bu durumda kişi travmatik olayı sadece hatırlamaz, adeta o andaymış gibi tekrar tekrar yaşar. Travmalarla nasıl baş edilebileceği konusunda işlevsel psikoterapi teknikleri vardır. Bazıları bir ruh sağlığı uzmanına başvurmadan kendi kendilerine travmanın verdiği stresle başa çıkmaya çalışır. Söz konusu stres zamanla azalabilir ancak bir uzmandan destek alındığında hem rahatlama süresi kısalacak hem de yaşam kalitesi düşmeyecektir. ÇOCUKLARDA TRAVMAYLA BAŞ ETME Çocuklar deprem, yangın gibi travmalarla karşılaştıklarında aynen yetişkinlerin verdikleri tepkileri verirler. Ancak kendi kendilerine bırakıldıklarında hızla travmayla baş etme davranışları sergilerler. Örneğin depremden ya da yangından yaklaşık bir hafta sonra depremin, yangının resmini çizerler, az sonra da depremle yangınla ilgili oyunlar oynarlar. Bu durum onların travmanın yarattığı stresten bir ölçüde kurtulmalarını sağlar. Çünkü korktukları şeylerin rolüne girmek çocuklara iyi gelir. Kediden korkan bir çocuk kedi rolüne girip “Pıh” diyerek başkalarını korkutmaya çalışır. Kendi hallerine bırakılan çocuklar resim yaparak, oyun oynayarak kendilerini bir ölçüde sağaltabilirler, ancak buna güvenmemek, önemli travmalara uğrayan çocukları oyun terapisi almaları için konunun uzmanı psikologlara götürmek gerekir. YETİŞKİNLERDE TRAVMAYLA BAŞ ETME Uğradıkları travma sonrasında yetişkinler birbirleriyle konuşarak, çeşitli inanç sistemlerinde travmayı anlamlandırmaya çalışarak stresleriyle baş etmeye gayret ederler. Bence yetişkinlerin bir travmayla baş etmeye başladıklarının en önemli göstergesi konuyla ilgili espri yapmalarıdır. Travmasıyla ilgili espri yapan yetişkin bir ölçüde stresiyle başa çıkmaya başlamış demektir. Pazarcık depreminden sonra deprem geçiren şehirlere, kasabalara defalarca gittim. Başlangıçta insanlar derin bir korku, kaygı, karamsarlık içindeydiler. Yılmazlık (rezilyıns) sergileyebilen yoktu. Deprem bölgesine gidip gelmeye devam ettikçe, depremden sekiz ay kadar sonra deprem bölgesindeki depremzedelerin, henüz hepsi kalkmamış enkazlar arasında şöyle dediklerini duydum: “Naci görür, biz göremeyiz.” Bu cümle özeleştiriydi, trajikomikti, beni derinden etkiledi. Evet Naci Hoca görmüştü, bizler görememiştik, başından beri önlem almamıştık, o bölgeye kepçeleri yığmamıştık, deprem çantası hazırlamamıştık. KÜLTÜRÜMÜZDE ESPRİ Travma sonrası espri yapmak sadece bize özgü değil başka kültürlerde de var. Sovyetler, Macaristan’ı işgal ettiklerinde Macar kardeşlerimiz “Sovyet tankları Macaristan’da ne arıyor” diye soruyorlardı, sonra da “Kendilerini Macaristan’a davet eden kişiyi arıyorlar” diye cevap veriyorlardı. Tüm kültürler yaralarını sarmada espriden yararlanıyor olabilirler fakat Türk kültürü, Nasrettin Hoca’da doruğa ulaşan mizah anlayışıyla bu konuda çok önemli bir konuma sahiptir. Nasrettin Hoca nüktelerini yapmış somut bir kişi yoktur, aslında hepsi anonimdir. Dedelerimiz ve ninelerimiz Nasrettin Hoca fıkralarını üretmişler, Urumçi’den Balkanlar’a kadar adım adım yaymışlardır. Anadolu’ya büyük hasar veren Timur işgalinden sonra Anadolu halkı Nasrettin Hoca’nın ağzından Timur Beg’e taşlamalar yöneltmişlerdir. Erzurum fıkraları, Temel fıkraları, Nasrettin Hoca kültürünün bir parçasıdır. Tüm fıkralar, travma sonrasında üretilen espriler eğlendirici olmanın yanı sıra tedavi edici özelliğe de sahiptir.

Source: Üstün Dökmen


Karanlıkta parlayan tarih: Topkapı Sarayı’nda “gece müzeciliği” başladı!

Tarihi, mimarisi, avluları ve eşsiz koleksiyonlarıyla Topkapı Sarayı, gece ışıkları altında bambaşka bir görünüme bürünerek ziyaretçilerine eşsiz bir deneyim sunuyor.

Milli Saraylar Başkanlığına bağlı Topkapı Sarayı, müze olarak faaliyet göstermeye başladığı 1924’ten bu yana ikinci kez gece saatlerinde gezilebiliyor.

TARİHİ MİRAS GECE KEŞFEDİLİYOR

Topkapı Sarayı, yaz mevsiminin en uzun günü olan 21 Haziran’dan itibaren akşam saatlerinde ziyaretçilerini ağırlamaya başladı.

GECE YOLCULUĞUNUN KEŞİF NOKTALARI

Ziyaretlerde Kubbealtı, Silah Müzesi, Harem-i Hümayun’da Cariyeler Taşlığı, III. Murat Has Odası, Mabeyn Taşlığı ve Altın Yol, Enderun Avlusu’nda ise Mukaddes Emanetler Dairesi, Arz Odası, Fatih Köşkü ve Seferli Koğuşu gezilebilecek. Osmanlı hazinesinin en kıymetli eserlerinden Kaşıkçı Elması, Topkapı Hançeri ve Altın Taht da bu rotada görülebilecek.

YILDIZLAR ALTINDA PANORAMİK ŞEHİR MANZARASI

Köşkler bahçesi olarak anılan dördüncü avlu da ziyaret kapsamında görülebilecek. Ziyaretçiler Havuzlu Teras’ta dolaşıp, İftariye Kameriyesi’nden İstanbul’un tarihi silüetini, Mecidiye Köşkü terasından da panoramik şehir manzarasını seyredebilecek.

ZİYARET GÜN VE SAATLERİ

Uygulama kapsamında saray, 14 Eylül’e kadar cumartesi günleri 21.00 – 23.00 saatlerinde gezilebilecek. Ziyaretler, 21.00 ve 22.00 saatlerinde iki grup halinde gerçekleştirilecek. Biletler, saray gişelerinden temin edilebilecek. Ziyaretin başlangıç ve bitiş noktası Bab-ı Hümayun olacak.

Topkapı Sarayı Daire Başkanı İlhan Kocaman, basın mensuplarına yaptığı açıklamada, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Topkapı Sarayı’nda gece turlarına bugün itibarıyla başladıklarına değinerek, sarayın 14 Eylül’e kadar cumartesi akşamları ziyarete açık olduğunu ifade etti.

Topkapı Sarayı’nı gece de gezmek isteyenler olduğunu belirten Kocaman, “Bu konuda bizden önemli talepler vardı. Bu talepleri gerçekleştirmek istedik ve inşallah belli sayıda ziyaretçilerimizi alacağız. Topkapı Sarayı malumunuz İstanbul’un 7 tepesinden birisidir. Bölümleri, galerileri, eserleri ziyaretçilerimiz göreceği gibi aynı zamanda İstanbul’un en yüksek mekanlarında birisi olduğu için de İstanbul’u özellikle dördüncü avluda gece görme imkanı olacaktır.” dedi.

“GÜNDÜZ GÖRÜLEBİLEN YERLERİN TAMAMINI GECE DE GÖRMELERİNİ SAĞLAYACAĞIZ”

Belli bölümlerde, özellikle Harem’in birçok bölümünde enerji kullanılmadığını aktaran Kocaman, “Buraların belli bölümlerini az da olsa aydınlatarak ziyaretçilerimize açtık. Mümkün olduğu kadar gündüz görülebilen yerlerin tamamını gece de görmelerini sağlayacağız. Ayrıca bu yıl yine alt bahçelerimiz, yani sarayın Fatih Köşkü’nde ve Mecidiye Köşkü’nün teras alanında Boğaz’ı, Haliç’i, Marmara Denizi’ni, adaları da ziyaretçilerimiz görebilecektir.” şeklinde konuştu.

Source: Nergis Demir