Sarıyer Edebiyat Günleri
Geçtiğimiz hafta pazar günü Sarıyer Belediyesi’nin düzenlediği “12. Sarıyer Edebiyat Günleri” nde “Öykücülüğümüzün Yüz Yılı” başlıklı bir panelde Sadık Aslankara, Özcan Karabulut, Hürriyet Yaşar ’la birlikte konuşmacıydım. İstanbul’un keskin soğuğuna ve yağmura rağmen öykücülüğümüz üzerine düşüncelerimizi nitelikli bir çoğunluk dinlerken neredeyse hepimiz Sadık Aslankara’nın bu alanda hazırladığı çok yakında kitaplaşacak çalışmaya dikkat kesildik. Aslankara çalışmasına dair temel yönelimini tek tek anlatırken özellikle öykü yazarlığındaki çok sayıda çıkış yapan yazarla birleşen parlak dönemlerin ortak özelliklerini sundu bize. Hürriyet Yaşar özenli çalışmasında çağdaş öykü yazarlığımızın Refik Halit Karay, Ömer Seyfettin ve Esendal ’la öne çıkan ilk dönemi aktardı. Özcan Karabulut ise kendi içinde olduğu 90’lı yıllar yazarlar kuşağının güçlü çıkışının ardındaki yazar örgütlenmesine yönelik gerçekliği açıkladı. Dinleyiciye, Ankara’da Öykü Günleri ile başlayan, ardından neredeyse tüm ülkeye yayılan öykü günleriyle bağlantılı, birbiri ardı sıra çıkan öykü dergilerini, 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün başlangıcı ve gelenekselleşmesini paylaştı. *** Doğrusunu söylemek gerekirse bu kadar geniş kapsamlı bir başlığı yorumlamanın sıkıntısıyla geçtiğimiz yüz yılımızda öykücülüğümüzü değerlendirmenin en önemli adımı belki de kimi öykülere değinmekten geçiyordu. Kendi adıma yüz yıllık tarihimizden en sevdiğim on öyküyü belirleyerek ilerlemek öznel gibi görünse de geneli görmek adına bir bebek adımı olabilirdi. Metin Altıok ’un, “Ben diyorsam bilin ki o sizsiniz” dizesinden hareketle kendi bakışımın açılımını bu yolla sağlamaya çalıştım. Seçtiğim öyküler ise şunlardı: Mahmut Şevket Esendal’dan “Karısının Kocası” günlük yaşam dilini konuşturma örgüsüyle betimleyerek ve abartıdan uzak bir yaklaşım sunarak anne ve babasının oğulları genç bir mühendisin yanına taşınması sonucu doğan olayları aktarır bize. Esendal muazzam bir ironiyle bitirir öyküsünü. Böylece çağdaş öykücülüğümüzün dinamik ilk örneklerinden biri sunulur. Sabahattin Ali ’nin “Ayran” öyküsü toplumsallığa geçişimizin mucizevi öykülerindendir. Hasan’ın küçücük dünyası, istasyonda ayran satmak ve aç kardeşlerini doyurmaktan ibarettir. Bir gün sattığı iki maşrapa ayranın parasını alamadan tren kalkar. Tipi bastırır. Bir süre sonra aç kurtlar etrafını sarar. Orhan Kemal ’in “Çikolata” öyküsünde bir şekerci vitrini önünde üç çocuk durur: Abla-kardeş ile yoğurtçunun kızı. Abla, berbere götürdüğü kardeşine çikolata almayı teklif eder. Yoğurtçunun kızı daha önce hiç çikolata tatmamıştır. Böylece Orhan Kemal, sadece romancılığında değil öykücülüğünde de ülkemizdeki sınıfsal farklılaşmanın can alıcı noktalarını sunar bize. Haldun Taner ’in “Şişhaneye Yağmur Yağıyordu” ile başlayan öykü yolculuğunda taşlamacı, buruk ve gülümseten yanını yer yer neredeyse denemeciliğin ağır bastığı bambaşka bir teknikle verir bize. Sütçü beygiri Kalender’in öyküsü karşımıza çıkar. Beygir, bir hamal sırtındaki aynada hayalini görüp kişneyince bir dükkân vitrinini yere indirir. Hayvana çarpmamak için âni fren yapan tramvaya da arkadan bir otomobil bindirir. Böylece arabanın içindeki zenginin iş anlaşması bozulur. Köy öykücülüğünün bize en güzel örneklerinden birini Fakir Baykurt “Anadolu Garajı” nda verir. Bir köylü olarak sahip olduklarının değerini fazlasıyla bilen Arif, kentliler tarafından sınıfsal olarak dışlanır. Buzağının gerekli bakımı görmesiyle güçleneceğinin farkındadır. İlçeye yerleşmiş olan oğlunun da buzağının değerini bilmediğini fark eder. Değişen dünya köy kalkınmasını göz ardı etmektedir. Vüs’at O. Bener “Brucella” da genç bir kızın hastane serüvenini iç burkan bir halde bize anlatır. Öyle ki öyküdeki trajediyle Bener’in lirik ironisi birleşir. Onat Kutlar ’ın “Kül Kuşları” nda dünyanın yükünü omuzlanan küçük kızın annesinin ölümünü öğreniş hikayesi anlatılır. Postacı mektubu getirdikten sonra ölüm ne kadar kolayca, çarçabuk dillendiriliverir. Oysa küçük çocuk Gazel büyükannesinin peşinden koşarak gitse de sığırcıklar bile duramaz, havalanır. Erendiz Atasü , “Kadınlar da Vardır” öyküsünde Servet, rahim kanseri teşhisi konulduğu anda yüzleşmeye girer kendisiyle. Eşine ve çocuklarına bir hayat adamasına rağmen, her birinin yeni sürecinde bencilce bir tavır alacağına emindir. Servet kendini sorgularken doktoru Gülşen de ondan farklı değildir. Bu ülkede kadınların umutları çalınmaktadır. Atasü de kadınların hayatın içinde etkin kılındığı dönemin izini sunmaktadır bize. Mehmet Günsur çok sevdiğim “Karşılaşma” öyküsünde, hayat ve öykünün adeta iç içe geçtiği bir yerde bırakır okuru. Bir tatilde üç arkadaşın macerası, birinin ayrılmasıyla son bulur. Artık ayrılıklarla düşler yan yanadır. *** Bu öykülerde aslında dönemsel olarak katman katman bugüne kadar gelişen edebi yönelim kendi içinde bütünleşir ve genel bir izlek çıkar ortaya. O da ülkemizin öykücülüğü dinamik ve gelişkin kıldığı dönemlerde sıkı örnekler vermesini somutlar. *** Doğrusunu söylemek gerekirse, Sarıyer Edebiyat Günleri bir kere daha, her defasında buluşmanın gücünü, düşünce aktarımının önemini ve örgütlenmenin ilk adımını düşündürdü bana. Söyleşilerde bilgi, deneyim ve akıl paylaşımları zaman zaman sanatsal yaratıcılıkla harmanlandı En önemlisi de geçmişin mirası hatırlanırken geleceğe bakmanın yolları da konuşuldu. Bizim gibi ülkelerde düşünce sözcüğünden koşar adım kaçılır. Melih Cevdet , bir yazısında, “Düşünmek yoruyor bizi, az bilerek de eyleyebileceğimize inanıyoruz” der; inceden dalga geçerek. Toplumsal olaylara, varsıl yoksul çelişkisine, yöneten azınlığın yönetilen çoğunluk karşısındaki davranışlarına bakarken “düşünce” nin önemini vurgular. Düşünselliğin arka planındaki yapı harcı kültür ve birikimdir. Cehaletin alıp başını gittiği dönemlerde ise ilkin bu sözcük rafa kaldırılır ya da içi boşaltılır. Belki de düşünce paylaşmak bu yüzden “suç” oluverir. *** Bu nedenle böyle buluşmalara daha çok ihtiyacımız var. Düşünmeye, paylaşmaya, damıtmaya…
Source: Eren Aysan
Coşku seli
Türkülerimiz bağrında toplumsal eleştiriyi taşır, dönemlerini, zamanı aşarak, yaşamı zenginleştirerek geleceğe akar. Türkülerimizdeki sevdanın çoğu kez kişisel bir tutku olmaktan çıkıp toplumsal bir durumun anlatımı kabul edilmesi bu gerçekliğin bir parçasıdır. Yemen, Çanakkale ya da Hey Onbeşli Onbeşli türkülerinin yalnızca sevdalanana söylenmiş sözler olarak algılanmasının tarihsel ve kültürel birikimimizin küçümsenmesinden başka bir anlama gelmeyeceğini bir yana bırakalım, belirgin olarak toplumsallığı görülmeyen birçok türkünün bile toplumsal duruma yönelik sesli muhalefetin bir ürünü olduğu bir gerçekliktir. Bu böyle olmasaydı özellikle sevda türkülerinin, ayrılık ve özlem türkülerinin, ağıtların anlamları hiç de taşıdıkları yük kadar olamazdı. Bu duruma insanların dramatik yaşanmışlığının iç dökmeleri ya da acının dışavurumu der geçerdik ve onlar bunca yıl kuşaktan kuşağa, zamandan zamana akamazlardı. AH BU TÜRKÜLER Bu gerçekliği görünce, türkülerimizin yurt ve insan sevgisiyle dolu olduğunu düşündüm. Yârdan ayrılığın yurttan ayrılık olarak da yorumlanamayacağı sevda türküsü var mıdır? Beni yalnızlığa batırdın gittin sözleri acaba yalnızca terk edilen bir âşığın sızlanışı mıdır? Özlenen, “Karadır kaşların ferman yazdırır” denen yâr, aynı zamanda kardeşçe bir yaşam özleminin umudunu taşımaz mı? Yitirilen bir sevdalıyla birlikte yaşama sevincinin de yok olması başka nasıl açıklanabilir? Turnalarla selam gönderilen “Boynu bükük, benzi soluk yâr” yalnızca sevilen kişi midir? “Ben ağlarsam ağlayıp gülersem gülen/ Bütün dertlerimi anlayıp gönlümü bilen” diye seslenilen ve “Tatlı dillim güler yüzlüm ey ceylan gözlüm” diye tanımlananın aynı zamanda soluğumuzu aldığımız yurt olmadığı söylenebilir mi? Ben seni sevdiğimi dünyalara bildirdim türküsü, içinde bulunduğumuz günlere sitem değilse bunca coşkuyla nasıl toplumsal çığlığa dönüşür türkü? ÇIĞLIĞA DÖNÜŞEN TÜRKÜ 19 Mart günü Saraçhane’den başlayarak işbirlikçilerin izlediği emperyalist politikalara karşı “Gayrik yeter” diyen mitingle başlayıp Yozgat, Samsun, Mersin, Konya, Van, Ankara, İzmir, Bursa ve İstanbul’un Şişli, Beylikdüzü, Başakşehir, Silivri, Pendik, Esenler ilçelerindeki ve Beyazıt Meydanı’ndaki, “Emperyalizme memur olmuş bir azınlık hükümetine karşı demokrasi bayrağının” açılması olan “Millet iradesine sahip çıkıyor” (elbette bugün Düzce’de ve yarın Antalya’da yapılacak olan) eylemleri de türkülerimiz gibi toplumsal coşku selidir. Oy, sevmişem ben seni coşkusudur bu. Zalimin talim ettiği yola minnet eylemem diyen, Nâzım Hikmet ’in “Vatanın parçalanmış bağrı/ Bekliyor senden ümit” çağrısına uyarak Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan diyen bir kararlılıkla, gençliğin bilinciyle, aklıyla doğru önderlikle akıyor bu coşku seli. Aklın Yolu Cumhuriyet (Bilim ve Sanat Yayınları) kitabının yazarı, ADD’nin Atatürkçü Düşün Dergisi ’nin editörü M. Tevfik Kızgınkaya bu coşku selini şöyle yorumluyor: “Ok yaydan çıkmıştır, doğrudur. Ancak yaydan çıkan ok, 106 yıl önce Mustafa Kemal ’in attığı ‘ özgürlük ve bağımsızlık oku’ dur. Bu oku millet sahiplenmiştir ve ok hedefini 12’den vurmuştur. Emperyalistlerin işgali ve tek adam saltanatı son bulmuştur. Millet, egemenliğine ve Cumhuriyet yönetimine kavuşmuştur. Artık demokratik laik Cumhuriyetten ve sosyal hukuk devletinden geri dönüş yoktur. İyi bilinsin ki, bu topraklarda sözün gerçek sahibi millettir ve 106 yıl sonra bugün de millet, özgürlüğüne, bağımsızlığına ve egemenliğine sahip çıkmaktadır ve çıkacaktır da.” (Solmedya.com) *** Ayvalık’ta güzellik: İnsanın yurdu neresidir? konusuyla Ayvalık ÇYDD, Destek Tasarım Derneği, Mozaik Edebiyat Grubu’nun öncülüğü, Mevlüt Asar ’ın yoğun emeğiyle gerçekleştirilen Ayvalık Edebiyat Günleri (26 Mayıs-1 Haziran) izleyenleri tıpkı türkülerimiz gibi bağrına bastı.
Source: Öner Yağcı
Coğrafya alınyazımız mı? – Serpil Güleçyüz
Bazen düşünür kendimize bir soru sorarız: “Başka bir şehirde, başka bir ülkede doğmuş olsaydım acaba yaşamım nasıl olurdu?” İşte tam da bu noktada aklımıza şu soru gelir: Doğduğumuz yer alınyazımız mı? Kimilerine göre bu sorunun cevabı evettir. Çünkü bir kişinin doğduğu coğrafya, onun yaşam koşullarını büyük ölçüde etkiler. Bir ülkenin ekonomik durumu, eğitim sistemi, iş olanakları, sağlık hizmetleri gibi temel yaşam standartları bireyin geleceğini şekillendirir. Savaşlar, otoriter rejimler ve baskıcı sistemler ise bireylerin özgürlüklerini ve hayallerini sınırlar. Kültürel yapılar; kadınerkek rolleri, inanç sistemleri ve gelenekler yoluyla bireyin benlik algısını ve kişisel gelişimini derinden etkileyebilir. Örneğin, hâlâ bazı ülkelerde kız çocuklarının eğitim hakkı sınırlı. Bu durum onların hayallerini gerçekleştirmesini zorlaştırıyor. “ALINYAZISINI” DEĞİŞTİRENLER Dünya Bankası ve UNESCO verilerine göre bir bireyin doğduğu yer onun eğitime erişimini doğrudan etkiler. Bu da uzun vadede yaşam kalitesini belirleyen en temel faktörlerden biridir. Bu bağlamda bir insanın neyi isteyeceği, neyi başarabileceği hatta ne kadar hayal kurabileceği bile yaşadığı coğrafyaya göre şekillenebilir. Ancak bir başka görüşe göre ise doğduğumuz coğrafya alınyazımız değildir. Çünkü bireyin iradesi, azmi ve kararlılığı her şeyin önünde gelir. Günümüzde insanlar daha fazla hareket edebiliyor, farklı kentlere, ülkelere göç edebiliyorlar. İnternet sayesinde bilgiye, eğitime ve iş olanaklarına erişim artık küresel ölçekte gerçekleşebilir. Olumsuz koşullarda doğmuş ama olağanüstü işler başarmış pek çok insan var. Mustafa Kemal Atatürk, Güney Afrika’nın efsane lideri Nelson Mandela, Nobel ödüllü bilim insanı Aziz Sancar bu konuda dikkat çekici örneklerdir. Hepsi, doğdukları coğrafyanın ötesine geçip hem kendi yaşamlarını hem de bulundukları toplumu değiştirmeyi başarmışlardır. AZİM VE İRADE Ayrıca insan hakları örgütleri, sivil toplum kuruluşları ve uluslararası destek ağları da bireylere kendi coğrafyalarının sunduğu sınırlamaların ötesinde olanaklar sunabiliyor. Yani alınyazısı, sadece başımıza gelenler değil, onlara nasıl cevap verdiğimizdir. Coğrafya başlangıç noktası olabilir ama yönü ve sonu bizim elimizdedir. Bazı insanlar gerçekten çok zor koşullarda doğar ama yine de yaşama tutunur, mücadele eder, hayallerinden vazgeçmeden seslerini dünyaya duyururlar. Gündüz çobanlık yapıp, gece mum ışığında ders çalışan ve en iyi üniversiteleri kazanan çocuklar bunun en güzel örneklerinden biridir. Bu çocuklar bize, irade ve azmin coğrafyadan daha güçlü olabileceğini gösteriyor. Sonuç olarak doğduğumuz yer önemlidir, bunu inkâr edemeyiz. Doğduğumuz coğrafya ilk adımı belirler ama yürüdüğümüz yolu biz seçeriz. Belki yol yokuş, belki taşlı, belki zorludur ama o yol bizim yolumuzdur. Bizim seçimimizdir ve yürümeye değerdir. Ve belki de birbirimize destek olduğumuzda, yardım eli uzattığımızda yalnızca kendi coğrafyamızı değil, başkalarınınkini de değiştirebilir, güzelleştirebiliriz. Ne dersiniz? Denemeye değmez mi? SERPİL GÜLEÇYÜZ EĞİTİM YÖNETİCİSİ
Source: Olaylar Ve Görüşler
“Fenike Planı”nda Habil ile Kabil”e Wes Anderson yorumu: Kim kimi döverse…
Cecil B. DeMille’in “İncil yüzyıllardır en çok satan kitaplardan biri. İki bin yıllık reklamı neden kaçırayım” ve “İncil’den rastgele iki sayfa verin bana, size iki film vereyim” sözlerinden, ustamız Ülkü Tamer’in “Sinema Dedi ki…” eseri sayesinde haberdar olmuştum. Wes Anderson’un dumanı üzerinde filmi “Fenike Planı” (The Phoenician Scheme), bu sözleri yeniden canlandırdı zihnimde. Senaryosunun alt metnini İncil’in iyilik ayetlerine dayayan Anderson, Habil ile Kabil hikâyesinin farklı bir yansımasını, baba-kız macerası ve bir aile trajedisi anlatısıyla izleyicilerine yansıtıyor. BABA-KIZ MACERASI Kötü ve zengin bir sanayi patronu olan Zsa-zsa Korda (Benicio Del Toro), her adımı ayakkabı kutularında olan, patron olarak yaşamının son büyük projesi olduğunu düşündüğü “Fenike Planı”nın finansal açığını kapatmak için, kızı Liesl’ı (Mia Threapleton) yanına alıyor ve hikâye başlıyor. Korda’yı, ticari çıkarlarını sabote etmek ve mal varlığını yağmalamak isteyen dünya liderleri sürekli öldürmek istiyor, Michael Sera da Bjorn karakteriyle bu maceraya katılıyor. Film, hayali “Büyük Fenike Krallığı”nda geçiyor ancak antik Fenike’nin bugününü düşündüğümüzde Suriye, Lübnan ve Kuzey İsrail karşımıza çıkıyor. Bu seçimin tesadüf olmadığı açık. Filmde geçen diyaloglar, karakterler, sembollerle, düzeni değiştirmek isteyen devrimciler, bir nevi günümüz kapitalizminin eleştirisine, savaş karşıtlığına ve hem ülkemizde hem de dünyada da gündemde tutulan “aile” meselesine kapı aralıyor. Ama en sonunda, Amca Nubar (Benedict Cumberbatch) ve baba Zsa-zsa Korda’nın kardeş kavgası sayesinde izlediğimiz bu filmde, şu söz akıllara kazınıyor: “Bu çorak dünyada sorunlarımızın kaynağı belki de budur: Kim kimi döverse!” YILDIZLAR GEÇİDİ Anderson’un hikâye tercihinde değişen bir şey yok: Yine sıra dışı ve dağılmış bir aile. Sinematografisi de bıraktığımız gibi: Kuşbakışı planlar, simetri takıntılarını mutlu edecek kadrajlar, geniş ve yoğun pastel renk paletler, özenle tasarlanmış dekorlar, temposu yüksek baş döndüren ve ucunu yakalamakta zorlanılan bir anlatı… Bu, onun imzası ve ona çok yakışıyor. Anderson, bu filmde ayrıca renkli dünyaları, “Ölüm var” uyarısını fısıldarcasına aniden siyah-beyaz bir öteki âleme çeviriyor. Sinematografisindeki kontrast sevgisini, anlatısında da tercih etme yoluna girişiyor. Bu kara komedide Benicio Del Toro, Mia Threapleton, Michael Sera ve Benedict Cumberbatch’e; Riz Ahmed, Tom Hanks, Bryan Cranston, Mathieu Amalric, Richard Ayoade, Scarlett Johansson, Rupert Friend, Hope Davis, Alex Jennings, Stephen Park, Bill Murray, Jeffrey Wright, Charlotte Gainsbourg, Antonia Desplat, Jason Watkins, Milo James ve Max Mauff gibi isimler eşlik ediyor.
Source: Mehmet S. Aman
Baklava yufkasıyla tam bayramlık tatlılar
Portakallı baklava keki (Portakolopita)NE LAZIM?◊ 300 gram hazır baklava yufkası (15-20 tane)Kek için◊ 1 adet portakal◊ 4 yumurta◊ 1 su bardağı şeker◊ 1 su bardağı zeytinyağı◊ 250 gram yoğurt◊ 1 vanilya◊ 1 kabartma tozuŞerbet için◊ 1 su bardağı portakal suyu◊ 2 su bardağı su◊ 2 su bardağı şeker◊ 1 çubuk tarçınNASIL YAPARIM?◊ Yufkaları çok minik minik doğrayın ya da elinizle çok minik, neredeyse zeytin tanesi olacak kadar didikleyin.◊ Ben yufkaları buzlukta dondurdum, böylece çok daha kolay parçalanıp didiklendi.◊ Ne kadar minik olursa o kadar iyi pişer. Un yerine bunu kullanacağız.◊ Portakalı iyice yıkayıp üzerine çıkacak kadar suyla 10-15 dakika haşlayın. Yumuşayınca robotta püre olana dek çekin.◊ Derin bir kaba yumurta ve şekeri koyup mikserle 2 dakika çırpın.◊ Zeytinyağı, yoğurt ve kabartma tozunu katıp yine 2-3 dakika mikserle çırpın.◊ Püre halindeki portakalı katıp iyice karıştırın.◊ Şimdi de didiklediğiniz yufkaları ekleyip iki çatalla ezerek iyice karıştırın.◊ 30×20 ölçülerinde bir fırın kabını katı yağla iyice yağlayın ve koyu kıvamlı kek karışımını içine aktarın.◊ Üzerine isterseniz ince dilimlenmiş portakal kabuğu koyun.◊ Isınmış, 180 dereceli fırında en az 40-45 dakika, üzeri yer yer kızarıncaya dek pişirip çıkarın. ◊ Şerbet için tüm malzemeleri karıştırıp orta ateşte kaynatın.◊ 5 dakika sonra ocaktan alın.◊ Kek ılık, şerbet soğuk olacak şekilde üzerine gezdirin. Dilimleyerek servise sunun.Nasıl kullanılır ve saklanır?Hazır baklava yufkasının kullanım pratikliği ve piştiğinde ortaya çıkan çıtır çıtır dokusu nedeniyle popülaritesi çok arttı. Bunda ASMR denen çıtırtı seslerinin de katkısı var.◊ Hazır baklava yufkalarını ister tatlı isterseniz tuzlu olarak kullanın, mutlaka eritilmiş katı yağla bolca yağlanması gerekir, böylece baklava yufkasına istenen form ve şekil verilebilir. ◊ Eğer baklava yufkasıyla çok katlı börek ya da baklava yapacaksanız öncelikle keskin bir bıçakla dilimleyip sonra fırınlamanız gerekiyor. ◊ Artan baklava yufkalarını bir mutfak bezine sarıp, sonra hava almayacak şekilde buzdolabı poşetine koyup buzdolabında muhafaza edebilirsiniz.İrmikli-ballı baklava (Bugasta)NE LAZIM? ◊ 11-12 adet baklavalık yufka◊ 100 gram tereyağı◊ 1 kahve fincanı sıvıyağİrmikli puding için◊ 1 su bardağı irmik◊ 2 su bardağı süt◊ 1 su bardağı krema (200 ml)◊ 1 su bardağı şeker◊ 2 adet çırpılmış yumurtaŞerbet için◊ 3 yemek kaşığı bal◊ 1 çubuk tarçın◊ 1 su bardağı şeker◊ 2 su bardağı suNASIL YAPARIM?◊ Önce puding malzemelerini tencereye koyup tel çırpıcıyla sürekli karıştırarak biraz kısık ateşte pişirin.◊ Koyulaşıp kaynayınca bir kaba aktarın, soğumaya bırakın.◊ Tereyağını ufak bir tencerede eritin, sıvıyağ ekleyip hemen ocaktan alın.◊ 1 adet baklava yufkasını tezgâha serin ve fırçayla iyice yağlayın.◊ Pudingden 1 kaşık dolusu alıp kısa kenarın ortasına koyun. İki uzun kenarı birbirinin üzerine katlayın, sonra rulo şeklinde sarıp paketleyin.◊ Fırın tepsisine yaydığınız kâğıdın üzerine yerleştirin.◊ Her bir parçanın üzerini yine fırçayla yağlayın ve ısınmış 200 derece fırının orta rafına koyun.◊ 20 dakika sonra üzerleri iyice kızarınca çıkarın.◊ Bu arada şerbet için tüm malzemeleri bir tencerede kaynatıp soğutun.◊ Ilınan tatlıların üzerine şerbeti gezdirip, süsleyip servise sunun.Laz böreği-Krem pita NE LAZIM?◊ 10 adet hazır baklava yufkasıKreması için◊ 1 su bardağı mısır nişastası◊ 1 su bardağı un◊ 1 su bardağı toz şeker◊ 1 litre süt◊ 50 gr tereyağı◊ 4 adet yumurta◊ 2 paket vanilyaÜzeri için◊ 2-3 yemek kaşığı sıvıyağ◊ 1 çay bardağı çekilmiş toz Antep fıstığıNASIL YAPARIM?◊ Tepsiyi 1 kaşık sıvıyağla yağlayın. ◊ Baklava yufkasının 5 tanesini önünüze koyun. Birini uzun kenarlarından iki elinizle tutup, buruşturup, sıkıştırıp plisoley (zikzak) şeklini verin.◊ İki ucundan tutup kaldırın ve sıvıyağla yağladığınız borcamın içine koyun. Diğer 4 yufkayı da aynı şekilde buruşturup, büzüştürüp yan yana dizin. Üzerine 3 yemek kaşığı sıvıyağı gezdirip fındık içinin hepsini serpiştirin.◊ Şimdi krema için büyükçe bir tencereye un, nişasta, toz şeker ve sütü koyup tel çırpıcıyla iyice çırpın ve orta ateşin üzerine oturtun. Sürekli karıştırarak muhallebi kıvamına gelinceye, katılaşıncaya dek pişirin. ◊ Muhallebi iyice katılaşıp zor karıştırılmaya başlayınca hemen ocaktan alın ve içine vanilyayla tereyağını katın.◊ Mikserle muhallebiyi bir yandan çırparken bir taraftan da tek tek yumurtaları ekleyin. 2-3 dakika kadar çırptığınız çok koyu kıvamlı muhallebiyi baklava yufkalarının üzerine aktarın.◊ Kalan 5 yufkayı da tek tek yine buruşturarak plisoley (zikzak) şekline getirip muhallebinin üzerine yerleştirin ve tamamen kapatın. Kalan sıvıyağı fırçayla sürüp iyice yedirin.◊ Soğuk fırına atıp 180 derecede 40-45 dakika pişirin. Üzeri iyice kızarsın. Soğumasını bekleyip buzdolabında en az 5-6 saat, mümkünse bir gece bekletin.◊ Üzerini toz Antep fıstığıyla süsleyip dilimleyerek servise sunun. Şekeri az gelirse pudra şekeri serpebilirsiniz.
Source: Sahrap Soysal
Her ülkede bulunur: Türk ve patates
Sidney’de çalıştığım otelden kazandığım bedava biletle Papua Yeni Gine’ye gittim. 90’ların sonuydu… Tropik, egzotik bir macera bekliyorum. Ama yemekler… Felaket. Yağlar garip, Hindistan cevizi her yemeğin içinde. ‘Survivor’ yarışmacısı bile bu kadar yememiştir.Şikâyet ettim, kısa süre sonra oda telefonu çaldı. Türk bir çalışan arıyor. “Abi, senin ne işin var burada” dedim. Meğer gemiden kaçmış, sevgili yapmış, hayat ucuz, hava güzel diye kalmış. “Yemekler berbat” dedim, sağ olsun, ızgara tavukla patates püresi yolladı.Dünyanın her yerinde bir Türk bulursun; bir de patates. İkisi de nerede olursa olsun ayakta kalır, uyum sağlar ama özünden de ödün vermez. Patates de bizim gibidir; güvenilir, dirençli, emekçi… Hem halk çocuğu hem dünya vatandaşı…Fransa’da Paris mash olur, Hindistan’da aloo gobi, ABD’de hamburgerin yancısı, Almanya’da kartoffelsalat’la sosisin sırdaşı. Sadece bir kök sebze değil, mutfakların sırtını yasladığı emektar. Dünya mutfağının en iyi yardımcı oyuncusu.Bu ‘dünya mutfağı’ lafına da ayrıca uyuz olurum, sanki başka gezegende mutfak var! Ama konu patatesse, o ünü gerçekten dünya dışına taşar. Ridley Scott’ın 2015 yapımı ‘Marslı’ (The Martian) filminde, Mars’ta mahsur kalan astronot neyle hayatta kalır? Tabii ki patatesle. Çünkü patates varsa umut da vardır.O umut, yüzyıllar önce Peru’nun dağlarında başladı. İnkalar ona altın kadar değer verirken Avrupa ilk başta yüz vermedi. Ancak kıtlıklar başlayınca insanlar çiçekten çok köke yöneldi. Patates işte o günden beri açın dostu, sofranın sigortası.Bizdeyse Osmanlı önce bir burun kıvırmış “Bu ne şimdi; taş mı, pancar mı” demişler. Ama Tanzimat’la birlikte önce saraya, sonra halkın mutfağına girmiş. Cumhuriyet dönemindeyse yokluğun baş- tacı olmuş. Musakkadan böreğe, çorbadan kızartmaya kadar girmiş her yere. Gizli gizli değil ha, apaçık başrolde bazen…Püreyi sıcakken ezinBugün endemik bir patates türümüz yok belki ama Türkiye’nin dört bir yanında çeşit çeşit patates yetişiyor. Her biri başka huyda…Agria: Kızartmanın sarışın starı. Dışı çıtır, içi lokum.Marabel: Pürenin pamuk kalplisi. Tereyağıyla aşk yaşar.Lady Claire: Fırının zarif hanımefendisi. Zeytinyağıyla flört eder.Hermes: Cipsin pop yıldızı. İnce, çıtır ve havalıdır.Gala: Haşlamalık görev adamı. Dağılmaz, ezilmez, patates oturtmaya can verir.Ama bilin ki, patatesle mutfağa girecekseniz önce onun huyunu öğrenmeniz gerekir. Kızartma yapacağım deyip haşlamalık patatesle girerseniz, sonuç lastik gibi olur. Soğuk suda bekletin, nişastasını alın. Püreyi sıcakken ezin, sakın blendıra sokmayın; süner, sakız olur.Özetle patates mütevazı ama vazgeçilmezdir. Türk mutfağının her köşesine sinmiş, her kuşakta kendine yer edinmiş, hemen her damakta iz bırakmış bir kahramandır. Kimbilir belki de onu bu kadar sevmemizin sebebi, kendimize benzetmemizdir.Afiyetle…
Source: Somer Sivrioğlu
30 aile eşyalarını evlerinin önüne serdi
Maddi Dünya: Global Bir Aile Portresi isimli kitapta foto muhabiri Peter Menzel ve 16 fotoğrafçı arkadaşı, sahip oldukları tüm ev eşyalarını evlerinin dışında sergileyen ailelerin portrelerini fotoğraflamıştı. Yaklaşık 30 aile, fotoğraflarda, farklı ülkelerdeki yaşamı gösteren bir zaman kapsülüne girmiş gibiydi. İnsanlığın sosyoekonomik ve kültürel yelpazesini çarpıcı bir şekilde fotoğraflarına yansıtan Peter Menzel ve arkadaşlarının peşine düştüğü soru, bir ailenin sahip olduklarının bize o aile hakkında neler anlatabileceğiydi… Menzel in çektiği fotoğraflarda bazı ailelerin eşyası çokken, bazı ailelerin çok daha mütevazı olduğu ve çok az eşyaya sahip oldukları görülüyordu. Eşyası az olan aileler de eşyası çok olan aileler gibi gayet mutlulardı. Bu çarpıcı görsel karşılaştırma, farklı kültürlerdeki yaşam biçimlerini, ekonomik uçurumları ve ihtiyaç ile sahip olma kavramlarının ne kadar göreceli olduğunu gözler önüne sermişti. Serinin her fotoğrafı, göreni kendi tüketim alışkanlıkları ve eşyalarla kurduğu ilişki üzerine düşündürtmüştü.Bu kitap geçen gün sosyal medyada gördüğüm biraz da iç acıtan türden bir paylaşımı görünce aklıma geldi. Faydası olandan bizim için değerli olanlara kadar irili ufaklı her eşyayı, dünyayı ve onun içindeki yerimizi anlamlandırmak için kullanırız. Bazılarını bizimle işi bitse bile atamayız, biriktiririz. Ölünce bu eşyalara ne olur? Sevdiklerimizle aramızdaki bağı canlı tutan eşyalar olabilir mi? Hayali bir insana uzanan gerçeklik bir eşya ile anılabilir mi? Bana bu kitabı hatırlatan paylaşımın linkini buraya bırakıyorum. Sizde nasıl hisler uyandıracak acaba? Materyal Dünya: Global Bir Aile Portresi nden bazı kareler Bhutan Bhutanlı Nalim ve ailesi, tüm eşyalarıyla birlikte. Geçimini çiftçilik yaparak kazanan aile Shingkhey köyünde 3 katlı bir toprak evde yaşıyor. Kambur bir sırtı ve çarpık bir ayağı olan Namgay devletten kiraladığı küçük bir değirmenle komşuları için tahıl öğütüyor. Köy 14 haneli.Küba Havana da yaşayan Costa Ailesi tüm eşyalarıyla birlikte evlerinin dışında.Japonya Tokyo da yaşayan Ukita Ailesi tüm eşyalarıyla birlikte evlerinin önünde.İzlanda Hafnarfjordur da yaşayan Thoroddsen Ailesi tüm eşyalarıyla birlikte evlerinin önünde poz verdiAmerika Kaliforniya da yaşayan Caven Ailesi, garajda sakladıkları kitap kutuları dışında tüm maddi varlıklarıyla… Amerika Pearland, Teksas tan Skeen ailesi, tüm eşyalarıyla birlikte evlerinin dışında. Güney Afrika Qampie Ailesi, 15 Mart 1993, tüm eşyalarıyla birlikte evlerinin önünde. Qampie ailesi Güney Afrika da Johannesburg un (Joberg) dışında, Soweto olarak adlandırılan Southwest Township in geniş bir bölgesinde 400 metrekarelik beton blok dubleks bir evde yaşıyor.Mali Natomo ailesi tüm eşyalarıyla birlikte Kouakourou daki evlerinin çatısında.Moğolistan Ulan Batur da yaşayan Regzen ailesi tüm eşyalarıyla birlikte evlerinin dışında….Meksika Guadalajara dan Castillo Balderas ailesi, tüm eşyalarıyla birlikte evlerinin dışında. Kuveyt Abdulla ailesi tüm eşyalarıyla birlikte evlerinin önünde poz veriyor.
Source: Habertürk
Yörük kadını sergisi fabrikada yapıldı!
Mersin Valisi Atilla Toros ve eşi Dudu İrem Toros himayesinde, Boğaziçi Üniversitesi Gözlükule Kazısı Araştırma Merkezi”nde (Eski Çırçır Fabrikası) gerçekleştirilen “Yörük Kadınının Sessiz Duygusal Mektubu: Ala Çuval” temalı sergi ve defile, Yörük kadının yaşamını anlattı. Etkinlik, yüzyıllardır Yörük kadınlarının yaşamına tanıklık eden ve kültürel hafızada derin izler bırakan “Ala Çuval” dokumalarının, çağdaş sanat ve tasarımla yeniden yorumlanmasını konu alıyor. Bu özel proje ayraca, gelenekten geleceğe uzanan bir köprü kurarak kültürel kimliğin korunması, kadın emeğinin görünür kılınması ve unutulmaya yüz tutmuş el sanatlarının yaşatılması açısından örnek bir çalışmayı temsil ediyor.Etkinlik programı, 14 ürünlük özel bir menüyle zenginleştirilmiş kokteyl sunumu, Yörük çadırı içinde tiyatro gösterisi, dokuma, nakış, seramik, cam gibi çeşitli disiplinlerde üretilmiş yüzden fazla el sanatları ürünün yer aldığı serginin açılışıyla başladı. Geleneksel Ala Çuval üretim sürecinin canlı dokuma performans ile sergilenmesi ve Ahmet Baran konseri ile devam eden etkinlikte, Ala Çuval dokumalarının motif ve renklerinden ilhamla hazırlanan 25 parçalık çağdaş giysi koleksiyonu sergisi yer aldı. Defile ile sunulan 25 giysi ise izleyicilerden tam not aldı. Programın açılış konuşmasını yapan Mersin Olgunlaşma Enstitüsü Müdürü Mehmet Göçer, Ala Çuvalın, Yörük kadının yalnızca yük değil, hatıralar taşıdığı bir miras olduğunu, her düğümünde bir anı, her temasında bir emanet saklı olduğunu söyledi. Göçer, Etkinliğin merkezinde yer alan “Ala Çuval”, sadece bir dokuma ürünü değil, kadın emeğinin, sabrının, duygularının ve kültürel hafızanın bir simgesi olarak ön plana çıkarılmıştır. Mersin Olgunlaşma Enstitüsü”nün bu alandaki yaklaşımıyla, geleneksel değerler çağdaş sanatla buluşturularak yeni nesillere aktarılmaya çalışılmıştır dedi. Daha sonra söz alan Mersin Valisi Atilla Toros”un eşi Dudu İrem Toros, bu etkinlikte emeği geçenlere teşekkür etti. Toros, Bugün bu etkinlikte Yörük kadının yüreğinde süzülen mektubunu birlikte okumaya geldik. Ala Çuval bir miras, bir kültürün, bir kadının, bir milletin taşıdığı hafızadır. Yörük kadının ala çuvalına yazgısını, umudunu, inancını ve sevincini, hasretini işler. Bu güzel programda emeği geçen herkese teşekkür ederim ifadelerini kullandı.
Source: Gazetevatan.com
Dijital çağı sorgulayan “Deliriyum” dans gösterisinin prömiyeri yapıldı
Müdürlükten yapılan açıklamaya göre gösteri, İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB) modern dans topluluğu MDTistanbul tarafından sahnelendi.
Dijitalleşmenin ve sosyal medyanın insan bedeni ve kimliği üzerindeki etkilerini konu alan yapıt, düşünerek hareket eden insandan izleyerek ve konuşarak var olan insana, oradan da algoritmalarla yönlendirilen, adeta programlanmış bireye dönüşüm sürecini sahneye taşıyor.
Adını tıpta bilinç karışıklığı ve gerçeklikten kopma halini tanımlayan “deliryum” kavramından alan eser, dijital çağda benlik algısının nasıl değiştiğini ve gerçeklik duygusunun nasıl bulanıklaştığını sorguluyor.
Sahnede yer alan dijital ekranlar ve algoritmalarla etkileşim içinde dans eden 13 dansçı, boşlukta kendi varlıklarını arıyor.
Modern dans sanatçısı ve koreograf Canberk Yıldız”ın koreografisini üstlendiği “Deliriyum”un müzik-ses tasarımı Onur Seçki, görsel tasarımı Emir Ünalan ve ışık tasarımı Yasin Gültepe”ye ait.
Modern dans eserinin kostümleri de Yargıcı”nın döngüsel tasarım anlayışı ve ileri dönüşüm yöntemleriyle kolektif biçimde tasarlandı.
Sahnede dansçılar Alper Marangoz, Anna Zesakes, Berk Can Ceylan, Bianca Cerioni, Chiara Giorda, Demet Aksular, Evrim Akyay, Kamola Rashidova, Mert Aksu, Miray Bacı, Taner Güngör, Tufan Elitaş, Tuğçe Göncü, Ahmet Servet Şahin, Buse Ercan, Destan Daştan ve Gökçe Aksu yer aldı.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
Source:
“Ne giyeceğimi bilmiyorum” derdine son! Bu yazın favori tarzı doğadan dolaplarınıza geliyor…
Her sene olduğu gibi yine “Ay havalar ısınmadı. Ne giyeceğimi bilemiyorum. Sıkıldım bu soğuklardan” derken bir anda sıcak havalara geçiş yaptık. Sıcaklar ve bayram tatilinin de etkisiyle haziran ayı itibariyle resmen yaza adım atıyoruz. Yani pek kullanamadığımız ilkbahar dolaplarımızı bir yana bırakıp yaz dolabı hazırlamanın tam zamanı. Bana eğer “İdil bu yaz sezonu ne olmazsa olmaz?” diye soracak olursanız size kesinlikle “Bohem şıklık ve el işi çalışmalar olmaza olmaz” cevabını verebilirim… KROŞELER VE TIĞ İŞLERİ Son birkaç yıldır ön plana çıkan bohem şıklık ve onun olmazsa olmaz öğeleri arasında yer alan el işi çalışmalar; her geçen gün daha da popülerleşiyor. Rafya ve hasır örgülere, tığ işlerine ya da el örgülerine mesafeli yaklaşan herkesin dolabında şu anda bu tarz birden fazla parçası bulunuyor dolaplarında… Yani aslına bakacak olursanız hepimiz bir şekilde bu yazın trendlerine hazırlıklıyız. Bu tarz tasarımlardan en çok uzak durmayı tercih edenler bile eminim lüks moda markalarının bu el işi malzemeleri kullanma tarzları karşısında büyüleniyordur ve arka arkaya alışveriş yapıyordur. Uzun lafın kısası dantel detaylar, oyalar, tığ işleri, işlemeler, aplikeler, nakışlar, kroşeler bu sezon inanılmaz bir popülariteye sahip. Bu detayları; ketenlerle, jean”lerle, pamuklarla, incecik ipeklerle ve dorelerle bir arada kullanmak ise çok ama çok popüler. RAFYA VE HASIR ÇOK GÖZDE Bunlarla birlikte hasır ve rafya örgüler de yine bu sezon çok ama popüler… Derilerin incecik örülmesiyle ortaya çıkan terlik, ayakkabı, ceket, bluz ve yelekler de yine çok ama çok popüler… Özellikle elbise, etek ve bluz tasarımlarında el işi parçalara sıklıkla yer verdiler. Dev modaevleri bu ürünleri kullandıkları koleksiyon hazırladıktan sonra tabii ki daha küçük markalar ve hazır giyim markaları da bu işe el attı. Yani yeni sezon ürünlerine göz gezdirmek için mağazalara girmeye başladığınız an hepiniz yavaş yavaş el işi trendinin ne kadar popüler olduğunu göreceksiniz. Tabii ki bu parçaların çok iddialı olduğunu, bu sezon ön plana çıksalar da hep aynı derecede popüler olmayacaklarını da unutmamak gerekir. Bir de tabii ki bu tarz parçaları doğru bir şekilde kombinleyebilmek de yine başka bir uzmanlık konusu… AKSESUARLARA YÖNELEBİLİRSİNİZ Kabul edelim doğal olarak saçınız, teniniz, boyunuz, vücut proporsiyonunuz ya da yaşam tarzınız bir trend için uygun değilse o trendi takip etmenin çok da anlamı yok. Hiç kimse esneme payı olmayan tığ işi bir elbisede fiziği yeterince fit değilse zarif ve elegan görünmeyecektir. Ya da haftanın altı günü ofiste çalışıyorsanız bu tarz bir elbiseye ihtiyaç da duymaya bilirsiniz. Ama makrame bir çanta, tığ işi bir kemer ya da rafya örgü bir plaj çantasıyla hata yapmanıza da kötü görünmenize imkan yok. Bu tarz bir dokunuşun genel olarak ofis görünümünü zora sokacak bir tarafı da bulunmuyor. JEAN İLE KOMBİNLEYİN Bu yaz sezonunda Jean her parça çok ama çok popüler. Bu bilgiye sahip olduğumuza göre el işi parçaları da jean”lerle rahat rahat kombinleyebilecek olmanın tadını çıkartın. İşin güzel yanı jean parçalarla el işi parçalar ortaya sportif ve havalı bir görünüm çıkarmanızı sağlar. Jean babetler, sandaletler, etekler, taçlar, pantolonlar ya da şortlar… Aklınıza gelebilecek herhangi bir jean parça ile el işi tasarım bir anda daha sportif bir havaya bürünecektir. PUDRA PEMBE Barbie pembesinin son bir yıla damga vurmasının ardından pembeden tamamen vazgeçileceğini sananlar tabii ki yanılıyordu. Çünkü sonuç olarak pembenin naif, kadınsı ve elegan tavrını bir yana bırakmak biz kadınlar için pek de mümkün değildi. Ancak pembenin o aşırı iddialı ve çarpıcı tonu yerine bu yıl boyunca daha dinlendirici, daha naif bir vibe”ı bulunan pudra pembe koleksiyonlarda geniş yer alıyor. Bu rengin naifliği özellikle el işleriyle birlikte çok iddialı bir görüntü yakalamanızı sağlayacaktır. METALİK RENKLER HER YERDE Bu yıl tam olarak altın renginin en parlak olduğu yıl diyebiliriz. Geçen sene tereyağı sarısı gibi renkler yükselişteyken bu sene moda dünyası daha parlak, daha enerjik ve daha gösterişli olmamızı istiyor. Altın inanılmaz bir yükselişteyken altının dışında, gümüş ve bronz gibi renkler de moda dünyasına iddialı bir giriş yapmış durumda. Tüm bu renkler lüks bir dokunuş sağlarken aynı zamanda kombinlerinize modern bir hava da katıyor. Aksesuarlarda özellikle gold”ları görmediğimiz bir an olmayacak gibi. Bu renkler doğal kumaşlarla, el işleriyle de mükemmel bir uyum yakalıyor. NATÜREL TONLAR Bildiğiniz üzere 2025 yılının trend renkleri arasında doğadan ilham alan toprak tonları bulunuyor. Sakinleştirici pastel tonlar, modern ve lüks bir dokunuş sağlayan metalik yüzeyler ve sürdürülebilirliği ön plana çıkaran doğal renkler olarak öne çıkıyor. Yani sonuç olarak sadece bu sezon dikkat çekmek için, normal şartlarda dolabınızda yer vermeyeceğiniz bazı parçalar varsa onlardan kısa süre içinde sıkılacaksınız demektir. “Peki hem trendi takip etmek istiyoruz hem de çok da bu tığ işlerine, el işlerine ya da rafyalara falan pek de meraklı değiliz” diyorsanız yapmanız gereken şey beyaz, kırık beyaz ve krem rengi gibi natürel tonlara yoğunlaşmak. Ve doğal olarak siz bu ürünlerden sıkılana kadar bu el işi parçaları birkaç sezon boyunca giyebileceksiniz… Bu yıl satın alıp, gelecek yıl dolabın en arkasında bir yerlere saklamak istemiyorsanız yapacağınız şey bu kadar basit. DOĞAL KUMAŞLAR El işi tüm parçalar doğal olarak en iyi şekilde doğal kumaşlarla kombinlenir. Yani keten bir takımın içine giyeceğiniz tığ işi bir bluz emin olun son derece hoş ve havalı görünecektir. Ya da ham ipek spagetti askılı bir elbisenin üzerine giyeceğiniz makrame bir mini hırka çok hoş görünecektir. Zaten hızlı moda markalarının da son dönemde hazırladığı tüm parçalara bir bakacak olursanız hep doğal bir kumaş ve el işi parçanın bir arada kullanıldığını fark edeceksiniz.
Source: İdi̇l Demi̇rel