Sosyal Sorunlar Bülteni: Eğitimden Zorbalığa, Toplumdaki Değişimlere Göz Atın!

Kep atma ilkokula kadar düştü! MEB okullara yazı gönderdi ama kimin umurunda…

MAHMUT ÖZAY – Kapanmasına az bir süre kala okullarda ‘tatlı’ bir telaş var… Veliler kayıt parası, yardımcı kitap ve fahiş forma fiyatları derken son günlerde mezuniyet törenleri için istenen paralarla boğuşuyor. Mezuniyet cübbesinin yanı sıra 5 yıldızlı oteller, kıyafet, araç kiralama, fotoğraf albümü derken bir gece için istenen fiyatlar dudak uçuklatıyor. Veliler Millî Eğitim Bakanlığından çözüm istiyor. Bakanlık geçen sene okullara yazı göndererek uyarıda bulundu: Mezuniyet etkinlikleri millî, manevi, ahlaki ve kültürel değerlere aykırı olmamalı, törenlerde şatafata izin verilmemeli, etkinlikler için veli izni alınmalı, velileri ve okulları külfete sokacak aktivitelerden kaçınılmalı, etkinlikler için okulların uygun mekân veya alanlar kurulmalı, okul dışındaki mekânlarda mezuniyet aktiviteleri gerçekleştirilmemeli.

BİLDİKLERİNİ OKUYORLAR

Bütün bu ikazlara rağmen ek gelir elde etmeye çalışan okul yönetimleri bildiğini okuyor. Üstelik lise ve üniversitelerde yapılan mezuniyet törenleri artık ilkokul hatta anaokullarına kadar inmiş durumda. Görüştüğümüz bazı veliler evlatlarının eksik kalmaması ve akran zorbalığıyla karşılaşmaması için imkânlarını zorlayarak etkinliklere göndermek zorunda kaldıklarını ifade ederek Bakanlığın daha somut adım atmasını istiyor.

VELİLER NE DİYOR?

>> Duru Göktuğ “Herkes kendi arasında anlaşmış biz de ‘eksik kalmasın’ dedik. Unutulmaz bir gün olurmuş, önemliymiş özel ve güzel bir günmüş. Valla kime ne diyeceğiz bilmiyoruz. Bu işin ucu kaçtı” diye konuştu.

>> Deniz Mehmet “Mezuniyet töreni altında okullarda soygun var, okul bahçesine kira veriyoruz. Kiralık cübbeye %100 para istiyorlar. Böyle bir şey olamaz” dedi.

>> Mehmet Kırlangıç “Bir şeyi başarmış öğrenci kep atar. Anaokulunda tuvaletini yapan çocuk başarılı olmuş kabul ediliyor. Böyle saçmalık olmaz. WhatsApp grubunda birkaç veli anlaşarak ortaya yazdı. Diğerleri de mecburen sustu. Çünkü biri aksi bir şey yazarsa, dışlanıyor” ifadelerini kullandı.

>> Neva Su “Sadece üniversiteden mezun olurken olmalı. Gerisi saçmalık. Boşa masraf, zaman kaybı” dedi.

>> Gül Severce “İlkokuldan mezun olacak kızım. İnanın yetişemiyorum çalışan anne olarak çok zorlanıyorum. Ne yapacağız bilmiyoruz” ifadelerini kullandı.

>> Kazım Kaplan “Okul yönetimi, sınıf öğretmenimiz aracılığıyla 4. sınıftan mezun olacak çocuğum için 2 bin TL ücret istedi. Kep töreni ve fotoğraf çekmek için bu para fazla değil mi! Parayı hesap numarasına atacaktım kabul etmediler. Bize ‘ücreti elden getirin’ yazdılar” dedi.

ÖĞRETMENLER NE DİYOR?

>> Nebi Duran “Veliler sosyal medya durumlarında fotoğraf paylaşmak için eğitime hiçbir katkısı olmayan bu manasız şeyi istiyor. Hiç okula gelmeyen veli mezuniyet yapmayacağım dediğim için okula geldi. İdare bastırdı. Ama yine de yapmadım. Yapmayacağım” dedi.

>> Damla Tek “Bu yıl 4. sınıf mezun ediyorum. Çocuk ne kadar okumuş da mezun oluyor, biten ne? Bu yüzden yapmayacağım. Şimdi de veliler ve çocuklar trip atıyor. Bence sadece üniversiteden mezun olurken meslek sahibi olurken yapılmalı” ifadelerini kullandı.

UZMANLAR NE DİYOR?

Sorularımızı cevaplayan eğitimciler: Kep atma olayı biraz özel okulların pazarlaması gibi… ‘Çocuğunuz burada özel’ hissiyatı verip memnuniyeti arttırıyorlar. Bu furya devlet okullarına da sirayet etti. Az olan her şey güzeldir. Çoğalınca tadı kaçıyor. Bir özelliği kalmıyor. Küçücük kızları kadın gibi giydirip ağır makyajlarla mezuniyet törenine hazırlıyorlar. Çocukların; daha ilkokulu bitirmeden mezuniyet ve daha başka bir sürü etkinliklerle gelecekte yaşaması gereken her şeyi tüketmesini sağlıyoruz. Hayatı tozpembe gösteriyoruz. Sonra da en ufak bir zorluk karşısında problemlerini çözemiyorlar. Ailelerin durumu yokken mecburiyetten bu zorluğa katlanıyorlar. ‘Heves ediyor çocuklar’ diyen ailelerin çoğu da sosyal medyada paylaşım için bu etkinlikleri kendisi için istiyorlar. Etkinliğe katılamayanların arkadaşları karşısında yaşayacağı mahcubiyet de unutulmamalı.

Source: Cüneyt Akçatepe


Ali yazar Veli bozar… – Deniz Öztürk

Eğitim, yalnızca bireyin değil, bir ülkenin kaderini belirler, uzun vadeli bir yatırım gerektirir. Ama ne yazık ki Türkiye’de eğitim, günü kurtaran kararlarla şekilleniyor. Her gelen iktidar, kendi hedefleri doğrultusunda sistemi değiştiriyor. Eğitim, kalkınmanın temel aracı yerine, siyasi hesapların malzemesi haline geliyor. Bir düşünün… Eğitim bir bina olsa, her gelen bakan bir duvarını yıkıyor, bir diğeri başka bir yerden bir şeyler ekliyor. Ortada sağlam bir yapı kalmıyor. Eğitim politikaları ise çoğu zaman sadece o günkü popülariteye göre belirleniyor. Oysa bir zamanlar öğretmen okulları vardı bu coğrafyada. Anadolu’nun yoksul köylerinden çıkan gençler, yalnızca öğretmen olmakla kalmaz, aynı zamanda yurttaşlık bilinci, toplumsal sorumluluk ve dayanışma ruhuyla yetişirdi. Bilime, sanata, toprağa değer veren bir nesil doğuyordu. Bugün durum çok faklı. Bir çocuğun nasıl bir eğitim alacağı, ailesinin gelirine bağlı. Kolejde okuyan çocuklar sabah kahvaltısında protein sayarken, devlet okulundaki bir çocuk kantin sırasına, harçlığı yetmediği için bakarak geçiyor. Üniversiteye giren bir öğrenci kalacak yer bulamazsa ya kaydını donduruyor ya da hem çalışıp hem okumaya çalışıyor. EĞİTİM ARTIK TİCARİ Dünyada ise bu iş başka yapılıyor. Güney Kore, Finlandiya, Kanada gibi ülkelerde eğitim bir devlet politikası, bir stratejik yatırım olarak görülüyor. Bugün bir öğrencinin başarısı, ailesinin ekonomik gücüyle orantılı. Özel okullar altın çağını yaşıyor. Aileler, çocuklarını kolejlere gönderebilmek için borçlanıyor. Hayatlarını ipotek altına alıyor. Bir yanda çift dilli eğitim alan çocuklar, diğer yanda bilgisayarı yılda birkaç kez gören öğrenciler var. Eğitim artık ticari bir sektör oldu. Sonunda “S” olan sınavlarla herkes bir yarışta ama biri spor ayakkabıyla, diğeri yalın ayak koşuyor. Meslek liseleri ise başarısız öğrencilerin park yeri gibi görülüyor. Almanya’da bir öğrenci marangozluk eğitimiyle yüksek gelirli bir iş bulurken bizde haftanın üç günü ucuz işgücüne dönüşmüş gençler mezun oluyor. Müdür atamaları ve liyakat değil, “yakınlıkla” yapılıyor. EĞİTİMCİNİN DEĞERİ YOK Eğitim fakültelerinden her yıl binlerce öğretmen mezun oluyor. Ancak mezunların bir kısmı henüz sahaya bile çıkamıyor. Üniversiteler öğretmen yetiştirmekten çok diploma vermeye odaklanmış durumda. KPSS ve mülakat engeline takılan gençler, düşük ücretle güvencesiz çalışmaya mahkûm oluyor. Ve… Aynı sınıfta, aynı dersleri anlatan öğretmenlerin bile değeri farklı. Ücretli öğretmeni bakan tanımaz, il, ilçe milli eğitim müdürü tanımaz, okul memuru bile tanımaz. Bazen müdürün keyfi yeter, öğretmeni kapının önüne koyar. PEKİ KİM BUNLAR? Mobbing (bezdiri) altında çalışan, mutsuz ama sınıfta özveriyle görev yapan isimsiz kahramanlar. “İdare ederiz” cümlesi ülkemizde adeta bir sistem haline getirildi. Eğitim sistemindeki eksiklikler saymakla bitmez ama mesele yamalayarak değil, yeniden inşa ederek çözülmeli. Kavga seslerinin arasında ders zilini duyan var mı? DENİZ ÖZTÜRK SİYASET BİLİMCİ

Source: Olaylar Ve Görüşler


Toplu sözleşme öncesi kritik değişim: Memur-Sen 11 yıl sonra bir hizmet kolunda yetkiyi kaybediyor

İktidara yakınlığıyla bilinen Memur-Sen, yıllardır en fazla üyeye sahip konfederasyon olduğu için yetkili konfederasyon konumunda bulunuyor. Toplu sözleşme masasında sendikalara heyet başkanlığı yapan Memur-Sen, imza ve itiraz yetkisini de tek başına elinde bulunduruyor. Memur-Sen toplu sözleşmenin genelinde yetkili konfederasyon olmasının yanı sıra bağlı sendikaları da hizmet kollarının tamamında yetkiliydi. 11 hizmet kolunun 11’inde de 2014 yılından bu yana Memur-Sen’e bağlı sendikalar yetkili konumda bulunuyordu. Bu nedenle de toplu sözleşme masasında tüm hizmet kollarında memurları 11 yıldır Memur-Sen’e bağlı sendikalar temsil ediyordu. Ancak bu yıl dikkat çeken bir gelişme yaşandı. 29 ÜYE FARKLA TÜRKİYE KAMU-SEN”E GEÇTİ Kültür ve sanat hizmetleri kolunda çoğunluğun Memur-Sen’e bağlı Kültür Memur-Sen’den Türkiye Kamu-Sen’e bağlı Türk Kültür Sanat-Sen’e geçtiği öğrenildi. Türk Kültür Sanat Sen Genel Başkanı Uğur Yıldırım, 6 bin 858 üyeyle, sadece 29 farkla yetkinin sendikalarına geçtiğini duyurdu. Ancak bu durumun kesinleşmesi için memur sendikalarına ilişkin istatistiklerin temmuz ayında Resmi Gazete’de yayınlanması gerekiyor. Resmi Gazete’de yayınlanan istatistiklerde de Türk Kültür Sanat-Sen hizmet kolunda en fazla üyeli sendika olursa, ağustos ayındaki toplu sözleşme görüşmelerinde kültür ve sanat hizmet kolunda bulunan memurları bu sendika temsil edecek. 11 yıl sonra Memur-Sen, bir hizmet kolundaki yetkiyi kaybedecek.

Source: Mustafa Çakır


İktidar yenir mi, giyilir mi?

Öteden beri toplumbilimciler, aydınlar bilimsel yazıları söyleşileriyle özgür kürsülerde… Akla, bilime tutunanlar için belge bilgi kitaplar çuvallar dolusu… İktidar, gizemli çekiciliği olan bir sözcük… Auguste Comte ’a dek uzanacak değilim… Bugünlerde sözde gazetecilerin, aynı telden çalanların tek konusu iktidar… Aslında epeydir ayaklarını uzatıp yayıldıkları kendi alanlarını korumak… Peki, biz sıradan yurttaşlar için… Yaşadıklarımızdan ders çıkararak tartışabiliyor muyuz? Evet… Sandık zamanı susarak… Biz bizeyken dille elle çokça kafa göz yararak… İktidar, bir işi yapabilme gücü, başarabilme yetki ve yeteneği diye bilinir. Çoktandır anlamını bilenin bilmeyenin, eğitimlinin eğitimsizin ağzında sıradanlaşan bir sözcük… Olmamalı… Ana babamızın iktidarına doğup içine doğduğumuz iktidarla uyuşarak çatışarak… Eli ekmeğimizin üstünde olanla uzlaşmaya uzlaşmamaya çalışarak büyümüyor muyuz? Siyasal gücü elinde tutan iktidar, uzanabilene burnu kadar yakın değil mi? İktidar akla ilkin güç kavramını getirir. Ayrımında olarak olmayarak herkesin bir iktidar alanı, iktidarını baskın kılacağı bir çevresi vardır. İktidar olma düşü, dört duvar ardında başlar. Geleneksel bakış varsa babayla anneyi, büyük çocukları, birlikte yaşanan dede nineyi ailenin reisi görür; reis(ler) doğru bildiklerini, uygun gördüklerini birlikte yaşadıklarına onaylatmaya çalışır. Ben buna, “iç iktidar” diyorum. İç iktidarın egemen(ler) ince her gülüşün, her bakışın, her sözün, her duruşun… Bir dilim ekmekten bir bardak suya her şeyin hesabı sorulur. İç iktidarların keskin kararlarından büyük küçük her zararı çoğunca kız çocuklarıyla kadınlar görür. İnsanlar iktidarı çatısını çatabildikleri alanda tadar. Bu güç tadana pek hoş gelir. İktidar tartışmalarının en ateşli alanı evler mi? Köylerden kentlere kahvelerde, toplutaşımda, lokantalarda, her yerde tartışılır da… Sesini akciğerinde tutanların kendi iktidarını yitirme ya da koruma korkusu, şarkıları türküleri bile bastırır. Maddi-manevi borcu bacadan aşan, birbirini aldatan, çocuklarını, kız(lar)ını yasaklara boğan iç iktidarın egemeni, kapı dışındaki iktidarı sorgulayabilir mi? Bir de kendi mahallesinde hiç iktidar düşü kuramamış, sistem dışına itilmiş, yaşamı boyunca iktidar olması engellenenler var. Üstelik iç iktidarın karışanı görüşeni de dört duvarı aşar. “Eller ne der ne düşünür?” Komşular, bakkal, muhtar, apartman görevlisi amcalar teyzeler… Kimi gerçekten esirgeyip gözetendir. Ne ki iç iktidarın dengesini bozan hırsız yolsuz, alkolik, uyuşturucu satıcısı, çocuk istismarcısı, kadın katili zehirli sarmaşıklar da varken… Evinde, mahallesinde iktidar olmak bile gitgide zorlaşmıyor mu? Aynı çatı altında yaşadıklarından, uzak yakın akrabalarından, komşularından bir günaydını esirgeyen(ler)in güçlü görünme gösterilerine… Kendi doğrusundan başkasını tanımayan, inançla özgür düşünceyi karıştıran, bilimsel bilginin yerine dogmaları koyan, bireysel çıkarı için koşuşturanların… Tüm canlılara, çocuklara kadınlara şiddet uygulayarak, sövgüyle, dayakla, maçolukla baskı kurarak iktidarını koruduğuna tanık olmuyor muyuz? Kendi mahallesinde iktidar olamamışken neyi nasıl yaşamak zorunda kaldığını kestiremeyen, sevincini sonuna dek yaşayamayan… Bireysel ve toplumsal kaygıların kaynağını sorgulayamayan, sorgulama gücü elinden alınan binlerce kadın erkeği düşündüğümüzde… Açgözlü görgüsüzlerin fink attığı bir ortamda demokratlıktan dem vurmak akıllı işi midir? Ağacın kurdu içinde kardeşim… İki ölç, bir biç!

Source: Sevgi Özel


KENDİ CELLADINA AŞIK OLMAK: Gücün Büyüsüne Kapılan Toplumlar

Toplumlar bazen göz göre göre karanlığa yürür. Hatta yürümekle kalmaz, o karanlığa âşık olurlar. Tıpkı bazı bireylerin kendine zarar veren ilişkilerde ısrarla kalması gibi. O cellat figürü ne kadar yıkıcıysa, ona duyulan bağ da o kadar güçlü oluyor. Sonra da aşk gibi kıymetli bir kavrama yükleniyor tüm kabahat, suç, günah ve ardından gelsin türküler. “Aşkın gözü kör olsun…” Halbuki aşk değil bu… körlük belki ama ondan da fazlası: Bir tür teslimiyet, bir tür boyun eğiş, bir tür tutsaklık. Kör olan aşk değil; vicdan, akıl, hatta insanlık… Kör bir toplumsal romantizmin içinde, kendi celladına methiyeler düzen kalabalıklar, toplumlar… Sevdiği tarafından ezildikçe ona daha da sarılan insanlar… İnsanlığa güç denilen zehrin damla damla içirildiği bir yüzyıl… Tüm dünya bu sarmalın içinde. Güçlü görünen, sesi çok çıkan, “söz dinleten” liderler tercih ediliyor. Lider değil, gölge devler seçiyoruz sanki. İtaat ettikçe büyüyen, büyüdükçe korkutan, korkuttukça daha da büyüyen varlıklar. Sandık kuruyoruz, temsil yetkisi veriyoruz, onlar ise her oyu bir biat kabul ediyor, etmek istiyor. Her yerden sızıyor çürüme. Yalnızca yolsuzluk değil; merhametsizlik, insafsızlık, ölçüsüzlük… Dünya artık sadece daha az yaşanabilir değil; aynı zamanda daha az hissedilebilir bir yer. Gerçekle kurduğumuz bağ çözülüyor. İnsanlık, gerçekle bağını yitirmiş bir uyurgezer gibi, gözleri açık ama gönlü uykuda bir halde savruluyor. Bu uykunun içinde büyüyen yeni bir insan tipi var. Güce tapınan, merhameti küçümseyen, empatiyi alaya alan, çıkarcılığı zekâ sanan bir tür… Bir döngü gibi kendini tekrar eden, aynı şablonla üretilmiş gibi duran “modern cellat adayları” … İşte yeni bir haber: Üsküdar’da bir lisede, bir kız öğrenci arkadaşını tuvalette bıçakladı… Korkunç ama artık şaşırtmıyor. Çünkü benzer haberlerle uyanıyoruz her sabah, bazen ülkemizde bazen dünyanın geri kalanında. Okul basanlar var artık… Sırt çantasına silah yerleştirip sabah derse değil, infaza gider gibi çıkan çocuklar… Sınıf arkadaşlarının üzerine kurşun yağdıranlar… Sırf bir anlığına “tanrı rolü” oynamak için, bir saniyelik gücün sarhoşluğuyla tüm dünyayı yakmaya hazır olanlar… Boşanmış eski kocasının gazabından sokak ortasında bile kaçamayan kadınlar… Çocuklarının gözleri önünde kurban edilen anneler… “Benimsin ya da kara toprağın” diyen erkeklerin gölgesinde büyüyen bir toplum… Ama bu trajediler bir anda yaşanmıyor. Kadın cinayetlerine giden yolun kaldırım taşları, çoğu zaman fark edilmeden döşeniyor. Bu yolun başında, kadını özgür bir birey olarak değil; bir eş, bir anne, bir aidiyet nesnesi olarak gören bakış yatıyor. Kadının hayalleri, kararları, kendi olma hakkı geri plana atılıyor. Toplumda hâlâ kadını evin, ailenin ya da çocuk doğurmanın ötesinde tanımlamakta zorlanan güçlü kalıplar var. O yüzden kadın cinayeti yalnızca bir son değil; çoğu zaman uzun bir yok sayılmanın, değersizleştirmenin, bastırmanın gecikmiş bir patlaması oluyor. Trafikte yol vermedi diye camdan silah çıkaranlar var sonra… “Niye yan baktın?” diye cana kıyanlar… Bir bakışa, bir söze, bir varoluşa bile tahammül edemeyen, öfkesini “kutsal bir hakka” dönüştürenler… Pazar yerinde yürüyen tertemiz bir çocuğu, yine tertemiz olması gereken yaşta kapkaranlık bir kalbe dönüştüğü için bıçaklayıp hayattan koparan başka çocuklar… Çünkü o, şiddeti bir suç değil, bir dil gibi öğrendi. Güçle konuşmayı, öfkeyle var olmayı… Sevilmenin, fark edilmenin, hatta sadece hayatta kalmanın yolunun bazen bir yumruk, bazen bir bıçak, bazen de soğuk bir namludan geçtiğini sandı. Ona merhamet öğretilmedi; alkışlanan hep güçlüdür. Güçlü olan haklıdır. Güce sahip olan, hükmeder. Diğeri ya boyun eğer ya da yok olur. Alın size yeni insan tipolojisi… Çekirdekten yetişen cellatlar. Bunlar münferit değil. Bu, yeni insan tipinin klinik raporu. Tertemiz olması gereken yaşta, kalbi kararmış çocuklar. Empati yoksunu, vicdan yoksunu… *** Marx , doğu toplumlarının yapısal durağanlığını, merkezi güce mutlak bağımlılıklarını ve değişimden kaçışlarını vurgular. Ona göre bu topraklarda güç sadece bir yönetim biçimi değil, bir inanç sistemidir. Güçlü olan konuşur. Güçlü olan haklıdır. Güçlü olan, kutsanır. Güç, her zaman baştan çıkarıcıdır. Gücün bir fetiş nesnesine dönüşme kapasitesi kaydadeğerdir. Güç, mülkiyete; mülkiyet, itaate; itaat ise tahakküme evrilir. Bu döngüde düşünce, özgürlük ve bilim ya baskılanır ya da hiç doğmadan boğulur. Çünkü sorgulamak, sarsmaktır. Halbuki doğuda güç, asla sarsılmamalıdır. Batı”da üretim ilişkileri dönüşürken, buhar ve makineler üretimi mekanikleştirirken, Doğu hâlâ toprağın, geleneğin ve bedensel emeğin egemenliğindeydi. Bilgi değil, bilek değerliydi. Bilene değil, korkulana hürmet gösterilirdi. Feodal beyler, sultanlar, ağalar ne derse o olurdu. Düşünce değil, tahakküm konuşurdu. Bu gibi yapılar içinde aykırılık bir tehdit sayılır. Sesi yükselen susturulur, soru soran ya sapkın ya hain ilan edilir. Baskı bir yöntem değil, adeta bir toplumsal yapıştırıcıdır. Bu yapı yalnızca bireyleri değil, tüm bir toplumu teslim alır. İradesini, yaratıcılığını, geleceğini… İşte bu nedenledir ki böyle toplumlarda yönetim hakkı, hak edene değil, elinde gücü tutana aittir. Çünkü akıl değil, güç takip edilir. Merhamet değil, ceza meşrulaştırılır. Güç, sadece bir yönetme aracı değil, bir tapınma nesnesi haline gelir. Doğu”nun belki de en büyük trajedisi, zincirine alışması değil; onu kutsaması oldu. En büyük günahı ise o zinciri kırmaya çalışanlara sırt çevirmesi… *** Güce tapınma artık yalnızca doğunun meselesi değil; tüm dünyanın ortak salgını. Ama doğunun damarlarında daha eski, daha derin, daha kadim… Güç, burada sadece bir araç değil, bir tutku. Kas gücünden silaha, siyasetten paraya kadar her türlüsüyle… Kimin sesi çok çıkıyorsa o konuşur, kimin eli ağırsa onun sözü geçer. Zamanla bu güç biçim değiştirir. Bir dönem fiziki zorbalıktır, bir dönem sokakta hüküm süren kabadayı; sonra takım elbise giyer, oy toplar, rant dağıtır. Mafya usulü çökmeler yerini siyasal nüfuzla yapılan tahsislere, yağmalara bırakır. Artık gömlek giymiş kabadayılar vardır. Rant, oyla ölçülür. Hazine arazisi artık sandıkla dağıtılır. Mafya usulü örgütlenme yerini siyasal kayırmacılığa bırakır. Yağma devam eder, sadece dili resmileşir. Bugün siyasetin geneline baktığımızda, ister iktidarda ister muhalefette olsun, aynı döngüyü görüyoruz. Siyaseti meslek haline getirmiş, onu bir geçim kapısı olarak gören insanlar… Kamu kaynaklarını, kentlerin değerlerini, toplumun geleceğini pazarlık masasına yatıran bir yapı… İdeal değil çıkar, liyakat değil sadakat, hizmet değil kazanç merkezli bir düzen. Artık güç, sadece otorite değil, bir kariyer planıdır. Bu planın sonunda kalan ise soyulmuş kentler, satılmış değerler, yoksullaşmış bir toplumdur. *** İtalya”nın Lucca kentinde bir işkence müzesi vardır. Orta Çağ’dan kalma ceza aletleriyle dolu: Gerdirme tezgâhları, kafa eziciler, dil kesiciler, utanç kafesleri… İnsanların cezalandırmayı nasıl böylesine yaratıcı bir sadizme dönüştürdüğünü görmek tüyler ürpertici. O dönemin kurbanları genellikle kadınlar, çocuklar, yoksullar… yani sesi çıkmayanlar. Asıl korkunç olan, bu aletlerin kendisi değil. O aletleri icat ettiren zihin… Daha da korkuncu: Bugün o zihnin hâlâ aramızda, üstelik genellikle çok daha “incelmiş” biçimlerde dolaşıyor olması. Celladına âşık olma meselesi tam da burada anlam kazanıyor. Sadece bireysel ilişkilerde değil, toplumsal tercihlerde de… Toplumlar zaman zaman göz göre göre kendi cellatlarını seçiyor. Narsist, otoriter, ceberrut, tahakkümle büyüyen liderlerin peşine düşüyorlar. Acının kaynağını bilip yine de ondan medet umuyorlar. Lucca’daki işkence aletleri paslanmış demirden… Bugün kullanılanlar ise görünmez. Orta Çağ’da insanlar bedenlerini kaybederdi; bugün ise onurlarını, hayallerini, akıllarını kaybediyorlar. O zaman zincir vardı, şimdi ekran. O zaman gerdirme tezgâhı vardı, şimdi ekonomik baskı, psikolojik yıpranma, değersizlik hissi… Belki de en kötüsü: O günün mahkûmları çığlık atardı, bugünküler ise susmak, gülümsemek, normalleştirmek zorunda. İşte bu yüzden, modern çağın işkencesi, tarihin en paslı giyotini bile masum gösterecek kadar derin.

Source: Sadık Çelik


Araştırmaya göre okula giden 4 çocuktan 3’ü akran zorbalığının gölgesinde yaşıyor: Güç arayışı çocuklara sıçradı

Akran zorbalığı, Türkiye’nin olduğu kadar dünyanın da en dikkat çeken sorunlarından birisi. FutureBright Group araştırma şirketi akran zorbalığı hakkında yaptığı araştırmasının sonuçlarını kamuoyu ile paylaştı. Araştırma, 12 ilde Aralık 2024-Ocak 2025 tarihleri arasında yapıldı. Sonuçlara göre her dört ebeveynden birinin çocuğu akran zorbalığına maruz kalırken akran zorbalığının yüzde 95’i okullarda yaşanıyor. Güç arayışının çocuklara sıçramasının akran zorbalığının hızla yükselmesine neden olduğu belirtilirken okulların spor salonu veya soyunma odalarının, ortaokul çağındaki çocukların akran zorbalığına en yoğun maruz kaldığı alanlar olarak aktarıldı. Okula giden her 4 çocuktan 3’ü akran zorbalığının gölgesinde yaşadığı belirtilirken akran zorbalığının dağılımına göre çocukların yüzde 23’ü zorbalık mağduru, yüzde 50’si zorbalığa şahit olan, yüzde 1’i zorbalığı uygulayan, yüzde 2’si aynı anda hem mağdur olup hem zorbalık uygulayan, yüzde 24’ü ise kaygısız yani akran zorbalığı yaşamamış, yaşatmamış ya da şahit olmamış çocuklardan oluşuyor. Araştırma sonuçları kapsamında, okullarda erkek çocuklarının fiziksel zorbalığa daha fazla maruz kaldığı da belirtildi. “KOLEKTİF ZORBALIK” Araştırmada, her iki çocuktan birinin, zorbalığa şahit olmasından ve zorbalık uygulayan çocuğun çoğunlukla ceza almadığını görmesinden dolayı zorbalığın toplumda kabul gören bir davranış olduğuna yönelik bir algıya kapıldığı bilgisine yer verildi. Akran zorbalığının ortaya çıkmasına ve gerçekleşmesine zemin hazırlayan dinamikler, “Ebeveynlik yaklaşımlarının değişimi, öğretmen ve öğrenci güç dengesinin bozulması, öğretmenlerin yaşam ve iş standartlarının düşüşü, eğitim sistemi aksaklıkları, yargı sistemine duyulan derin güvensizlik” olarak sıralandı. Siber zorbalığa da değinilen araştırmada, bireysel zorbalığın siber ortamda kolektif zorbalığa dönüştüğü belirtildi ve akran zorbalığına maruz kalan çocukların akran ilişkilerinde sözlü zorbalık oranının yüzde 74, fiziksel zorbalık oranı yüzde 61, ilişkisel zorbalık oranının ise yüzde 51 düzeyinde görüldüğü kaydedildi. Araştırmaya göre yaklaşık her üç ebeveynden ikisi yaşanan durumdan aynı hafta içinde haberdar olduğunu söyledi. Ebeveynlerin yüzde 70’i, olayı çocuğundan öğrendiğini aktardı. Zorbalık yapan çocuğun ailesinin durumu görmezden gelme oranı ise yüzde 55 oranında. Ayrıca rapora göre, ebeveynlerin yüzde 95’i akran zorbalığı karşısında okul yönetiminin aktif ve yönlendirici olup engelleyici görev alması gerektiğini düşünüyor. Futurebright Group kurucu ortağı Başak Abdula, “Bu araştırma yüksek sesli bir uyarı sinyali. Burada, tam ortamızda çok ağır bir taş duruyor: Bu taşı ancak hep birlikte kaldırabiliriz” değerlendirmesinde bulundu.

Source: Rengin Temoçin


AKP iktidarında mağdur olan çok

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Kimseyi mağdur etmedik, iktidarımız boyunca hak yemedik. AKP iktidarı tarafından hakkı yenen var mı?’ diye sordu. İşte yanıtlar:

ÇİFTÇİ: CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer: Alım fiyatları düşük tutuldu. Kırsalın boşalmasına göz yumuldu. 10 milyon hayvan ithal edilip, 11 milyar dolar yurt dışına gitti. Çiftçi ve üretici sahipsiz bırakıldı.

GAZETECİ: Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nazmi Bilgin: Basın özgürlüğüne büyük darbe vuruldu. Gazeteciler düzmece davalarla tutuklandı.

EMEKLİ: Tüm Emekliler Derneği Genel Başkanı Satılmış Çalışkan: Emeklilerin maaşı yüzde yüz eridi, maaşlar asgari ücretin altına düştü. İkramiye ile kurbanlık bile alınamıyor.

ÖĞRETMEN: Eğitim İş Genel Başkanı Kadem Özbay: Mülakatta elenip torpilin gölgesinde bırakıldılar. Maaşlar yoksulluk sınırında kaldı.

KADIN: 2002’de öldürülen kadın sayısı 66’ydı, 2007 ve 2009 yıllarında bu sayı binin üzerine çıktı. 2025’in üç ayında 185 kadın öldürüldü.

SAĞLIKÇI: Hastanelerde randevu yok. ‘Giderlerse gitsinler’ denilen doktorlar, hastalara vakit ayıramıyor. Aile hekimleri grevde.

DEPREMZEDELER: 6 Şubat 2023 depremlerinden bu yana iki yılı aşkın süre geçti, hâlâ konteynerlerde kalan depremzedeler var.

HAYVAN: AKP’nin sokak hayvanlarının katledilmesine öngören kanun teklifi, 30 Temmuz 2024’te Meclis’te kabul edildi.

Source: Deniz Ayhan


Anne sütü satışı yasaklandı! İlk kez duyan şaşırdı: Anne sütü nasıl ve neden satılır?

Anne sütü satışı uzun yıllardır sosyal mecralar üzerinden gerçekleştiriliyor. Anne sütünün satılma nedeni ise sadece anne sütüne ihtiyaç duyan bebekler değil. Uzun yıllar önce anne sütünün kansere iyi geldiği, bazı tümörleri küçülttüğü yönünde birtakım haberler çıktı. Bunun ardından birçok kanser hastası özellikle de sosyal medya üzerinden anne sütü arayışına girdi. Bu durum iyi niyetle paylaşım yapanların yanı sıra umut tacirlerini de harekete geçirdi. Bazı sitelerden litresi dolar üzerinden fiyatlandırılarak süt satışı yapılmaya başlandı.‘BİLİMSEL BİR KANITI YOK’Kanser hastalarında anne sütü tüketmenin bilimsel bir faydası olmadığını belirten Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Ali Nahit Şendur, hastaları şöyle uyardı: “Anne sütünün kanser hastalarının tedavi sürecinde olumlu bir etkisi gösterilememiştir. İlk yapılan araştırmalarda anne sütünün kanser tedavisindeki etkisi özellikle, tümör hücrelerine saldırı yapan insan alfa – laktalbumin üzerine odaklanmaktadır. Tek bir çalışmada mesane kanserli hastalara HAMLET (insan alfa laktoglobilin – anne sütü içeriği) verilmesi sonrası ve idrarda ölü kanser hücreleri tespit edildiği bildirilmiştir. Ancak anne sütünün klinik faydası gösterilememiştir. İlk çalışmalarda umut görülse de sonraki çalışmalar anne sütü proteininin anti – kanser özelliği hakkında umut verici konuşmak zordur. Bilimsel bir kesinliği olmamasına rağmen kanseri tedavi edici etkileri net olmayan anne sütü hakkında maalesef yeterli çalışma yapılmamaktadır. Anne sütünü kullanmalarını katkısı olmadığı için ve ek olarak annede bulunan toksik maddelerin ve enfeksiyonların kişiye geçme riski bulunduğundan önermiyoruz.”‘ENFEKSİYON TEHLİKESİ’Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Fatma Beşiroğlu Çetin ise anne sütü vermenin kan nakli kadar ciddi bir şey olduğuna dikkat çekerek şunları söyledi: “Son yıllarda yapılan çalışmalar anne sütü ile mesajcı RNA dediğimiz bazı genetik partiküllerin anne sütüyle bebeğe bolca geçirildiğini gösterdi. Bu da demek oluyor ki anne sütüyle beraber sütü veren anneden, alan bebeğe aslında bir genetik aktarım yapılıyor. Bunun uzun dönemde ne gibi etkileri olduğunu bilmiyoruz. Aynı zamanda anne sütüyle ciddi enfeksiyon bulaşları olabileceği için anne sütü vermenin gerçekten bir kan nakli kadar ciddi bir şey olduğunu aklımızdan çıkarmayalım. Güvenliğinden emin olmadığımız, tanımadığımız, güvenmediğimiz hiç kimseden anne sütü bağışı almak ya da satın alma yapmak doğru değil.”Ticaret Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, “Bebekler için hayati öneme sahip olan anne sütü; bireyin sağlık durumu, beslenme alışkanlıkları ve geçmiş enfeksiyon öyküsü gibi birçok kişisel faktörden etkilenmektedir. Uygun koşullarda sağılmayan, taşınmayan ve saklanmayan anne sütünün tüketimi, bebek sağlığı açısından ciddi riskler barındırmakta ve doğrudan kamu sağlığını tehdit etmektedir” denildi. Bakanlık ayrıca yasağa uymayanlar hakkında 684 bin 214 TL’ye kadar idari para cezası uygulanacağını duyurdu.

Source: Gazetevatan.com


İşçilerin alın teri gasp edildi: Aylardır maaşlarını alamıyorlar!

Elazığ’ın Maden ilçesinde üretim yapan SSS Yıldızlar Holding’e bağlı tesiste çalışan yaklaşık 150 işçi, aylardır maaşlarının ödenmediğini ve birçoğunun işten çıkarıldığını ya da zorunlu ücretsiz izne ayrıldığını söyleyerek yaşananlara isyan etti.

İşçiler, tüm başvurularına rağmen muhatap bulamadıklarını ve mağduriyetlerinin her geçen gün arttığını dile getiriyor. Aylardır maaşını alamadığını söyleyen Ahmet Yılmaz isimli işçi, “Son 5-6 aydır maaşlarımızı alamıyoruz. Maaşımız 20 bin 500 TL ancak dört aydır bende maaşımı alamıyorum. Bazı arkadaşlarımız mahkemeye gitti haklı olmalarına rağmen fabrika yönetimi maaşlarını halen vermedi” dedi.

“AYLARDIR MAAŞ YOK, MUHATAP YOK”

Aylardır maaşını alamayan işçilerden biri olan Ahmet Yılmaz, “2020 yılından bu yana ben bu fabrikada görev yapıyorum son 5-6 aydır maaşlarımızı alamıyoruz maaşımız 20 bin 500 TL ancak dört aydır maaşımı alamıyorum. Nisan ayında çıkışım aldım sonradan öğrendim Mart ayı sigortam dahi yatırılmamış benim gibi birçok arkadaşımız da aynı mağduriyeti yaşamış. Ne yaptıysak aylardır maaşlarımızı alamıyoruz. Bu sorunumuzla ilgili konuşacağımız bir muhatap da yok ne zaman sorsak ‘bugün yarın ödeyeceğiz’ diyerek oyalanıyoruz. Bazı arkadaşlarımız mahkemeye gitti haklı olmalarına rağmen fabrika maaşlarını halen vermedi. Bu fabrikadan 150 gibi bir çalışan var ve çoğu da maaşlarını alamıyor. Maaşını alamadığı için Ocak ve Şubat ayında çıkışını alanlar bile oldu. Bayramdan sonra bu konuyla ilgili bir toplantı yapacağız.” dedi.

“EMEKÇİLER SAHİPSİZ DEĞİL”

CHP Gençlik Kolları Genel Başkan Yardımcısı Sinan Akkoç, işçilerin hukuki süreç başlatmalarına rağmen haklarına ulaşamadığını belirtti. Akkoç, “Maden ilçemizde SSS Yıldızlar Holding bünyesinde çalışan 200 ila 300 işçinin haklarının gasp edildiği yönünde ciddi duyumlar aldık. Yasal yollara başvurmalarına rağmen işçiler hala maaşlarını alamıyor. Bu durum yalnızca bireysel değil, toplumsal bir krizdir. Emekçilerin bu çığlığı duyulmalı.” Bu durum, ülkemizde işçi hakları ve emek sömürüsü konusundaki karanlık tabloyu bir kez daha gözler önüne sermektedir. Çalışanların alın terinin karşılığını alamaması sadece bireysel mağduriyet değil, aynı zamanda toplumun geneline yayılan ekonomik ve sosyal bir krizdir. İşçilerin yaşadığı mağduriyetlerin bir an önce giderilmesi, haklarının teslim edilmesi ve hukuki süreçlerin hızlandırılması gerekmektedir. Türkiye’de çalışma hayatındaki hak gasplarının önüne geçilmesi için tüm ilgili mercilerin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesini talep ediyoruz. SSS Yıldızlar Holding işçilerinin yanında olduğumuzu, seslerini duyurmak için üzerimize düşeni yapacağımızı kamuoyuna saygıyla bildiririz. Hak, hukuk ve adalet mücadelesinde emeğin yanında olmaya devam edeceğiz” ifadelerini kullandı.

Source: Evren Demi̇rdaş


İran”da açılan “Cehennem” parkı ülkeyi karıştırdı

İran”ın Fumen şehri Devrim Muhafızları Ordusu Komutanlığı, “cehennem”, “sırat köprüsü”, “Münker ve Nekir ile karşılaşma” ve “kabir durumu” gibi bölümleri olan bir park inşa etti. Böyle bir park alanının inşası toplum içerisinde tartışmalara neden oldu. CAFERİ: FAALİYETE ONAY VERDİLER Fumen şehri Devrim Muhafızları Ordusu Komutanı Muhsin Caferi, faaliyeti savunarak Kum”daki dini merilerin faaliyeti onayladıklarını söyledi. ALTINDA ATEŞ YANAN KÖPRÜDEN GEÇECEKLER Alanı ziyaret eden kişiler, altında ateş yanan köprüden geçiyor. Zebanileri temsil eden kişiler, mezarlarda bulunanları darp ederek kabir azabı tasvir ediliyor. DMO, proje için bir de Telegram kanalı kurdu. Projenin Telegram kanalı,programda ziyaretçilerin bazı güncel askeri teçhizatları yakından görmeleri için dev askeri teçhizatların yer aldığı çekici bir sergi hazırlandığını duyurdu. İran”da birçok kesim, DMO”nun faaliyetine tepki gösteriyor.

Source: Erdem Aksoy


Erdoğan neden devam etmeli? Bahçeli”nin çağrısının gizli kodları

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan gazetecilere “Benim tekrar aday olmak gibi bir derdim yok” dedi.

“Sayın Cumhurbaşkanımızın ‘Benim tekrar aday olma derdim yok’ ifadesi, bizim nazarımızda adil ve hakkaniyetli bir hal beyanı değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin, yeni yüzyılın yol haritasını çizen Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a çok ihtiyacı olduğu tartışmasız bir tarih ve hayat gerçeğidir.” dedi, Devlet Bahçeli…

Diyorlar ki, MHP’nin bilge lideri Devlet Bahçeli neden Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na bir dönem daha devam etmesini istiyor?

Bunun nedenlerini hiçbir duygusallığa sapmadan, somut ve nesnel verilerle Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’si ve öncesini düşünerek hep beraber irdeleyelim…

Son yirmi yılda Türkiye, küresel jeopolitik ve ekonomik sistemde bir yükseliş hikâyesi yazmaktadır. Bu süreç, sadece nicelik ve büyüme rakamlarıyla değil; ekonomik dönüşüm, enerji bağımsızlığı, toplumsal yapının dönüşümü, uluslararası aktörlük kapasitesi ve özgün bir kalkınma paradigmasının inşası üzerinden okunmalıdır.

Türkiye’nin bu dinamik yükselişi, sürdürülebilirlik ve stratejik özerklik arayışıyla şekillenmekte ve “Türkiye Yüzyılı” vizyonu ile geleceğe güçlü bir tasarım sunmaktadır.

2000’li yılların başında, Türkiye ekonomisi hala geleneksel ve emek yoğun sektörlerin hâkimiyetindeydi. Ancak, 2002-2024 dönemi arasında uygulanan politikalar ve reformlarla, Türkiye’nin ihracatı 36 milyar dolardan 255 milyar dolara yükselmiş; aynı zamanda sanayi yatırımları önemli ölçüde artmıştır. Bu yükseliş, yalnızca miktar olarak büyümeden ziyade, teknoloji odaklı teşvik oranlarının %3’ten %39’a çıkarılmasıyla niteliğe evrilmiştir.

Bu veriler, Türkiye’nin artık düşük katma değerli üretimden yüksek teknoloji ve katma değerli sektörlere kaydığını göstermektedir. Özellikle savunma sanayii ve bilişim teknolojilerinde yakalanan atılım, ekonominin yapısal dönüşümüne işaret etmektedir.

TEKNOFEST gibi gençliği teknolojiye yönlendiren platformlar, bu dönüşümün hem toplumsal hem kurumsal ayağını güçlendirmektedir. İnsansız hava araçları (İHA/SİHA) üretimindeki bilgi birikimi, savunma sanayinden tarım ve enerjiye kadar geniş bir alana yayılmaktadır. Böylece Türkiye, bilgi ekonomisine dayalı sürdürülebilir büyümenin altyapısını hazırlamaktadır.

Bununla birlikte, ekonomik dönüşüm sadece üretim ve ihracatla sınırlı kalmayıp, yeşil ve dijital dönüşüm stratejileriyle taçlandırılmıştır. Avrupa Yeşil Mutabakatı ile uyumlu enerji verimliliği projeleri ve dijitalleşme hamleleri, Türkiye’yi 21. yüzyılın yeni ekonomik düzlemine uyumlu hale getirmektedir. E-Devlet uygulamalarının yaygınlaşması ve yapay zekâ destekli kamu hizmetleri, ekonomik büyümenin yanında kamu yönetiminde de etkinlik ve şeffaflığı artırmaktadır.

Enerji alanında Türkiye, 2000’lerin başında %72 düzeyinde olan enerji ithalat bağımlılığını, yerli kaynaklar ve mega projelerle %55 seviyesine çekmiştir. Gabar petrolü, yeni alanlarda yapılan aramalar, Karadeniz’de keşfedilen doğalgaz rezervleri, Akkuyu Nükleer Santrali ve yenilenebilir enerji yatırımları, enerji çeşitliliğinin ve arz güvenliğinin temel taşlarıdır. Bu dönüşüm, Türkiye’nin hem ekonomik hem de stratejik bağımsızlık kapasitesini artırmaktadır.

Enerji jeopolitiğinde Türkiye, TANAP, Türk Akım gibi kritik enerji koridorlarının kesişim noktasında yer alarak bölgesel enerji merkezi konumunu güçlendirmektedir. Enerji projeleri, yalnızca ekonomik unsurlar değil; dış politika ve bölgesel güvenlik bağlamında da Türkiye’nin etki alanını genişletmektedir. Bu stratejik enerji politikaları, Türkiye’nin çok taraflı ilişkiler kurmasına ve küresel krizlere müdahale kapasitesini artırmasına imkan sağlamaktadır.

Toplumsal dönüşümde ise Türkiye, eğitime erişimi artırarak kapsayıcı büyümeyi desteklemiştir. Kız çocuklarının ortaöğretim ve yükseköğretime katılım oranı %88’e yükselmiş; mesleki ve teknik eğitimle iş gücü piyasasına doğrudan katkı sağlanmıştır. Bu gelişme, Türkiye’nin demografik avantajını ekonomik büyüme dinamiğine dönüştürme iradesini göstermektedir.

Aileyi güçlendiren sosyal politikalar ve genç çiftlere yönelik destek mekanizmaları, toplumsal yapının dayanıklılığını artırmaktadır. Aynı zamanda kültürel sürekliliği sağlamaya yönelik medya politikaları, Türkiye’nin ulusal kimliğini ve değerlerini küresel ölçekte görünür kılmaktadır. Yerli dijital platformların yaygınlaşması ve kültürel ihracat dizileri, kültürel diplomasi alanında yeni ufuklar açmaktadır.

Türkiye’nin uluslararası alandaki yükselişi, yumuşak güç unsurlarını stratejik diplomasiyle bütünleştirerek gerçekleşmektedir. TİKA, AFAD, Kızılay gibi kurumların yürüttüğü insani yardım faaliyetleri; Afrika’dan Asya’ya geniş bir coğrafyada Türkiye’nin imajını güçlendirmektedir. Bu insani diplomasi, Türkiye’nin küresel aktörlük kapasitesini artırmakta ve bölgesel istikrar için arabuluculuk rolünü pekiştirmektedir. Yunus Emre Enstitüsü, YTB, Maarif Vakfı ile kültürel diplomasi atağına girilmiştir…

Savunma sanayii alanında sağlanan bağımsızlık ve ihracat artışı, Türkiye’nin küresel arenadaki askeri ve ekonomik etkisini yükseltmektedir. İHA/SİHA ihracatı 2010’daki 1,2 milyar dolardan 2024’te 6,5 milyar dolara ulaşmıştır. Bu başarı, sadece ekonomik bir kazanç değil; aynı zamanda dış politikanın çok boyutlu ve stratejik bir aracına dönüşmüştür.

Türkiye’nin BM, İİT, Türk Devletleri Teşkilatı gibi çok taraflı platformlardaki aktif rolü, kriz yönetimi ve küresel yönetişim süreçlerinde artan etkisini göstermektedir. Böylece Türkiye, bölgesel ve küresel barış süreçlerine doğrudan katkıda bulunabilen bir aktör haline gelmiştir.

Türkiye’nin yükselişi, devlet-toplum ilişkilerinde yeni bir dengeyi de beraberinde getirmiştir. Vesayetçi yapılar yerine seçilmiş iradenin ön planda olduğu yönetişim modeli, siyasal istikrarı sağlamış ve toplumsal taleplerle kurumsal yapılar arasında dinamik bir etkileşim yaratmıştır. Bu durum, kalkınmanın sürdürülebilirliği açısından kritik öneme sahiptir.

Türkiye bütün bu hamleleri kuşkusuz ki, çağın ötesine geçen bir ufukla, bakış açısı ile gerçekleştirmiştir. Bu gün, hükümeti taşa toprağa para harcıyor diye eleştirenler yolların, köprülerin, barajların, havaalanlarının, şehir hastanelerinin, devasa büyüklükteki millet parklarının, rekreasyon alanlarının önemini her geçen gün daha iyi idrak etmekte ama yine de hakkını teslimden uzak durmaktadırlar…

Kalkınmanın yerelleşmesi, bölgesel kalkınma ajansları ve dijital belediyecilik uygulamalarıyla desteklenmektedir. Akıllı şehir projeleri ve altyapı reformları, çevresel sürdürülebilirliği de içeren bütüncül bir kalkınma yaklaşımını mümkün kılmaktadır.

“Türkiye Yüzyılı” vizyonu, sadece ekonomik büyüme hedefi değil; kültürel, teknolojik ve diplomatik alanlarda da iddialı bir duruşun ifadesidir. Kapsayıcı büyüme, dijital egemenlik ve stratejik özerklik eksenlerinde şekillenen bu vizyon, Türkiye’nin 21. yüzyılda bölgesel ve küresel güç olma arayışının somut planıdır.

Türkiye’nin son yirmi yıldaki stratejik yükselişi, ekonomik, enerjik, toplumsal ve diplomatik alanlarda eş zamanlı ve entegre bir dönüşümün ürünüdür. Bu dönüşümün merkezinde, sürdürülebilirlik, yerli üretim, teknoloji odaklı kalkınma ve kapsayıcı toplumsal politikalar yer almaktadır. Türkiye, “Türkiye Yüzyılı” vizyonuyla geleceği şekillendirirken, sadece bölgesel değil küresel aktör olma iddiasını da pekiştirmektedir.

Büyük bir deprem afeti yaşadık. Şehirler yok oldu. Ama aradan geçen kısa zaman diliminde hepsi yeniden kuruldu. Yarım milyon ev ve işyeri, şehirlerin tüm alt yapısıyla birlikte hak sahiplerine büyük ölçüde teslim edildi…

Terörsüz Türkiye ve Terörsüz bölge vizyonu ortaya konuldu, yol alındı. Neticelendiğinde Türkiye yarım asırlık bir belayı defetmiş olacak ve bin yıllık kardeşliğini binlerce yıla daha taşıyacak…

Unutulmamalıdır ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Devlet Bahçeli’nin 15 Temmuz kanlı darbe girişimine karşı birlikte verdikleri mücadele, akabinde kurulan Cumhur ittifakı ile ülkemizin aldığı mesafe ve bundan sonra yapılacaklar çok mühimdir. Dolayısıyla ülkenin ve milletin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ihtiyacı devam etmektedir…

Devlet Bahçeli’nin de, aziz milletimizin de ‘devam’ arzusu ve hassasiyeti tam da tüm bu sebeplerledir…

Prof. Dr. Zakir AVŞAR / Haber7

Source: Zakir Av


İzmir’de 23 bin işçi greve çıktı; otobüs duraklarında yoğunluk oluştu

Genel-İş Sendikası ile İzmir Büyükşehir Belediyesi arasında yapılan toplu iş sözleşmesindeki anlaşmazlık nedeniyle 23 bin işçi gece saatlerinden itibaren greve çıktı. Kültürpark Fuar Alanı”ndaki Büyükşehir Belediyesi hizmet binasına “Bu iş yerinde grev var” pankartı asıldı.Öte yandan, 23 bin işçinin greve çıkması ile birlikte kentin dört bir yanında yoğunluk oluştu. İşe gitmek için sabah saatlerinde yola çıkan vatandaşlar, otobüs duraklarında metrelerce kuyruk oluşturdu.

Source: Gazetevatan.com


Esra Erol”daki kayınvalide ve damada verilecek ceza belli oldu!

Kayseri”nin Develi ilçesinde engelli raporu bulunan Dilek Şahin, eşi ve annesinin birlikte kaçtığı iddiasıyla Esra Erol”un programına başvurmasıyla, 21 yaşındaki damat adayı Cuma Doğan’ın, nişanlısının annesi olan 47 yaşındaki Güldane ile ilişki yaşadığı ve bu ilişkiden bir çocuk bekledikleri ortaya çıkmıştı. Sosyal medya ile televizyon kanallarına yansıyan görüntüleri, dillendirilen iddialar ve şikayet sonrası şüpheliler İstanbul”da gözaltına alınmış ardından tutuklanmıştı.Develi 2. Asliye Ceza Mahkemesinde görülen duruşmada, müştekiler Dilek Şahin (25) ve babası Turan Şahin (52) ile taraf avukatları hazır bulundu. Sanıklar Güldane Şahin (46) ve Cuma Doğan (21) ise tutuklu bulundukları cezaevinden Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi aracılığıyla duruşmaya katıldı.Savunmalarında gönül ilişkisi yaşadıklarını kabul eden sanıklar Güldane Şahin ve Cuma Doğan, suçlamaları reddetti.NİŞANLISINDAN ŞİKAYETÇİ OLDU ANNESİNDEN OLMADIDilek Şahin beyanında, sanık Cuma Doğan ile geçen yıl nişanlandığını söyledi. Sonrasında Cuma Doğan”ın kendisini her zaman dövdüğünü ve tehdit ettiğini iddia eden Dillek Şahin, sanık annesi Güldane Şahin”in ise kendisine şiddet uygulamadığını ifade etti.Hırsızlık iddiasına ilişkin bilgisi olmadığını dile getiren Dilek Şahin, sanık Cuma Doğan”dan şikayetçi olduğunu, annesinden ise şikayetçi olmadığını belirtti.BABANIN HIRSIZLIK İDDİASIMüşteki Turan Şahin ise birlikte kaçan 2 sanığın, evinde bulunan 14 tam altın, 1 bilezik, 19 bin 500 dolar ve 35 bin lirayı çaldığını ileri sürdü.Bunların toplam değerinin 1 milyon 226 bin 900 lira olduğunu öne süren Turan Şahin zararının giderilmediğini kaydederek, sanıklardan şikayetçi olduğunu söyledi.Duruşma savcısı, esasa ilişkin mütalaasında, 2 sanığın da iddianamede belirtilen suçlardan cezalandırılmasını talep etti.Duruşma hakimi tarafından son sözleri sorulan sanıklar, suçsuz olduklarını iddia ederek, beraatlerini ve tahliyelerini istedi.Mahkeme hakimi, sanık Güldane Şahin”e birden fazla kişi ile tehdit suçundan 2 yıl 6 ay, nitelikli basit yaralama suçundan 13 ay 15 gün hapis cezası, sanık Cuma Doğan”a birden fazla kişi ile tehdit suçundan 2 yıl 6 ay ve nitelikli basit yaralama suçundan da 9 ay hapis cezası verdi.Mahkeme, 2 sanığın hırsızlık suçundan ise delil yetersizliğinden beraatine karar vererek, tutukluluklarının devamına hükmetti.

Source: Gazetevatan.com


Tehlikenin farkında mısınız?!

Geçtiğimiz cuma günü Sayın Cumhurbaşkanımız 2026-2035 dönemini kapsayan 10 yılı, “Aile ve Nüfus 10 Yılı” ilan etti…

Bu hassasiyetin sebebi hiç kuşkusuz Türkiye’deki ‘nüfus artış hızının’ tahminlerin çok altında gerçekleşmiş olması idi.

Sayın Cumhurbaşkanının; “Bu bir felaket!” diyerek ehemmiyetine işaret ettiği bu husus ne anlama geliyor dersiniz?

Dilimiz döndüğünce anlatalım…

Uzun bir süreden beridir, dünyayı idare etme ve kaynakları sömürme makamındaki güçler tarafından, genelde dünya, özelde ise Türkiye ölçeğinde sinsi ve aşağılık bir proje tatbik edilmeye çalışılıyor.

Temel amaç, toplumu ifsat etme ve kimliksizleştirme…

Bunun için buldukları yöntem; ahlaksızlık, sapkınlık, sapıklık ve iğrençlik…

Bütün bu aşağılık işleri, “cinsiyetsizleştirme” başlığı altında LGBTİ, denen gayr-i tabii ve sapkın yolun normalleştirilmesini sağlamak üzerinden yürütüyorlar.

Hedefledikleri şeyler ise başlıca şunlar…

Cinsiyetsiz toplum

Ahlaksızlığı toplum içinde normalleştirme
Aile kavramını yok etme…

Nitekim cumhurbaşkanımızın 10 yılı kapsayacak olan bu döneme dair hassasiyetini iyi okuyan şer güçler hiç vakit geçirmeden sapık ve sapkın güçleri devreye soktu.
LGBT denen iğrençlikler sürüsü, “kahrolsun aile” diyerek sokakları terörize etmekte gecikmedi…

İşin kötüsü, bu sapkınlardan olmadıkları halde sapıklığı, “cinsel tercih” argümanıyla normal karşılayan bir kesimin de mevcudiyeti…

Böyle ahmakça bir yaklaşım olabilir mi Allah aşkına?!

İyi o halde, katiller de “adam öldürme hürriyeti” diye bir argüman geliştirsin!

Yahut hırsızlar da “çalma, çırpma, dolandırma özgürlüğü” desin!..

Verdiğim örneklerin karşılaştırma bağlamında sapkın talepten zerre kadar farkı yoktur zira insaniyetin var olduğu günden bu yana toplumsal kurallar bu çerçevede belirlenmiş ve hukuka bağlı olan herkes bu umdeler üzerinde müttefik olmuştur.

Bilindiği üzere Hz. Âdem (as)’den beri İslâm hukukun ruhunu belirleyen, “tabii hukuk” olarak da isimlendirilen 5 temel esas vardır.

Bu esaslar, sadece İslâm toplumunun değil bütün bir insanlığın hak ve adalet üzere hayatiyetinin devamı için olmazsa olmaz şarttır.

İslâm, toplumu idare eden otoriteye, şu 5 esası teminat (güvenlik) altına alma görevi vermiştir.

İnsanın can güvenliği,
İnsanın mal güvenliği,
İnsanın akıl sağlığını koruma esası,
İnsanın inanma, düşünme hürriyetinin temini,
İnsan neslini koruma vazifesi…

İşte, yazı başlığını “tehlikenin farkında mısınız?” diye atarken 5. maddedeki “insan neslini koruma vazifesine” dikkat çekmeye çalışıyordum.

Medeniyetimize gadreden, Türkiye’yi ve İslâm toplumunu ortadan kaldırmaya çalışan güçlerin aleti konumundaki bu sapkınlıkla mücadele, hiç şüphesiz ki, en temel vazifelerimizden birisidir.

Bu noktada benzer kaygıları taşıyan ve bu yönde hassasiyet geliştirmiş Müslüman olmayan kimseler de var.

Böyle olması hayli normal ise de bir o kadar sürur verici zira netice itibariyle tüm insaniyeti tehdit eden bir felaket var karşımızda.

Bir süre önce bir tavsiye üzerine Amerikalı siyaset yorumcusu Matt Walsh tarafından sunulan, ‘What is a woman’ (Kadın nedir?) isimli 2022 yapımı bir belgesel seyrettim.
Tabir caiz ise izlerken kanım dondu ama bir yönüyle de sevindim doğrusu.

Kanım dondu çünkü özellikle Amerika ve Avrupa’da baş gösteren ve dünyanın her yerine dalga dalga yayılan ve yazının başında da dikkat çektiğimiz üzere ülkemizi ve medeniyetimizi de ciddi şekilde tehdit eden toplumsal bir afetle karşı karşıyayız.
Muhatap kaldığımız tehdit, Sayın Erdoğan’ın da altını çizdiği gibi ‘küresel bir dayatma’ şeklinde tezahür eden ‘cinsiyetsiz toplum’ projesi…

Açık söylemek gerekirse bu projenin içerdiği vahamet nedeniyle, insanlığın sonunu gelebilir.

Lütfen abarttığımı düşünmeyin!

Gerçekten de ciddi bir tehlike ile yüz yüzeyiz.

Bu tehdit, LGBT lobisinin ve ‘küresel sermayenin’ sponsorluğunda bir saldırıya dönüşmüştür ve hedefinde doğrudan doğruya aile vardır.

Sevinmeme, izlediğim belgeselde Matt Walsh’ın sorduğu soruya doğru cevap veren ve anılan tehlikenin farkında olan bilim insanlarının ve hatırı sayılır bir kitlenin olduğunu görmem sebep oldu.

Belgeselin tüm dünyada yansıma bulması ve özellikle de bir sosyal medya mecraı olan X’te (Elon Musk’ın hususi çabasıyla) yayınlanmış olması elbette ki sevindiricidir.

İnsanlığın vesile-i hilkati olan kadın ve erkek olgusunu yok edip yerine tamamen gayr-i tabii ve sapkın bir yaklaşım ikame etmek isteyen şer odaklarının gayretlerine mukabil, bu afetin izalesine yönelik her çaba, çok önemli ve çok kıymetlidir kuşkusuz.

Bizim gibi gelenekleriyle var olan bir toplum açısından bu tehdide karşı savaş vermek ise kelimenin tam manasıyla bir vecibe…

Bağıra bağıra gelen bu toplumsal afetle mücadele, her insanın ve hususi cihetiyle de her Müslümanın, birinci önceliği olmak zorunda…

Sayın Cumhurbaşkanının kemal-i ciddiyet ile dikkat çektiği bu tehlikeye karşı vaziyet almanın zamanı geldi de geçti bile.

Nihat Nasır / Haber7

Source: Nihat Nas