TÜİK”in 2024 verilerine göre her 10 çocuktan 1″i yeni bir giysiye ulaşamıyor: Çocuklara buruk bayram
Kurban Bayramı’na sayılı günler kaldı. Ancak yoksulluğun kıyısında yaşayan milyonlarca aile için bu bayram da buruk geçecek. Bayram sabahlarıyla özdeşleşen yeni kıyafetler, parlak ayakkabılar ve gülümseyen çocuk yüzleri, bu yıl da birçok haneye uğramayacak. Derin Yoksulluk Ağı, giysiye erişemeyen çocuklar için “Bir Kutu Bayram Mutluluğu” adlı yeni bir bağış kampanyası başlattı. TÜİK’in 2024 yılı verilerine göre 15 yaş altındaki her 10 çocuktan biri maddi yetersizlik nedeniyle yeni bir giysi alamıyor. Ancak sahada çalışan uzmanlara göre gerçek tablo çok daha ağır. Derin Yoksulluk Ağı’nın kısa süre önce açıkladığı güncel saha araştırmasına göre her iki çocuktan biri yeterli iç çamaşırına, dört çocuktan üçü ise ayakkabıya erişemiyor. Giyim yoksulluğu, yalnızca fiziksel bir eksiklik değil, aynı zamanda çocukların sosyal hayata katılımını da görünmez biçimde engelliyor. Artan enflasyonla birlikte bir çocuğu bayramlık giydirmek giderek lüks haline geldi. Alt gelir grubuna hitap eden bir mağazada kız çocuk elbisesi 750 ila 1200 lira, erkek çocuk pantolonu 800 lira, gömlek 600 lira, ayakkabı ise 1000 liraya kadar çıkıyor. Asgari ücretin 22 bin 104 lira olduğu bir ülkede, iki çocuğa bayramlık almak 4 bin lirayı aşıyor. Geçim mücadelesi veren aileler için bu rakam, aylık mutfak giderinden feda etmek anlamına geliyor. ‘GİYSİ DEĞİL HAK MESELESİ’ Derin Yoksulluk Ağı Kurucusu Hacer Foggo, yoksulluğun çok boyutlu bir kriz olduğunu vurguluyor: “TÜİK rakamları 7 milyondan fazla çocuğun yoksulluk ve sosyal dışlanma riski altında olduğunu söylüyor. Ama biz sahada bunun ötesindeyiz. Spor ayakkabısı olmadığı için beden eğitimi dersine katılamayan, okul gezisine gidemediği için evde ağlayan, tek pantolonunu gece yıkayıp sabaha kurutmaya çalışan çocukların hikâyelerini dinliyoruz. Bu bir yoksulluk değil, bir hak ihlali.” Foggo, bayram sabahlarının çocuklar için sadece giyinmek değil, “dışlanmadıkları” bir gün olması gerektiğini hatırlatıyor: “Kıyafet yalnızca bir kumaş değil. Sosyal hayata dahil olmanın anahtarı. Bayram sabahı komşu çocukların şık giysilerine bakan ve ‘Ben neden giyemedim’ diye düşünen bir çocuğun iç sesi, bu ülkenin vicdanına dokunmalı.” BİR KUTU BAYRAM SEVİNCİ Çocukların temel giyim ihtiyacını karşılamayı hedefleyen kampanyayı Derin Yoksulluk Ağı’ndan İrem Günşen şu sözlerle anlattı: “Sayılarla konuşuyoruz ama her sayı bir çocuk. Birçoğunun sabah ‘Ne giyeceğim’ diye uyanmak zorunda olduğunu gördük. Bayram öncesi 5 bin liralık kıyafet çekleriyle çocuklara yalnızca bir gün değil, bir umut armağan etmek istiyoruz.” FİYATLARI EL YAKIYOR Kurban Bayramı’nın (6-9 Haziran) yaklaşmasıyla birlikte Türkiye genelinde kurban pazarları hareketlense de satışlar düşük. Ekonomik krizin derinleşmesi ve alım gücünün düşmesi, binlerce ailenin kurban kesmesini imkânsız hale getirdi. Küçükbaş kurbanlık fiyatları 8-25 bin TL olarak değişkenlik gösterirken büyükbaş kurbanlıkların fiyatı ise 90 bin TL’den başlayıp 250 bin TL’ye kadar çıkabiliyor. Bu fiyatlar, asgari ücretle geçinmeye çalışan ailelerin bütçesini çok aşıyor.
Source: Şevval Aydoğan
Emekli Tuğgeneral Solmaztürk, ülkeyi yönetenlerin seçim kazanmak için her şeyi yapacağını söyledi: “Barış, tavizle gelmez”
Emekli Tuğgeneral Dr. Haldun Solmaztürk Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı. – Daha önce “çözüm” tecrübesi yaşadık ve başarısız oldu. Bu kadar yıl sonra neden tekrar “Terörsüz Türkiye” adı ile böyle bir süreç başlatıldı? Değişen bir durum yok. O zaman niçin bu süreç veya adı konulamayan girişim başlatıldıysa, bugün de aynı nedenlerle başlatılıyor. 2002″den beri ülkeyi yöneten siyasi kadronun birinci önceliği bir sonraki seçimi kazanmak. Bu kadro seçim kazanmak için her şeyi yapacaklarını ispatladı. Bugün gelinen aşamada bu daha da hayati önem kazandı. – Neden daha hayati? Ekonomik çıkarlar ve ortalığa saçılan çok vahim iddiaların hesabını vermekten kurtulmak için iktidarlarını sürdürmeleri lazım. Bunun için Tayyip Erdoğan”ın Cumhurbaşkanı seçtirilmesi gerekiyor. Bunu Binali Yıldırım direkt dile getirdi, “Ne yapıp yapıp Tayyip Erdoğanın tekrar adaylığının yolu açılmalıdır” diyor. Bunun için yeni anayasaya, anayasa için de DEM’in desteğine muhtaçlar. DEM ve temsil ettiği, tırnak içinde söylüyorum, Kürt ulusal hareketi, hükümetin içinde bulunduğu çaresiz durumu bir fırsat olarak görüyor ve en büyük faydayı sağlayacağını, en büyük tavizleri alacağını düşünüyor. Bu nedenle hükümeti bu yöne sevk ettiler. – Neden Erdoğan, “Benim tekrar seçilme veya tekrar aday olma gibi bir derdim yok” dedi? Gerçi Erdoğan demedi ama uçakta birilerinin eline tutuşturulan haber notlarında öyle yazıyordu. Çünkü halkın tam olarak da öyle olduğunu, yani Erdoğan’ın asıl derdinin tekrar seçilmek ve tekrar aday olmak olduğunu, açıkça gördüğünün farkındalar. O ifade de aslında bu durumu teyit ediyor. Erdoğan, zaten ilan etmiş olduğu, adaylıktan çekilmiyor, tekrar adaylığını gerekçelendiriyor. Nitekim “bir siyasi kurumun yöneticisi” de ertesi gün o ifadeleri tamamladı; “Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin kurum ve kurallarıyla kökleşmesi için birlikte yapacakları çok şey varmış”. Erdoğan’ın varlığı “Olmazsa olmaz değer ve önemdeymiş”, daha ne desin? – “Terörsüz Türkiye”nin, Orta Doğu”da olanlarla bağlantısı nedir? Gerek hükümetin çaresizliği gerekse Orta Doğu”daki gelişmeler İsrail, Amerika, İngiltere”ye ve onların açıkça destekledikleri Suriye”deki yeni Kürt devletine kalıcı bir statü kazandırma fırsatı sundu. O nedenle PKK gözünü kararttı ve bildiri dedikleri metni paylaştı. Aslında bu Türk hükümetine verilmiş bir ültimatom. – Neden öyle düşünüyorsunuz? İçerik ve dil olarak başka türlü ifade etmek mümkün değil. Bir pişmanlık yok. PKK adıyla herhangi bir faaliyet sürdürmeyeceğini söylüyor. Ama örgüt orada duruyor. Örgütün feshiyle ilgili bir taahhüt kesinlikle yok. – Sadece silah mı bırakıyor? Silah bırakma, tamamen kelime oyunu. PKK silah bırakmıyor, YPG olarak bir orduya dönüşüyor, PYD bünyesinde devletleşiyor. PKK”nın feshi tamamen kağıt üzerinde. Dolayısıyla PKK hiçbir taviz vermiyor ama Türk hükümetine siyasi dayatmaları var ve bu silah bırakma ve fesih sürecini o dayatmaların hayata geçirilmesine bağlıyor. – Kamuoyunda silahları kim, ne zaman teslim alacak tartışmaları yapılıyor… Silah bırakma; bir makinelinin, bir doçkanın birine teslim edilmesi değil, PKK”nın askeri bir yapı olmaktan çıkması ve ortadan kalkmasıdır. Teşkilatın kendisi silahtan daha önemli. Silah her zaman her yerden bulunur. – Terörist başı Abdullah Öcalan için “baş müzakereci” deniyor. Bu yetkililerin söylemlerinin aksine bir pazarlık olduğu anlamına mı geliyor? Bugün dışişleri bakanı olan kişi Oslo”da Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı”nın siyasi temsilcisi olarak PKK”yı, “Kürtlerin siyasi temsilcisi” olarak muhatap aldı ve bir üçüncü ülkenin ara buluculuğunda siyasi müzakere yaptı. O günden bugüne gelen süreç bunun devamıdır. Oslo tarihi bir hataydı. Eğer bugünkü Dışişleri Bakanı, Türkiye Cumhuriyet başbakanı adına Oslo”da onları muhatap almamış olsaydı belki farklı bir yerde olurduk. – Peki Öcalan nasıl baş müzakereci olacak? Aslında Öcalan hep baş müzakereciydi. Çünkü konu Oslo”da kalmadı, devamı da var. 28 Şubat 2015″de Dolmabahçe”de yapılan bir mutabakat beyanı vardı. O akşam Erdoğan, “Bunlar güzel beyanlar ama bunların alana yansıması, uygulamaya yansıması lazım” dedi. – Neyi kastetti? 2015 Haziran seçimlerini kastetti. Ne zaman ki Demirtaş “Seni başkan yaptırmayacağız” dedi, Erdoğan o zaman Dolmabahçe Mutabakatını reddetti. Özetle Erdoğan da PKK da Öcalan da aynı noktadalar. – Bulundukları nokta nedir tam olarak? PKK çok açık şunu söylüyor: Türk-Kürt ilişkilerinin sorunsallaştığı Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası’nın öncesine dönmek; yani Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını tanımıyor ve bunu müzakere etmek istiyor. Yani ülkenin anayasal, üniter yapısını tartışmaya açıyor. Ayrıca gözden kaçan bir üçüncü husus daha var; PKK süreci sadece Türkiye ile sınırlı tutmuyor, bunun da ötesine geçiyor. Orta Doğu”da; Türkiye, İran, Irak, Suriye başta olmak üzere Türk-Kürk ilişkilerinin yeniden düzenlenmesini istiyor. Tabi bunun içinde Fırat”ın doğusunda yeni kurulmuş Kürt Devleti de var. Çok daha büyük bir çerçeveyi dayatıyor. Müzakere edecekleri budur. – Türkiye”nin sınırları tartışılmadan bir Kürt devleti kurulmasının zararı nedir? Suriye’deki devlet, Irak”taki Kürt devletinin de ötesinde bir güç kazanmış durumda. Ve en önemlisi, uluslararası toplum başta Amerika, İngiltere, İsrail olmak üzere, Avrupa Birliği ülkeleri bu devletin çok güçlü bir şekilde arkasındalar. Suriye”nin toprak bütünlüğü ve üniter yapısı kalıcı olarak, geri döndürülmeyecek şekilde bozuldu. Toprak bütünlüğü korunmuş güçlü, istikrarlı bir Suriye mi, yoksa bölünmüş bir Suriye mi bizim çıkarımızadır? Toprak bütünlüğü ve üniter yapısı korunmuş bir Suriye, Türkiye”nin ve bölgenin çıkarınadır. Aksini isteyenler dışarıdan gelenlerdir. “ÜÇÜNCÜ PARÇA TÜRKİYE” – İleride Irak’taki devlet ile birleşme olur mu? Kuzey Irak”taki Kürt varlığı ile Suriye”deki Kürt varlığı, bu iki devletçik, kaçınılmaz olarak işbirliğine gideceklerdir. Sonra da PKK”nın bildirisinde söyledikleri, o Kürt ulusal hareketi, üçüncü parçaya yönelecektir. Bu hemen olmayacak şüphesiz. – Üçüncü parça neresi? Üçüncü parça Türkiye”nin güneydoğusunda, aynı Kuzey Irak”taki gibi, aynı Fırat”ın doğusundaki gibi adı konulmamış bir Kürt devletçiğine giden yolun açılmasıdır. Öcalan silah bırakma çağrısında, “Ben sorumluluğunu alıyorum” dedi. O zaman “Bu gerçek olamayacak kadar doğru bir çağrı” demiştim. Buna karşılık PKK”nın açıklamasına baktığımız zaman gerçekliğin bir tokat gibi suratımıza çarptığını görüyoruz. Bu, açılım, PKK”yı ve PKK”nın uzantılarını meşrulaştırmak, Fırat”ın doğusundaki Kürt devletçiğini Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne kabul ettirmek, Suriye”nin bölünmüşlüğünü kalıcı hale getirmek ve Türkiye’deki üçüncü parçaya yolu açacak bir anayasa için atılmış bir adımdır. – Tüm bu koşullarda anayasada anlaşma ihtimali nedir? Her şeye rağmen bu iktidar DEM üzerinden Kürt tabanın oylarını garanti altına almak için her türlü tavizi vermeye ve bunun için anayasa müzakeresi yapmaya hazır. DEM ve PKK’nın, sembolik bir iki değişiklikle tatmin olacağını sanmıyorum. – İlk dört maddeye dokunulmayacağı söyleniyor… İlk dört maddeye dokunmadan da diğer maddeler üzerinden onlara dokunulabilir. Yeni maddeler de icat edilebilir, değiştirilebilir. O yola girdiğinizde bunu yapmanın çok yolu var. – Türkiye için bölünme riski öngörüyor musunuz? Şu an federasyon, özerklik, ayrılma söz konusu değil. Özerkliğe giden yol için ilk kapı açılacak. – Nasıl açılır bu kapı? Örneğin, anayasaya devletin kurucu ögeleri Türkler ve Kürtler diye iki etnik yapı girerse ve doğrudan olmasa da dolaylı olarak uygulamaları itibariyle Kürtçe eğitim dili olursa bu kapı açılmış olur. Ayrıca, herhangi bir uygulamada, her ne olursa olsun, birkaç ili kapsayan biçimde bir bölgenin sınırı çizilirse, bu da özerkliğe giden kapıyı açar. Yapmaya çalıştıkları bu şu anda. – Aynı metinde “soykırım” ifadesi de yer alıyor. Buna itiraz gelmemesi gelecekte Türkiye’yi sıkıntıya sokar mı? Gayet tabii. Ermeniler bunu dillendiriyor. Pontus soykırımı iddiası ve bunların uluslararası destekçileri var. Şimdi bir de “Kürt soykırımı” önümüze koyulmaya çalışılıyor. Diğer yandan binlerce vatandaşımızın ölümüne sebep olan terörle ilgili en küçük bir pişmanlık yok. Tam aksine yaptıkları tüm terör eylemlerini meşrulaştırıyorlar ve “Silahlı mücadele stratejisi temelinde meşru, haklı bir mücadele yürüttük” diyorlar. Yaşamayan insanlara anlatmak çok zor… PKK Şırnak”la Siirt arasında bir köy bastı. Kadın, çocuk demeden camide insanları öldürdü. O köyün muhtarının bir ayağı koptu gitti. Sonra yine aynı köyü hedef almaya devam ettiler. Aynı muhtarı tekrar vurdular ve diğer bacağını da kopardılar. O muhtar iki bacaksız olarak devlete, millete bağlılığını muhtarlık görevini devam ettirerek sürdürüyor. Başka bir köyde, hamile kadınları muayeneye giden bir ebeyi katlettiler. Ebenin ismini bir başka köydeki sağlık ocağına verdik. O kadar büyük mezalimler var ki… Sadece askerlerden, polisten, jandarmadan şehit verilmedi. PKK mezaliminden en büyük zararı da bölge halkı gördü. “DEM GERÇEK YÜZÜNÜ GÖSTERDİ” – Tam bu noktada DEM Eş başkanı Bakırhan’ın korucularla ilgili sözleri neyi anlatıyor? Kürtleri temsil ettiğini söyleyen partiler, yaşananlardan hiçbir ders çıkarmıyor. DEM, PKK”nın dilini, söylemini benimseyerek gerçek yüzünü gösterdi. Bu vahim bir hatadır. Ben bölgede 22 yıl görev yaptım. Bölge halkını tanıyorum. Her bir Kürt”ün veya bölgede yaşayan vatandaşın DEM”i tasvip ettiğini düşünmeyelim. Ama bu kadar gözü kara biçimde PKK”nın söylemini benimsemesinin, PKK’nın sözcüsü haline gelmesinin nedeni hükümetin içinde bulunduğu çaresiz, tavizkar tutum. “SUSTURMAK İÇİN SEVR SENDROMU DİYORLAR” – “Terörsüz Türkiye”yi eleştirenlere yönelik olumsuz tepkiler için değerlendirmeniz nedir? İletişim başkanlığı diye çok güçlü bir propaganda mekanizması var. Kaynakları sonsuz. Hemen hemen tüm medyayı kontrol ediyorlar. Cumhurbaşkanı her gün bir yerlerde konuşuyor. Bir kesim sadece Tayyip Erdoğan”ı dinliyor. Ve o dinlemelerde hep aynı mesajlar, aynı kelimeler, aynı cümleler var. Bir süre sonra inanıyorlar ve farklı görüş ifade edenleri vatan haini gibi görmeye başlıyorlar. Çünkü böyle sunuluyor. Yapılması gereken sakin sakin gerçekleri, halkımıza gerçekleri anlatmak. Şu çok nettir ki; bu metin bir barış bildirisi değil, savaş ilanıdır. Bunun karşısında hükümetin suskun, utangaç haline bakıp insanlar PKK”ya taviz vererek barışın geleceğini sanıyorlar. Burada barışın adı yok. Bakın, askerler barışın anlamını en iyi bilenlerdir. Çünkü biz yaşadık, can aldık can verdik, o dökülen kanı gördük. Şimdi susturmak veya sindirmek için “Sevr sendromu” diyorlar. “HİÇBİR ŞEY BİTMİYOR, YENİ AŞAMAYA GEÇİLİYOR” – Metin için “PKK’nın tabanına bir şey söylemesi lazım, çok da ciddiye almamalı” diyenler de var… Bu iki sayfalık çok provakatif bir metin. Hiçbir şeyi bitirmiyor, savaşı yeni bir aşamaya geçiriyor. Bu metin birinci satırından son satırına kadar savaşı daha ileri aşamaya götürme kararlılığını ifade ediyor. Bunu farklı okumaya çalışmak zekamızı hafife almak demektir. – En az zararla nasıl buradan çıkılabilir? En büyük yanlış üç konunun birbirine karıştırılması. Bir: PKK”nın silah bırakması ve kendini feshetmesi. İki; Suriye”deki YPG yapısı, Suriye”nin toprak bütünlüğü. Üç; bizim kendi sınırlarımız içindeki Kürt kökenli vatandaşlarımızın eşit vatandaşlık konusu. Bu üçünü birleştirip bir torbaya atar ve bu torbanın ağzını düğümleyip PKK”ya teslim ederseniz buradan çıkamazsınız. O nedenle önce yapılması gereken üçünün birbirinden ayrılması. – Meclis’te kurulması önerilen komisyon bunu sağlar mı? Bu komisyon PKK”nın fesih ve silah bırakma komisyonu mu yoksa PKK”nın dayattığı sınırların ve anayasanın yeniden tartışılması, müzakere edilmesi komisyonu mu… Önce bu komisyonun neyi tartışacağıyla ilgili çerçevesinin çizilmesi lazım. Bunu dillendiren yok, konu gene ortada kaldı. PKK silah bırakacaksa bu komisyonun yapacak hiçbir şeyi yok. Meclis, bir komisyon kuracaksa Kürt kökenli vatandaşlarımızın taleplerini dinlemeli ve onların sorunlarına çare aramalı. MÜCADELEMİZ ÖRGÜTLÜ CEHALET VE ÖRGÜTLÜ KÖTÜLÜĞE KARŞI – Uzun yıllar bölgede görev yapan bir asker olarak nedir en büyük sorun? Güneydoğu”daki temel problem; oradaki feodal yapıdır. Halktan ya ağanın marabası ya da tarikat şeyhinin müridi olmaları bekleniyor. Bir komisyon kurulacaksa önce buna çözüm aramalı. Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda artık geri dönüş yok ama bizim için, Türkiye için yapılabilecek şeyler var. Ancak bunu iktidardaki mevcut siyasi kadro yapamaz. Başka bir kadro bu ülkeyi farklı bir istikamete götürebilir. Ben Türk halkının siyasi bilincinin ve demokrasiyi anlama, benimseme, özümseme seviyesinin Türkiye”deki siyasi kadrolardan çok daha ileride olduğuna inanıyorum. Biz örgütlü cehalet ve örgütlü kötülüğün iş birliğine karşı mücadele veriyoruz; bunu da ancak örgütlü iyiliğin örgütlü aydınlıkla iş birliğiyle başarabiliriz. Herkesin elinden geleni yapması lazım, çünkü herkesin yapabileceği bir şey var. Ben, her şeye rağmen yakın geleceğimizi aydınlık görüyorum. PORTRE Dr. HALDUN SOLMAZTÜRK 1975’te Kara Harp Okulundan piyade subayı olarak mezun oldu. Genelkurmay Başkanlığında, NATO Avrupa Komutanlığı’nda ve Kıbrıs’ta görev yaptı. Somali, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya ve Arnavutluk”taki operasyonların planlama ve icrasına katıldı. Uzun yıllar, şehirde ve kırsalda terörle mücadelede bulundu. 2005’te Tuğgeneral rütbesinde, kadrosuzluk nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli edildi. Boston Üniversitesi’nden Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Siyaset Bilimi Doktora derecesi aldı. Solmaztürk, Gallipoli and Dardanelles International (Londra) ve Gelibolu Derneği üyesidir.
Source: İklim Öngel
Kim Kime Dum Duma
Cezaevinden 37 kilo ile çıkmıştı: Nihal Candan’ın son hali görenleri korkuttu!
37 kiloya düşerek tahliye edilen Nihal Candan, son haliyle sosyal medyada yeniden gündem oldu. Zayıflığıyla dikkat çeken Candan”ı görenler tanımakta zorlandı.
Source: Behiç Ak
Asgari ücrete neden zam yapılmalı? – MAHMUT ASLAN
2025 yılında asgari ücret net 22 bin 104 TL’dir. Asgari ücret açıklandığı günden bugüne kadar aradan geçen aylar içinde yüksek enflasyon ve temel harcama kalemlerindeki sert artışlar karşısında değer kaybetmeye devam etmektedir. TÜRK-İş’in Nisan 2025 verilerine göre dört kişilik bir aile için açlık sınırı 24 bin 035 TL’ye, yoksulluk sınırı ise 78 bin 292 TL’ye dayanmış durumda. Bekâr bir çalışanın yaşama maliyeti ise 31 bin 142 TL olarak hesaplanmıştır. Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu’nun Nisan 2025 verileri ise daha çarpıcıdır: Açlık sınırı 26 bin 179 TL, yoksulluk sınırı ise 79 bin 413 TL olarak belirlenmiştir. Bu veriler, mevcut asgari ücretin açlık sınırının dahi altında kaldığını göstermektedir. Türkiye’de asgari ücret, teknik olarak “en düşük ücret” olmakla birlikte, fiilen ortalama ücret durumuna gelmiştir. Milyonlarca çalışan, başka herhangi bir sosyal destek veya yan gelir olmadan bu ücretle geçinmeye çalışmaktadır. Temmuz ayında bu ücretin yeniden artırılması, sadece ekonomik değil, toplumsal bir zorunluluktur. Asgari ücretle geçinen bir işçinin bugün kırmızı et tüketebilmesi neredeyse imkânsız duruma gelmiştir. Ayda yalnızca 4 kilogram et tüketmek isteyen bir ailenin yalnızca et harcaması 4 bin 300 TL’yi aşmaktadır. Bu, asgari ücretin yaklaşık beşte biri demektir. Büyükşehirlerde 2+1 ortalama bir dairenin kirası 17 bin TL’ye dayanmışken bu ücretle barınmak ve aynı zamanda yaşamak mümkün değildir. Devlet okullarındaki kırtasiye, servis ve forma giderleri bile ücreti ile geçinenleri yıl içinde birkaç kez borçlanmaya itmektedir. Bu nedenle 2025 yılı itibarıyla çocuk işçiliğinde yeniden artış gözlemlenmektedir. Kredi kartı borçlarındaki patlama ve artan icra dosyaları da emeğin nasıl sistematik biçimde yoksullaştırıldığını kanıtlamaktadır. BDDK verilerine göre bireysel kredi kartı borçları 2025’in ilk dört ayında yüzde 48 artmış, icra takibine düşen dosya sayısı 30 milyonu aşmıştır. ORTA VADELİ PROGRAM NE GETİRDİ? Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek öncülüğünde uygulamaya konan ve “rasyonel zemine dönüş” olarak adlandırılan ekonomi programı, asgari ücretli ve sabit gelirli kesimler için herhangi bir iyileşme sağlamamıştır. Tersine, bu program kamu harcamalarında kısıntı yapmayı, vergi yükünü geniş halk kesimlerine yaymayı ve ücretleri reel olarak baskılamayı hedeflemiştir. Enflasyonu düşürme iddiasıyla yürütülen bu stratejinin sonunda fiyatlar düşmemiş, yalnızca halkın alım gücü gerilemiştir. Bu tablo, uygulanan programın yalnızca teknik olarak değil, siyasal ve sınıfsal olarak da başarısız olduğunu göstermektedir. Enflasyonist bir ortamda ücretleri sabit tutmak, yoksulluğu bilerek artırmaktır. Ayrıca, program kapsamında toplanan milyarlarca dolar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iktidarda kalma hırsı uğruna, en büyük siyasi rakibi Ekrem İmamoğlu’nu yargı yoluyla tasfiye etmeye yönelik girişimlerle bir gecede buharlaştırılmıştır. SENDİKALARIN SESSİZLİĞİ Sendikaların büyük kısmı bu gerçek karşısında sessizliğe gömülmüş durumdadır. Toplu sözleşme dönemleri dışında görünmeyen sendikal yapılar, bugün milyonlarca emekçinin yoksullaşmasına seyirci kalmaktadır. Oysa sendikaların asli görevi, yalnızca ücret pazarlığı değil, insanca yaşam koşullarını savunmaktır. Asgari ücretin yeniden belirlenmesi için kitlesel bir mücadele hattı kurulması, işyerlerinden başlayarak sokakta, medyada ve yerel düzeyde örgütlü bir talebe dönüşmesi şarttır. CHP”NİN SİYASİ SORUMLULUĞU Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu süreçte daha etkin bir rol üstlenmesi beklenmektedir. Yalnızca Meclis kürsüsünde değil, sokakta, sendikal alanda ve yerel yönetimlerde asgari ücret meselesini gündemde tutmalı, açlık sınırının altında kalan her ücretin suç olduğunu vurgulayan bir siyasi dil geliştirmelidir. CHP milletvekillerinin daha önce sunduğu, asgari ücretin yılda iki kez enflasyona endeksli biçimde otomatik güncellenmesini sağlayacak yasa teklifleri yeniden gündeme getirilmeli ve bu talepler kamuoyunda güçlü biçimde dillendirilmelidir. ÜCRET TARTIŞMASI DEĞİL, YAŞAM MESELESİ Bugün asgari ücretin yeniden belirlenmesi yalnızca teknik bir karar değil, sosyal devlet ilkesinin bir gereğidir. Asgari ücret, bir lütuf değil, işçilerin emeğinin karşılığıdır. Bugün o karşılık fazlasıyla eksilmiştir. Temmuz ayında yapılacak bir ücret artışı, ülkenin ekonomik gerçekleri kadar toplumsal huzurunun da korunması için zorunludur. Milyonlarca insanın gıda, barınma ve sağlık gibi en temel gereksinimlerini karşılayamadığı bir ülkede, barıştan ve huzurdan söz edilemez. Sendikaların, siyasi partilerin ve tüm emek örgütlerinin bu konuda ortak bir ses yükseltmesi tarihsel bir görevdir. Çünkü mesele yalnızca ekmek değil, aynı zamanda onur, adalet ve eşitlik meselesidir. MAHMUT ASLAN YAZAR
Source: Olaylar Ve Görüşler
Bu iktisat bize nerelerden geldi? (7)
Devam ediyoruz. Önceki yazılardan bize lazım olacak noktalarla ilerleyelim. METAMORFOZ Kapitalizmin son kırk yıllık senaryosunda başrolü “para”nın metamorfozuna verdiler. Buna “finansallaşma” diye ad koydular. Oyun “dünya parası” ile oynanacaktı. Para birimi ABD Doları oldu. 1971’de, doların o tarihe kadar göbeğinden bağlandığı “altın” ile bağını kesip onu “tek tabanca” yaptılar. 1979’da, FED Başkanı Volcker kapitalizmin “ağa”lığa ABD’yi sağlam oturtan hamlesini yaptı. 1980’lerde perde açıldı. 1990’larda yeni senaryo başladı. 2000’lerle, tüm dünya sahnelerinde “tek oyun” oldu. Oralardan geliyoruz. Bunları daha önce yazdım. “Ağa”lık demek, dünyadan “kaynakları” (dünyanın varını yoğunu) sermaye olarak çekebilme kapasitesi demekti. Senaryoyu bu kapasite yürütecek. Bunun için çok, çok, çok dolar, yani, likidite lazım. Sisteme dünya parası ile kesintisiz “likidite” vereceksin ki her yerde “fazlalar” yaratıp çekebilesin. Sürekli vereceksin, çekeceksin. Yani, sermaye likidite ile “dolaşacak”. İktisatçılar “recycling” derler. Birinci iş bu. Yolu açmak lazım. 1960’ların sonlarında ABD bankacılığı işin “kutsallığı”nı kavradı. 1970’lerden başlayıp yolu açtı. “Yükümlülük yönetimi”ni (Liability Management, LM) icat etti. Amerika’nın keşfinden sonraki en büyük keşif oldu! Borçlanmak esastır; borçlan ki borcun ticaretini yaparak çok kazanasın! Borcu çek ve ver. Al ve sat. Demek ki borcu “para” yapıyoruz. LM bu. Yoksa dünyanın varını yoğunu sermayeye dönüştürmeye dolar dayandıramayız. Eski bankacılıkla pek yol alınamaz! Artık dünyayı oynatacaksın! Sermayeye başkalaşma lazım. Metamorfoz buradan hareketlendi. Borç yeni bir “meta” gibi ticareti yapılarak çoğalırken “paralaştı” ve piyasalaştı. Likiditeleşti. Dünya ölçeğinde para ailesine katılıp başköşeye oturdu. Sermayenin defterine “dolar”la yazıldı. “Paralaşan şey”in bebekken adı “Avrupa Doları” (Euro-dollar) piyasasıydı. Ergenlikte adı “offshore” oldu. Daha büyüyüp iyice serpilince nüfusa şöyle yazdılar: Gölge Bankacılık (Shadow Banking). Artık bilançolarda görünmesi de şart değil. İçinde akla gelecek, gelemeyecek neler yok ki! Tümü kendi “faiz”ini (kibarca, “primi”ni) yaratan türler. Kendi faizini yaratan ve alınıp satılan “şey”ler para ailesini büyüttükçe büyüttü. Dünya bunlarla “Risk ne kadar yüksekse kazanç şansı o kadar büyük olur”u öğrendi ve huyu değişti. Kapitalizm bu serüvende sadeleşmedi, giriftleşti. “Serbest piyasa” sloganı bunlarla moda oldu, yayıldı. EIN KAPITALISMUS, EIN FINANS, EIN… Yol açıldı. İkinci iş nereye gideceğini bilmek. Senaryoda başrole üretim dünyası değil, “varlıklar” (“asset”ler) dünyası yerleşti. Her şeyi “varlık” olarak fiyatlandırıp kaydederek alınır-satılır kılmak ve servetin gücünü büyütüp oraya doğru gitmek. Sermayenin karakterinde üretimden servete doğru kayan bir hareketlenme oluyor. Dünya ölçeğinden daha küçük çapa sığmayan bir oyun başlıyor. Üretim dünyası da “varlıklar” dünyası da sermayeye aittir. Üretim dünyasında emek de var. Fiyatlamaya giriyor. “Varlıklar” dünyasında emek yok. Fiyatlamaya girmiyor. Orada “varlık” yönetimleri (ve şirketler) sahnesindeyiz. “Varlık piyasası”nın likiditesi fiyatlama ile besleniyor, “kaldıraç”la (“leverage”) çoğalıyor. Orada fiyatlama (“varlık enflasyonu” da diyebiliriz) sermayenin servete, servetin sonsuzluğuna doğru koşusu ile yapılıyor. Kâh hızlı kâh yavaş ama yırtıcılıkla koşuluyor. “Varlıklar” zaman zaman birbirlerini yok ediyorlar. Koşunun “sponsor”u finanstır. Tek kapitalizm dünyası, tek finans kurgusu. Bu senaryodaki sermayenin eti kemiği yoktur. Sanallığı var. Sermaye servete, yeni birikimine bu sanallığa sarılarak gidiyor. İktisat artık “topyekûn gelişme merkezli” bir iş değildir. OTORİTE VE GÜÇ MESELESİ Bir yeni güç (“power” diyorlar) hissediliyor. Bu, son 30 küsur yıllık senaryoda yeni güç sadece piyasalarda inşa edilmemiştir. “Otorite”, yani devlet olmaksızın güç yürütülemez. 2008’deki “Büyük Çöküş” ve sonrası apaçık gösterdi. Yeni gücü devlet (FED ve ABD Hazinesi) ile Wall Street merkezli piyasalar omuz omuza, kapitalizmde bir “modern Leviathan” gibi oluşturdular. Otorite ve “güç” birliğinde çatlak olmamalıydı. Kapitalizm her kalp krizinden çıkmalıydı. Gücün hassas bölgesi “varlık piyasaları”dır. Orası mutlaka likidite ile beslenecek, “kansız” kalmayacak ve fiyatlamasını yapabilecek ki kapitalizmin ekonomisinde tüm fiyatlamalar yapılabilsin. Sermaye dolaşabilsin. Devlet o bölgenin “doping”ini esirgerse piyasalar kendi başlarına bu beslenmeyi yapamazlar. FED bunu açık da yapar, gizli de. 2008’den sonra öyle yaptı. Yetti mi? Yetmez ama evet. Acilen devletin daha sürekli, piyasaların nabzını kesintisiz attıracak yeni, ciddi bir rolü lazım: Piyasaların nabzı teminatla atar. Çare? Çare, ABD Hazinesi’nin durmadan borçlanmasıdır. Çünkü dünya kapitalizminden sorumlu merkez orasıdır. Herkes kabul etmeli, tartışılmaz, sağlam teminat ABD Hazine tahvilidir. Hep gelmeli. Piyasalar sağlam “teminat”ı hissetmeliler. (Böylece, ABD Federal borcu bugün 40 trilyon dolara yaklaştı. ABD yurtiçi hasılası ise 30 trilyon kadar!) Clinton zamanında başlamıştı, Obama zamanında yerine oturdu. Şimdi noktalayalım: Biz oyunun buraya kadar olan ana bölümünde yokuz. KARDEŞ EKONOMİLER Biz bu senaryoya 2000’li yıllarla alındık. Ülkenin sermaye sınıfı ve siyaset topluluğu birlikte bu senaryoya o zaman sığındılar. O vakitler, kapitalizmin 1944 doğumlu iki “mürebbiye”si, IMF ve Dünya Bankası’na yeni görev verilmişti: Bizim gibi ülkelerin kimliği kapitalizmin “yeni yetme piyasaları” (“emerging markets”) olarak değiştirilmişti. Senaryoya giriş kaydını “mürebbiyeler” yapacak, bizleri orada daimi ikamete alıştıracaklardı. Daha önceleri bizden eksik etmedikleri “yapısal uyum” (“structural adjustment”) programları ekonomi yapımızı değiştirip dünya kapitalizmine ayarlamak için tasarlanan ısrarlı uygulamalardı. Şimdi, kapitalizmin yeni dünya senaryosu ile bizden daha ileri bir adım bekleniyordu: Sermayeye açıl ve dolaşıma gir! Senaryonun dışında kalma, içinde bir “yavru kapitalizm” ol! “Yavru”luğa kabulün önkoşulu var: Tüm kuruluşlarını, birikimlerini elden çıkaracaksın, satıp savacaksın ki dünya kapitalizminin bu yeni “aşama”sına “pirüpak” alınabilesin! Biliyoruz, 2000’den sonra senaryoya girişimiz de böyle oldu. Sattık. Ve ikinci koşula hak kazandık: Borçlanacaksın! İkram gibi gösterilen koşul! Tüm kesimlerinle, şirketlerden başlamak üzere borçlanacaksın. Borçluluk yoksa para da yok! Bu adımla, geçen yazıda vurguladığım gibi, Arjantin’le (başkaları da var) “kardeş ekonomiler” olduk. Peki, kapitalizmin “büyükleri” de “borçlan ve kazan” çizgisinden ilerlemiyorlar mı? Dikkat edelim, senaryoda simetri aramayalım; bir “statü” farkı var: Onlar gitgide daha çok “asset” almak üzere “kaldıraçlarla” (leverage) borçlanıp birikim yapıyorlar. Bizler, kardeş ekonomiler, borç ödeyebilmek (“settlement”) için borçlanıyoruz ve henüz satılmamış birikimlerimiz, “asset”lerimiz varsa onları da satıyoruz. Senaryoda demirbaş rolümüzdür. İkinci sürekli rolümüz için senaryonun işleyişini kavrayalım, akılda tutalım. Senaryo “ağa” için mükemmel işler. Ancak kanallarında sermayenin eski-yeni her çeşidi dolaştıkça gaz yapar, şişer. Deflasyon (gaz alma) şart olur. “Ağa” deflasyon yapmaz. Kesinlikle! Senaryonun örfüdür. İhraç eder, yaptırır. Deflasyon bizlerin işidir. Bizler senaryonun “selameti” bakımından gaz almaya yararız. Zaman zaman siyasetçiler ve ana akım meslektaşlarımız deflasyonun “tek doğru politika” olduğunu tüm çabalarıyla, yorulmadan anlatırlar. Şimdi yine öyle bir zamandan geçiyoruz. Zaten “deflasyon ekibi” de çalışıyor. “Mürebbiyeler”le ve “varlık şirketleri” ile birlikte, bunun bünyemiz için tek sağlıklı yol olduğunu yineliyor. HANGİ DİLLE İYİ ANLARIZ, ANLATIRIZ? Kapitalizmin senaryosunda toplum yoktur. Serveti büyüterek yaşayanlar ve ücretle geçinenler vardır. Son 20 küsur yıl öğretmiş olmalı. Senaryo ekonomiden toplumu boşaltıp çıkardıktan sonra meslektaşlarımız tabloyu iktisat diliyle anlatmakta çok zorlanıyorlar. Neresinden tutup anlatalım? O dil yetersiz kaldıkça tablo bambaşka bir dilin anlatımını şart kılan özellikleriyle ortaya çıkıyor. İlginçtir, toplumun gözlerinden bakarsak tabloyu anlatan en yakın dil şiir dilidir. Her şiir mi? Hangi şiir? Bunu 1922’de, İngiliz(leşmiş) şair T.S. Eliot yazdı, dersem edebiyatçılara karşı kusur işlemiş olur muyum? The Waste Land. Türkçesine “Heder Edilmiş Ülke” diyebiliriz. Eliot bizleri büyük burjuvazilerin uygarlık değerlerini umursamayıp heba ederek “Büyük Savaş”la da yıkarak çoraklaştırdığı dünyaya götürüyor. Belirsizliklerin katmerlendiği, “zaman”ın kaybolduğu bir dünya. Ülke var. İnsanları da var. Ama varlıkları ve değerleriyle terk edilmiş bir toprak olarak var. Orada her şeyin gerçek adını söylemeniz gerekmiyor artık. Gerçek adların anlamı boşalmış. Arjantin 30 küsur yıldan beri ekonomide aynı iktisat diliyle (bir “ölü dil” gibi) aynı sözcüklerle, dönüp dolaşıp hep aynı noktaya geliyor. “Zaman”ı kaybettiren bir senaryoya kilitli. Geçen yazıda da belirttim, Bulgar teyze Corciyeva ile son Arjantinli Milei yine aynı noktaya gelişi kutluyorlar! “Zaman” 1990 mı, 2025 mi? Belli değil. Çünkü gerçek değil! Bir ileri hareket taşımıyor. Bu noktadan hareketle nereye gelinir? Yine aynı noktaya! Terk edilmişlik biraz daha pekişir. Bizim “deflasyon ekibi”nin yetkili sözcüsü geçenlerde yurtdışında bir finans toplantısında, onlara Türkiye’nin “cazip ülke” olduğunu söyledi. Dünya sermayesinin gözlükleriyle baktığına inandırmaya çalıştı. Senaryoya uygun olarak deflasyonu doğrulayarak söyledi. “Böyle bakın!” dedi. “Corciyeva-Milei noktası”nı aradığını dillendirdi. Toplum ise elinde iktisat dilinin kavramlarından yoksun fakat sanki şiir dilinin “vukuf”una ve gözlüklerine sahip gibi bakıyor ve “heder edilmiş ülke” gibi görüyor. Deflasyonun ve şiirin gözlükleri arasında büyük makas mı var, yoksa ikisi de aynı şeyi, yüzyıllık yankısı kapitalizmin senaryosuna yerleşmiş, toplumların iliklerine işlemiş “The Waste Land”i mi gösteriyor? İktisatçı da düşünsün.
Source: Bilsay Kuruç
Nefes al, ver…
Bu aralar hayat felsefesine yönelik popüler kavramlardan biri de uzun ömürlülük (longevity). Kuşkusuz kelimenin parıltısı yaş alırken sağlıklı kalmakta, dinç olmakta yatıyor. Hedef güzel, bakış açısı umut verici ama öyle kolay iş değil. Maddi, manevi çaba, öz disiplin gerektiriyor. Stresle başa çıkmayı bilmek de önemli. Bireysel yaşamlarımızda uzun ömürlülüğe yönelik tartışmaların aslında toplumsal ruh halinin dışında yürütülmesi ise pek mümkün değil. Ne de olsa ülkemizin ekonomiden siyasete, şiddetten eğitime, sağlıktan tarıma toplumsal sorunlar tablosu ortada. İBB’nin seçilmiş başkanı, CHP’nin cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu ’nun tutuklanmasının ardından yakın çevresine operasyon üzerine operasyon yapılıyor. 19 Mart’tan bu yana süren, geçen hafta 5. dalgası gelen operasyonlarda gözaltı sayısının 237 olduğuna işaret ediliyor. Akıllarda soru çok. Acaba dünya metropolü kentin yönetim kadrosuna yönelik bu tartışmalı operasyonlarla “İstanbul’un başıboş kaldığı, yönetilemez hale geldiği” algısı oluşturularak bir kayyum yönetimi atamak çabası mı var? Yurttaşın yaşanan süreci “normalleştirmesi” , meydanlardaki “millet iradesi” vurgulu çağrıların unutturulması mı isteniyor? Yerel seçimlerden birinci parti çıkan CHP’ye yönelik bugün görülecek olağanüstü kurultayın iptali davası duruşması da kritik önemde. Süreçle acaba CHP’nin seçmen gözünde itibarının zedelenmesi, “İç tartışmalardan kurtulamıyor” düşüncesi oluşturulması mı hedefleniyor? “SAMİMİYET” SORUSU Bir yandan da iktidar cephesinin, “İmralı açılımı” ndan terör örgütünün feshi ilanına geçen sürede izlediği politikalarla ortaya çıkan bilinmezlikler sürüyor. Bunlar arasında PKK ile girilen sürece karşın muhalefetin “kent uzlaşısı” nın terör suçu sayılması, kayyum siyasetinden, yargıdaki çifte standart yaklaşımlara eleştiriler gibi tüm bu gelişmelerin kritik kavşağındaki Suriye konusu da var. CHP’ye baskıyı artıran Cumhur İttifakı yanına DEM başta olmak üzere muhalefetten ikna ettikleriyle işbirliği yapıp “yeni anayasa” yapma peşinde. “Yeni Osmanlıcılık” hayalleri yine piyasaya sürülüyor. Gericiler bize ne düşer diye bekliyor. CHP, tutuklu siyasiler, “kent uzlaşısı” konularına da işaretle iktidarın çelişkilerine dikkat çekiyor. Kent uzlaşısındaki müttefiki DEM’e iktidarın samimiyetini sorgulayın mesajını veriyor. Bu soru özellikle DEM Partili seçmen açısından önemle değerlendirilmeli. İç yakan gündem başlıklarından biri de eylemlere katıldıkları için cezaevinde tutulan gençlerimizin durumu. Serbest bırakılmaları, geleceklerinin karartılmaması, okul hayatlarından koparılmamaları çağrıları sürüyor. Sadece sandığa gitmek o ülkede demokrasi var anlamına gelmiyor. Katılımcı demokrasilerde, demokratik, laik, hukuk devleti ilkeleri, demokratik kitle örgütlerinin gücü büyük bir bileşen. Eleştiri ve muhalefet kültürü bunun önemli ayaklarından. Küresel öngörülemezliğin böylesine arttığı bir dönemde, ülkenin geleceği, ulusal güvenliği, çıkarları açısından muhalefeti “suç odağı” algısının merkezi haline getirme yönündeki bakış açısının son derece tehlikeli olacağını görmek gerekiyor. KOBİ”LER ZORDA Ne diyor uzmanlar, “uzun ömür” için ruhsal ve fiziksel sağlığını korumak gerek. Ama tüm bu kriz havasında gel de sağlığını koru. Güvenli gıdaya ulaşım bir yana yurttaşın ekonomik şartları ortada. Çarşı, pazar yangın yeri. Gıda sorunu ciddiyetle ele alınması gereken bir halde. Uyarılara karşı çevre ve tarım politikalarındaki yanlışlar bitmiyor. Geçen hafta gündeme yansıdığına göre, yüksek gıda fiyatlarının önlenemediği ülkemizde nisan ayında yaşanan zirai don ve girdi maliyetleri nedeniyle tarımsal üretimde büyük düşüş kapıda. KOBİ’lerin yaşadığı zorluk da artıyor; takipteki (batık) kredilerin yüzde 90 artışla 106 milyar TL’ye yaklaştığına işaret ediliyor. Takipteki KOBİ sayısının 281 bini geçtiği belirtiliyor. Kimi uzmana göre, sağlıklı olmayı, stresle baş etmeyi destekleyici yöntemlerden biri de nefes egzersizi. Denemekte fayda var ama bizdeki deli gündem, gelecek kaygıları düşünüldüğünde tıkanmak da olası.
Source: Mine Esen
Sabır taşı çatladı
“Biraz daha sabır” diyor ekonominin baş sorumlusu Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz … Bu sabır çağrısını bir milyon üyesi bulunan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Ekonomi Şurası’nda yapıyor. Genellikle hükümete destek veren, eleştiriden uzak duran iş insanlarında bıçak kemiğe öyle dayanmış ki işçisine maaş yetiştiremediğini söyleyen KOBİ patronuna, finansmana ulaşamadığından yakınan sanayiciye söylüyor bunları. “O kadar da abartmayın” diyor. “Az kaldı geçecek” diyor. Tıpkı 2018’den beri süren ekonomik kriz boyunca defalarca bu çağrıyı yapan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, ekonomiden sorumlu tüm bakanlar gibi. 2021’de “Faiz neden, enflasyon sonuç” programının uygulayıcısı Nureddin Nebati de 2023’te başlayan tam tersi “acı reçeteli yüksek faiz düşük kur” programının mimarı Mehmet Şimşek de hep sabır istiyor. Hep birkaç aya düzelecek umudu pompalanıyor. Ne yazık ki Erdoğan’ın söylediği “Sabırla koruk helva olur” atasözü bir türlü gerçekleşmiyor. Çünkü sokakta başka bir dil konuşuluyor artık. Sanayi bölgelerinde üretim kısılmış, makineler yavaşlamış. Birçok küçük işletme kapısına kilit vurmuş ya da hayatta kalabilmek için işçisini çıkarmış. Esnaf “bu ayı da atlatabilirsem” diye yaşıyor. Çarşıda pazarda etiketler değil, gözler yanıyor. DAYANAMIYORUZ 2025’in mayıs ayındayız. Bahar geldi ama yüzlerde umut yok. Türkiye’nin dört bir yanında ortak bir kelime yankılanıyor: “Dayanamıyoruz.” KOBİ’ler ekonominin bel kemiği denirdi. O bel kemiği şimdi çatırdıyor. SGK primlerini yatıramayan, vergisini ertelemeye çalışan, hammaddeye ulaşamayan on binlerce işletmeye sabır telkin etmek, düşmekte olana bir tekme daha vurmak gibi. Sanayi üretimi yerinde sayıyor. Enerji fiyatları, döviz kuru baskısı ve finansmana erişim krizi, üreticinin kolunu kanadını kırmış durumda. Merkez Bankası’nın faizi yüzde 50’ye dayandı, kredi bulmak neredeyse mucize. Bulan da ödeyemiyor. Çünkü iç talep daralmış, vatandaş harcayamıyor. VATANDAŞ BORCA BATTI Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi’nin Mart 2025 verilerine göre Türkiye’de borçlu kişi sayısı 42 milyon 159 bine çıkmış. Bu sayı Türkiye’de her iki yetişkinden birinin bankalara borçlu olduğunu gösteriyor. Kişi başına düşen ortalama borç miktarı ise ilk kez 100 bin TL sınırını aştı. Markette temel gıdayı taksitle alan bir toplumdan söz ediyoruz. Emekli, ay sonunu görebilmek için torununun harçlığından kısıyor. Siyasetin kılcal damarlara işlediği, hukukun, adaletin rafa kalktığı, ekonomide kısa sürede düzelme umudunun kalmadığı bir ortamda günlük döviz rezervi hareketlerine bakarak umut satılıyor. Üyelerinin baskısına dayanamayıp sorunlarını anlatan iş dünyası örgütlerinin başkanları KOBİ’lere 30 milyon TL gibi açıklanan yetersiz desteklere bile teşekkür ediyor. O paranın kime gideceğini de bilerek! “Yanlış anlaşılırız, başımıza iş gelir” korkusuyla her söz dikkatle kullanılıyor. Yatırımlar durmuş, yabancı gelmiyor, yerli yatırımcı rekabet bahanesiyle yurtdışına kaçıyor. Bakan Mehmet Şimşek ise “Ekonomi sadece imalat değil. Artık her yatırıma destek yok” diyor. Sanki yatırım yapabilecek sermaye varmış gibi. Ekonomik krizin faturası yurttaşın sırtında. Ve Ankara’dan yükselen tek ses: “Abartmayın.” Unuttukları bir şey var: Bu halk yıllardır sabrediyor. Sabır taşı bile çatladı. Abartmıyoruz. Gerçekleri söylüyoruz. Çünkü artık sessizliğe sabrımız kalmadı.
Source: Jale Özgentürk
Hangi çocuklar için GSS primi ödenir?
Kanuna göre, sigortalı bir işte çalışmayanlar veya eşi, anne babası tarafından bakmakla yükümlü olmayanlar zorunlu genel sağlık sigortası (GSS) kapsamına alınıyor. Bu kişiler 2025 yılında aylık 780,17 TL GSS primi ödüyor. SORULARINIZ İÇİN: akivanc@haberturk.com Ödeme gücü olmayanların primi ise devlet tarafından karşılanıyor. Bir kişinin ödeme gücü olup olmadığı hane içindeki kişi başına gelirin asgari ücretin 3’te 1’inden az olmasına göre değerlendiriliyor. 2025 yılı için hane içinde kişi başına gelirin 8.668,50 TL’den az olması halinde GSS primi devlet tarafından karşılanıyor. Hane içinde kişi başına gelir bu tutarın üzerinde ise GSS priminin kendisi tarafından ödenmesi gerekiyor. ÇOCUKLARIN GSS YÜKÜMLÜLÜĞÜ NE ZAMAN DOĞAR? Anne babalarının çalışıp çalışmadığına, prim borçları olup olmadığına bakılmaksızın 18 yaşına kadar tüm çocuklar Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) üzerinden sağlık hizmeti alırlar. Yaş sınırı lise ve dengi okul mezunlarında 20, yükseköğrenim mezunlarında ise 25 olarak uygulanır. 2016 yılındaki kanun değişikliği uyarınca, öğrenim gören çocukların GSS prim ödeme yükümlülüğü, okuldan mezun oldukları tarihten 2 yıl sonra başlar. Başka bir ifadeyle çocuklar okuldan mezun olduktan sonra 2 yıl daha GSS primi ödemeden sağlık hizmeti almaya devam ederler. ÇOCUKLARIN ÜCRETSİZ SAĞLIK HİZMETİNDE YAŞ SINIRI Çocuklar için okuldan mezun olduktan sonra 2 yıla kadar bedava sağlık hizmeti sağlanmakla birlikte, bu süre öğrenim durumlarına göre belirlenen yaş sınırını aşamıyor. Örneğin, 2025 yılı haziran ayında üniversiteyi tamamlayan bir genç şu an 22 yaşında ise iki yıl boyunca GSS primi ödemeden sağlık hizmetinden yararlanacak. Ancak, aynı genç şu an 22 değil de 24 yaşında ise en fazla 25 yaşını tamamlayıncaya kadar GSS primi ödemeden sağlık hizmeti alabilecek. Daha sonrasında alamayacak. KIZ ÇOCUKLARININ GSS YÜKÜMLÜLÜĞÜ Kız çocuklarının GSS yükümlülüğü konusunu biraz açalım. 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun yürürlüğe girdiği 1 Ekim 2008 tarihi itibarıyla anne babası üzerinden bakmakla yükümlü olunan kız çocukları, herhangi bir işte çalışmıyorlarsa bekâr oldukları sürece sağlık hizmetlerinden yararlanmaya devam ederler. Bu durumdaki kız çocukları sonradan evlenip boşanırlarsa veya eşleri ölürse yine GSS primi ödemeden sağlık hizmeti alabilirler. Ancak, 1 Ekim 2008 tarihinde bakmakla yükümlü olunan sıfatı taşımayan kız çocukları erkek çocukları gibi yukarıda anlattığım genel kurallara tabidirler. İlk defa 1 Ekim 2008 tarihinden sonra sigortalı çalışmaya başlayanların kız çocukları ile anne babası 1 Ekim 2008 tarihinden önce sigortalı bir işte çalışıyor olsa bile kendisi bu tarihten sonra doğan kız çocukları da erkeklerle aynı kurallara tabi tutulurlar. GELİR TESTİ İÇİN BEKLEMEYİN Okuldan mezun olduktan sonra 2 yıl içinde sigortalı bir işe giremeyen ya da öğrenim durumuna göre değişen yaş sınırını doldurmuş olanların sağlık hizmetinden yararlanabilmek için 2025 yılında aylık 780,17 TL prim ödemesi gerekiyor. Prim ödememiş olanlar hastaneye gittiklerinde sistemde borçlu görünecekleri için sağlık hizmeti alamadan dönerler ya da tedavi parasını ceplerinden ödemek zorunda kalırlar. Ödeme gücü olmayanların GSS primlerinin devlet tarafından karşılanabilmesi için ikametin bulunduğu yerdeki sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakfına gelir testi yaptırılması gerekiyor. Prim ödeme yükümlülüğünün doğduğu veya SGK’nın bildirimde bulunduğu tarihte bir ay içinde gelir testi başvurusu yapılmalıdır. Yapılan gelir testinde hane içinde kişi başına gelirin brüt asgari ücretin 3’te 1’inden az olduğu tespit edilirse prim borcu oluşmadan devlet tarafından karşılanır. Gelir testi yaptırmak için geç kalınır ve ödeme güçlüğü sonradan tespit edilirse o tarihe kadar doğmuş prim borçlarının ödenmesi istenir. *Haberin görseli Shutterstock tarafından servis edilmiştir. *Görsel temsili
Source: Habertürk
“Dinde yeri yok” denildi, aşiretler ödemeyi yasakladı
Iğdır”da aşiret liderleri ve kanaat önderleri, bölgede yıllardır süregelen, birçok gencin evlilik sürecini zorlaştırarak evlenmelerini geciktiren, toplumsal kırgınlıklara yol açan başlık parası uygulamasına son verme kararı aldı.
Kadim Aşiretler Federasyonu, başlık parasının toplumda evliliklerin önünde büyük bir engel oluşturduğunu vurgulayarak, evliliği teşvik eden dini ve kültürel değerlerin altını çizdi. Federasyon Başkanı Ferhat Armağan, konuyla ilgili olarak şu açıklamada bulundu:
“Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Nikahın en hayırlısı en kolay olanıdır” buyurmuştur. İslam”da başlık parası değil, mehir vardır. Mehir, kızın hakkı olan bir hediyedir; başlık parası ise dini bir dayanağı olmayan bir taleptir. Bu farkı iyi anlamalı ve toplumumuzu bilinçlendirmeliyiz. Gençler için büyük bir fırsat olan bu karar, evlilik sürecinde maddi yükleri ortadan kaldırarak aileleri ekonomik açıdan rahatlatacak.”
Armağan, artık gençlerin evlenmek için yıllarca beklemek zorunda kalmayacaklarını belirtti.
Source: Anka
İmamoğlu ipoteği, “Erdoğan”a yarar” hastalığı!
Aradan geçen bunca zamanda bir türlü yapılamamasına bakınca AK Parti”nin 2007 gibi erken bir tarihte ciddi ciddi yeni anayasa yapmaya soyunmuş olması çok naif kaçıyor. AK Parti”nin kapatılmakla yüz yüze gelmesine sebep olan 2007 sürecinde de daha sonraki tüm yeni anayasa yapma girişimlerinde de hep en geniş mutabakat zeminini arayarak yola çıktı. Tek başına yeni anayasa yapabilecek sayısal çoğunluğunu sahip olmasına rağmen prosedürel haklılık yerine yüksek meşruiyet arayışında oldu.Normal komisyon prosedürlerinde partiler, sandalye sayıları oranında komisyona üye verirler. Şimdiye kadar kurulan Anayasa Komisyonlarında Meclisteki tüm partiler eşit temsille yer aldı. Yine de her seferinde, seçilmiş meşru iktidarın yeni anayasa yapma girişimi muhalefet engeline takıldı.”Anayasayı “kurucu meclis” yapar” ezberini tekrarladılar. “Kurucu meclis” dedikleri şeyi tahmin ettiniz; darbe komisyonlarıdır onun aslı. Hülasa demokrasiyle teşkil edilmiş meclisin anayasa yapmasını istemediler.Parça parça yapılan kapsamlı anayasa değişikliklerde de hayır cephesi kurdular. Hatta denilebilir ki bugünkü muhalefet niteliksel ve niceliksel olarak anayasa referandumlarında kaynaştı ve hayır bloku oluşturdu. Dolayısıyla yeni anayasaya hayır demek muhalefet için bir varolma biçimine dönüştü. Hal böyle iken Cumhurbaşkanı Erdoğan”ın CHP”yi yeni anayasa yapım sürecine davet etmesi, pek yerinde bir davranış olmakla birlikte olumlu karşılık bulacağa benzemiyor.Ancak öyle bir kavşaktayız ki CHP için buna hayır demenin maliyeti tahmininden büyük olabilir.PKK fesih kararını bile “Erdoğan kendini yeniden başkan seçtirmek istemesine” bağlayan bir kafa yapısının “Erdoğan ölene kadar başkan olmak için yeni anayasa istiyor” demesine şaşırmıyoruz. Lakin CHP”nin artık bu ergen inadını bir kenara koyması gerekiyor.Hakkındaki suçlamalar dalga dalga soruşturma konusu olan İmamoğlu”nun parti politikalarını ipotek altına aldığı bir dönemden geçiyor CHP. Bu süreç CHP”nin kendini siyaset dışına itmesine yol açabilir.Cumhurbaşkanının “Darbe anayasasından kurtulalım ve hep birlikte yeni bir anayasa yapalım” teklifine Özgür Özel “seninle konuşacak hiçbir şeyimiz yok” nobranlığıyla karşılık verirse yeni anayasa için bir fırsat daha kaçırılmış olacak. Çünkü öyle anlaşılıyor ki Cumhurbaşkanı tam mutabakatla yeni anayasa yapma kararından vaz geçmeyecek. Lakin bu kararla CHP kendini bir çıkmaz sokağa sokmuş olur.Yeni anayasa için her şart hazır. Terörsüz Türkiye projesinin yeni anayasayla taçlanması Türkiye”yi ön açıcı bir sürece sokabilir. Meclis”te grubu olan tüm partilerin dahil olacağı böylesi tarihi bir adımdan geri durduğu takdirde CHP, hayır cephesinde Zafer Partisi”yle başbaşa kalabilir.Cumhurbaşkanı Erdoğan, anayasanın ilk 4 maddesinin değiştirilemezliği ve bayrak, resmi dil, üniter yapı gibi kırmızı çizgilerden taviz verilmeyeceğini söylemişken, DEM Parti dahil tüm partilerin yer aldığı bir komisyonda, CHP”nin “ben oynamıyorum” diyerek yer almaması en kibar ifadeyle şımarıklık olarak değerlendirilir.PKK”nın tarih olduğu bir kavşakta yeni bir anayasa Türkiye”nin önünü, bahtını açacaktır. Bu yeni anayasaya güçlü ve büyük Türkiye”nin tüm etnik ve dini çeşitliliğiyle sahip çıkması; Kürtlerin, Türkiye”nin bir bölümünü değil tamamını kendi devleti olarak benimsediği yeni bir vasatın oluşması ve bu süreçten CHP”nin kendi kendini dışlaması, CHP için siyasi intihar anlamına gelir.CHP bence biran evvel şu İmamoğlu ipoteğinden ve “Erdoğan”a yarar” hastalığından kurtulmalı ve Türkiye”nin asli meselelerinde yapıcı rol almalı.
Source: Halime Kökce
Murat Övüç”ün eski karısı ilk kez görüntülendi
Sosyal medyada adından söz ettiren Murat Övüç oğlu Burakcan Övüç”ü evlendirdi. Gelinine nişanda 2 kilo altın takan Övüç düğünde de şovunu yaptı.
Geline kilolarca altın takan fenomene o anlarda oğlunun dışında eski eşi de yardım etti.
Murat Övüç”ün oğlunun annesi, yani eski eşi ilk kez düğünde görüntülendi. Oğullarının mutlu günü için bir araya gelen eski karı koca birbirine mesafeli duruyordu.
Oğulları için bir araya gelen ikiliden eski eş ilk kez görüntülenince sosyal medyada da gündem oldu.
“EŞCİNSEL OLDUĞUMU SÖYLEYİNCE…”
Murat Övüç daha önce hayatına dair açıklamalar yaparak Babasının çok despot biri olduğunu söyleyip şu ifadeleri kullanmıştı:
“Ablama ben eşcinselim dedim, “Bunu babama anneme anlatamayız” dedi. Babam istedi diye evlendim. Ama iyi ki evlenmişim oğlum oldu. Babamın yanında hep kimliğimi sakladım. Gençlik fotoğraflarım hep sakallıdır. 10 yıl önce babam vefat ettikten sonra eşimden boşandım ve evden ayrıldım. Zincirimi kırmak istedim. Zor dönemler başladı. Ailem, ablalarım, abilerim bana küstü.”
Source: Haber Merkezi
Özgür Özel”in “yoldaşları” Atatürk”e ve Türk milletine “soykırımcı, katil” dedi!
CHP, Sosyalist Enternasyonel’in İstanbul’daki toplantısını küçük çaplı bir siyasi rezalete dönüştürmeyi başardı.
Özgür Özel misafirlerine İmamoğlu pankartı tutturup, kendi eli ile Türkiye’nin iç işlerine müdahale ettirmeye kalktı. Yetmedi, Türkiye’nin devlet başkanını hedef alarak “seni dünyaya rezil edeceğim” dedi…
Toplantıya katılan delegasyona yakın bazı isimler ile görüştüm. Emrivaki yapıldığını, Türk hükümeti ile bu şekilde karşı karşıya getirilmekten hoşnut olmadıklarını söylediler.
Yani CHP, bu tavrı ile hem konuklarına saygısızlık ediyor hem de Türk milletine. Böylesi bir olay Avrupa’daki herhangi bir ülkede yaşansa, o partinin meşruiyeti sorgulanır, lideri insan içine çıkamaz hale gelir. Ama bizde taşlar öyle bir döşenmiş ki CHP ne yapsa rezil olmuyor. Bir de üstüne kalkıp milleti temsil eden Cumhurbaşkanına “seni dünyaya rezil edeceğim” deme cüreti gösteriyor.
Peki Özgür Özel’in “dünya” dediği ne? Sosyalist Enternasyonal…
Bu örgüt, dünyadaki solcuların yüzde 10’unu bile temsil etmiyor. Dünyanın ne kadarına denk gelir varın siz hesap edin….
Özgür Bey, “yoldaşlar” diye hitap ettiği misafirleri karşısında hızını alamıyor bir de söz veriyor: “Türkiye’yi mutlaka Avrupa Birliğine sokacağım”
İnsan sormadan edemiyor, Özgür Özel Sosyalist Enternasyonal’in hangi gücü ile sokacakmış acaba Türkiye’yi AB’ye?
Sosyalist Enternasyonel üyelerinin Avrupa’da iktidar olduğu ülkeler şunlar: Litvanya, Romanya, Slovakya, İspanya…
Yani 27 ülke arasında sadece dördünde Özgür Bey’in “yoldaşları” iktidarda. Ve bu dört ülkenin Türkiye’nin AB üyeliğine dair bir itirazı zaten yok!
Ha… Bir de Güney Kıbrıs’ta koalisyon ortağı EDEK Sosyalist Partisi var. Bakın o önemli olabilir. Çünkü Türkiye’ye yönelik en büyük itiraz Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesiminden geliyor.
Ama Özgür Özel’in EDEK’ten ve Yunanistan’daki yoldaşı PASOK’tan isteyeceği AB üyeliğinden daha önemli bazı şeyler olabilir…
Bakın, Güney Kıbrıs’ta hükümet ortağı, Özgür Özel’in yoldaşı EDEK, CHP’nin misafiri olmadan birkaç gün önce, 19 Mayıs’ta ne yaptı biliyor musunuz?
Bizim Kurtuluş Savaşımızın başlangıcının 106. yılını kutladığımız günde, Atatürk tarafından yapıldığını iddia ettiği Pontus soykırımını andı ve tüm dünyaya bu soykırımı tanıma çağrısı yaptı!
Özgür Bey’in diğer yoldaşı, Sosyalist Enternasyonal’in Yunan üyesi PASOK’un başkanı Nikos Androulakis de aynı gün aynı çağrıyı yaptı. Dünyayı “soykırımcı Atatürk’ten ve Türklerden” hesap sormaya çağırdı!
Yani Özgür Özel’in “bizi AB’ye alacaklar” diye pazarladığı yoldaşları, Mustafa Kemal Atatürk’e ve tüm Türk milletine soykırımcı, katil dedi.
Peki Özgür Bey bunlara itiraz etti mi? Avrupa Birliği üyeliğini boş verin, bu konuda herhangi bir girişimi oldu mu? Bu sorunun cevabı CHP’nin inandırıcılığı açısından da önemli bir fikir verebilir….
AZERBAYCAN’I ANLAMAK
Geçtiğimiz günlerde Ülke TV’nin çok ilgi çekici bir konuğu vardı. Otuz yıldan uzun süredir Azerbaycan’da yaşayan Türk iş insanı Hüseyin Büyükfırat. Entelektüel kimliği ile de bilinen Büyükfırat, aynı zamanda Türkiye Azerbaycan İş Adamları Birliği başkanlığını yürütüyor.
Mustafa Yıldız’ın konuğu olan Hüseyin Bey, Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin pek az konuşulan temel gerçeklerini anlatıyor, Azerbaycan’a dair ezberleri zorluyor. Hüseyin Bey’in konuşmasını mutlaka sabırla dinlemenizi tavsiye ederim. Kendisinin tespitleri, Azerbaycan algımızı genel hatları ile bir kez daha düşünmemize vesile oldu.
Bizim çağdaş bilincimizde Azerbaycan’ın üç hali var. İlki Sovyet dönemi Azerbaycan’ıdır. İkincisi Sovyet sonrası dönem, sonuncusu ise 2016’dan sonrası.
Sovyet döneminde Türkiye’deki Azerbaycan algısı, Batı blokunun geri kalanı ile paraleldi. Bu algıya göre Azerbaycan, diğer Sovyet ülkeleri gibi komünist Rus işgali altında idi. Ama Türkiye açısından konunun ikinci bir boyutu daha vardı: Azerbaycan ve diğer Türk cumhuriyetleri, “kızıllar” tarafından önü kesilen Turan idealini de temsil ediyordu.
Bu algı, az çok olgusal bir temele dayanmakla beraber, zaman içinde, değişimi gözden kaçıran ideolojik bir gözlüğe dönüştü. Çünkü Azerbaycan’ı tam olarak işgal altında saymak, hem Sovyetleri oluşturan 15 cumhuriyetten biri olarak Azerbaycan Sovyet Cumhuriyetini hem de SSCB devlet aygıtında üst düzey görevlere gelmiş Azerbaycanlıları görmemek anlamına geliyordu. Oysa Azerbaycan, bu dönemde hem SSCB içinde hem de uluslararası ilişkilerde varlık sahibi önemli bir ülkeydi. Azerbaycan’ı “Moskova’nın kölesi” gibi resmetmek, bir yandan bizim milliyetçi romantik arzularımıza diğer yandan soğuk savaşın propaganda ihtiyaçlarına yanıt veriyordu ama, gerçeği yansıtmıyordu.
Sovyetler Birliği, çözüldükten sonra diğer cumhuriyetler gibi Azerbaycan da bağımsızlığını kazandı. Azerbaycan halkı, Moskova’nın çok ağır baskısına ve silahlı müdahalesine rağmen bağımsızlık iradesinin arkasında durdu.
Bu dönemde, Türkiye’de Azerbaycan’a yönelik milliyetçi bakış zirveye ulaştı, yaygın kabule göre Türklerin birliği ideali gerçek olmak üzereydi. Ancak öte yanda bambaşka bir Azerbaycan gerçekliği yaşanmaktaydı. Ülke, Karabağ yenilgisinin ardından parçalanma noktasına gelmişti. Siyasi istikrarsızlığın ülkeyi felakete sürüklediği bir anda halk, kurtarıcı olarak Haydar Aliyev’i çağırdı.
Ülkeyi kurtaran Aliyev, modern Azerbaycan’ın kurucu babası olarak tarihe geçti. Aliyev, geçmişte de Azerbaycan’a büyük hizmetleri dokunmuş bir devlet adamıydı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Siyasi Büro üyeliği ve SSCB Bakanlar Kurulu üyeliğine kadar yükselmiş bir isimdi.
Aliyev’in “yeniden kuruluşu” dayandırdığı temellerden belki de en önemlisi Azerbaycanlılık kavramıdır. Azerbaycan, Türklerin çoğunlukta olduğu, Türkçenin bir varyantının konuşulduğu, bayrağı üç renkli ay yıldızlı bayrak olan bir ülkedir. Ama aynı zamanda çok kültürlü, çok etnikli bir yapıya sahiptir. Aliyev, Azerbaycan düşmanlarının ülkeyi bölmek için kullanmaya kalktığı bu toplumsal realiteyi, Azerbaycanlılık kavramı ile bir fırsata çevirdi. Bugün Azerbaycan’ın etnik sorunlardan uzak sağlam bir toplumsal zemine sahip olmasının temelinde Aliyev’in bu cesur hamlesi yatar.
Türkiye, maalesef Sovyet sonrası dönemi de doğru okumayı başaramadı. Azerbaycan bizim için hep “kardeş ülke” idi ancak kardeşimizin gerçekliğini anlamak konusunda zayıftık. Bunun bir sebebi bizim romantik saplantılarımız ve bilimsel konulardaki yetersizliğimizdi. Ancak daha önemli bir sebep FETÖ idi.
Türkiye Cumhuriyeti bu dönemde eski Sovyet toprakları ile ilişkileri FETÖ’ye terk etti. FETÖ ise tüm ilişkileri ABD menfaatleri üzerinden şekillendirdi. Bunun doğal sonucu bu ülkelerdeki yönetici elitin Türkiye’ye karşı mesafeli ve dikkatli olmasıydı. FETÖ, bir yandan Turancılık, milliyetçilik nutukları atıyor, diğer yandan bu ülkelerin yöneticileri ile Türkiye arasına her türlü nifakı sokuyordu. Türkiye, diplomatik anlamda Ruslar karşısında mevzi kazanamadığı gibi bir de ABD’nin ajandasına göre hareket etmek zorunda kalıyordu.
Devlet, 2016’dan önce de Azerbaycan ile gerçekçi, yapıcı ilişkiler geliştirmeye çalışmış ama FETÖ tarafından sık sık sabote edilmişti. 2016 işte bu bakımdan dönüm noktasıdır. Bugün Azerbaycan ile Türkiye arasında kurulan gerçek kardeşlik ilişkisinin iki sebebi var: Biri FETÖ’nün adım adım tasfiye edilmesi. Diğeri ise Türkiye’nin Azerbaycan’a kendi iç dinamikleri olan müstakil bir devlet olarak bakmayı başarması.
Bugün her iki ülkenin hükümetleri de olayları en açık hali ile görebiliyorlar. Türkiye kamuoyu, Türk basını ve akademi dünyası ise hala çok geride, eski günlerin ezberleri ile düşünüyor. Hüseyin Büyükfırat’ın konuşmaları ve tespitleri tam da bu açıdan büyük önem arz ediyor.
Gaffar Yakınca / Haber7
Source: Gaffar Yak