Atatürk’ün dünya barışını koruma formülü
“Şuna da kaniim ki, eğer devamlı sulh (barış) isteniyorsa kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek beynelmilel (uluslararası) tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın heyeti umumiyesinin refahı, açlık ve tazyikin (baskının) yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, haset, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir.” (Atatürk, 1935) Kuzeyimizde Rusya-Ukrayna Savaşı devam ederken, güneyimizde İsrail’in Filistin’e yönelik saldırıları devam ediyordu ki, birden bire İsrail-İran Savaşı başladı. İsrail’in doğal müttefiki ABD’nin İran’a saldırması ve İran’ın da bu saldırıya karşılık vermesi üzerine insanlar birbirine, “Bu ateş bize de sıçrar mı?”, “III. Dünya Savaşı çıkar mı?” diye sormaya başladı. Ben bu yazıyı kaleme alırken “ateşkes” ilan edildi. Peki ya barış? Bugün emperyalist, faşist, saldırgan, diktatör, hatta yarı şizofren liderlerin dünyasında“gerçek barış” hiç ulaşılamaz bir hayal sanki… Bugün dünyanın herhangi bir yerinde barışa kafa yoranların, günümüzün yaşayan liderlerinden çok, düşünceleriyle yaşayan Mustafa Kemal Atatürk ’ten alabilecekleri çok önemli dersler var. BARIŞIN ANLAMI Emperyalist işgale ve kapitalist sömürüye karşı direnen Mustafa Kemal Atatürk için “barış” demek her şeyden önce “tam bağımsızlık” demektir. Çünkü emperyalist işgalin, kapitalist sömürünün devam ettiği yerde gerçek barışın sağlanması olanaksızdır. Bu nedenledir ki Atatürk, önce Kurtuluş Savaşı sırasında, sonra da Lozan Görüşmeleri sürecinde Türkiye’yi tam bağımsızlığa kavuşturmayacak “sahte barış” tekliflerini (Sevr Antlaşması’nı ve yumuşatılmış Sevr’leri) reddetmiş, ısrarla “tam bağımsızlığı sağlayacak gerçek barış” için direnmiştir. Örneğin, Lozan Görüşmeleri sırasında İtilaf devletlerinin kapitülasyonların kaldırılmasına yanaşmaması üzerine 30 Ocak 1923’te İzmir’de, “Barış istiyoruz dediğim zaman bilinmelidir ki, bağımsızlık ve hâkimiyet istiyorum” demişti. (ATABE, C.15 s.43) 2 Şubat 1923’te yine İzmir’de “Arkadaşlar, barış istiyoruz; fakat dediğim gibi tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın anlamı budur…” demişti. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, -ATABE-, C.15, s.86-87) İtilaf devletleri, Lozan’da, kapitülasyonların Türkiye’nin istediği şekilde –kayıtsız şartsız biçimde-kaldırılmasına yanaşmayınca Lozan Konferansı kesintiye uğradı. İngiltere ve Fransa dünya kamuoyunda “Türkiye’nin barış istemediği” propagandasına başladılar. Bunun üzerine Atatürk , 16 Mart 1923’te – Lozan Görüşmelerine ara verilen günlerde- Adana’da, çiftçilerle konuşmasında, modern insanlık tarihine altın harflerle yazılacak şu cümleleri kurdu: “Ne olursa olsun şu veya bu sebepler için milleti harbe (savaşa) sürüklemek taraftarı değilim. Harp zaruri ve hayati olmalı. Hakiki kanaatim şudur: Ben milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. ‘Öldüreceğiz’ diyenlere karşı ‘ölmeyeceğiz’ diye harbe girebiliriz. Lakin millet hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça, harp bir cinayettir.” (ATABE, C.15, s.215) Gerçekten de Atatürk’ün “haksız”, “hukuksuz” bir savaşı yoktu. O, tüm ömrü boyunca “Öldüreceğiz” diyenlere karşı “Ölmeyeceğiz” diyerek savaşmıştı. 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması i mzalandı. Kapitülasyonlar kaldırıldı. Yabancı kapitalist şirketlere yeni ayrıcalıklar verilmedi. Türkiye’nin toprak bütünlüğü kabul ettirildi. Böylece “tam bağımsızlık” , dolayısıyla gerçek barış sağlandı. Atatürk, Lozan’da sağlanan barışı, üstelik 1930’ların faşizm çağında, “ Yurtta sulh cihanda sulh” formülüyle kalıcı bir barış düzeni (Pax Lozan) haline getirdi. Atatürk, ilk olarak 20 Nisan 1931’de millete beyannamesinde CHP’nin genel siyasetini “Yurtta barış dünyada barış için çalışıyoruz” diye özetledi. Atatürk, gerçekten de söylediği gibi “barış” için çalıştı. Atatürk’ün liderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti, dünyadaki tüm gerçekçi barış çabalarını destekledi. Türkiye, komşu devletler başta olmak üzere tüm devletlerle iyi ilişkiler kurmayı esas aldı. Bu bağlamda çok sayıda dostluk ve kardeşlik antlaşması imzaladı. TürkYunan dostluğunu kurdu. Kurtuluş Savaşı’ndan beri devam eden Sovyet dostluğunu yeni antlaşmalarla güçlendirdi. 1932’de Milletler Cemiyeti’ne üye olarak Avrupa ile 1934’te Balkan Antantı’nı imzalayarak Balkan ülkeleri ile ve 1937’de Sadabat Paktı’nı kurarak İslam ülkeleri ile iyi ilişkiler geliştirdi. Atatürk , Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’nin belli başlı sorunlarını, sıcak savaşla değil, diplomasiyle çözdü. 1922’de Doğu Trakya’yı, 1923’te İstanbul’u, 1923’te ve 1936’da Boğazları, 1938’de Hatay’ı savaşsız antlaşma yöntemiyle kurtardı. (1922) Mudanya , (1923) Lozan ve (1936) Montrö ile Türkiye Cumhuriyeti’nde kalıcı barış sağlandı. ATATÜRK”ÜN BARIŞ FORMÜLÜ Mustafa Kemal Atatürk, – 90 yıl önce-Mayıs 1935’te, A merikalı gazeteci Mis Gladys Baker ’a verdiği bir röportajda, II. Dünya Savaşı öncesinde adeta dünya barışının formülünü açıklamıştı. Tan Gazetesi 21 Haziran 1935 Gladys Baker’ın, “ Yakın gelecekte savaş tehlikesi görüyor musunuz?” sorusuna Atatürk şu yanıtı vermişti: “Yakın gelecekten bahsetmemeliyiz, harp tehlikesi bulunduğumuz zamanda vardır. Avrupa’daki vaziyet çok fenadır. Harbin ciddiyetini nazarı dikkate almayan bazı gayri samimi önderler taarruzun vasıtası olmuşlardır. Kontrolleri altındaki milletlere milliyetçiliği ve ananeyi yanlış bir şekilde göstererek ve suiistimal ederek aldatmışlardır. Bu buhranlı saatlerde hercümerce mani olmak için kütlelerin kendileri karar vermeleri ve mesuliyet mevkiini yüksek karakterli, yüksek moralli ve vicdanlı insanların eline tevdi etme zamanı gelmiştir. Bu gecikmeden yapılmalıdır.” Atatürk açıklamalarında, sürekli barışın anahtarını da vermişti: “Şuna da kaniim ki, eğer devamlı sulh isteniyorsa kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek beynelmilel tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın heyeti umumiyesinin refahı, açlık ve tazyikin (baskının) yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, haset, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir.” Atatürk , Amerikalı gazeteci Gladys Baker’ın, “Barışı korumak için tedbir alınması mümkün müdür?” sorusuna 7 maddede şöyle yanıt vermişti. 1 – İnsanlığa sürekli barışın önemini anlatmak için uygar ulusların ortak teşkilat yapmaları gerekir. 2 – İnsanlığın kalbindeki ve kafasındaki, geçmişten gelen düşmanlık duygularını silmek için her ulusun yüksek aydınları elbirliği ile çalışmalıdır. 3- İnsanlığın genel refahını sağlayıp dünyada aç ve sefil zümreler bırakılmamasını bütün insanlığın ortak amacı gibi gören uluslararası modern tedbirler alınmalıdır. 4- İnsanların kin ve hırs gibi olumsuz düşüncelerden kurtulması, onun yerine insanlığın büyüklüğü düşüncesi ve bu büyüklüğü sevme esası yerleştirilmelidir. 5- Tarih boyunca savaşların yarattığı yıkımlar ve felaketler genç kuşaklara anlatılmalıdır. 6- Bütün bu tedbirler insanlığı asıl insanlık düzeyine çıkarmaya yönelik tedbirlerdir. Şüphesiz bu amaç biraz zaman ister. Bunun için uygar ulusların aydınları birbirlerini arayıp bulmalı ve ortak kararlar üzerinde ortak çalışmalar yapmalıdır. 7- Eğer savaş birden bire çıkarsa milletler savaşa engel olmak için bütün mevcudiyetiyle çalışmalıdırlar (askeri ve ekonomik güçlerini birleştirmelidirler.) Nihayet barışı korumak için en hızlı ve etkili tedbir, barışı bozacak herhangi bir saldırganın istediği gibi hareket edemeyeceğini kendisine fiilen gösterecek uluslararası teşkilatların kurulmasıdır. (ATABE, C.27, s.260-261) Gladys Baker’ın, “Birçok bölgesel antlaşmaların barışın korunması için tesirli olduğunu zannediyor musunuz?” sorusuna ise Büyük Önder bu konudaki bir ütopyasını dile getirerek şöyle yanıt vermişti: “Esas gaye, bütün milletlerin, devletlerin paktıdır. Bu kadar büyük bir müessese yaratmak gayesine giderken, ondan önce herkesin kolaylıkla görüşebileceği, anlaşabileceği dar ve belirli muhitler içinde anlaşmaya başlamaktan daha tabii bir şey olamaz. Bir insan yüksek bir ideale giderken bu ideali bir anda ve ilk teşebbüste yeryüzündeki bütün milletlere anlatabilir mi? O evvela kendi yakınlarından olanlarla anlaşabilir. Bu anlaşmalar teessüs ettikten sonradır ki saha genişler; o halde bölgesel paktlar barışı bütün insanlığa yaymak gayesini hedef tutunca, bu teşekküllerin ne kadar asil ve ne kadar insani kıymette olduğuna şüphe yoktur.” (ATABE, C.27, s. 261) Atatürk’ün , Gladys Baker’in, “Türkiye nereye doğru gidiyor? Türkiye için son amacınız nedir?” sorusuna verdiği yanıt da çok dikkat çekiciydi: “Yeni Türkiye’yi görmüş ve tanımış olanlar bilirler ki, Türk Cumhuriyeti camiası kendisine hedef olarak insanlığı ve kültürü almıştır. Türk’ün yeni gittiği yol ve kurmak istediği nokta kültür hayatında yükselmek, insanlık yolunda ilerlemek ve elinden geldiği kadar barışa ve insanlığa hizmet etmektir…” (ATABE, C. 27, s. 263) Gladys Baker’ın, 26 Mayıs 1935’te, Mustafa Kemal Atatürk’le yaptığı bu röportaj, 21 Haziran 1935 tarihli Tan ve Ulus gazetelerinde yayınlanmıştı. Atatürk’ün, II. Dünya Savaşı’ndan yaklaşık 4 yıl öce Amerikalı gazeteci Gladys Baker’a sıraladığı barışı sağlama ve koruma tedbirlerinin önemini Avrupa ve Amerika ancak milyonlarca insanın öldüğü II. Dünya Savaşı’ndan sonra anladı. 26 Haziran 1945’te San Francisco’da imzalanan Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın girişindeki barışı koruma tedbirleri, Atatürk’ün 10 yıl önce sıraladığı barışı koruma tedbirlerine fazlaca benziyordu. *** Yaklaşık 4 yıl önceden II. Dünya Savaşı’nın çıkacağını tahmin eden Mustafa Kemal Atatürk , savaşın ciddiyetini dikkate almayan ve milliyetçiliği yanlış anlatıp kullanarak halkı aldatan bazı samimiyetsiz liderlerin saldırganlıklarına karşı kitlelerin harekete geçerek sorumluluk makamına “yüksek karakterli, yüksek morali ve vicdanlı” insanları getirmesini önermişti. Atatürk , bir savaş durumunda, dünya milletlerinin askeri ve ekonomik güçlerini birleştirerek saldırganlara karşı birlikte hareket etmesini, her şeyden önce saldırgana, saldırısının yanına kar kalmayacağını anlatacak uluslararası bir teşkilatın kurulmasını, dünyadaki aydınların bir araya gelerek geçmişin düşmanlık izlerini silmek için çalışmalarını, insanlığın genel refahını sağlayıp dünyada aç ve sefil insan bırakılmamasını, insanların “kin” ve “hırs” gibi olumsuz düşüncelerden kurtulmasını ve “insanlığa sevgi” düşüncesinin yerleştirilmesini, bunun için genç kuşakların geçmişteki savaşların yıkımlarından ders almaları sağlanarak “insanlığı asıl insanlık düzeyine çıkaracak tedbirler alınmasını” önermişti. Atatürk ayrıca, dünya milletlerinin bölgesel paktlarla bir araya gelmesiyle ileride bütün milletlerin, devletlerin paktının kurulacağını ve böylece zamanla dünya barışının sağlanabileceğini ileri sürmüştü. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefinin de “kültür alanında ilerleyip barışa ve insanlığa hizmet etmek olduğunu” belirtmişti. Atatürk’ün, 1935 yılında, faşizm çağında dile getirdiği bu düşünceler, onun genelde göz ardı edilen bir insanlık ve dünya barışı ütopyasına sahip olduğunu göstermektedir. Atatürk’ün, II Dünya Savaşı’ndan yaklaşık 4 yıl önce açıkladığı dünya barışını koruma formülü bugün de geçerlidir. S ahte barış havarilerini bırak, Atatürk’e bak…
Source: Sinan Meydan
Yeni Türkiye?(2)
Geçen haftaki yazıma “Türkiye eskidi mi ki yenisini konuşuyoruz” sorusuyla başlamış, 1920’lerde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin yepyeni çağdaşlık temellerini vurgulayarak günümüz yeni Türkiyecilerinin amaçlarının neler olabileceğine ilişkin görüşlerimi ve sorularımı sıralamıştım. Sözünü ettiğim yazıda eksik olan belki, yeni Türkiyecilerle kendilerini ikinci cumhuriyetçi diye adlandıranların özdeşliğiydi. Böylece bu eksikliği de gidermiş oluyorum. *** Aynı yazıda eskimenin kaçınılmaz bir doğal yasa olduğu, devletlerin de bu yasanın dışında kalamayacağı belirtilmişti. Çağdaşlık değerlerinin temellerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinin bazıları zaman içinde yenilenmeleri gereken duruma gelmiş olabilir. Benim dikkat çekmek istediğim şey ise yeni Türkiyecilerin ve benzerlerinin hedeflerinin böyle bir yenileme çabası değil, çağdaş Türkiye’nin kuruluş ilkelerinin toptan reddidir. *** Yeni Türkiyecilerin başıca hedefi devlet yönetiminde öncelikle de okulöncesi eğitimden başlayarak eğitim sisteminin bütününde laiklik ilkesinin ortadan kaldırılmasıdır. Bu hedef eğitim sisteminde, araştıran, sorgulayan bilimsel akıl yerine araştırmayan, sorgulamayan, tartışmaya kapalı dinsel inancın yönlendirici olmasıdır. Böyle bir anlayışın eğitimi nereye yönlendirmek istediği bellidir. Üst kimliğini dinsellik olarak tanımlayan bir siyasal yönetimin, yeni Türkiye, yeni bir anayasa gevelemelerinin arkasındaki artık gizlemeye de gerek duymadıkları amaç yeterince açıktır. *** Başta eğitim sistemine ilişkin olmak üzere yeni Türkiyecilerin hedeflerinden biri de Latin alfabesinin bırakılarak Arap harflerine dönülmesi, Türkçenin yerini de Osmanlıcanın almasıdır. İnsan gerçek anlamıyla yeni Türkiye’nin temellerini oluşturan yaşamsal ilkelere, bu demektir ki vatanına ancak bu kadar düşman olabilir! Bu insanlar böyle olmak için nerede yetiştiler, hangi kaynaklardan beslendiler diye düşünmekten kendimi alamıyorum. *** Akıl vericiler dışarıdan olsa da bunca Cumhuriyet, aydınlanma, laiklik düşmanının türemesinin asıl nedenleri bana kalırsa içimizde, kendimizde, Cumhuriyetin kendini koruyup, savunmadaki eksikliğindedir. Daha doğrusu, belki ilk yıllar dışında, neredeyse bütün tarihi boyunca, soldan, emekten ve emekçiden, aydınlanmadan, çağdaşlıktan yana kişiler, kurumlar ve örgütler acımasızca ezilirken Cumhuriyet düşmanlarının gizli ya da açıktan açığa gelişip güçlenmesine göz yumulmasındadır. Köy Enstitülerinin, ilerici sendikaların yaşamasına izin verilmemesi, barışçı ve yurtsever aydınların hemen her dönemde cezaevlerine kapatılmaları, öldürülmeleri; buna karşılılık gerici örgütlenmelerin toplumun dokularına kadar inmelerine göz yumulması başka nasıl açıklanabilir? *** Yeni Türkiye (ve yeni anayasa) dayatmasının içerdiği tehditler apaçık ortadadır. İstenen şey Cumhuriyetin kurucudevrimci ilkelerinin yok edilmesi, Büyük Ortadoğu Projesi gereğince parçalara ayrılmış bir coğrafyada güneyimizdeki komşu ülkelerde olduğu gibi bizde de etnikçilik ve dinselliğin öne çıkarılarak bölünüp parçalanmamız ve zaman içinde Türkiye ve Türkiye Türklüğü olgularının değersizleştirilip belleklerden silinmesidir. Yapılması gereken ise öncelikle bu gerçeğin “ama” sız ve “acaba” sız görülmesi, Cumhuriyetten yana partilerin, kurumların ve kişilerin, Cumhuriyetin yukarıda sözünü ettiğim hatalarının özeleştirisini de yaparak bugün artık gemi azıya almış gericilikle, onu besleyip büyüten emperyalizmle bilinçli, ödünsüz savaşımıdır. Halkın aydınlatılıp örgütlenmesi için özveriyle çaba harcanması ise bütün yurtseverlerin, hepimizin görevidir. Yoksa, bırakın yenilenmeyi, elimizde zaten bir Türkiye kalmayacak demektir.
Source: Ataol Behramoğlu
Büyük yalan
Lynn Hasher, David Goldstein ve Thomas Toppino… Üç akademisyen 1977 yılında ortak bir araştırmaya imza attı. Çalışmanın konusu “bir önermenin tekrar sıklığının doğruluk algısına etkisi” üzerineydi. Araştırma şu sonuca vardı: Yanlış bilgi tekrar edildikçe doğruymuş gibi algılanır. Reklamcılık, siyaset, sosyal medya stratejileri bu zihinsel mekanizmayı hedef alır; yalanı pekiştirmek için kullanılır. Bu akademik çalışmayla ortaya konulan aslında “Büyük Yalan” diye bilinen ve kökeni Nazilere kadar uzanan bir propaganda tekniğiydi. Araştırmanın üstünden neredeyse yarım asır geçti. Ve bugün Fatih Altaylı ’nın cezaevine atıldığı süreçte de bu yöntem kullanıldı. Şöyle ki… Açın bakın 23 yıllık AKP tarihine. Önce Fethullahçılar, Erdoğan ’ı daha fazla kuşatmak için aynı stratejiyi uyguladı. Onlara göre kendilerinden başka herkes Erdoğan’ın hayatına kastediyordu. İnandırıcılık için sahte telefon konuşmalarını, şemaları, bombalı araçları koydular masaya. Keza arşive bakınca görüyorsunuz ki 2013 yılına kadar yüzlerce sözde “suikast” girişimini önlediler. Her defasında da Erdoğan’ın güvenlik çemberini genişletip en yakın daireye kendilerini yerleştirdiler. Sonra da işi, en yakınındakiler olarak en mahrem sırlara erişmek için Erdoğan’ın odasına böcek yerleştirmeye kadar vardırdılar. Özetle, bir yandan toplum mühendisliği yaptılar bir yandan da Erdoğan’ı yönetmeye çalıştılar. Sonrası malum, “Meğer kandırılmışız” itirafları geldi. Sonra… Eski kardeşler abilerinden öğrendiklerini uygulamaya başladı. 2015’teki “Sümeyye Erdoğan’a suikast” manşetleri bunun en önemli örneklerindendi. Sahte olduğu mahkemece kanıtlanan yazışmaların hesabını soran olmadı ama seçimlere o büyük yalanın “Safları sıklaştıralım” mesajıyla girildi. O günden bu yana, iktidar ve çevresindeki klikler ne zaman sıkışsa ne zaman birileri “Yanındayız Reis” demek istese aynı söylenti ortaya atıldı: “Suikast!” Bu yedi harfli kelime ağızları kapatan ve itirazları gömen bir çivi oldu. Şimdi Fatih Altaylı’nın tutuklanma kararını okuyorum. Mahkeme kararı, cumhurbaşkanı kelimesinden sonra aynı can simidi ile başlıyor: Suikast! Aklı, vicdanı, memleket sevdası olan herkes biliyor ki Altaylı’nın adının o suçlamayla yan yana gelmesi imkânsız. Ama işte “suçlu” büyük olunca yalan da büyük olmalıydı. O yapıldı. Gerisi lafügüzaf.
Source: Barış Pehlivan
Asıl projeleri ise büyük Kürdistan
İsrail ile İran arasındaki savaşın 12. gününde ABD Başkanı Donald Trump, iki ülkenin ateşkes konusunda anlaştığını açıkladı. 24 saat sürecek ateşkes için “Her şey planlandığı gibi giderse savaş sona erecek” diyen Trump, taraflara “Lütfen ateşkesi ihlal etmeyin” dedi. Gelişmeleri konuştuğumuz Zafer Partisi lideri Prof. Dr. Ümit Özdağ, “Suriye’de rejim değişikliği olmadan İran operasyonu mümkün değildi” derken, büyük fotoğrafı yorumladı: Yürüyen proje Büyük Kürdistan projesidir.
– ABD savaşa dahil oldu, bir günlük ateşkes ilan edildi. İran-İsrail çatışmaları nereye gider?Olaylar dinamik, çok aktörlü, İran’ın içinde güvenlik nedeniyle sistemin ne kadar bir araya gelip karar verebildiği meçhul ve belki bunlardan da önce Trump diye anı anını tutmayan yanar döner sürprizlerle dolu bir aktör var. Bütün bunlar kesin tahmin yapmayı zorlaştırıyor. Trump, Orta Doğu’da yeniden savaşmak istemiyor. Netanyahu ise savaşı ABD’yi savaşın daha fazla içine çekerek devam ettirmek istiyor.
– Trump’ın ‘İran’ı tekrar büyük yapın’ söylemini nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Bence çok ciddiye almamak lazım, çünkü bu söylem ulus-inşacı neoliberal bir söylem ve Trump’ın bütün politikalarına ters düşüyor.
– Hürmüz Boğazı kapatılırsa ne olur?
İran bu kararı aldı ancak henüz uygulanmadı. Elinde bir kart olarak tutmaya devam edecek. Rejim varlığı için yaşamsal bir tehdit görmeden Hürmüz Boğazı’nı kapatmaz.
– Rusya ve Çin ne yapar?
Çin ve Rusya’nın şu ana kadar İran’a verdikleri önemli bir destek yok. Bu üç ülke bazen beraber anılıyor ama aralarında ciddi bir askeri dayanışma olmadığı ortaya çıktı.
– İran’dan Türkiye’ye göç olur mu?
Ancak rejimi yıkacak ölçüde büyük bir iç savaş çıkarsa Türkiye’ye göç olur. Şimdi bu noktadan epey uzağız.
İç barış olmadan iç cephe güçlenmez
“Türkiye’nin yapması gereken bir numaralı şey iç cepheyi zayıflatan düşman ceza hukuku uygulamalarına son vermek. İç barış olmadan iç cephe güçlenmez. Bugün ülkemizde iç barış yok. Büyük bir baskı ve iki farklı hukuk uygulaması var. Bu milletin büyük bir bölümünü tehlikeli şekilde iktidara yabancılaştırıyor, hatta düşmanlaştırıyor. Düşman ceza hukuku uyguladığınız kitleler rakibiniz ile düşmanınıza dönüşür. İç cephe için, fikir özgürlüğü, eşitlik, adalet, herkesin kendini bu ülkenin eşit vatandaşı hissedebilmesi, kayırmacılığın partizanlığın bitmesi, insanların devlete güven duyabilmesi gerekiyor. Tabii bu tek başına yeterli değil, bunun dışında güçlü ordunuz, güçlü istihbaratınız olacak. Tetikte olacaksınız, gücünüzü oralara buralara savurmadan ekonomik kullanacaksınız.”
İran direnirse Türkiye zaman kazanır
– Biraz bize bakalım. Sırada Türkiye var yorumlarına katılıyor musunuz?
Yürüyen proje Büyük Kürdistan projesidir. Irak ve Suriye ayakları tamamlandı. Şimdi sıra İran’da. Ancak başarılı olup olmayacağı henüz belli değil. Eğer İran’da rejim çöker ve iç savaş başlarsa Irak ve Suriye’de parçalanma süreci hızlanır. İran direnir ise Türkiye büyük bir zaman kazanacaktır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Türkiye’den koparılmak isteniyor.
– Kimi uzmanlara göre ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ (BOP) planlandığı gibi devam ediyor. Evet proje devam ediyor. Tabii ‘Büyük Kürdistan jeopolitik projesi BOP’dan önce başladı ve sonra BOP’a entegre olarak devam ettirildi. Halen BOP’un en somut sonuçlar alınan bölümü Kürdistan projesidir. Bu projenin tamamlanmasının önündeki en büyük engel Türkiye ve İran. Trump’ın ulus inşasına karşı çıkan çizgisi de Türkiye’ye zaman kazandıracaktır. Ancak Trump’ın ani dönüşleri, Netanyahu’nun savaş isteği önümüze farklı ve uzayan bir savaş manzarası da çıkarabilir.
Türk halkı PKK’yla müzakereye karşı
– Çözüm süreci neden tıkandı?
Türk halkı PKK ile müzakerelere karşı. Arkasında halk desteği olmayan bir süreci devam ettirmeye çalışmak, zaten ekonomik krizle halk desteğini kaybeden iktidarın büyük oy kaybı yaşamasına neden olacaktır. Bunu görüyor. İnfaz yasası bundan dolayı ertelendi. DEM’lilerinin infaz yasasının ertelenmesi ile ilgili AKP’nin gerekçesini kamuoyuyla paylaşırken kullandıkları ifadeler AKP’nin halk desteği olmayan bir açılımı, müzakereyi sürdürmek istemediğini gösteriyor.
Şam’daki rejim değişikliği operasyonu mümkün kıldı
– Suriye’de rejimin değişmesi, İsrail’in önünü açtı mı?
İsrail’in 1983’ten bu yana temel hedefi Irak’ın üçe, Suriye’nin dörde bölünmesidir. Saddam’ın devrilmesi ve Irak’ın işgali sonrasında Irak toplumu ve devleti üçe bölünürken, Irak coğrafyası da kuzeyde federe Kürdistan ve güneyde Irak şeklinde ikiye ayrıldı. Suriye de 11 sene süren bir iç savaş sonrasında güneyde Dürzi bölgesi, kuzey PKKistan, Akdeniz kıyısında Nusayristan ve Halep-Şam ekseninde Sünni Arabistan olarak bölünmüş görünüyor. Bunlar İsrail için çok önemli politik kazanımlardır. Keza Suriye’nin bütün askeri yapısı tahrip edilmiş, hava sahası adeta ilhak edilmiştir. Suriye’de rejim değişikliği olmadan İran operasyonu mümkün değildi. Şimdi Suriye’de savaşın kazananının kim olduğu çok açık görülmüyor mu?
Source: İpek Özbey
Seher Yenge hacca 6. kez VIP kontenjanından gitti
Milyonlarca vatandaş hac sırası beklerken, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın eşi Seher Erbaş, “VIP” kontenjanından 6. kez hacca gitti. Geçen yıl da hac döneminde kuraya girmeden Suudi Arabistan’a giden Seher Erbaş, 2018, 2019, 2022, 2023 ve 2024 yıllarında da VIP kontenjanından hacı olmuştu.
Diyanet İşlerindeki ayrıcalıklı uygulamalar tartışılırken, Başkan Ali Erbaş’ın eşi Seher Erbaş bu yıl da hacca gitti. Erbaş ailesi önce Riyad’a gitti, ardından da Medine ve Mekke’ye geçti. Mekke Din Hizmetleri Ataşeliği tarafından kendilerine tahsis edilen lüks suit odada kaldı. Seyahat boyunca da Amerikan malı GMC siyah cip kullandı. Cipin konsolosluğa kayıtlı ancak Erbaş’a tahsisli olduğu bildirildi.
İKİ MİLYON KİŞİ BEKLİYOR
2017 yılında başkan olan Erbaş ilk hac ziyaretini 2018’de yaptı. Suudi Arabistan ziyaretlerinin tümüne eşini de götürdü. Bu gezilerin bazılarında Seher Erbaş’a koruma polisi de eşlik etti. Seher Erbaş, 2020 ve 2021’de Covid-19 salgını nedeniyle hacca gidemedi. 2018, 2019, 2022, 2023, 2024 ve 2025’te 6 kez hacı oldu.
Suudi Arabistan’ın ülkelere kota uygulaması nedeniyle hac görevini yerine getirmek isteyenler kuraya tabi tutuluyor. Hacca gitmek için bu yıl, 1 milyon 849 bin 584 kişi başvuru yaptı. Kura sonucu 84 bin 942 kişi hacca gidebildi. Yaklaşık 2 milyon kişi gelecek yılın kurasına kaldı.
Ayak basmadığı kıta kalmadı
Eylül 2017’de göreve gelen Ali Erbaş, Başkanlığa 11 kilometre mesafedeki Anıtkabir’i ziyaret etmedi ama 100’den fazla yurtdışı seyahatine katıldı, 45’ten fazla ülkeye gitti. Erbaş’ın ayak basmadığı kıta yok.
Source: Deniz Ayhan
En çok göç alan ve en çok göç veren il istanbul
TÜİK”in verilerine göre Türkiye”ye 2024″te 314 bin 588 kişi göç etti. Göç eden nüfusun yüzde 54,5″ini erkekler, yüzde 45,5″ini ise kadınlar oluşturdu. Yurtdışından gelen nüfusun 103 bin 732″sini Türk vatandaşları, 210 bin 856″sını ise yabancı uyruklular oluşturdu. Türkiye”ye 2024 yılında gelen yabancı uyruklu nüfus içinde ilk sırayı yüzde 9,9 ile Azerbaycan vatandaşları aldı. Azerbaycan”ı yüzde 9,8 ile Türkmenistan, yüzde 7,6 ile Özbekistan, yüzde 7,5 ile Rusya Federasyonu ve yüzde 5,9 ile İran vatandaşları izledi. 25-29 YAŞ GRUBU İLK SIRADA Türkiye”den yurtdışına göç edenlerin sayısı ise 2024″te bir önceki yıla göre yüzde 40,6 azalarak 424 bin 345 oldu. Göç eden nüfusun yüzde 55,7″sini erkekler, yüzde 44,3″ünü ise kadınlar oluşturdu. Türkiye”den yurtdışına giden nüfusun 151 bin 140″ını Türk vatandaşları, 273 bin 205″ini ise yabancı uyruklular oluşturdu. Türkiye”den göç edenlerin yüzde 14,4 ile 25-29 yaş grubunda olduğu görüldü. İstanbul, hem yüzde 32,8 ile en fazla göç alan il hem de yüzde 34 ile en fazla göç veren il oldu. Türkiye”den göç eden yabancı uyruklu nüfus içinde ilk sırayı yüzde 17,4 ile Irak vatandaşları aldı. Irak”ı yüzde 13,1 ile Afganistan, yüzde 10,2 ile Rusya Federasyonu, yüzde 5,9 ile İran ve yüzde 5,8 ile Türkmenistan vatandaşları takip etti.
Source: Rana Büyüktaş
Sağlık emekçilerinin yönetmelik isyanı sürüyor: ‘Adı performans ama özü gasp’
Sağlık emekçileri, “eziyet yönetmeliği” olarak adlandırdıkları ve birinci basamak sağlık hizmetlerini ve çalışanlarını ilgilendiren Aile Hekimliği Sözleşme ve Ödeme Yönetmeliği’ne tepki göstermeye devam ediyor. Hekimlerin İstanbul Tabip Odası’nda (İTO) dün düzenledikleri basın toplantısında İTO Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Osman Küçükosmanoğlu, Türk Tabipleri Birliği (TTB) Aile Hekimliği Kolu Başkanı Dr. Emrah Kırımlı, İTO Aile Hekimliği Komisyonu Üyesi Dr. Turan Karakaş ve İTO Yönetim Kurulu Üyesi Ayşen Yavru konuştu. Basın açıklamasını İTO adına Kırımlı okudu. Kırımlı, “Özel hastane sahiplerinin bakan olduğu ülkemizde sağlığın ticarileşmesinden başka bir sonuç beklenemezdi. Adı performans sistemi ama bakmayın siz adına. Adı performans, özü gasp. Yıllardır takiplerini yaptığımız hastalarımızın kaydını alıp onlara ‘abone’lik sistemi açmışlar. Sağlık hizmeti, abone olanlar için” dedi. . “EKO CİHAZI YOKTU” Küçükosmanoğlu ise Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu’nun “Biz sağlıkta dünyanın en iyi sağlık hizmeti sunan ülkelerinden bir tanesiyiz” sözlerini anımsatarak “Geçenlerde Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek kalp krizi geçirdi ve tedavi altına alındı. Zeyrek’in tedavi gördüğü Manisa Celal Bayar Üniversitesi Hafsa Sultan Hastanesi’nde ekokardiyografi (EKO) cihazı yoktu. Hastane başvurusunun artması sağlık sisteminin iyi olduğunu göstermez. Yurttaşın derdine çare bulamadığını gösterir” dedi.
Source: Damla Polat
Diyarbekirspor adını değiştirdi tepki yağdı
TFF 3’üncü Lig ekiplerinden Diyarbekirspor, yeni sezonda ‘Kobani Spor’ ismiyle mücadele etme kararı aldığını duyurdu.
Kulübün sosyal medya hesabı üzerinden yapılan duyuruda, “Bu karar yalnızca bir isim değişikliği değil; aynı zamanda bölgemizde ve ülkemizde yürütülen tarihi barış sürecine, birlik ve kardeşliğin yeniden yeşermesine duyduğumuz güçlü inancın da bir ifadesidir.” denildi.
KARAR TEPKİ ÇEKTİ
Kulüp tarafından yapılan açıklamada “Yeni ismimizle birlikte yalnızca sahada değil, toplumsal sorumluluk alanlarında da örnek bir duruş sergilemeye devam edeceğiz.” ifadelerine yer verildi.
TFF 3’üncü Lig 2’nci Grup’ta mücadele eden kulübün isim değişikliği kararı tepki çekti.
Source: Haber Merkezi
Arsa, ev, tarla ne varsa alıyorlar: İsraillilerin yeni kutsal toprağı yanı başımızda
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi”nden (GKRY) ev ve arazi satın alan İsrailli vatandaşların sayısı artarken, Rum kamuoyunda endişeler yükseliyor. Rum basınının önde gelen gazetelerinden Politis, “Başka bir vadedilmiş toprak gibi. Yahudiler neden Kıbrıs’tan arazi alıyor?” başlıklı haberinde, İsraillilerin GKRY”deki yaygın varlığına dikkat çekti.
SAYI GİTTİKÇE ARTIYOR
Politis”in haberine göre, İsrail ile İran arasında yaşanan son gerilimlerin ardından Güney Kıbrıs’a gelen İsraillilerin sayısı 15 bini buldu. Haberde, özellikle Kovid-19 pandemisi döneminden bu yana İsraillilerin GKRY’yi adeta bir “arka bahçe” gibi kullandıkları belirtiliyor.
ÖZEL ALANLAR KURULDU
Yahudi Chabad Örgütü’nün Güney Kıbrıs’taki etkisi de haberde öne çıkarılan başlıklardan biri. Politis, İsrailli göçmenlerin neredeyse bir şehir kurduğunu ileri sürerek; Chabad’a ait 6 ev, bir sinagog, bir anaokulu, dini ritüel banyosu Mikve, Kaşrut sertifikasyon merkezi, bir Yahudi mezarlığı ve yaz aktiviteleri için özel alanların bulunduğunu aktardı.
“İŞGAL EDİLİYORUZ” PANĞİ
Ana muhalefet partisi Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL) Genel Sekreteri Stefanos Stefanu ise partisinin kongresinde yaptığı konuşmada konuyla ilgili kaygılarını dile getirdi. Stefanu, İsraillilerin “kontrolsüz” şekilde GKRY’de mülk satın aldığını belirterek, “Ülkemiz elden gidiyor. İsrail bizi işgal ediyor.” dedi.
Stefanu, İsraillilerin özellikle stratejik ve ulusal güvenlik açısından kritik bölgelerde toprak edindiğini vurgularken, şu ifadeleri kullandı: “Siyonist okullar ve sinagoglar inşa edilerek kapalı bölgeler (gettolar) oluşturuluyor. Ekonomik birimler ve geniş toprak alanları organize bir şekilde İsrailliler tarafından satın alınıyor.”
YENİ İSRAİL Mİ?
AKEL’in kongre sürecinde sosyal medyada paylaştığı içeriklerde de bu durum sert ifadelerle eleştirildi. “Yeni İsrail” ve “İsrail”in yeni işgal ettiği ülke” gibi yorumlar, Rum sol çevrelerde yaygın şekilde dillendirildi.
Source:
Ergün Yıldırım yazdı: Mezhepçilik siyaseti İsrail”e yarar
Post-Osmanlı ile beraber Müslümanların emperyal Ortadoğu düzeni sona erdi. Emperyalistler yerleşti ve arkasından da Siyonizm”e ülke bahşettiler. İsrail; eşkıyalık, işgal ve çete savaşları ile devlete dönüştü. Sürekli de savaşıyor. Çünkü savaştan besleniyor. Kan, onun besin kaynağı.İsrail”in kurucu ruhundaki savaş hiç durmuyor. Ya içerde, işgal ettiği topraklarda savaşıyor ya da etrafında. Gazze”de durmadan öldürüyor, yıkıyor, bombalıyor. Lübnan, Suriye, Yemen ve arkasından İran”ı da bombalamaya başladı. Son ateşkesin bozulmasında İsrail”in etkisinin daha çok olduğunu Trump söylüyor. Nasıl ki uçak uçmadan varlığını sürdüremez ise İsrail de savaşmadan yaşayamaz. Hem Gazze”ye bomba atıyor hem de İran”a. Ama ne İran rejimi düştü ne de İran.Daha önce de Irak, Suriye ve Mısır”la savaşlarda Arap milliyetçi siyaseti perişan etmişti. Arap Nasyonal Sosyalizmi yerin dibine girdi. Şimdi bu hat sus pus. Direnen sadece İranlılar ve Türkler. Bir de devletler dışında olan hareketler var. Müslüman Kardeşler bunun başında geliyor. Nitekim İsrail”in saldırısına karşı İran”ı desteklediğini de beyan etti. Teşkilatın kurucu lideri Hasan el-Benna”dan beri her zaman Filistin davasına yardım etti.İsrail”in bu saldırganlığı, Bahçeli tarafından “atılan bombalar Ankara”yı da etkiledi” şeklindeki açıklaması bizi de artık ilgilendirdiğini gösteriyor. İran”dan sonra Türkiye diyenler var. Fakat gerçek şu ki pes etmeyen İran ve Türkiye. Siyonizm”in Ortadoğu”daki düzenine boyun eğmeyen iki devlet.Fakat görünen o ki İsrail”in savaşları durmayacak, buna karşı da yeni bir siyaset geliştirmek zorundayız. İsrail savaşlarına karşı ortak siyasetimiz ne olmalıdır?Hiçbir ülke ve devlet tek başına İsrail”e karşı güvende değildir. Kürtlerin çoğu Türkiye”de yaşıyor. Ancak İsrail çıkıp Kürtlerin hamiliğinden bahsediyor. Yahudi Kürtler adıyla grup oluşturuyor. Tek laik devlete ve üstelik İsrail”i dünyada tanıyan ikinci devlete karşı çekinmeden müdahale stratejileri geliştiriyor.Hepimiz İsrail tehdidi altındayız. Devletler olarak da toplumlar olarak da. Hepimiz buna karşı yeni bir “İsrail siyaseti” ortaya koymalıyız. Ki bu siyasetle İsrail”i durduralım, varlığını kendisine hapis haline getirelim, savaşçı ruhunu yok edelim.Bu siyaset tamamen mezhepler üstü olmak zorundadır. Çünkü mezhepçilik siyasette en fazla İsrail ve emperyalistlerin işine yarıyor. Müslümanları birbirine düşman haline getirerek kolay lokma haline getiriyor. Şiilik, Sünnilik, Alevilik, Vehhabilik… Hepsi birbirine diş bilediğinde, karşıt toplumsal ve siyasal gruplara dönüştüğünde Ortadoğu cehenneme döner. Suriye ve Irak iç savaşları ile beraber bu cehennem kısmen yaşandı. Batı emperyalizminin keşfettiği mezhepçilik siyaseti İsrail”e yarıyor.İsrail”in işgalci ve saldırgan genişlemesine karşı hepimiz Müslümanız veya Ortadoğu”yuz. Müslüman akidesinde veya kültürel varlığında biriz. İttihadı İslam bunun en iyi biçimlerinden biri. Mezhepler ve ırklar üstü davranarak hareket etmeyi önerir. Arap Nasyonal Sosyalizmi, sadece Arapları kapsadı. Başarılı da olmadı. Türkçülük sadece Türkleri kapsar. Farsçılık da epey düşük nüfusa sahip olan Farsları. Kürt milliyetçiliği de en az nüfusa hitap eder. Bu nedenle nasyonalizm ve mezhepçilik ötesi ortak siyasette birleşmek kaderimiz. İttihadı İslam olmaz ise İttihadı- Mezopotamya olur.Şiilik ve Sünniliğin tarihsel çatışma ve karşıt okumalarını siyasete taşımak manasız. Teolojik alanda, itikat alanında kalabilir. Siyaset bunların ötesinde emperyalizm ve İsrail Siyonizm”ine karşı yapılmalıdır. Karşıtlık ve çatışma buraya transfer edilmelidir. Kendi kavgamızı kendimiz veririz. Bizi birbirimizle kavga ettirerek, bize kölelik dayatanların siyasetine karşı da yekvücut kavga etmeliyiz. Burada kimsenin mezhebine, rengine, ırkına, soyuna bakmamalıyız. Yoksa Müslümanlar İsrail”den daha uzun süre dayak yemeye devam ederek yaşayacaklar.
Source: Ergün Yildirim
Ankara kulislerin sızdı! Hepsi değişiyor: Emekli maaşı, refah payı…
Emekli maaş zammı ne kadar olacak? En düşük emekli maaşı ne kadar olacak? Emekliye seyyanen zam veya refah payı var mı? Milyonlarca emekli bu sorunun yanıtını araştırıyor. Gözler Temmuz ayında açıklanacak enflasyon verisine çevrildi. Son olarak mayıs ayı rakamıyla 5 aylık enflasyon verisi kesinleşmiş, geriye yalnızca bir aylık veri kalmıştı. 3 Temmuz”da haziran enflasyonunun açıklanmasıyla beraber temmuz zammı kesinleşmiş olacak. ürkiye Gazetesi”ndeki yazısında mevcut verilere göre emekli için zam hesabı yapan Sosyal Güvenlik Başuzmanı İsa Karakaş “Ocak+Şubat+Mart+Nisan ayları itibarıyla 4 aylık enflasyon farkı yüzde 13,37 olarak gerçekleşmiştir. Mayıs ayı enflasyonunu da ilave ettiğimiz zaman 5 aylık kümülatif enflasyon farkı yüzde 15,09 olarak gerçekleşmiştir. Geriye sadece haziran ayına ilişkin enflasyon verileri kalmıştır. Bugün itibarıyla her SSK, Bağ-Kur, Banka ve Oda Sandıkları emeklilerinin maaşının en az yüzde 15,09 oranında otomatikman güncellenmenin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz” dedi.EN DÜŞÜK EMEKLİ MAAŞIEn düşük emekli maaşı ile ilgili ise Karakaş “Hâlen 14 bin 469 TL olan en düşük emekli maaşının bu oran üzerinden güncellenmesi hâlinde yaklaşık 16.652 TL olacaktır” ifadelerini kullandı.Karakaş devamında “Halen maaşı 16.300 TL olan SSK veya Bağ-Kur emeklisi nisan ayı enflasyon verisi ile birlikte refah payı verilmezse dahi bugün itibarıyla maaşı en az 18 bin 760 TL’ye yükselmiştir. Başka bir örnek olarak maaşı 20.900 TL olan bir emeklinin aynı şekilde mart ayı enflasyon verisi ile refah payı verilmezse dahi bugün itibarıyla 24 bin 54 TL maaşa hak kazanmaktadır” dedi.EMEKLİ MAAŞ ZAMMI BEKLENTİSİ”Önceki yıl olduğu gibi TÜİK’in haziran ayında yine enflasyonu beklentilerin çok altında açıklayacağını tahmin etmekteyim” diyen Karakaş “Mayıs ayı enflasyon rakamının beklentilerin çok altında açıklanmasıyla birlikte zam hesabı tamamen değişmiştir. Mayıs öncesinde yüzde 18’ler konusunda iyimserlik hâkimken… Şimdi bu beklentiler azaldı. Buna göre refah payı verilmese dahi her halükârda SSK, Bağ-Kur, Banka ve Oda Sandık emeklilerinin temmuzda en az yüzde 16 en fazla yüzde 17 civarında bir güncelleme alacakları kanaatindeyim” ifadelerini kullandı.”ANKARA KULİSLERİNDE OLUMLU YÖNDE HİÇBİR EMARE OLMADIĞINI RAHATLIKLA SÖYLEYEBİLİRİM”Seyyanen zam ve refah payı konusu ile ilgili değerlendirmelerini de aktaran Karakaş “Seyyanen zam ve refah payı verilip verilmeyeceği hususunda ise Ankara kulislerinde maalesef olumlu yönde hiçbir emare olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim” dedi.”APAÇIK ORTAYA ÇIKARDI! ANKARA KULİSLERİNDE KONUŞULUYOR”Kamu Toplu İş Sözleşmeleri Çerçeve Protokolü”ne de vurgu yapan Karakaş “Özellikle kamu işçilerine yönelik toplu sözleşme çerçeve protokolünde hükûmetin milimetrelik güncelleme teklifiyle birlikte emeklilere yasal zorunluluk nedeniyle yapılacak güncelleme dışında ilave bir iyileştirme yapılmayacağını da apaçık ortaya çıkarmıştır.Keza hükûmetin, enflasyonu dizginlemede özellikle personel ve emekli maaşları konusunda ilave artış yapılmaması konusunda bu sene de son derece hassas hareket edeceği Ankara kulislerinde konuşulmaktadır” ifadelerini kullandı.”ANKARA’DA ŞİMDİLİK BU YÖNDE DÜZENLEME YAPILACAĞINA DAİR HERHANGİ BİR EMARE GÖRÜNMÜYOR”Karakaş son olarak yazısında “Netice itibarıyla her zaman söylediğim üzere emekli maaş güncellemesinde oran yüzde kaç olursa olsun yalnızca enflasyona endeksli zamlar emeklilerin zorlu hayat şartlarına çare olmayacağı aşikâr. Kalıcı bir iyileştirme için son bir kez seyyanen zam yapılması ardından millî gelir artışından belirli bir oranın daimî bir şekilde verilmesine yönelik düzenleme yapılması gerekmektedir. Maalesef Ankara’da şimdilik bu yönde düzenleme yapılacağına dair herhangi bir emare görünmüyor” dedi.
Source: Internet Haber
İmamoğlu o sözlerini anımsattı: “Bugün yapılanlar AK Partili bir başkana yapılsın…”
Silivri”de bulunan Marmara Cezaevi”nde tutuklu bulunan CHP”nin Cumhurbaşkanı adayı ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu “na ait X hesabından videolu paylaşım yapıldı. Videoda, İmamoğlu”nun daha önce kullandığı, Bugün aynı yapılanlar bir AK Partili başkana yapılsın gidip mahkemesinde onun savunmasına katılmayan Ekrem İmamoğlu namerttir sözlerine yer verildi. BÖYLE YARGI OLMAZ Nerde olursa olsun zalimin karşısında, mazlumun yanındayız. Başımız dik, alnımız açık. Dün neredeysek, bugün de ordayız açıklamasına yer verilen paylaşımda, İmamoğlu”nun şu ifadeleri yer aldı: Birine haksızlık hukuksuzluk yapılsın kapısına koşar giderim, partisine bakmam. Bugün aynı yapılanlar bir AK Partili başkana yapılsın gidip mahkemesinde onun savunmasına katılmayan Ekrem İmamoğlu namerttir. Böyle bir bakış açısı olmaz. Bir başkasına yapılıyorsa hukuk kendine yapılıyorsa hukuksuzluk. Böyle bir şey olmaz. Bakın bu memleket bundan çekti, böyle bir anlayışa karşıyız. Böyle yargı olmaz, siyasetin yargıyı istediği gibi yönlendirdiği bir alanda memlekette huzur olmaz. Huzur olmayan yerde sermaye, üretim, refah olmaz. Ancak ve ancak yoksulluk konuşuruz. Devletin dini adalettir. Ne kadar kutsal bir söz. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın. Nerde olursa olsun zalimin karşısında, mazlumun yanındayız. Başımız dik, alnımız açık. Dün neredeysek, bugün de ordayız. pic.twitter.com/ygJwXqoRPY — Cumhurbaşkanlığı Aday Ofisi (@CBAdayOfisi) June 25, 2025
Source: Haber Merkezi
İlçeyi karıştıran cenaze krizi! Kaymakam ve emniyet müdürü de dahil oldu yetmedi: Cumhurbaşkanlığı araya girdi
Balıkesir’in Burhaniye ilçesinde, uzun yıllar Kocacami’de imamlık yapan Sadettin Kılıç’ın cenazesi, vasiyeti nedeniyle görev yaptığı camideki türbe bahçesine defin edilmek için 4 gün bekletilince ilçede adeta bir kriz çıktı. Tanınan imam için vatandaşlar da seferber olup türbeye defin istedi. Belediye izin vermedi, çevik kuvvet saatlerce olay çıkmaması için bekledi. Son olarak Cumhurbaşkanlığından gelen izinle 88 yaşındaki emekli imam Muhyiddini Rumi Hazretleri Türbesi”nin bahçesine defin edildi.
4 GÜN ÖNCE VEFAT ETTİ
Edinilen bilgiye göre, 4 gün önce 88 yaşında vefat eden Sadettin Kılıç’ın, vasiyetinde Eski Burhaniye Belediyesi binasının yanındaki yakınındaki Muhyiddin-i Rumi Hazretleri Türbesi’ne defnedilmek istediği belirtildi. Ancak aile yakınlarının bu talebi, Burhaniye Belediyesi tarafından kabul edilmedi. Bu süreç ve izin alma çabaları 4 gün sürdü ve sorun belediye ve vatandaşlar arasında bir krize dönüştü. Zaman zaman gergin anlar yaşandı.
KAYMAKAM VE EMNİYET MÜDÜRÜ DE GELDİ
Bölgeye, Burhaniye Kaymakamlığı’na vekâlet eden Edremit Kaymakamı Ahmet Odabaş gelerek sorunun çözümü için girişimlerde bulundu. Kaymakam Odabaş ile birlikte Balıkesir İl Emniyet Müdürü Hasan Yiğit de bölgeye gelerek Burhaniye Belediye Başkanı Ali Kemal Deveciler ile görüştü.
KRİZE NEDEN OLDU
Defin işlemi için gerekli olan Cumhurbaşkanlığı onayı beklenirken zaman zaman gergin anlar yaşandı. Türbe çevresinde Çevik Kuvvet ekipleri geniş güvenlik önlemleri aldı. Onayın gelmesinin ardından, Sadettin Kılıç, vasiyeti üzerine türbe bahçesine defnedildi.
“POLİS OLMASA BÜYÜK ARBEDE ÇIKARDI”
Sadettin Kılıç’ın büyük oğlu Cemalettin Kılıç yaptığı açıklamada, “Babamız Burhaniye’ye manevi şahsiyet olarak damgasını vurmuş bir kişidir. 65 senedir Burhaniye’ye hizmet eden bir şahsiyettir. Bize de vasiyet etti. Defnetmek istediğimiz yer, çocukluğumuzun geçtiği, onun da 50 yıl yaşadığı evin yanıdır. 22’sinde kaymakamlığa dilekçeyle başvurduk. Bugün saat 14.30’da Cumhurbaşkanımızın imzaladığı bilgisi geldi.
Ancak Burhaniye Belediye Başkanı bu yerin belediyeye ait olduğunu söyleyerek izin vermek istemedi. Kaymakamımız ilgili kanunu okudu, ancak yine de belediye direndi. İl Emniyet Müdürümüz de geldi, vali bey tarafından asayişin sağlanması için görevlendirilmişti. Belediye başkanının tutumu halkla belediye çalışanlarını karşı karşıya getirdi.
Polis olmasa büyük bir arbede çıkabilirdi. Şükür ki sabırla bekleyerek bu defin işlemini gerçekleştirdik” dedi.
MECLİS KARARI VURGUSU
Burhaniye Belediye Başkanı Ali Kemal Deveciler, türbenin bulunduğu alanın belediye mülkiyetinde olduğunu ve meclis kararı olmadan böyle bir defin işlemine izin verilemeyeceğini ifade etti.
Bu içerik Ufuk Dağ tarafından yayına alınmıştır
Source: Ufuk Dağ
Filistin”e desteği nedeniyle kovulan Avustralyalı sunucu, ABC”ye karşı açtığı davayı kazandı
Avustralya”da federal mahkeme, Lattouf”un ABC”ye karşı açtığı davadaki kararını açıkladı.
Mahkeme, ABC”nin Lattouf”u İsrail karşıtı görüşleri nedeniyle işten çıkarmasının, iş kanununu ihlal ettiğine hükmetti.
Ayrıca, Lattouf”a 70 bin Avustralya doları tazminat ödenmesine de karar verdi.
Filistin”i destekleyen paylaşım yaptığı için kovuldu
ABC Radyosunda sunucu olan Lattouf, sosyal medya hesabında Filistin”i destekleyen paylaşımlar yapmasının ardından, 20 Aralık 2023″te işten çıkarılmıştı.
ABC”den bir sözcü, o dönem yaptığı açıklamada, kısa süreli sözleşmeyle çalışan Lattouf”un kalan mesaisine devam etmeyeceğini dile getirmişti.
The Age gazetesi, Lattouf”un Filistin”e destek veren paylaşımlarının ardından kovulmasına ilişkin WhatsApp mesajlarına ulaşmıştı.
İsrail yanlısı lobi “İsrail İçin Avukatlar” isimli gruptan sızdırılan mesajlar, grup üyelerinin, Lattouf”u görevden alması için ABC Başkanı Ita Buttrose ve Genel Müdür David Anderson”a koordine şekilde mektuplar yazdığını, aksi takdirde yasal işlem başlatılacağı yönünde tehditlerde bulunduğunu göstermişti.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
Source:
Şii hilali- Arz-ı Mev’ud ve Trump’ın İsrail’i oyuna getirmesi
Geçen yazımda
Bu iki ülkünün (Şii Hilali ve Arz-ı Mev’ûd)
Dünya ve bölge gerçeklerine uymadığını.. Şu anda İran’ın başında bulunan Pezeşkiyan”ın da bu gerçeği görüp İslam Devletleri işbirliğine öncelik verdiğini..
İran’ın bu yeni siyaseti
Cumhurbaşkanımızın Siyonistlere karşı olan tavrı ile tetabuk ettiğini (örtüştüğü)
Binaenaleyh
Her iki ülke halklarının bu iki liderin kıymetini bilip sahip çıkması gerektiğini yazmıştım.
ARZ-I MEV’UD
Bölge ve Dünya gerçeklerine uygun değil de Arz-ı Mev’ûd çok mu uygun?
Bunu saplantı haline getirmiş sapık bir ideolojiye sahip Siyonistlere anlatmak mümkün mü?
O da hayır!
İSRAİL KAMBURUNDAN KURTULMAK İSTİYOR
Trump tüccar adam…
Bana göre böyle kuru ezoterik hülyalara da karnı tok.
Hem ülkesini hem de tüm dünyayı sömüren siyon yılanından kurtulmak da kolay değil.
Amerika’nın
Yahudi bankerlere trilyonlarca dolar borcu var.
Bankacılık, sigortacılık, reklamcılık hava ve deniz nakliyeciliği
Sinema-medya
Ve bilhassa sosyal medyayı elinde bulunduran .. daha da ötesi doları basıp Amerika Merkez Bankası’na (FED) kiralayan bir güç var. Böyle bir beladan bir çırpıda kurtulmak kolay mı?
İŞİN BİR DE ŞANTAJ YÖNÜ VAR
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi
Dünya siyaset, sanat ve iş insanlarının şantaj kasetleri de Yahudilerin elinde olup İsrail bunu sonuna kadar istismar ediyor.
Mezkûr sinema ve dizi aktörlerinden biri İsrail’i telmih yolu ile bile tenkit edecek olsa hemen belgeler önüne konularak bundan vaz geçirilir.
EPSTEIN ADASI
Siyonistlerin şantaj için en çok kullandığı dünya rezalet timsali Epstein Adası bu şantaj mekânlarından biri olup Trump’ın da bu Ada organizatör ve sahibi ile çekilmiş fotoğrafları var.
Tüm bunlar göz önüne alındığında;
-Trump gibi kendini mahalle kabadayısı gören biri haliyle ne yapmak ister?
-Bu sefil şantajcıyı öldürüp ondan kurtulmak ister tabii ki. Veya en azından burnunun sürüm sürüm sürtülmesini ister.
Jeffrey Epstein’in hapishanede şaibeli intiharı gibi.
YAŞAYAN YAHUDİLERİN
%70″İ GAZZE KATLİAMINI DESTEKLİYOR
İşte Trump’ın eline bu fırsat
İsrail’de yaşayan Yahudilerin %70’inin Gazze katliamını desteklediğini
Binaenaleyh Arz-ı Mev’ûdçu da olduklarını gösteren anket açıklanınca eline geçti.
“İran’ı vur! Arkandayım…” dedi.
Ve İsrail hayatının hatasını yaparak İran’ı vurdu.
ABD İran’ı vurduğunda herkes Trump’ın Netenyahu’nun emrine girdiğini düşünüyorken ben tam aksini söyledim.
Trump çok ince bir siyasetle
Yahudileri kızdırmadan (sebebini yukarıda yazdım)
Yahudi belası ve İsrail kamburundan kurtulmak.. en azından bu kibirli şantajcının burnunun sürtülmesini istiyor.
Çünkü Netenyahu;
Arz-ı Mev’ûd safsatasıyla Türkiye dahil 7-8 İslam ülkesini işgal ederek Büyük İsrail’i kuracağını .. İran’ı bombalasa da aynen daha önce olduğu gibi cevap veremeyeceğini.. cevap verse bile Demir Kubbe’yi geçemeyeceğini düşünüyordu
Ama Trump tersini biliyordu…
PİRİNCİN TAŞINI AYIKLAMAYA ÇALIŞIYOR
Nitekim öyle olmadı.
Beklenenin ötesinde sert bir cevap verdi. İsrail ilk defa böyle büyük bir şoka uğradı.
Trump İsrail’e yardım için koşar gibi yaparak B-2 bombardıman uçaklarını gönderdi ama İsrail’in burnu sürtülmüş maksat hasıl olmuştu.
B-2 Bombardıman uçakları ile İran’ın nükleer tesislerini vurduğunu açıkladı ama uranyum zenginleştirme çalışmasına zarar vermemiş.
İran karşılık olarak
Katar’daki Amerikan üssünü vurduğunu duyurdu ama bunun için Trump İran’a teşekkür etmiş.
Önceden haber verdiği için üs boşaltılmış kimsenin burnu bile kanamamış.
Her iki tarafa “Ateşkes ilan edip -barışın-“ deyince her iki taraf da hemen kabul etmiş.
Ne oldu şimdi?
İran’ın üst düzey komutanlarının öldürülmesi…
İntikam için atılan naralar…
Yahudi milletinin ne kadar korkak ve kırılgan olduğunu unutarak,
Bölgede kimin nükleer güce sahip olup olamayacağına karar vermesi gibi boyundan büyük işlere kalkışması vs. gibi atarlanması falan ne oldu?
Ayıklasın pirincin taşını bakalım.
Bana göre Trump
İsrail’i fena oyuna getirdi.
Bundan sonra
Yahudilere karşı eli daha güçlü olacak.
Dönem sonuna kadar da rahat edeceğini düşünüyorum.
Ne diyelim;
Savaş oyunu çok pahalı ve en kanlı-trajik oyunlardan biridir.
Source: Emin Batur
Günlerdir suların akmadığı Kırşehir’de vatandaş çileden çıktı! CHP’li Belediyenin su krizi vatandaşı isyan ettirdi
Özellikle çocuklu aileler, yaşlılar ve kronik hastalığı bulunan vatandaşlar su kesintilerinden ciddi şekilde etkilenirken, CHP”li Kırşehir Belediyesi, su krizinin nedenin içme suyu kuyularındaki seviye düşüklüğü ve pompa arızalarından kaynaklandığını belirtti. Ancak vatandaşlar her yıl aynı sorunun tekrarlandığını, park ve bahçelerin bilinçsizce sulandığını, kuyularda arıza bakımlarının yapılmadığını ve önlem alınmadığını dile getirdi. Belediye Başkanı Selahattin Ekicioğlu”na tepkiler her geçen gün artarken, “Bu sorumsuzluğun bedelini biz ödüyoruz” diyerek şikâyetlerini dile getiren vatandaşlar, belediyede muhatap bulamadıklarını belirtti. Kentte yaşanan su krizine karşı belediyenin kayıtsız kaldığını ifade eden vatandaşlar, çektikleri video ve fotoğraflarla sosyal medya platformları üzerinden seslerini duyurmaya çalışıyor.
Source: Cansu Kilinç
Kanada”da hava yolu şirketi ile Müslüman kadın arasında başörtüsü gerginliği
Afsara Raidah, annesinin yaşadıklarına ilişkin yaptığı açıklamada, hava yolu şirketinden bir çalışanın, annesinin pasaportundaki fotoğrafın, başörtüsü takmaya başlamasından önce çekildiği gerekçesiyle başörtüsünü çıkarmasını talep ettiğini aktardı.
Raidah, annesinin fotoğraftaki gibi yüzünün tamamen göründüğünü vurgulayarak, babasının olaya itiraz etmesinin ardından firma çalışanının, “O zaman pasaport fotoğrafınızı güncellemeliydiniz.” dediği öne sürüldü.
Facebook hesabından yaptığı paylaşımda da Raidah, “Flair Havayolları, bugün annemin haklarını ihlal ettiniz ve Toronto Pearson Havalimanında onu küçük düşürdünüz. Sessiz kalmayacağız.” ifadelerini kullandı.
Raidah, annesinin yaşadığı olayın Müslüman karşıtlığı (İslamofobi) olduğuna işaret ederek, şunları kaydetti:
“Bu, annemin din özgürlüğü ve temel insan haklarının ihlaliydi. Bu olay, çeşitlilik, kapsayıcılık ve saygıya değer verdiğini söyleyen Kanada”da yaşandı.”
Hava yolu şirketinden “özür” açıklaması
Flair Havayollarından AA muhabirine yapılan açıklamada, olay esnasında oradaki çalışanın, yer hizmetleri ortağı AGI”nin personeli olduğu belirtildi.
Açıklamada, AGI”nin özür dilediği ve söz konusu çalışanın idari izne çıkarıldığı aktarıldı.
Hava yolu şirketinin Üst Düzey Yöneticisi Maciej Wilk de “tüm ortaklardan aynı saygı, profesyonellik ve ayrımcılık yapmayan standartlara uymasının beklendiğini” vurguladı.
Öte yandan, Kanada Müslümanları Ulusal Konseyinden (NCCM) yapılan açıklamada, olay nedeniyle duyulan endişe ifade edilerek, avukatların harekete geçtiği ve Kanada”da havalimanları ve hava yolu şirketlerinde Müslüman karşıtlığının yeri olmadığı kaydedildi.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
Source:
Uçakta başörtüsüne saygısızlık: Sessiz kalmayacağız!
Kanada”daki Flair hava yolu şirketi çalışanının, Müslüman bir kadının başörtüsünü çıkarmasını talep etmesi tepkiye yol açtı.Afsara Raidah, annesinin yaşadıklarına ilişkin yaptığı açıklamada, hava yolu şirketinden bir çalışanın, annesinin pasaportundaki fotoğrafın, başörtüsü takmaya başlamasından önce çekildiği gerekçesiyle başörtüsünü çıkarmasını talep ettiğini aktardı.Raidah, annesinin fotoğraftaki gibi yüzünün tamamen göründüğünü vurgulayarak, babasının olaya itiraz etmesinin ardından firma çalışanının, “O zaman pasaport fotoğrafınızı güncellemeliydiniz.” dediği öne sürüldü.Facebook hesabından yaptığı paylaşımda da Raidah, “Flair Havayolları, bugün annemin haklarını ihlal ettiniz ve Toronto Pearson Havalimanında onu küçük düşürdünüz. Sessiz kalmayacağız.” ifadelerini kullandı.Raidah, annesinin yaşadığı olayın Müslüman karşıtlığı (İslamofobi) olduğuna işaret ederek, şunları kaydetti:”Bu, annemin din özgürlüğü ve temel insan haklarının ihlaliydi. Bu olay, çeşitlilik, kapsayıcılık ve saygıya değer verdiğini söyleyen Kanada”da yaşandı.”- HAVA YOLU ŞİRKETİNDEN “ÖZÜR” AÇIKLAMASIFlair Havayollarından AA muhabirine yapılan açıklamada, olay esnasında oradaki çalışanın, yer hizmetleri ortağı AGI”nin personeli olduğu belirtildi.Açıklamada, AGI”nin özür dilediği ve söz konusu çalışanın idari izne çıkarıldığı aktarıldı.Hava yolu şirketinin Üst Düzey Yöneticisi Maciej Wilk de “tüm ortaklardan aynı saygı, profesyonellik ve ayrımcılık yapmayan standartlara uymasının beklendiğini” vurguladı.Öte yandan, Kanada Müslümanları Ulusal Konseyinden (NCCM) yapılan açıklamada, olay nedeniyle duyulan endişe ifade edilerek, avukatların harekete geçtiği ve Kanada”da havalimanları ve hava yolu şirketlerinde Müslüman karşıtlığının yeri olmadığı kaydedildi.
Source: Www.star.com.tr
Hollywood tezgâhında dokunan distopik savaş!
Bugünlerde, distopik bir film karesinin içinden geçiyoruz gibi. Sanki yıllardır kurgulanan ve artık sahnelenmeye başlanan bu kaotik filmi hem yaşar hem de izlerken aynı zamanda inandığımız pek çok hakikatle de yüzleşiyoruz.
Yunanca bir kelime olan distopya (dystopia) “kötü yer” demektir. “Dys/dis”, kötü veya anormal olan; “utopia” kavramı ile birleşerek yeni anlamına bürünür. “Mükemmel toplum tasarımı” olan ütopyanın karşıt anlamlısıdır. Ütopya, gerçek hayatta olmayacak kadar ideal bir toplumu ifade ederken, distopya bunun tam tersi, baskıcı, kötücül, anormal olana tekabül eder.
İlk distopik eser 1846 yılında Emile Souvestre (The World as It Shall Be) tarafından kaleme alındı. Gelişen ticaret ve makinalaşma sürecinin insanları ahlakî değerlerden nasıl uzaklaştırdığını ve mülkiyet hırsının nasıl bir felakete neden olduğunu anlatır. İçerdiği konu ve konunun işleniş biçimiyle ilk distopik eser örneği olarak kabul görür.
Kavramı ilk olarak İngiliz filozof, politik ekonomist ve parlamento üyesi John Stuart Mill, sanayileşme üzerine yaptığı bir meclis konuşması (1868) sırasında kullanmıştır.
Distopya özetle; “insanların totaliter bir sistem altında yaşadığı kurgusal bir gelecek dünya”yı anlatır. Fantastik ve bilim kurgu hikâyelerinde çok sık rastlanan bir kavramdır. Adaletsizliğin olduğu hayali bir durumu veya toplumu ifade etmek için kullanılır. Sözü edilen toplum genellikle kıyamet sonrası veya totaliterdir. Her şeyin alabildiğine kötü olduğu bir dünyaya tekabül eder.
Gazze’den Doğu Türkistan’a kadar dünyanın pek çok bölgesinde yaşanan insanlık dışı politikalar tam bir distopik kuluçka sonrası laboratuar çalışmasıdır. Bu laboratuarın sahibi büyük şeytan ile tetikçisi mutant topluluğunun ‘nükleer silah’ bahanesi gerekçesiyle İran’a savaş açması ve ardından yaşananlar da distopik bir projenin uygulamaya konulmasıdır.
Distopya laboratuarının kuluçka evresi Hollywood’dur. Pentagon ve CIA tarafından ‘gelecek operasyonu’nun merkezi olarak kurgulanan Hollywood’un ürettiği yakın gelecekte geçen kıyamet filmlerinin milyarlarca insana taşıdığı mesajları hatırlamakta yarar var. Bu filmlere en başarılı örnekler olan “Açlık Oyunları”, “Istakoz”, “Otomatik Portakal”, “Mad Max”, “Elysium”, “Matrix”, “Terminatör”, “Oblivion”, “Gattaca”, “Equilibrium” gibi filmlerde işlenen baskıcı ve karanlık toplum düzeni, akıl karıştırıcı bilimsel keşifler, kaos, karmaşa, özgürlükleri ipotek altına alınmış veya kısıtlanmış insanlar, hiper güçlerin sıradan insanları yok etmesinin normal olarak karşılandığı sahneler, teknolojinin ideolojik bir baskı aracı olarak insanları mutlak kontrol altına aldığı diyaloglar veya olağanüstü görsel efektlerle süslenmiş modüller…
Hatta bugün küresel bir marka haline gelen dijital platformlardan birinde yayımlanan “Black Mirror” ve “The Handmaid’s Tale” dizilerine de büyüteçle bakmakta fayda var.
Aynı Hollywood, bir zamanlar, Japonya’ya atom bombası atılmasını meşru gösterecek, Vietnam soykırımını haklı çıkaracak, milyonlarca Kızılderili’nin katledilmesini normal bir savunma refleksi olarak algılatacak filmlerle dünyayı esir almıştı.
Hatta ABD, Türkiye’de, 1980’li yıllarda, TRT eliyle pazar sinema kuşağında yayınlattığı kovboy filmleri ile büyük bir taraftar kazanmış, nerdeyse hepimizi Kızılderili düşmanı yapmıştı. Bu filmlerde ‘iyi’ ABD’li askerlerin, ‘kötü’ Kızılderilileri nasıl hakladığını izler, zavallı (!) Amerika ile empati kurmaya çalıştırılırdık. Sonraki yıllarda “Terminatör”, “Rambo”, “Geleceğe Dönüş” gibi filmlerde de başka bir kurmacanın içine itildik. Bu filmlerde kahraman Amerikan askerleri, ‘kötü’ Irak veya Afganistanlı teröristlerle (!) mücadele ediyor ve ülkelerinin bayrağını yüceltiyorlardı.
Türkiye’nin IMF’den para dilendiği o günlerde Türk sinema sektörü de büyük yara almıştı. Sinema salonlarında oynatılan filmlere kota uygulanıyordu. Yani yüzde 60 Hollywood, yüzde 40 yerli film şartı getirilmişti. Hatta bu oran bazı zamanlarda daha da artırılıyor, Türk filmleri oynayacak salon bile bulamıyordu.
Hollywood ve distopya, 20. yüzyılın ortalarından itibaren neredeyse ayrılmaz bir ikili hâline gelmiştir. Özellikle Soğuk Savaş sonrası artan kıyamet senaryoları, teknolojik gelişmelere duyulan endişe ve otoriter sistem korkuları, Hollywood’da distopya temasının sıklıkla işlenmesine neden olmuştur.
Distopyada yönetim anlayışı otoriter ve totaliterdir. Sürekli gözetim, sansür, düşünce kontrolü, takip, psikolojik baskı vardır. Bireysel özgürlüklerin gelişmesine izin verilmez. Teknoloji insanı ve insan düşüncesini esir almıştır. Toplumsal eşitsizlik had safhadadır ve kast/sınıf sistemi çok belirgindir. Algı ve manipülasyon doğal hale gelmiş; yalan, yeni gerçeklik içinde ‘post-truth felsefesi’nin bir argümanı olmuş, propaganda ile de gerçekliğin çarpıtılması normal hale gelmiştir.
İşte Hollywood tam da bu değerleri empoze etmek için bir proje yürütüyordu.
Bunu nasıl yapıyordu?
Seyirciyi etkileyen güçlü görselleri üretme imkânı vardı. Yıkılmış şehirler, karanlık atmosferler, robotlar, klonlar ve gözetim sistemlerini kolayca inşa edebiliyordu. Sinematografi için görsel olarak çarpıcı malzemeler sunabiliyordu. Kitlelere hitap eden anlatılar üretme potansiyeline sahipti. Kahramanın sisteme başkaldırması gibi arketipsel temalar büyük izleyici kitlesine ulaşabiliyordu.
1950’de başlayan Hollywood ve CIA ilişkisi, yalnızca “ajan filmleri” üretmekten çok daha derin ve stratejik bir iş birliğine dayanır. Bu ilişki kimi zaman propaganda, kimi zaman kamuoyu yönlendirmesi, kimi zaman da devlet imajını güçlendirme amacıyla kurulmuştur. ABD’nin imaj yönetimi, algı ve propagandası burada üretilmektedir.
Usame bin Ladin operasyonunu anlatan 2012 tarihli “Zero Dark Thirty” filminin senaryosu bizzat CIA tarafından onaylanmıştı. Bilgi ve belgeyi de onlar sağlamıştı. Yapımcı firma için özel izinleri de almışlardı. Hatta sorgulama sahneleri başta olmak üzere filmin pek çok yerine müdahale edildi. Eleştirmenler tarafından “işkenceyi meşrulaştıran bir propaganda” filmi olarak yorumlansa da bu görüş CIA tarafından hiç ama hiç önemsenmedi.
Ayrıca bu anlamda “The Recruit”, “Argo”, “13 Hours: The Secret Soldiers of Benghazi” gibi birkaç filme de bakılabilir.
Yukarıda da hatırlatmıştık…
Distopik eserler, bugün kurgulanmaya çalışılan dünya düzeninin işaret fişekleri olmuştur. George Orwell’in “1984”, Eldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”, Ray Bradbury’nin “Fahrenhaeit 451”, Suzanne Collins’in “Açlık Oyunları”, Yevgeni Zamyatin’in “Biz”, Anthony Burgess’in “Otomatik Portakal”, Margaret Atwood’un “Damızlık Kızın Öyküsü”, Veronica Roth’un “Uyumsuz”, James Dashner’in “Labirent”, Kasuo Ishiguro’nun “Beni Asla Bırakma” isimli kitapları toplumsal ahlâkın ve fıtrî değerlerin edebiyattan ideolojik/evangelist siyasete nasıl dönüşebileceğinin alt metinleridir.
Türk edebiyatında kaleme alınmış distopik romanların, örneğin İhsan Oktay Anar’ın “Amat” veya Barış Müstecapoğlu’nun “Şamanlar Diyarı Serisi”nin böyle bir gücü olmadığını da kayıtlara geçirmiş olalım.
ABD’nin Hollywood eliyle nasıl bir dünya düzeni kurguladığını daha iyi anlayabilmek için rahmetli Alev Alatlı’nın Turkuvaz Kitap’tan çıkan “Suç Ortağı Hollywood-Kaan’ın Kitabı” (ilk baskısı “Hollywood’u Kapattığım Gün- Kaan’ın Kitabı” adıyla Everest tarafından yayımlanmıştı) kitaplarını şiddetle öneririm.
Türk sinemasında üretilmiş distopik filmlerde de (Mahmut Fazıl Coşkun’un “Anons”, Ömer Faruk Sorak’ın “G.O.R.A.”, yine Mahmut Fazıl Coşkun’un “Yozgat Blues”, Biket İlhan’ın “Kıyamet”, Erdem Tepegöz’ün “Gölgeler İçinde” vb.) aynı küresel etkiyi göremeyiz. Çünkü bu filmler siyasal bir zemin oluştursun diye çekilmemiştir.
İşin özü şudur:
Büyük şeytan, 1950’den bu yana edebiyat ve sinema eliyle bugünün kaos düzenini inşa etti. Bu aşağılık, yıkıcı, can yakıcı ve insanlık dışı politikaların dünden bugüne ortaya çıkmadığını birkaç örnekle vermeye çalıştık.
Şimdi distopik eserler veren edebiyat ve sanat dünyasından şunu bekliyoruz:
Tarihi bükülme, büyük yara alan mutant topluluğu ve sahibi büyük şeytanın yıkılışına doğru eğriliyor. Artık bir Meksika-ABD savaşı mı yoksa yolunu şaşırmamış hakiki ve dirençli bir avuç Müslümanın İsrail’i haritadan nasıl sildiğini mi yazarlar veya çekerler, bilemeyiz. Ama ellerini çabuk tutmalılar…
_______________________________________________________________
ABD’nin operasyon dergisi Time, yeni sayısını “The New Middle East” (Yeni Ortadoğu) kapağıyla yayımladı. İran lideri Hamaney’in yıpranmış bir fotoğrafı ve üzerinde bölgedeki Siyonist ABD/mutant topluluğu alçaklıklarının anlatıldığı başlıklarla yayımlanan derginin hevesinin kursağında kalmasını en büyük dileğim. Bu dipnottan ‘İransevici’ olduğum filan anlaşılmasın. Bu iki cehennem zebanisinin başına kim bir gürz indiriyorsa oyum onlaradır.
Özcan Ünlü / Haber7
Source: M Yazilari
“Domuz eti” konuşması ortalığı karıştırdı! Tepki üstüne tepki yağdı
Sosyal medyada yer alan “domuz eti” konuşması ortalığı karıştırdı. Bir kişi salonda bulunan diğer kişilere “domuz eti” hakkında seslenirken skandal ifadeler kullandı. Tepki çeken konuşmada, “Dini anlamda da mimli bir hayvan. O zamanlar bir hastalık doğuruyor, HZ. Muhammed zamanında. Hastalık doğurduğu için bizim dinimizde domuz eti haram kabul ediliyor. Bu yıllarda doğmuş olsaydı bu din, o zaman tavukları da şey ilan etmek gerekirdi.” ifadeleri yer aldı. O sırada salondaki bir başka kişi ise, “Bunlar hep algı ve kod. Doğru söylüyorsunuz. Bize dayatılan algı ve kodlar” diyerek skandal sözlere destek verdi. Sosyal medyada konuyla ilgili tepkilerden bazıları şöyle: “Bu insanlar dinin Allah”ın otoritesi olduğunu değil de Peygamberin aklının ve tecrübesinin mahsulü olduğunu zannediyorlar. Yani Müslüman değiller, olamamışlar” “Kendiniz yiyin kardeşim” “Bunlar dini yaşamayı değil, dini istismar etmeyi sever” “İşte insanları böyle zehirliyorlar”
Source: Internet Haber
Mozambik”te en az 120 çocuk terör örgütü Eş-Şebab tarafından kaçırıldı
HRW’nin açıklamasında, bölgede faaliyet gösteren terör örgütü DEAŞ bağlantılı Eş-Şebab’ın eylemlerine atıfta bulunularak “Mozambik’in kuzeyinde en az 120 çocuk kaçırıldı; bazıları zorla çalıştırılıyor, çocuk asker yapılıyor ya da evlendiriliyor.” denildi.
Çocukların yağmalanan eşyaları taşımakta kullanıldığına işaret eden kuruluş, bazı çocukların da silahlı çatışmalarda savaşçı olarak görevlendirildiğini aktardı.
Açıklamada, son iki ayda saldırıların ve çocuk kaçırma vakalarının yeniden arttığı vurgulanarak kaybolan çocukların bulunması ve yeni kaçırmaların önlenmesi için Mozambik hükümetine daha fazla çaba gösterme çağrısında bulunuldu.
Norveç Mülteci Konseyi (NRC) Genel Sekreteri Jan Egeland, 11 Haziran’da Cabo Delgado’ya yaptığı ziyarette, kuzey Mozambik’teki durumu “göz ardı edilen bir kriz” olarak nitelendirmişti.
Egeland, bölgede 5 milyondan fazla insanın ciddi açlık riski altında olduğunu vurgulayarak şu ifadeleri kullanmıştı:
“İklim şokları, artan şiddet olayları ve derinleşen açlık, halk üzerinde yıkıcı etki yaratıyor. 5 milyon insan açlık riski altında; 900 binden fazla kişi ise acil yardıma ihtiyaç duyacak kadar derin bir kıtlıkla karşı karşıya.”
NRC verilerine göre, ülkede 5 milyondan fazla kişi kritik düzeyde açlıkla karşı karşıya bulunurken 900 binden fazla kişi ise acil gıda yardımı gerektiren koşullarda yaşıyor.
Bölgede şiddet olayları giderek artıyor
Mozambik, 2017’den bu yana Cabo Delgado’da silahlı gruplara karşı mücadele veriyor. Hükümet güçleri şiddeti kontrol altına almakta zorlanırken Ruanda, Güney Afrika ve diğer bölgesel ortaklardan gönderilen askeri birliklerden destek alınıyor.
2020’de isyancı grup, çok sayıda saldırı düzenleyerek aralarında çocukların da bulunduğu onlarca kişiyi başlarını keserek öldürmüştü.
Birleşmiş Milletlere (BM) göre, şiddet nedeniyle bölgede 600 binden fazla kişi yerinden edildi ve çatışmalar komşu eyaletlere de yayıldı.
Geçen yıl seçim sonrası protestolarda yaşanan ölümler ve krizler, Cabo Delgado’daki insani durumun gündemden düşmesine neden olmuştu.
Öte yandan Cabo Delgado, art arda yaşanan kasırgalardan olumsuz etkilenirken ABD’nin dış yardım kesintilerinin de bölgedeki krizi derinleştirdiği belirtiliyor.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
Source:
İstanbul”da görülen yılanlar için uzmanlardan uyarılar
Kent genelinde son haftalarda Küçükçekmece, Arnavutköy, Sultangazi gibi ilçelerin yer aldığı bazı bölgelerde yılan görülmesi tedirginlik yarattı.
İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Ormancılık Bölümü, Avcılık ve Yaban Hayatı Programı Öğretim Görevlisi Dr. Ergün Bacak, AA muhabirine, yılan görülen ilçelerin ortak özelliğinin kırsala ve yeşil alana yakınlık olduğunu söyledi.
“Soğukkanlı” olarak tanımlanan yılanların mayıs ve haziran aylarında kış uykusundan uyandıklarını belirten Bacak, “Şu an haziran ayı sıcaklıkları gayet iyi, aşırı sıcak değil. Hayvanlar da yeni çıktılar. Üreme alanları, çiftleşecek dişileri ya da besin arıyorlar. O yüzden de en çok aktif oldukları zamanlar. Temmuz ve ağustosta da görülebilecekler ama aşırı sıcaklar olduğu zaman bazen dinlenirler. 35-40 derece sıcaklıktan onlar da etkilendikleri için birkaç gün dinleniyorlar. Daha soğuk alanlara geçiyorlar. Ancak temmuz ayı da böyle haziran sıcaklığında giderse o ayda da aktiviteleri devam edecek.” ifadelerini kullandı.
Yılandan korkan insanların tedirginlik yaşamasının doğal olduğunu söyleyen Bacak, şunları kaydetti:
“İstanbul”da sadece bir tür zehirli yılan var. Bu da burunlu engerek ya da boynuzlu engerek olarak bilinen Vipera ammodytes. O da çok büyük olmayan, boyu bir metreyi bile bulmayan, genelde yarım metrelik boylarda, çok yavaş hareket eden bir yılan. İnsanlar için öldürücü değil ama tıbbi önem arz ediyor. Eğer herhangi bir sağlık probleminiz varsa sizi öldürebilir ya da küçük çocukları öldürebiliyor. İstanbul”daki yılanların çoğu su yılanları. Zaten sulak alanın kenarına giderseniz, pikniğe giderseniz o yılanları görebilirsiniz. Onlar zararsızdır. Yalnızca avcılarından korktuğu için kötü koku salgılar. Hazer yılanı, eskülap yılanı gibi yılanlar farelerle mücadele eder ve zararsızdır. Sarı yılan vardır, boyu 2,5 metreyi bulur, oldukça kalın bir yılandır ancak hiçbir zehri yoktur. Ev yılanı zehirsizdir. Bunların hepsi İstanbul”da görebileceğiniz yılanlar ama en çok karşılaşılan Hazer yılanıdır, genelde arabaların içerisine giriyor.”
Yılanla karşılaşanların yapması gerekenler
Dr. Bacak, yılanla karşılaşan vatandaşların gerek olması durumunda itfaiyeyi, belediyeyi, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğünü arayabileceğini belirterek, “Yetkililer yılanı canlı bir şekilde alırlar, başka bir alana götürüp uzaklaştırırlar. Yılanları öldürerek ekosisteme çok büyük zarar veriyoruz. Yılanlar hastalık taşıyıcısı olan hayvanlarla bedavadan mücadele ediyor, tarım ürünlerimizi koruyor. Fare salgını olduğu zaman çiftçiler milyonlarca lira kaybediyor. Yılanlar bunlarla mücadele ediyor. Organik, sağlıklı beslenelim diyoruz ama tarıma fayda sağlayan, ilaç atmamızı engelleyen yılanları öldürüyoruz. Önce bilinçlenmek, zehirli-zehirsiz ayrımına bakmadan hiçbir yılanı öldürmemek lazım.” dedi.
Büyük araştırma hastanelerinde panzehir var
Zehirli ve zehirsiz yılanları ayırt etmekteki ipuçlarına da değinen Bacak, şöyle devam etti:
“Zehirsiz yılanlar daha gerginlerdir, hızlı hareket edip, daha çabuk saldırabilirler. Bir de hafif zehirli yılanlar vardır, onlar fare zehirler, insana zehir aktaramazlar. Olası zehirlenme anında en yakın tıp kuruluşuna gitmek lazım. Özellikle büyük araştırma hastanelerinde panzehirleri vardır. Zehirli yılanlar daha yavaş hareket ederler. Türkiye”deki zehirli yılanların göz bebekleri, kedilerin göz bebeği gibi dikeydir. Zehirsizlerinki insan gözbebeği gibi daha yuvarlaktır. Yılanlara karşı olan toplumsal ön yargıyı aşmak gerekir. Biyoçeşitliliği ve ekosistemi korumamız lazım, o yüzden önce bir tanıyalım, tanıdıktan sonra korumaya çalışalım.”
“Zehri ağızla alıp atmak efsanedir”
Ziraat Mühendisi Ömer Demir ise yılanların şehir içinde bu kadar görülmesinin nedeninin pandemide yaşanan eve kapanma süreci olduğunu, yılanların o dönem boşluktan faydalanarak şehirlerdeki ufak yeşilliklere kadar yerleştiğini söyledi.
Demir, “Çok dikkat etmek lazım. Özellikle bahçesi, açık arazisi olanlar, evlerinin önündeki taşlığı, sarmaşığı, otlukları temizlemeleri lazım ki bunlar bu yerlerde kendilerini saklayabilirler. Saklanacak alanları olmaması lazım. Yani evimizin, bahçemizin önünü olabildiğince temiz tutmamız lazım.” şeklinde konuştu.
Hangi yılanın zehirli, hangisinin zehirsiz olduğunun hemen anlaşılamayacağını dile getiren Demir, “Dolayısıyla başımıza bir ısırılma olayı geldiğinde acilen sağlık kuruluşlarına başvurmalıyız. Sağlık kuruluşu bize gelene kadar ısırılan yeri biraz sıkıp kanını akıtmaya çalışmalıyız. Bunun dışında bir işlem yapılmamalıdır. Filmlerdeki gibi, zehri ağızla alıp atmak efsanedir. Isırılan yeri ağzına alıp dışarı atmaya kalkarsan, o zehirliyse sen de zehirlenirsin. Asla böyle bir işe teşebbüs etmemeliyiz.” uyarısında bulundu.
Demir, yılanlara karşı önerilerini şöyle özetledi:
“Yılan evinize, bağınıza girmiş, sizi engelliyorsa onu imha edebilirsiniz ama illa öldüreceğiz diye bir çaba sarf etmemize gerek yok. Orada da bir ekosistem var ama bize tehlike verecek bir durumdaysa da yapacak bir şey yok. Yılanları biz hep öldürmeye kalkarsak farelerden geçemeyiz, etraf fare dolar. Bize zarar vermediği sürece yılanı öldürmemeliyiz. Açık arazide, tarlada yılanı öldürmenin bize faydası olmadığı gibi zararı vardır, oradaki sistemi bozuyoruz. Dolayısıyla zaruret olmadığı zaman hayvanları öldürmemeliyiz. Topraksız tarıma yöneldiğimizde çalı, çırpıya, ota o kadar ihtiyacımız olmayacak, yılanlar da şehir içerisinde bu kadar görülmeyecektir.”
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
Source: