“Sağlık ve Refah Güncesi – Zihin, Beden ve Tehlikeler”

İsrail-İran Savaşı Ekseninde Çivisi Çıkan Dünya

İnsanlığın kolektif aklı çöküyor gibi uzunca bir zamandır. Bir şeyler yerinden oynuyor. “Dünya zıvanadan mı çıkıyor?” sorusu artık paranoyaklara değil, makul insanlara ait… Ortadoğu’da, haritada bir avuç yer kaplayan ama etkisi kıtaları aşan, dünyanın ahlaki dengesini altüst eden bir ülke; İsrail. Amerika’nın vurucu koç başı. Nüfusu, İstanbul’un yarısı kadar. Ama Amerika’nın desteğiyle elinde tuttuğu politik gücü, askeri teknolojisi ve dokunulmazlık zırhıyla dünyayı şekillendiren aktörlerden başında… Öyle bir ülke ki, saldırmayı güvenlik, işgal etmeyi savunma, savaş açmayı diplomasi diye sunuyor. Barışı savaşla savunuyor; güvenliği başkalarının yok oluşunda arıyor. İsrail artık yalnızca bir ülke değil. Bir olgu. Bir sistem. Bir mesaj: Güç sende varsa, haklı olman gerekmez. Yalnızca Filistinliler için değil, bölgedeki herkes için bir tehdide dönüşmüş durumda. Tehdit edici, bölgesel bir hegemon güç… Türkiye’den Körfez ülkelerine kadar herkesin yeni “başat tehdit” algısı… *** Netanyahu, İran’ı nükleer silah üretmekle suçladı. “Oyalanıyoruz” dedi. “Tehlike kapımızda,” ve düğmeye bastı. İran’ın askeri üsleri, nükleer tesisleri, ekonomik merkezleri hedef alındı. Öldürülenler arasında Devrim Muhafızları Komutanı, Genelkurmay Başkanı, Hava Kuvvetleri Komutanı’nın da bulunduğu bir düzineden fazla üst düzey komutan var… Yalnızca askerler de değildi hedef; İran’ın bilim dünyasına yön veren nükleer fizikçiler, mühendisler, araştırmacılar… Yani bu saldırı, bir askeri operasyon değil, entelektüel bir kafatası avıydı. Sadece bedenleri değil, beyinleri hedef aldılar. Zihinsel bir yok etme hamlesi. Böylesine nokta atışıyla yapılan bir operasyon, yalnızca teknolojik üstünlükle açıklanamaz. İsrail’in, İran içinde derinlere kök salmış çok katmanlı bir istihbarat ağına sahip olduğu artık sır değil. Sahaya sızmış bir bilginin, içeriden işleyen bir aklın, damarlarına kadar nüfuz etmiş bir istihbarat ağının ürünü. Molla rejimi yıllardır kadınların başörtüsüyle uğraşıyor. Bir tutam saçı görünce devlet refleksi devreye giriyor ama o sırada ülkenin damarlarına kadar sızan Mossad’ın farkında bile değiller. İstihbarat servisinin başına Mossad ajanı gelmiş… İsrail, İran topraklarında adeta üs kurmuş. Drone fabrikaları, gözetleme merkezleri, derinlemesine istihbarat ağları… Bu kadarı da olurmuş demek ki… Kendi halkını bastırmakta maharetli olanlar, dışarıdan gelen sızıntıya kör. Ayrıca son bir yıldır İran, Gazze’den Yemen’e, Suriye’den Irak’a kadar vekil güçlerini desteklemekle meşguldü. Bunlar için milyarlarca dolar harcadı. Ama aynı sürede kendi topraklarının güvenliğine yatırım yapmadı. Güvenliği dışarıda kurmak istedi, içeride ihmal etti. Şimdi o dış çeper çökünce, İsrail ve Amerika İran ana kıtasına fütursuzca girebiliyor… *** İran ilk şoku atlattıktan sonra kırmızı intikam bayrağını çekti, misillemeye geçti, biraz da zevahiri kurtarmak için… Meşhur Demir Kubbe bazı yerlerde delindi. Tel Aviv ve Hayfa dahil pek çok şehir hedef alındı. Ancak bunlar elbette İsrail’in İran’a verdiği kayıplarla kıyaslanabilecek düzeyde bir etki yaratamadı. Çünkü güç asimetrisi ortada. İran’ın misillemesi daha çok bir yanıt verme, bir gururunu kurtarma mecburiyetiydi ve masaya oturma zamanı geldiğinde çok da biçare görünmeme arzusuydu, gerçek bir dengeleme değil. Petrol fiyatları daha ilk günden fırladı. Ekonomik göstergeler, yalnızca savaşan taraflarını değil, tüm dünyayı uyarıyor. Küresel ekonomi bir yangın yerine dönebilir; çünkü savaş, artık yalnızca cephede yaşanmıyor. Etkisi piyasalarda dalga dalga yayılıyor, zihinlerde endişeye, diplomasi masalarında sessiz bir gerilime dönüşüyor. Yeni çağın savaşları sadece toprakta değil veride, finans sisteminde ve sinir uçlarında yaşanıyor. İsrail ve İran arasındaki bu yeni cepheleşme sadece Ortadoğu’nun değil, dünyanın tamamının meselesi oluyor. Çatışmaların kontrolden çıkma ihtimali, müttefiklerin ve vekil güçlerin devreye girme olasılığı, nükleer silahların kartlara yazılma ihtimali… Bunların her biri, gelecek yüzyılı değil, yarınımızı tehdit ediyor. Amerika Akdeniz”e yeni filolarını gönderiyor, Körfez”e askeri yığınak yapıyor. Diplomasi adına tehditlerini sıralıyor; Bu artık müzakere değil, bir tür şantaj. “Önleyici diplomasi” dedikleri şey, aslında kaba bir mesajdan ibaret: Kırk katır mı, kırk satır mı, hangisini tercih ediyorsan.. Trump açık açık İran sahasının onların kontrolünde olduğunu dile getirebiliyor. Ne kadar acı bir cümle bu… Bir ülkenin topraklarını, kendi stratejik oyun sahası gibi tanımlamak… Ayrıca “İran Cumhurbaşkanı’nın yerini bildiklerini, şimdilik öldürmeyeceklerini ama sabırlarının da taşmakta olduğu mesajını da veriyor… Bu sözler, yalnızca bir diplomatik gerilim değil; savaşın gerçekte kimler arasında olduğunu ele veren itiraflardır. Çünkü bu açıklama, ABD’nin bu çatışmanın kenarında değil, tam kalbinde olduğunu ortaya koyuyor. Washington, İran’ı kendi çizdiği sınırlar içinde bir anlaşmaya zorluyor. Masaya barış değil, şart koyuyor. Zor yoluyla şekillendirilmiş bir “rıza” üretmeye çalışıyor; Gramsci’nin tanımladığı anlamda bir hegemonya inşası mı bu acaba? *** Bu yol, Irak’ta Saddam Hüseyin’le başladı. Kimyasal silah var, dediler, kanıtlayamadılar ama işgal ettiler. Dünya kamuoyu o yalanı sindirene kadar, ülke yerle bir olmuştu. 1 milyonun üzerinde insanın canına mal oldu. Sonra Libya. Arap Baharı adı altında başlatılan dalga, Kaddafi’yi silip süpürdü. “Demokrasi” ve “insan hakları” söylemleri eşliğinde bir ülkenin kalbi söküldü. Suriye”de sıra Esad’a geldi. Diktatör dediler. Baskıcı dediler. Suriye, yıllardır süren vekalet savaşlarının sahasına dönüştü. Suriye’den en çok fayda sağlayan ülke; Rusya’ydı. Zaten orada üsleri vardı, Akdeniz”e açılan kapısıydı… Hava sahasını kontrol ediyor, rejime lojistik destek sunuyordu. Ama ne zaman ki Amerika ve müttefikleri müdahale çıtasını yükseltti, Rusya”nın sesi cılız kaldı. Esad’a ancak kendisine kaçma seçeneğini sunabildi, diğer bir deyişle “sattı”. Şimdi benzer bir senaryo İran için hazırlanıyor. İran ne bir Suriye, ne bir Libya elbette. Son derece kadim bir medeniyet; aklı ve hafızası çağların ötesine uzanır. Ama molla rejimleri, o aklı mahvetti. Ömer Hayyamların, Hasan Sabbahların memleketi karanlığa teslim edildi… İran’ın önünde artık yalnızca iki seçenek var gibi görünüyor: Onursuzca masaya oturmak… ya da emperyalizm tarafından bütünüyle çökertilmek. Ara bir yol, bu denklemde pek mümkün görünmüyor. Yine de bir üçüncü yoldan bahsetmek mümkün: Onurluca, sonuna kadar direnmek. Teslim olmadan, bedeli ne olursa olsun mücadele etmek. Peki, İran’ın sırtını yasladığı büyük aktörler ne yapıyor? Çin mi? Rusya mı? İran’dan ekonomik olarak en çok faydayı sağlayan Çin. Petrol, doğalgaz, yatırım anlaşmaları… Ama sıra sıcak çatışmaya gelince, Pekin sessiz. Bugün artık herkesin bildiği bir şey var: Amerikan emperyalizminin doğrudan karşısında duran kim varsa, ya işgal edildi, ya içten çözüldü, ya da yalnız bırakıldı. İsrail bu politikanın vekil uygulayıcısı gibi sahada. Ama ipleri elinde tutan, hâlâ Washington. Bu noktada Çin’in de, Rusya’nın da İran dosyasını çok iyi çalışması gerekiyor. Çünkü sıra tekrar kendilerine gelmeden önce ellerini başlarının arasına alıp düşünmeleri şart. Bugüne kadar kaç tane sarı öküz verildi, herkesin hesabını ayrı tutması gerek… Şu anda dünyada üç büyük güç var: Amerika, Çin ve Rusya. Ama geldikleri noktada hiçbiri küresel liderlik üretemiyor. Bu artık apaçık ortada. Amerika, Trump gibi saat başı fikir değiştiren, tüccar refleksiyle hareket eden bir figürü zirveye taşıyabilmiş bir ülke. Rusya desek, Putin’in nasıl ve ne şekilde seçildiği, herkesin malumu. Çin, geleceğin süper gücü olarak lanse ediliyor ama dünya sahnesinde hâlâ gölge boksu yapmayı tercih ediyor. Liderlik boşluğu büyüyor. Ve dünya bu boşlukta rotasız, pusulasız savruldukça savruluyor. Halbuki Atatürk bundan bir asır önce fark etmişti olması gerekeni. Ne bir strateji raporunda, ne bir deklarasyonda, sadece bir devlet aklının vicdanıyla… Sadece bir barış çağrısı yapmamıştı, bir uygarlık uyarısı bırakmıştı ardında: Yurtta sulh, cihanda sulh. Barış, yalnızca bir dönem politikası değil, bir varoluş ilkesiydi onun için. Aynı şekilde “Mecbur kalmadıkça savaş bir cinayettir,” sözü… Bugün dünya bu iki cümleyi unuttu. Unuttukça savaş normalleşti, cinayetler diplomasiye dönüştü. Biz hâlâ o sözlerin büyüklüğüyle sınanıyoruz. Bugün dünya, ne sulhu koruyabiliyor ne de cinayetle barış arasındaki farkı ayırt edebiliyor. Haklı savaş yok; çıkar savaşları, vekâlet savaşları, algı savaşları, teknoloji ve istihbarat üzerinden yürütülen gölgeli savaşlar var. İnsanlık bir gün gerçekten savaşa değil, barışa mecbur olduğunu anlayabilecek mi? *** Evet, savaş gerçekten de artık yalnızca cephede yaşanmıyor. Ölüm ve dehşet görüntüleri, sadece askeri kameralarda değil; müzikle titreşen ışıkların arasında da dolaşıyor, gece kulüplerinin huşulu eğlencelerine etkileyici bir fon görevi görüyor. Lübnan’da bir eğlence mekânında insanlar dans ederken, gecenin karanlığında semayı ışıklandıran füzeleri izliyor, şık gece kıyafetleri içinde, görüntüleri cep telefonlarıyla kaydediyorlar… Caz ritmiyle senkronize patlamalar, bedenlerin kıvrıldığı ışıklı zemine karışıyor… Bir ülke yanarken, diğerinde bu yangın gökyüzünü renklendiriyor… Aynı anda. Aynı coğrafyada. Bu sahne, her şeyin ötesinde bir gerçekle yüzleştiriyor bizi: İnsanlık, bir eşiği daha geçti. Artık savaşlar bile dramatik ağırlığını yitiriyor; yıkım bir enformasyon dekoruna, ölüm ise görsel bir efekte dönüşüyor. Savaş bir gösteriye, yok oluş bir arka fon müziğine… İnsanlığın çıtası yalnızca ahlaken değil, varoluşsal olarak da düşüyor. Jean Baudrillard’ın “Gerçeklik, yerini simülasyona bıraktı” tespiti artık kuramsal bir fikir değil. Lübnan’daki o gece kulübü, bu tespitin kanlı bir sahne dekoru gibiydi adeta. Görüntü… öylesine epikti ki, insan artık neye ağlayacağını, neye hayret edeceğini bilemiyor. Belki de modern çağın en büyük trajedisi bu: Hiçbir trajedinin bizi tam anlamıyla sarsamaması. Dünya öyle ters döndü ki, şimdi yanlış ayakta duruyor; doğru yere sığamıyor. Normaller anormal, anormaller normal oldu. Dünya, tersine çevrilmiş bir bilinç hâliyle, olup biteni izlemeye devam ediyor. Gerçekle yalan, kurbanla fail, haberle kurgu iç içe geçti. Hakikatin kıymeti azaldıkça, hissizliğimiz de meşrulaştı. *** Gazze artık manşetlerde değil. İran ile İsrail arasındaki gerilim, dünyanın dikkatini çoktan başka bir sahneye çevirdi. Yeni füzeler eski yaraları hafifletiyor sanki. Bir savaş başka bir zulmü gölgeliyor. Gazze, hâlâ bombalanırken; hâlâ yardım almaya giden çocuklar bir video oyunuymuşçasına vurulurken, kalanlar açlıktan ölmeye başlamışken; hâlâ insanlar yıkıntılar arasında nefes almaya çalışırken… görünmez kılındı. Oysa Gazze’de yaşanan şey, bir savaş değil. Bir yok etme iradesi. Sistemli, soğukkanlı, gündelik bir şiddet. Enkazdan çıkarılamayan cesetler, susuzluktan ağlamayı bile unutmuş bebekler… Bunlar, insanlık tarihinin başka pek az zulmüne benziyor. Burada ölüm sıradanlaştı. Çünkü burada yaşam, bir mucizeye dönüştü. Gazze, artık sadece bir şehir değil, sanki bir suskunluk sınavı… Batı’nın bu konuda gösterdiği suskunluk, artık diplomatik bir denge arayışı değil, utanılması gereken bir tarafgirliktir. Batı, bu tercihi çoktan yaptı yapmasına, peki ya Doğu? Ya İslam dünyası? İsrail’in gazabına uğrayan Gazze halkı için ayağa kalkması gereken 56 İslam ülkesi nerede? Dillerinden “din kardeşliği” düşmeyen liderler, neden bir araya gelip fındık kadar İsrail’e bile kafa tutamıyor? Neden her biri, bir diğerinden daha sessiz, daha kayıtsız, daha korkak? Çünkü çoğu İsrail’in gölgesinde büyüyen petro-diktatörlükler. Çünkü bazılarının varlığı zaten o saldırgan devletin bölgesel planlarına hizmet ediyor. O yüzden bir kısmı ağzını hiç açmıyor, açanların ise ağzından yalnızca kof ve içi boş palavralar dökülüyor. Gazze yanarken, onlar diplomatik şiirler okuyor. Söz çok, cesaret yok. Sahi, Netanyahu’nun organize katliam şebekesine “dur” diyebilecek bir babayiğit kaldı mı bu dünyada? Yoksa herkes, başka coğrafyalarda eğlenirken göğe yükselen füzeleri kaydeden kalabalıklara mı dönüştü? Gazze artık dünya haritasında bir nokta değil. Bir ayna. Bize insanlığımızı gösteren, ya da göstermeyen, bir kırık ayna. *** İran’la ilişkilerimiz öteden beri hem yakın hem de kırılgan. Orada çıkacak her karışıklık, bize dalga dalga ulaşır: Ekonomik kırılganlık, enerji kaynakları, sınır güvenliği… hepsi birden etkilenir. Türkiye, İran’daki her sarsıntının ilk hissedildiği ülkelerden biridir. Diğer yanda, İsrail’le zaten uzun süredir diken üstünde ilerleyen bir ilişkimiz var. Daha geçenlerde Netanyahu”nun, “Osmanlı İmparatorluğu geri gelemeyecek,” diyerek Türkiye’ye gönderdiği tarihsel mesaj, aslında bir tehditten çok daha fazlasıydı: Bu toprakların ruhuna yönelik bir aşağılamaydı. Bugün dünyanın dört bir yanından, “Üçüncü Dünya Savaşı başladı” sesleri yükseliyor. Kimine göre çoktan başladı, kimine göreyse eli kulağında. Bu tartışmanın içinde Türkiye’deki iktidar da yerini alıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP lideri Bahçeli, açık açık “Sıradaki hedef biz olabiliriz” diyorlar. Haklı olabilirler. İsrail’in İran’la olan savaşı Türkiye’ye sıçrarsa ne olur, sorusu artık komplo teorilerinin değil devlet açıklamalarının konusu. Ama işte mesele tam da burada başlıyor. Çünkü iktidarın yüksek perdeden yaptığı “tehdit altındayız” açıklamalarıyla içeride izlediği siyasi pratikler birbirini tutmuyor. Eğer gerçekten bir dış tehdit varsa, dikkat ve enerji o cepheye yoğunlaşmalı değil mi? Oysa içeride tüm odak, muhalefeti sindirmeye yönelmiş durumda. İktidarın eli tüm ağırlığıyla muhalefet belediyelerinin üzerinde. Bu yükleniş, kamuoyuna “hukuki süreç” olarak sunuluyor ki daha önce de yazdığımız gibi üzerinde durulması gereken ciddi başlıklar elbette var. Ancak burada sorgulanması gereken yalnızca dosyaların içeriği değil; yürütülme biçimi, seçilen zamanlama ve kullanılan dil. Çünkü bu mesele, tek başına adaletle ilgili değil. Aynı zamanda güçle, kontrolle, siyasetle ilgili. Toplumsal algının yönetilmesiyle, iktidarın kendi gündemini kurgulama biçimiyle ilgili. İktidarın refleksi artık şöyle işliyor: Tehdit olarak gördüğünü hedefe al, halkın dikkatini oraya yoğunlaştır, meşruiyeti sorgulatmadan ilerle. Bu stratejide haklılık ikinci planda kalıyor. Asıl dert, içerideki tek sesli dengeyi sabit tutmak. Bu yolda her şey bir araca dönüşebiliyor: Uluslararası krizler, savaşlar da, yargı süreçleri de, kamuoyu algısı da… İktidarın artık “anlatma” ihtiyacı yok. Yeni dönemin temel ilkesi şu: “Ben söylüyorsam doğrudur.” O yüzden siyaset, temsil olmaktan çıkıyor; gösteriye, dayatmaya, bir tür sessizlik yönetimine dönüşüyor. *** Türkiye’de kamu hayatının en istikrarlı sembolü nedir diye sorsalar, artık “anayasa” diyemeyiz hiçbirimiz. Ne partiler, ne kurumlar, ne ideolojiler… Hepsi değişti, tahrif edildi, dönüştürüldü. Ama bir şey hep sabit kaldı: Koltuk sevdası. İktidar koltuğu. Parti koltuğu. Meclis koltuğu. Bürokrasi koltuğu. O koltuk, kimilerinin kafasında hükmetmek, görünür olmak, itibar toplamak demek. Halbuki mevcut halimize bakınca, konuşmamız gereken tek koltuk aslında terapist koltuğu olmalıydı… Hukuk artık bir vitrin süsü. Adalet arayan, önce dilekçe değil tanıdık arıyor. Yargı denen şey, siyasetin alt komisyonu gibi çalışıyor. Genç işsizliği %30’ları zorluyor. İş bulan şükrediyor, bulamayan yurt dışına kaçmanın yolunu arıyor. Giden, bir daha dönmek istemiyor. Kalan, ev genci olup anne babasının emekli maaşına bakıyor. Ekonomik kriz, sadece rakamları değil hayatları yutuyor. Bir asgari ücretlinin maaşı, market arabasının yarısına yetmiyor. Emekli olmak, artık dinlenmek değil, sürünmek anlamına geliyor. Kadınlar sokakta öldürülüyor. Evde öldürülüyor. Devlet izliyor. Zorbalık, artık münferit değil; gündelik. Şiddet, istisna değil; iktidar dili. Çiftçilerin yaş ortalaması 59. Gençler toprağa sırt çevirmiş. “Hiçbir sorunum yok” diyen çiftçilerin oranı sadece %11. (O da muhtemelen anketi yanlış anlamıştır…) Devlet ne hakem, ne destek, ne güvence. Sadece gözleyen, bazen de engelleyen bir aygıta dönüşmüş gibi. Ve evet… Dünya her geçen gün biraz daha saçma bir yere dönüşüyor. Belki de hep öyleydi de biz anlam yükleyerek katlandık bunca zaman. Gerçekliğin ağırlığı yok artık. Gerçek bile yerçekimsiz. Ne acının ağırlığı kaldı, ne adaletin hacmi, ne vicdanın sesi. Bizi ayakta tutan ne varsa ya satıldı, ya susturuldu, ya unutturuldu. Bu koca dünya artık bir garip dekor sadece. İçinde yaşamak değil, ancak rol yapmak mümkün. Tüm bu boşluğun ortasında, bir ses kalıyor geriye; kırık bir sazın sesi gibi. “Ah, yalan dünyada, yalan dünyada Yalandan yüzüme gülen dünyada…” Belki de haklıydı Neşet Usta. Bu dünya hep yalandı. Biz ise en çok, gerçeği ararken tükendik. Muradını alamamış herkes gibi biz de gidiyoruz… ve dünya, yine ellere kalıyor.

Source: Sadık Çelik


Alnınızın şekli kişiliğinizi ele veriyor!

1. GENİŞ ALIN: ZEKA VE ÖNSEZİ

Geniş alınlı insanlar genellikle analitik düşünen, zeki ve öğrenmeye açık bireylerdir. Detaylara önem verir, planlı hareket ederler. Aynı zamanda sezgileri kuvvetlidir; henüz ortada somut bir veri yokken bile doğru tahminlerde bulunabilirler. Liderlik vasıfları gelişmiştir ve genellikle kariyer hayatlarında yükselirler.

Olumlu Özellikler: Akılcı, vizyoner, dikkatli.

Dikkat Etmesi Gereken: Fazla analiz yapmak bazen karar almayı geciktirebilir.

2. DAR ALIN: PRATİK ZEKA VE HIZLI HAREKET

Dar alına sahip kişiler daha sezgisel ve pratik bir yapıya sahiptir. Olaylara hızlı tepki verir, anı yaşamayı sever. Akademik başarıya değil, hayata dair deneyimlere daha fazla önem verirler. Risk almaktan korkmaz, cesur adımlar atabilirler.

Olumlu Özellikler: Çabuk adapte olan, girişimci ruhlu, enerjik.

Dikkat Etmesi Gereken: Detaylara yeterince önem vermemek hatalara yol açabilir.

3. BOMBELİ (ÇIKIK) ALIN: YARATICILIK VE HAYAL GÜCÜ

Eğer alnınız öne doğru bombeli ve yuvarlaksa siz tam bir hayalperestsiniz! Bu yapıdaki kişiler genellikle yaratıcı, sanatsal yönü kuvvetli ve özgün fikirlere sahiptir. Sınırları zorlamayı sever, klasik yollar yerine kendi yöntemlerini geliştirirler.

Olumlu Özellikler: İlham verici, sanatkâr, duygusal zekâsı yüksek.

Dikkat Etmesi Gereken: Gerçeklerden uzaklaşma eğilimi olabilir.

4. DÜZ AIN: MANTIK VE DİSİPLİN

Düz alınlı bireyler son derece mantıklı, organize ve sistematik çalışan insanlardır. Duygularından çok aklıyla hareket ederler. Onlar için kurallar, prensipler ve doğrular önemlidir. Söz verdikleri şeyi yaparlar, güven verirler.

Olumlu Özellikler: Güvenilir, planlı, disiplinli.

Dikkat Etmesi Gereken: Esneklikten uzak durmak çatışmalara neden olabilir.

5. EĞİK ALIN ( BİR TARAFA DAHA EĞİK): ÇOK YÖNLÜLÜK VE DUYGUSALLIK

Alnı bir tarafa daha eğimli olan bireyler hem duygusal hem de entelektüel yönü gelişmiş kişilerdir. Duygularını ifade etmekte başarılıdırlar ve insan ilişkilerinde oldukça hassastırlar. Empati becerileri yüksektir, sanatla iç içe olabilirler.

Olumlu Özellikler: Derinlikli düşünür, sezgisel, uyumlu.

Dikkat Etmesi Gereken: Duygusal dalgalanmalar yaşamaya açık olabilir.

Source: Derleyen: Nesli Leyla Şenol


YKS”ye girecek adaylara hem ruhsal hem bedensel destek şart!

Türkiye genelinde milyonlarca öğrenci, üniversite hayallerine bir adım daha yaklaşmak için Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) maratonunda ter döküyor. Peki, siz de bu zorlu süreçte artan stres, uykusuzluk veya yeme alışkanlıklarınızdaki değişikliklerle mücadele ediyor musunuz? Belki de farkında olmadan sınav performansınızı olumsuz etkileyebilecek hatalı alışkanlıklar ediniyor olabilirsiniz. Medipol Acıbadem Bölge Hastanesi”nden Diyetisyen Fatma Betül Çelebi ve Medipol Koşuyolu Üniversite Hastanesi”nden Klinik Psikolog Sermin Bozbağ, YKS öncesindeki kritik dönemeçte öğrencilerin dikkat etmesi gereken önemli noktaları açıkladı. Uzmanlar, sadece bedeninizi beslemekle kalmayıp, zihninizi de pozitif düşüncelerle donatmanın başarıya ulaşmada ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. KAFEİN, ŞEKER VE ALIŞILMADIK YİYECEKLERDEN UZAK DURUN Medipol Acıbadem Bölge Hastanesi’nden Diyetisyen Fatma Betül Çelebi, sınavdan bir gün önce beslenmenin ve sınav sabahı yapılacak kahvaltının büyük önem taşıdığını belirtti. Özellikle dışarıdan alınan tavuk, soslu ya da mayonezli gıdaların zehirlenmelere yol açabileceğini söyleyen Çelebi, “Bu tür gıdalar mide ve bağırsak sorunlarına sebep olabilir. Böyle bir durum tüm sınav performansını olumsuz etkileyebilir. Bu yüzden mutlaka evde hazırlanmış, güvenilir ve sade yiyecekler tüketilmelidir.” dedi. UYKU DÜZENİNİZİ BOZMAYIN! Sınavdan önceki günün öğleden sonrasında kafein içeren içeceklerden uzak durulması gerektiğini vurgulayan Çelebi, “Kahve ve çay gibi içecekler uyku düzenini bozabilir. Oysa sınav sabahı dinç ve zinde uyanmak, performansın temelini oluşturur. Sınav günü kahvaltının mutlaka yapılması gerekir. Kahvaltının içeriğinde ise öğrencinin alışkın olmadığı gıdalara yer verilmemesi gerekmektedir. Peynir, yumurta gibi protein kaynakları ile zeytin ve ceviz gibi sağlıklı yağlar ideal bir tercihtir. Ancak sucuk, salam, pastırma gibi tuzlu ürünler sınav esnasında aşırı susuzluğa yol açabilir. Yine kayısı, kuru erik gibi lifli gıdalar da o sabah için sindirim sorunlarına neden olabilir.” diye konuştu. BU ÖNERİLERİ DİKKATE ALIN Sınavdan hemen önce enerji vermesi amacıyla şekerli gıdalara yönelmenin ise ciddi bir hata olabileceğini belirten Çelebi, “Şekerli yiyecekler kan şekerini hızla yükseltip ardından ani bir düşüşe neden olur. Bu da dikkat dağınıklığına sebep olabilir. Gerekirse küçük bir tam buğdaylı sandviç ya da birkaç kraker daha güvenli bir tercihtir” ifadelerini kullandı. “KAYGIYI YOK ETMEYE DEĞİL, YÖNETMEYE ODAKLANIN” Medipol Koşuyolu Hastanesi’nden Klinik Psikolog Sermin Bozbağ ise sınav öncesi kaygının öğrencilerde olduğu kadar ailelerde de yoğun yaşandığını belirtti. Kaygının yok edilmesi değil, doğru şekilde yönetilmesi gerektiğini söyleyen Bozbağ, “Hafif düzeydeki kaygı dikkat ve konsantrasyonu artırabilir. Ancak kaygı çok yükseldiğinde, kişi soruya değil, bedenindeki çarpıntı, terleme gibi belirtilere odaklanmaya başlar” diye konuştu. NEFES EGZERSİZLERİ ÖNEMLİ Öğrencilerin bu dönemde içsel telkinlerini olumlu cümlelerle yönlendirmesinin önemine değinen Bozbağ, “ ‘Bu sınav benim her şeyimi belirlemiyor, sınav sonucumun bir değerlendirmesidir. Ben elimden geleni yapabilirim’ gibi düşünceler geliştirmek, motivasyonu güçlendiriyor. Sınav esnasında dikkat dağılırsa, 10-15 saniyelik mini nefes egzersizlerinin zihinsel toparlanmayı kolaylaştıracaktır. Ayrıca sınavdan önceki gece kaliteli bir uykunun zihinsel performans üzerinde doğrudan etkisi var. Uyku hijyenine dikkat edilmesi, dijital ekranlardan uzak kalınması ve sınav sabahına yorgun başlanmaması gerekiyor.” şeklinde konuştu. AİLELERE: MOTİVE EDİN, KIYASLAMAYIN Kaygının sadece öğrencilere değil, ailelere de sirayet ettiğini vurgulayan Bozbağ, ebeveynlerin bu dönemde daha destekleyici ve şefkatli bir tutum sergilemeleri gerektiğini dile getirdi. Bozbağ, “Çocuklarını başka öğrencilerle kıyaslamak, eleştirmek ya da yüksek beklentilerle üzerlerinde baskı oluşturmak kaygıyı artırır. Bunun yerine onları anladığınızı hissettirmek, birlikte vakit geçirmek çok daha işlevseldir. Anne ve babaların kendi kaygı düzeylerini de fark etmeleri gerekir. Eğer ebeveynin kaygı düzeyi yüksekse, bu çocuk tarafından hissedilir. Ebeveynler kendi stresleriyle baş edebilirse çocuklarına da daha iyi destek olabilirler. Bu nedenle gerekirse yetişkinlerin de basit nefes egzersizleriyle kendilerini rahatlatmaları yararlı olacaktır” ifadelerini kullandı.

Source: Internet Haber


Zehri bir insanı öldürebilir: Elazığ”da görüldü!

Elazığ”da havaların ısınmasıyla birlikte ortaya çıkan örümcek, kameralara yansıdı.Merkeze bağlı Güneykent Mahallesinde yaşayan bir vatandaş, diğer türlerden farklı gördüğü bir örümceği cep telefonu kamerasıyla görüntüledi.Türkiye”nin en zehirli yılanlarından: O ilçemizde görüldü!Uğur böceği görünümüne aldanmayın: Sanıldığı kadar masum değil!ZIPLAYABİLİYORÖrümceğin türünü merak eden vatandaş, türün halk arasında et yiyen örümcek olarak bilinen ’sarıkız örümceği’ olduğunu öğrendi.Zehirli olan ve havaların ısınmasıyla ortaya çıkan sarıkız örümceği 13 santimetre uzunluğa kadar ulaşabiliyor ve zıplayabiliyor. Zehriyle bir insanı ölüme götürebileceği belirtilen örümceğin akrep ve kertenkele ile beslendiği biliniyor.

Source: Kadriye Ebrar Etirli


Nihal Candan sağlık durumu nasıl? Nihal Candan yoğun bakımda mı?

Anoreksiya hastalığıyla mücadele eden ünlü fenomen Nihal Candan “ın sağlık durumu sevenleri tarafından merak ediliyor. Peki, Nihal Candan sağlık durumu nasıl? Nihal Candan yoğun bakımda mı? NİHAL CANDAN SAĞLIK DURUMU NASIL? Sosyal medya fenomenleri Nihal Candan ile Bahar Candan kardeşler, Kasım 2023″te “dolandırıcılık” ve “kara para aklama” suçlamalarıyla tutuklandıktan sonra yaklaşık 6 ay cezaevinde kalmıştı. Nihal Candan, sağlık sorunları nedeniyle serbest bırakılmış ondan kısa bir süre sonra da kardeşi Bahar Candan tahliye olmuştu. Cezaevi sürecinde 37 kiloya kadar düşen Nihal Candan”a Anoreksiya Nervoza teşhisi konmuştu. Nihal Candan”ın sağlık durumu ciddiyetini koruyor. 25 KİLOYA DÜŞTÜ, YOĞUN BAKIMA ALINDI Instagram hesabından paylaşım yapan Kerimoğlu, Yoğun bakıma alınmış, Nihal yine istemiyorum demesine rağmen. 25 kiloya düşmüş ve kritik bir süreçte dedi. BABA İKİNCİ KEZ KALP KRİZİ GEÇİRDİ Modacı ve aynı zamanda Nihal Candan”ın yakın aile dostu Pınar Kerimoğlu, 25 kiloya düşen Nihal Candan’ın baba Hakan Candan’ın üzüntüden ikinci kez kalp krizi geçirdiğini sosyal medyadan açıkladı.

Source: Haber Merkezi


Uludağ Premium Ultra Trail için geri sayım

Uludağ Alan Başkanlığı’nın ev sahipliğinde Uludağ Premium isim sponsorluğunda ‘Uludağ’da Koşmayı Hayal Et’ sloganıyla bu sene 8’incisi düzenlenecek Ultra Trail, katılımcılarını 6 ayrı parkurda ağırlayacak.

Bursa’da, 2 bin 543 metre yükseklikteki Uludağ’da gerçekleşecek yarışta koşucular, parkurlar boyunca muhteşem doğanın içinde yer alacak. En rekabetçi dağ ultra maratonu unvanı bulunan Uludağ Premium Ultra Trail, her yıl olduğu gibi bu yıl da unutulmaz bir yarış deneyimi sunacak.

Gençlik ve Spor Bakanlığı, Bursa Valiliği, Uludağ Alan Başkanlığı, Bursa Büyükşehir Belediyesi, Bursa Doğa Koruma Milli Parklar Genel Müdürlüğü, Türkiye Atletizm Federasyonu, ANDA Arama Kurtarma katkılarıyla gerçekleşecek yarışta Adım Adım, sosyal sorumluluk partneri olarak yer alacak. Binlerce sporcunun katılacağı organizasyonda, UPUT100K, UPA66K, UPM42K, UPE30K, UP16K ve UP6K’lık parkurlar yer alacak.

HEYECAN 6 AYRI PARKURDA YAŞANACAK

Uludağ Premium Ultra Trail birbirinden önemli 6 ayrı parkurda koşulacak. Bu sene yeni eklenen 42K’lık parkur ise katılımcıların yoğun ilgisiyle karşılandı. Uludağ Premium Ultra Trail (UPUT100K), 100 kilometre ve 4 bin 620 metre yükseklik kazanımı ile yüzde 60 patika, yüzde 30 single track ve yüzde 10 asfalt yoldan oluşan patika koşusu, 19 Temmuz Cumartesi günü sabah saat 06.00’da start alacak ve 21 saatlik bir bitirme zamanına sahip olacak.

Uludağ Premium Advanced Trail (UPA66K), 66 kilometre ve 3 bin 600 metre yükseklik kazanımı ile yüzde 50 patika, yüzde 43 single track ve yüzde 7 asfalt yoldan oluşan yarış, 19 Temmuz Cumartesi günü saat 06.00’da başlayacak ve 15 saatlik bir bitirme zamanına sahip olacak.

Uludağ Premium Medium Trail (UPM42K), 42 kilometre ve 2 bin 353 metre yükseklik kazanımı ile yüzde 55 patika, yüzde 40 single track ve yüzde 5 asfalt yoldan oluşan yarış, 19 Temmuz Cumartesi sabahı 07.00’de başlayacak ve 12,5 saat bitirme zamanına sahip olacak.

Uludağ Premium Epix Trail (UPGE30K), 30 kilometre ve bin 510 metre yükseklik kazanımı ile yüzde 65 patika, yüzde 30 single track ve yüzde 5 asfalt yoldan oluşacak. Uludağ bölgesinin en güzel doğa manzaraları içerisinde geçecek yarış, 19 Temmuz Cumartesi sabahı saat 08.00’de start alacak 8 saatlik bitirme zamanına sahip olacak.

Uludağ Premium Trail (UP16K), 16 kilometre ve 500 metre yükseklik kazanımı ile yüzde 20 patika, yüzde 70 single track ve yüzde 10 asfalt yolda koşulacak. Yarış, 19 Temmuz Cumartesi günü saat 09.00’da start alacak.

Uludağ Premium Trail (UP6K): 6 kilometre ve 210 metre yükseklik kazanımı ile yüzde 20 patika, yüzde 60 single track ve yüzde 20 asfalt yolda gerçekleşecek. Mücadele 20 Temmuz Pazar günü saat 09.00’da başlayacak.

YARIŞ GÜZERGAHLARI

ULUDAĞ PREMIUM ULTRA TRAIL 100K: Oteller bölgesinden başlayacak yarış, sırasıyla Cennettepe, Kirazlıyayla, Süleymaniye, Hünkar Köşkü, Zeyniler Köyü, Cumalıkızık, Kürekli Şelalesi, Saitabat Şelalesi, Alaçam, Buzul Göletler bölgesinden Uludağ küçük zirve yaptıktan sonra tekrar Cennettepe üzerinden oteller bölgesinde son bulacak.

ULUDAĞ PREMIUM ADVANCED TRAIL 66K: Oteller bölgesinden başlayacak yarış, sırasıyla Cennettepe, Kirazlıyayla, Sarıalan, Tonoz Yayla, Zeyniler Köyü, Cumalıkızık, Kürekli Şelalesi, Saitabat Şelalesi, buzul göletler bölgesinden Uludağ küçük zirve yaptıktan sonra tekrar Cennettepe üzerinden oteller bölgesinde sona erecek.

ULUDAĞ PREMIUM MEDIUM TRAIL 42K: Oteller bölgesinden başlayacak yarış sırasıyla Uludağ Volfram Bölgesi, Keşiş Tepe üzerinden Cennettepe, Kirazlıyayla, Zeyniler Köyü, Sarıalan, Softaboğan güzergahını takip ederek oteller bölgesinde bitecek.

ULUDAĞ PREMIUM EPIC TRAIL 30K: Oteller bölgesinden başlayacak yarış, 1. Oteller Bölgesi üzerinden Cennettepe, Kirazlıyayla, Sarıalan, Tonoz Yayla, Zeyniler Köyü, Kurbağakaya üzerinden oteller bölgesinde sona erecek.

ULUDAĞ PREMIUM TRAIL 16K: Oteller bölgesinden başlayacak yarış, 1. Oteller Bölgesi üzerinden Sarıalan, Kurbağakaya ve Softaboğan Şelalesinden geçerek oteller bölgesinde son bulacak.

ULUDAĞ PREMIUM TRAIL 6K: Oteller bölgesinden başlayacak yarış, 1. Oteller Bölgesi üzerinden Kurbağakaya tekrar oteller bölgesine ulaşarak son bulacak.

KATEGORİLER

Erkek / Kadın Genel Klasman

Erkek / Kadın 40- (20 Temmuz 1985 – 19 Temmuz 2007)

Erkek / Kadın 40 (20 Temmuz 1975 – 19 Temmuz 1985)

Erkek / Kadın 50 (20 Temmuz 1965 – 19 Temmuz 1975)

Erkek / Kadın 60 (19 Temmuz 1965 ve öncesi doğumlular)

Source: