“Sosyal Sorunlar Gündemi – Adalet, Haklar ve Toplumsal Mücadele”

Örgütlü cehalet ve antidemokratik rejimler – DOÇ.DR. AYŞE ATALAY

Demokrasi, halkın yaşayış biçimi ve düşüncesini ilgilendiren her konuda söz sahibi olmasıdır. Bu açıdan kısaca halk egemenliğidir. Yönetenler karşısında söz sahibi olmak, onları denetlemek, kendisini dolaylı ya da dolaysız ilgilendiren her kültürel, siyasal ve ekonomik alanda taleplerde bulunmak, eleştirmek kısacası onlardan hesap sormakla gerçekleşir. Antik Yunan düşünürü Platon’un görüşleri ise günümüze ışık tutuyor. Ona göre, “Demokrasinin esas prensibi halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanmazsa demokrasi otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilir. Oy toplamasını bilen herkesin devleti idare edebileceği zannedilir. Demokrasi bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.” DOGMATİK DÜŞÜNCE VE PROPAGANDA Platon’un saptaması özellikle bizim gibi eğitim düzeyi düşük toplumlar için bir uyarı niteliğindedir. Antidemokratik yönetimlerin en haz duymadığı kesim eğitimli bireylerdir. Sorgulayan, araştıran, kafasında neden, nasıl sorularının birbiriyle çarpıştığı eğitimli kişilerdir. Bundan ötürü eğitimsiz bir halkın denetlenmesi daha kolaydır. Çünkü kitleler genellikle dogmatik düşünce biçimini benimsemeye, kabul etmeye daha çok eğilimlidirler. Antidemokratik yönetimler de onların dogmatik düşüncelerini perçinleme yolunu benimserler. Bu tür düşünce biçimlerine en uygun dünya görüşü ise genellikle dinsel fanatizm, milliyetçilik ve cinsiyet ayrımcılığı biçiminde kendisini gösterir. Nazi Almanyası propaganda Bakanı Goebbels’e göre, “Önemli olan halkın aydın kesimini kandırmak değildir. Onları fazla önemsemeyin. Onları kandırmak zordur ve zamanı boşa harcamış olursunuz. Sizin asıl hedefiniz cahil ve okumamış kitlelerdir. Onları kandırmak çok daha kolaydır. Eğer belli bir konuda hedefinizde dindar kesimler varsa , onlara tanrıdan ve peygamberden söz edip inançları doğrultusunda kolayca kandırabilirsiniz. Bu amaçla kilise cemaatini kullanmakta yarar vardır.” “EĞİTİMLİ CAHİLLER” ÇOĞALINCA… Demokrasi dışı yönetimler eğitim kalitesinin düşürülmesi için nitelikli eğitime sekte vurarak niceliğe ağırlık verme yoluna giderler. “Eğitimli cahiller”in toplumda sayıca çoğalmalarını sağlayarak ve nitelikten değil nicelikten güç alarak karar alma mekanizmalarında yer almalarına kolaylık gösterirler. Böyle özelliklere sahip olanlar üniversitelerde rektör, dekan, okullarda müdür, il veya ilçelerde vali ve kaymakam, bir partide siyasetçi olarak karşımıza çıkar. Çağdaş, evrensel değerleri savunan ve antidemokratik yönetimi eleştiren aydınlar sistem dışına itilir veya baskılanır. Artık “eğitimli cahiller”in her türlü yontulmamış, ilkesiz isteklerinin, egolarının doyumunu sağlayacak, onlara ne kadar değerli olduklarını duyumsatacak şakşakçılara gereksinim vardır. Böylece etik değerler tuzla buz olur ve ahlaki çöküntü baş gösterir. Bu duruma eleştiri getirenler ya da karşı çıkanlar seçkincilikle suçlanır. Kalite her alanda küçümsenir ve istenilen bir şey değildir. Karakter seviyeniz ne kadar düşükse yükselme ya da para kazanma olanağınız o denli artar. Antidemokratik yönetimlerin kullandığı dil de basit ve ortalama zeka düzeyine sahip yurttaşlar tarafından kolayca kavranabilen bir dildir. DEMOKRASİ VE BAĞIMSIZLIĞI KORUMAK Çıkış noktası dinsel değerler olan despotik bir yönetimde ise tarikatlar ve cemaatler cehaletin örgütlenmesinde önemli rol oynarlar. Örgütlü cehalet bireysellikten de korkar ve sürü içgüdüsünü diri tutmaya çalışır. Anti demokratik rejimlerde medya özgürlüğünden de söz edilemez. Yazılı ve görsel muhalif basın baskı altına alınır. Yine Goebbels’e göre “… dolayısıyla, devletin muhalefeti bastırmak için tüm yetkilerini kullanması hayati önem taşır. Çünkü gerçek, yalanın ölümcül düşmanıdır ve dolayısıyla gerçek, devletin en büyük düşmanıdır.” Bu tip rejimlerde eğitimli bireylere düşen görev, olanakları ve yetenekleri ölçüsünde toplum çıkarını kişisel çıkarından üstün tutmak ve örgütlü cehalet karşısında örgütlü mücadele vermektir. Çünkü örgütlenmiş cehalet çoğulcu demokrasinin ve ülke bütünlüğü ve bağımsızlığının en büyük düşmanıdır. DOÇ.DR. AYŞE ATALAY

Source: Olaylar Ve Görüşler


Devlet Memurları Sendikası toplu sözleşme görüşmeleri taleplerini sıraladı: “Yıllardır görmezden gelinen haklarımızı istiyoruz”

2026-2027 yıllarını kapsayan 8’inci Dönem Toplu Sözleşme görüşmeleri 1 Ağustos 2025 tarihinde başlayacak. Görüşmelere iki aydan az bir süre kala memurlar taleplerini dile getirmeyi sürdürüyor. Devlet Memurları Sendikası da konuya ilişkin bir açıklama yaptı. Sendika tarafından yapılan açıklamada; memurların ekonomik sıkıntılar içinde her geçen gün daha fazla yıprandığı, açlık ve yoksulluk sınırları arasında yaşam mücadelesi verdiği ifade edildi. Verilen sözlerin ise artık tutulması gerektiği belirtildi. “SINIRLARIMIZ ZORLANDI” “Artık tahammül sınırlarımız zorlandı. Yıllardır görmezden gelinen haklarımızı istiyoruz” diyen sendika yetkilileri 8’inci Dönem Toplu Sözleşme görüşmeleri için öne çıkan taleplerini kamuoyu ile paylaştı. Talepler şu şekilde: Seyyanen zam, taban aylıklara yansıtılmalı ve yüzde 50 artırımlı ödenmeli. Gelir vergisi, yüzde 15’te sabitlenmeli ve ülkenin yıllık büyüme oranı her Ocak ayında maaşlara refah payı olarak yansıtılmalı. Tüm memurlara 15 bin TL lojman tazminatı ve 15 bin TL büyükşehir tazminatı verilmelidir. Ramazan ve Kurban Bayramlarında, memurlara net birer maaş tutarında bayram ikramiyesi ödenmelidir. Aile yardımı 10 bin TL, çocuk yardımı 5 bin TL olmalıdır. Fazla çalışma saat ücreti, aylık maaşın 1/160’ı oranında belirlenmelidir. 3600 ek gösterge, birinci dereceye gelmiş tüm memurlara verilmelidir. Yardımcı Hizmetler Sınıfı kaldırılmalı, mevcut personel diğer hizmet sınıflarına geçirilmelidir. Mühendislik Meslek Kanunu çıkarılmalı, Teknik Hizmetler Sınıfı’nın mali hakları güncellenmelidir. Kariyer uzmanlıklarında merkez-taşra ayrımı sona erdirilmelidir.

Source: Taylan Gülkanat


Kötülükle iyilik çatışması

Sabah oldu. Uyandınız. Aklınıza ve yüreğinize düşen ilk şey: Acaba bugün ne kötülüklere uyanacağız… Nicedir ülkemde çoğunluk her gün böyle bir sabaha uyanıyor. Kötülük bazen bir kurşun gibidir; yok eder, siler süpürür, sıyırır geçer, sesi duyulur, izi kalır. Bazen bir fısıltıdır; sinsidir, yayılır. Ama en çok da suskunluktan, duyarsızlıktan, “Bana ne” alışkanlığından, “Ben ne yapabilirim ki” söylemlerinden beslenir. Hannah Arendt ’in “Kötülüğün Sıradanlığı” dediği tam da budur. Yazarın bu adı taşıyan kitabı (Metis Yayınları) özellikle düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasıl sıradanlaştığını vurgular. VİCDANSIZLIK Kötülüğün kaynakları çoktur: Kimine göre en çok cehaletten kaynaklanır. Kimine göre hırstan, kinden, intikam ve hükmetme tutkusundan… Elindekini kaybetme korkusundan… Kimi zaman emir kulu olmaktan (Bir dış gücün emir kulu olmak, iktidarın, bir üst konumdakinin ya da paranın, çıkarın emir kulu olmak vb.) Asıl kaynak, “öteki” ne duyulan korkudur. İnsanın insana yabancılaşmasıdır. Birilerini “bizden” sayıp diğerlerini “hain” ilan etmektir. Kötülük farklı biçimler alabilir. Kimi zaman fiziksel şiddettir (Ör: Polis şiddeti). Kimi zaman sözle/yazıyla (Ör: Gazeteci demeye dilimin varmadığı yandaş kuklalar). Kâh gözünü kapayarak, kulağını tıkayarak, susarak. (Ah Kılıçdaroğlu ah!) Kâh sisteme dönüşerek: Örneğin, bizdeki gibi adaletsizliğin kurumsallaşması… Kötülük sürecinin tüm aktörlerini buluşturan ortak özellik ise vicdansızlıktır. (Bkz: Tam bayram öncesi, İBB’den tutuklananların Silivri’den alınıp başka hapishanelere yollanması; eski İBB Medya AŞ Müdürü Atayman ’a yapılanlar ve sayısız zulüm örneği…) FERDİ ZEYREK Günlerdir Ferdi Zeyrek için sadece Manisa değil, Türkiye’nin her yerinden yüz binler, milyonlar yas tutuyor. O cenaze törenini izledikten sonra, demek benim ülkemde hâlâ iyilik diye bir şey var der olduk. İyilik partiler üstü bir kavram der olduk. O cenazede Özgür Özel ’in duruşu, konuşması, gözyaşları, yeryüzündeki tüm kötülüklerin karşısına dikilen bir insanlık abidesiydi. Vefa, dostluk, dayanışma, özlem, hasret, acı sarmalında, insanı insan yapan değerlerle, sahici, gerçek bir insan. Türkiye bunu unutmayacak. 2024 sonbaharında bir konferans için gittiğim Manisa’da Ferdi Zeyrek’le tanışmıştım. İçinin güzelliği yüzüne vurmuştu. 74 yıl sonra Manisa’yı CHP’ye kazandırdıktan sonra yaptıklarını, Manisalılardan dinledikçe, gönüllerde nasıl taht kurduğuna tanıklık etmiştim. Bugün, kısacık başkanlık döneminde bütün yaptıklarını çeşitli kaynaklardan okurken, izlerken, iyilik kavramı üzerine düşünmeden edemiyorum. İyilik, empati kurmaktan kaynaklanır. Başkasının derdini kendine dert edinmek yani… Ama bunun için insanın insanla, doğayla, kendisiyle, çevresiyle bağ kurmasından doğan anlamları önemsemesi gerekir. İyilik vicdanla iç içedir diyorum kendime. Çalışmayla, işini iyi yapmakla, kendine değil topluma hizmetle beslenir. İyiliğin bir kavramdan öte bir eylem ve varoluş biçimi olduğunu bize gösterdi Ferdi Zeyrek. Ona tüm bunlar için sonsuz minnet duyuyorum. Ailesine, sevenlerine sabır diliyorum. MESUT İKTU İstanbul Müzik Festivali, okurlarım bilir, benim deyişimle, nitelikli müzik tutkunları için bir “mucizedir” . Olanaksızı olur kılar. Yaratıcılığı, çok yönlülüğü, gençlere tanıdığı olanaklar, uluslararası arenadaki başarısı, kaliteden hiç ödün vermemesiyle bilinir. Bu yıl 53. kez zengin bir programla karşımızda. Bu yılın onur ödülü, ülkemde güçlü bir opera geleneğinin oluşmasına ve Türkiye’nin dünyadaki bilinirliğine önemli katkılar sunan Mesut İktu ’ya veriliyor. Mesut İktu, sadece yılların usta bir opera sanatçısı, yönetmeni, gençlere yol açan bir eğitimci, hocası değil aynı zamanda tam bir kültür insanıdır. Toplumların sanatla ve kültürle gelişeceğini savunur. Neredeyse 60 yıldır buna tanıklık ettim. Mesut İktu’yu kutluyor, 53. İstanbul Müzik Festivali’ne yolunuz açık olsun diyorum.

Source: Zeynep Oral


Yanaşma yandaş…

Elli yıldır siyasetçilerin, toplumun gözü önündekilerin kullandığı dili izliyorum. Bugün siyasetçilerin kimi akranım, kimi üç beş yaş farkıyla kuşaktaşım… Ortak dilimiz Türkçeyle dolu yıllarım, siyaset sahnesindeki kimini alkışladığımız, kimi keşke gözden gönülden ırak olsaydı dediğimiz oğlum kızım olacak yaştakilerin yaşı kadar… Siyasetçilerin dilini çok konuştum, çok yazdım… Dil kiri el kiri, dilleri uzun dedim… Yurttaşlık bilincimle eleştirdim, dilimde tüy bitti dedim… Devleti temsil edenlerin “İktidar benim ne istersem söylerim” tavrını, belgeleyerek, meclis tutanaklarını tarayarak ta 2007’de kitaplaştırdım. 102 yaşındaki cumhuriyetin son çeyreğinde devleti temsil eden koronun da muhalefetin bir kesiminin de ağzına biber sürülecek kadar bozulduğuna çok tanık oldum. Demokrasilerde yönetenler, yönetmeye aday olanlar, yönetilenler olur. Yönetilenler “devlet” bilinir. Dil, salt bu üçlü arasındaki iletişim aracı değildir. Bu üçlünün sıcak soğuk ilişkilerine kimi zaman olumlu katkı sunan, kimi kez tırnak kaşıyarak çomak sokan bir sınıf daha vardır. Demokratik ülkelerde yasama, yürütme, yargının sorgulayıcısı olan… Bizde 2010’dan bu yana merkezi yerel olanaklarla gönenç içindeki devletlilerin önde geleni mutlu basın… “Türkiye ilginç günler yaşıyor. Toplum, her kesimi ile çöküntü içindedir. Cici demokrasinin faturaları, artık iflas masasına konmuştur. Devlet örgütü, korku, kararsızlık ve şüphelerle kuşatılmıştır. Herkeste bir bıkkınlık görülmektedir. Türkiye’nin hangi noktaya sürüklendiği çok iyi biliniyor…” Basının onurlu kalemi, alçakça öldürülen Uğur Mumcu , Aralık 1970’te böyle yazmıştı. Türkiye yine ilginç günler yaşıyor. 2018’de devlet örgütünün yönetim ve işleyişi değişti; ama bu değişim, yaşamın bütün alanlarına egemen olanların beklediği sonucu vermeyince… Toplum, 1970’lerdekinden de derin kaygı kuşkularla kuşatıldı. Çoktandır ekonomiden daha derin bir iletişim sorumuz var. Sorunun derinleştirilmesinde bir kısım basın başrol üstleniyor. Bizde “baba” bilinen devlet, uzun zamandır bir avuç insan için balcı, çoğunluk için uzaktaki dokunulamayandır. Devleti balcı bilen devletliler çalsın sazlar havasındayken, baba bilenler kuşkular, korkularla savrulurken sözde demokrasi yalanlara bulanır, önce toplumsal düşünce, doğallıkla düşüncenin aynası dil kirlenir. Dil kullanımında göze ilk çarpanlardandır basın… Son on beş yıl boyunca, özellikle 2025’in martından bu yana toplumsal dilin kirlenmesinde başı çekiyor. Yandaşlığı adı soyadıyla eşleştiren, konuşlandığı yerin olanaklarıyla istediğini söyleyen basının büyük bölümü bu dönemin devletlisi… Atalar, “Devletli gözü perdeli olur” diyor… Kendi mutluluğu, gönenci için yönetenin gücüyle esrikleşen yandaş basınımız, 19 Marttan bu yana yerel yönetimleri etkisizleştirenleri bile sollayarak… “Devletli ile deli bildiğini işler” diyen ataları doğruluyor. Unutulmamalı… Yaşamda “devlet düşkünü” olmak, öyle anılmak da var. Çok yazık… Birinden yana olan, bir düşünceye, bir isteğe katılan, destekleyen, yanlı, taraftar… Yandaş olma durumu, taraftarlık… İlk bakışta olumlu anlam duyumsatan yandaş ve yandaşlık, basın eli diliyle anlam kötülenmesine uğradı. Umarsız halkın yoksulluğu, askıdaki özgürlüklerle ekmek yandaşların ilgi alanına girmiyor. Yandaş TV’lerde sabah akşam muhalifler karalanıyor. Görüntü gülünç acıklıyken… Yavuz hırsız ev sahibini bastırırcasına… Hukukun üstülüğünü kara gülmece öğesi yapan pişkinler… Ortak dilimizi de toplumsal bilinci de yaralıyor. İpin ucu iyice kaçtı…

Source: Sevgi Özel


Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü’nde Türkiye’de iç karartan tablo: 2 milyon çocuk işçi

Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü nedeniyle Cumhuriyet’e konuşan Sınıfın Görünmeyenleri, Mülteci Çocuk İşçiler kitabının yazarı Özgür Hüseyin Akış, Milli Eğitim Bakanlığı”nın (MEB) MESEM projesiyle, devletin de çocuk işçiliği teşvik ettiğini vurgulayarak; Temel neden yoksulluk. Yoksulluktan dolayı ailedeki her birey çalışmak zorunda kalıyor. Çocuk işçiliği tercih değil, bir zorunluluk” dedi. Türkiye’de çocuk işçiliğindeki artış durdurulamazken; iktidarın ekonomi ve eğitim politikaları da Bu artışı hızlandırıyor. Ekonomideki yoksullaşma ve iktidarın mesleki eğitim uygulaması çocukları örgün eğitimden uzaklaştırıyor. Bu kapsamda Türkiye; Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü’nü ise kötü bir karneyle tamamlıyor. 3 MİLYON ÇOCUK ÖRGÜN EĞİTİM DIŞINDA Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) en son verileri olan “2023-2024 Örgün Eğitim İstatistiklerinde bir önceki yıla göre örgün eğitimde olmayan çocuk sayısında artış yaşandı. İstatistiklere göre örgün eğitimde olmayan çocuk sayısı; ilkokul çağında 223 bin, ortaokul çağında 500 bin ve lise çağında 797 bin kayıtlı olmayanlar ile açıköğretime kayıtlı 1 milyon 75 bin ve mesleki eğitim merkezlerine (MESEM) kayıtlı 385 bin 956 öğrenciyle 2 milyon 982 bini buluyor. 71 ÇOCUK ÇALIŞIRKEN YAŞAMINI YİTİRDİ Eğitimden uzaklaşan çocuklara yönelik MEB’in istatistiklerinin yanı sıra; kamuoyunda açıkladığı verilerle tartışılan TÜİK bile Türkiye’de çocuk işçiliğinin olduğunu gizleyemiyor. TÜİK’in verilerine göre; 2024″de çalıştırılan çocuk sayısı 869 bine yükselirken İş Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisinin verilerine göre sadece 2024 yılında 71 çocuk çalıştırılırken yaşamını yitirdi. “ORTALAMA 5 İLA 10 ÇOCUK YAŞAMINI YİTİRİYOR” Türkiye çocuklara ilişkin bu kara karneyle Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü’nü geçirirken; bu alanda çalışmalarıyla bilinen ve Sınıfın Görünmeyenleri, Mülteci Çocuk İşçiler kitabının yazarı Özgür Hüseyin Akış çocuk işçiliğini Cumhuriyet”e değerlendirdi. Akış TÜİK”in verilerinde Türkiye”deki sığınmacı, sokakta çalışan çocukların ve tarımda çalışan çocukların olmadığını belirterek; Bu manada TÜİK”in açıkladığı rakam doğru değil. DİSK 2 milyona yakın çocuk işçinin olduğunu belirtmişti. Bu konuda gerçek verilerin açıklanmamasının nedeni; gerçek bir mücadele politikasının olmadığının göstergesi. Politika olmayınca mücadele de olmuyor. Aylık ortalama 5 ila 10 arası çocuk iş kazasıyla yaşamını yitiriyor. Bu İSİG meclisinin verisi, daha fazla olduğu kesin dedi. ‘MÜLTECİ ÇOCUK İŞÇİLİĞİ EN ALT SÖMÜRÜ BİÇİMİ’ Sığınmacı çocuklara ilişkin Akış; Özellikle mülteci çocuklar tekstil sektöründe yoğunluklu olarak çalışmaya başladı. Gaziantep bölgesi bunun en belirgin yeri. Çalışmadaki artış iş cinayetlerine de yansıyor. Mülteci çocuk işçiliği en alt sömürü biçimi gelmiş durumda. Sermaye sınıfı mülteci çocuk işçiliğini en ağır şekilde kullanıyor. Mülteci çocuklar asgari ücretin altına çalıştırılıyor. Bu çocukları yabancı düşmanlığı ile değerlendirmemek gerekiyor. Mülteci çocuk işçiliği aynı zamanda çocuk istismarı sayılır. AKP’nin yanlış dış politikasını eleştirmeden mülteci sorununa bakıyoruz. Mültecilik sonuç, savaş sebeptir. AKP yayılımcı politikalarla cihatçı grupları desteklemeseydi savaş çıkmazdı” ifadelerini kullandı. “TEMEL SORUN YOKSULLUK’ MESEM”ler üzerinden süren çocuk işçiliğine de değinen Akış; 2018-2023 arasını çocukla mücadele yılı ilan edildi ama bu süre zarfında MESEM”leri kurdular. Burada devlet, “Ben çocuk işçiliği ile mücadele ederken, çocuk işçiliğini de teşvik ederim” dedi. Çocuklar çalışırken hem zihinsel hem fiziksel kontrol sağlayamadıkları için iş cinayetleri yaşanıyor. Bu çocuklar uzun süre çalıştırılıyor. Çocuklar erken yaşta yetişkin gibi davranıyorlar. Çocuklar aslında gelecek kaygısıyla MESEM”lere gidiyor. Temel neden yoksulluk. Yoksulluktan dolayı ailedeki her birey çalışmak zorunda kalıyor. Çocuk işçiliği tercih değil, bir zorunluluk” diye konuştu. “İTİRAZ ETMEYEN BİR İŞÇİLER MODELİ YARATMAYA ÇALIŞILIYOR” Mevsimlik tarım işçiliğindeki çocuklara değinin Akış; “Artık mevsimlik tarım işçiliği kalmadı. Dört mevsim çalışıyorlar. Kalabalık ailelerin çocukları tarlada çalıştıkları gibi, kardeşlerine bakıyorlar, çadır temizliyorlar, yemek yapıyorlar, hasta bakıyorlar. Yani ev işçisi olarak çalışıyorlar” ifadelerini kullandı. Eğitimdeki gerici uygulamalarla gündeme gelen ÇEDES projesinin de çocuk işçiliğe neden olduğunu belirten Akış; “ÇEDES projesiyle birlikte kaderci, şükürcü bir kuşak yaratmaya çalışılıyor. İtaatkar, itiraz etmeyen bir işçiler modeli yaratmaya çalışılıyor.” dedi. BARO MÜCADELE İÇİN KİTAPÇIK YAYIMLADI İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi ise MESEM’lerdeki çocuklara yönelik hak gasplarına karşı “Aileler ve uygulayıcılar için MESEM öğrencilerinin hak arama rehberi” ve “MESEM öğrencileri hak arama rehberi” kitapçıkları hazırladı.

Source: Aytunç Ürkmez


Ücretler zamsız, iktidar gamsız!

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ’in ikinci kez bu göreve gelişinin üzerinden iki yıl geçti. 4 Haziran 2023’te, “Artık rasyonel politikalara döneceğiz” diyerek koltuğa oturmuştu. Ekonomi yönetimi Nureddin Nebati ’nin gözlerinden Mehmet Şimşek’in sözlerine geçmişti. Aradan geçen iki yılda Şimşek’in geçmişteki yaşam ve çalışma zemini dikkate alındığında başarılı bir bakanlık dönemi geçirmekte olduğu söylenebilir. Tabii finans dünyası açısından. Devamında küçük bir “ayrıntı” var; halk! Halkın ekonomisi açısından baktığınızda söylenmeden edemiyorsunuz: Rasyonel politikalar dediğiniz bu mu? Türkiye, önceki on yıllarda da ekonomik krizlere girdi. Bunlar genellikle yılla anılır. 1994, 2001, 2008… Ancak AKP iktidarı döneminde 2018’den beri krizdeyiz. Sürekli kriz hali. İstikrar dedikleri bu olsa gerek! *** Güncel duruma gelirsek… Temmuz beklenti ayıdır. Emekliler ve asgari ücretliler yaşanan enflasyona bakıp gözlerini iktidardan gelecek habere dikerler. Asgari ücrete ara zam var mı? Emekliye bir nebze iyileştirme zammı yapılacak mı? Her iki konuda da iktidardan tık yok. Öylesine yok ki gayet pişkin bir şekilde bu tür soruları şöyle yanıtlıyorlar: – Böyle bir çalışmamız yok! – Bir yıl içinde halkımız enflasyonun düştüğünü hissedecek! – Program başarıyla yürüyor, bozamayız! Ekonominin başlıca göstergesi en alt kesimlerin daha iyi olma umudunu diri tutmasıdır. Şimdi daha iyi olmak bir yana, topumun büyük kesiminde görünür gelecekte, rahat nefes alamama karamsarlığı var. Durumu özetleyebilecek birkaç satırbaşı aktaralım: – Dünyada gıda fiyatları düşüyor, biz gıda enflasyonunda dünya şampiyonuyuz. – Avrupa’da asgari ücretlilerin toplam çalışanlar içindeki oranı yüzde 10’la 20 arasında değişiyor. Türkiye’de ise iktidar kontrolündeki kurumların istatistiklerine göre bile yüzde 50’yi geçti. – Çalışmak isteyip iş bulma umudunu yitirmiş olanlar da dahil edildiğinde işsizlik yüzde 30’lara dayandı. – Sadece çalışmak isteyenler değil, üretmek isteyenler de ülkeyi terk ediyor. Başta tekstil olmak üzere kimi girişimciler Mısır ve daha elverişli buldukları ülkelere gidiyor. – En büyük banknot 200 TL’nin kullanıma girdiği 2009 yılında karşılığı 131 dolar idi. Şimdi 200 TL ile sadece 5 dolar satın alınabiliyor. – Kullandığı tüketici kredisi nedeniyle takibe uğrayanların oranı yüzde 40’ı geçti. – 2025 enflasyon tahmini yılın başında yüzde 21, ortasında yüzde 25! Yılın sonu için en iyimser tahmin şu; “Yüzde 30’un altında kalabilir!” Yılın başı ile sonu arasındaki fark bile savaş halindeki Rusya ve Ukrayna enflasyonundan yüksek! Piyasa ahlakından geleceğe ilişkin öngörü bulanıklığına kadar her şeyi bozan enflasyon. *** Yukarıdaki tablodan daha vahim olan durum şu: Toplumda ekonominin düzeleceğine dair umut zayıflıyor! Kimi anketlerde, “Hangi parti ekonomiyi düzeltebilir” sorusuna verilen “hiçbiri” yanıtının hiç de az olmadığını vurgulayalım. CHP son ayları doğal olarak kendisine yönelik çoklu saldırıyla mücadele ederek geçirdi. En sıcak durum dün yaşandı. Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı Hakan Bahçetepe ’nin tutuklanmasından sonra dün belediye meclisi AKP’li Eray Karadeniz ’i vekil olarak seçti. AKP seçimle kaybettiği başkanlığı yargıyla ele geçirdi! Bütün bunlar CHP’nin halkla bütünleşme maddesini ilk sıraya almasına engel olmamalı. CHP’den beklenen bir muhalefet partisinden daha fazlası!

Source: Mustafa Balbay


İşin kolayını böyle buldular

Sevgili okurlarım, son yıllarda birbiri ardına yaşadığımız olaylar bize bir tek şeyi gösteriyor.

Türkiye’de hak, hukuk ve adalet kavramları yok edilmiştir.

Bunların yerine, adına ‘iktidarın hukuku’ denilen yeni bir kavram getirilmiştir.

Aynen ilkel Afrika ülkelerinde, bazı Latin Amerika ülkelerinde ya da Afganistan’da olduğu gibi…

Hukuk neymiş, adalet neymiş!

Ben iktidar oldum, istediğimi yaparım. Kimse bana karışamaz anlayışı!..

İçinde yaşadığımız süreçte bunun yüzlerce örneği var ve bundan sonra daha nicelerine tanık olacağız.

İstanbul’da önce CHP’li Büyükşehir Belediyesine dokundular!..

Sonra sıra İstanbul’daki öteki ilçe belediyelerine geldi. CHP’li ilçe yönetimlerini suçlayıp görevden aldılar.

Bazıları tutuklandı.

Gaziosmanpaşa, Avcılar ve Büyükçekmece görevden alındı. Ayıp olmasın diye bunlara Adana’daki Seyhan ve Ceyhan belediyelerini eklediler!

Tamamı CHP’li idi.

Suçları belli!

Rüşvet, irtikap, yolsuzluk, ihaleye fesat karıştırmak!

Şimdi bütün başkanlar ve o belediyelerin üst düzey görevlileri tutuklu. Onları bir daha görevlerine döndürmeyecekleri kesin.

Buna bir numaralı boy hedefi, Ekrem İmamoğlu dahil.

Onun başına daha çook işler açacaklar.

Dünkü şu rezalete bakar mısınız…

İstanbul’da tutuklanan CHP’li başkanların yerine Belediye Meclislerinde seçim yapıldı…

Ve Gaziosmanpaşa yine AKP’ye devredildi.

Nedenine gelince… Son yerel seçimde AKP başkanlığı kaptırmış ama belediye meclisinde çoğunluğu sağlamıştı. Dün ise AKP-MHP oylarıyla belediye yeniden AKP’ye devredildi.

Bunun adı rezalettir, hukukun çiğnenmesidir, başka bir şey olamaz.

İlçede seçim yapılıyor, CHP’li Gaziosmanpaşa adayı Hakan Bahçetepe kazanıp başkan oluyor. Sonra onu da tutukluyorlar ve sıra dünkü seçime geliyor.

Belediye Meclisindeki çoğunluk onun yerine AKP’liyi başkan vekili olarak seçiyor!

Halkın iradesi İstanbul’un koskoca bir ilçesinde böyle oyunlarla yok ediliyor, sıfırlanıyor.

Neyse ki Büyükçekmece ve Avcılar, belediye meclislerinde çoğunluk CHP’de olduğu için başkanlık yine CHP’de kalıyor!

Sevgili okurlarım, oynanmakta olan bu oyunlar bizim iktidarı hiç mi hiç ırgalamıyor…

İşte size somut bir örnek daha… Dün medyada yer alan haberleri izlemişsinizdir.

İBB’ye bağlı Medya A.Ş.’nin eski genel müdürü Dr. İpek Elif Atayman da tutuklanıp Silivri Cezaevine konuluyor. Bir süre sonra Afyon cezaevine sevk ediliyor.

Atayman yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

“Sevk aracında bir metrekarelik bir zırhlı kabin içerisinde bir parça ekmekle Afyon’a gidişim 7 saat sürdü. Bileklerim kelepçeden morardı. Afyon’a sevkimi aileme ve avukatıma bildirmemişlerdi. Bu cezaevinde yerde yatıyorum. Eşyalarım çöp torbasında…”

Dün bekledim belki Adalet Bakanlığı bu olayı yalanlar diye ama bir şey çıkmadı.

Medyaya dün düşen haberlerden bir örnek daha,,,

Bizim Sözcü TV gibi, “Muhalif televizyonculuğun” önde gelen isimlerinden biri Halk TV…

Sahibi uzun yıllardan beni yaşamını İngiltere’de sürdürmekte olan Cafer Mahiroğlu isimli bir iş insanı.

Dün Mahiroğlu için de yeni bir karar çıktı:

Yakalama kararı.

Hakkındaki iddiaların ne olduğunu bilmiyoruz ama bundan sonra olacaklar belli…

Adalet Bakanlığı İngiliz hükümetine resmen başvurup şahsın yakalanmasını ve Türkiye’ye iade edilmesini isteyecek.

Ayrıca, şu veya bu nedenle Türkiye’ye geldiği anda havaalanında tutuklanacak. Bu da iktidarın bizim televizyon kanalı ile gazetemiz dahil medya üzerinde oluşturduğu baskılardan sadece biri.

Bu yazıda sadece dünkü haberlere yer verdim…

Ama bir de dün yapılan bir duruşma vardı. Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın ilk duruşmasıydı.

Özdağ tam 142 günden beri tutuklu.

Bu nasıl iştir, bir partinin genel başkanı ortada hiçbir somut iddia olmadığı halde yaklaşık beş aydan bu yana duruşmaya çıkmayı cezaevindeki tek kişilik hücresinde bekliyordu.

Bu yazıyı yazarken mahkemenin kararı henüz belli olmamıştı.

Tutukluluğa devam mı, yoksa tahliye mi…

Yazık oluyor bu insanlara…

Hak, hukuk, adalet gibi kavramların böylesine çiğnenmesi, hukukun kendilerinden olmayanlar için bir intikam aracı, düşman hukuku olarak kullanılması korkunç bir şey.

Demek ki işin kolayını böyle bulmuşlar.

Gitsinler gidebildikleri yere kadar, sonrasını da yine hep birlikte görürüz.

Source: Emin Çölaşan


Dünyanın rasyonel karar alabilen liderlere her zamandan daha fazla ihtiyacı var…

Değerli okurlarım,

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, uzun süredir tarih araştırmacılığı yapıyor ve kitaplar yazıyor. Son eseri olan “Lider Güç Strateji” geçen Mart ayında okurlarıyla buluştu. Böylece 17. kitabı yayımlanmış oldu. Eser çok ilginç konular içeriyor.

Sayın Başbuğ ile bugünkü söyleşimizde “Liderler neden rasyonel kararlardan, eylemlerden saparlar?” sorusuna cevap aramak istiyorum.

Zira liderlerin kararlarını kaliteli maliyet-fayda analizine dayandırması beklenir. Ancak bazen liderlerin maliyet-fayda analizi ile karar vermeleri mümkünken, bu doğrultuda karar almadıkları da görülebiliyor.

Uğur Dündar’ın sorularını İlker Başbuğ yanıtladı.

UĞUR DÜNDAR (U.D.): Sayın Başbuğ, liderlerin böyle davranmalarının nedenlerini anlatır mısınız?

İLKER BAŞBUĞ (İ.B.): Bunun dört temel nedeninin olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, lider, dünyaya ilişkin ham bilgileri anlamlandırarak incelemektedir. Ancak burada kritik olan nokta, liderin bu incelemede rasyonel davranışlardan ayrılarak, anlamaya veya incelemeye çalıştığı şeylerle, “önceden bildikleri” ya da “inandığı” şeyler arasında ortaklıklar arayarak, yani tanıdık ile tanıdık olmayanlar arasında bağlantılar arayarak, anlamlandırmaya ve çözümlemeye çalışmasıdır. Bu durumda lider, kendisinin daha önceden doğru olarak bildiği, kabullendiği veya inandığı noktaların pek dışına çıkmamaktadır. Çözümü bu çerçevede bulmaya yönelmektedir. Hele, “önceden bildikleri” veya “inandıkları” şeyler “ideolojik” temellere dayanıyorsa iş daha da karmaşık hale gelebilir.

U.D.: Bunu bir örnekle açabilir misiniz?

İ.B.: Mısır Devlet Başkanı Nasır, 1956 yılında Süveyş Kanalı’nı millileştirme kararı aldı. Britanyalı ve Fransız liderler hemen Nasır’ın “tıpkı Hitler gibi” olduğuna ve ona direnmek gerektiği sonucuna vardılar. Bu liderler, önceden yaşanan “Hitler’in yayılmacı ve saldırgan tutumunun” sonuçlarından hâlâ kendilerini kurtaramamışlardı. Oysa Nasır ile Hitler arasında bir ilişki kurmaları hiç de rasyonel bir karar değildi. Aldıkları müdahale kararı, iki Avrupa ülkesinin gücüne ve saygınlığına büyük zarar veren gereksiz bir savaşa neden olmuştu.

U.D.: İkinci nedeni de anlatır mısınız?

İ.B.: İnsan davranışlarının derininde yatan psikolojik korkular, arzular ve gereksinimler de insanları rasyonellikten uzaklaştırabilir. Burada liderler ile yanında çalışanlar arasındaki ilişki çok önemlidir. Eğer bu ilişki “korkuya” dayanıyorsa, liderin yanındakiler onun duymak istemediği şeyleri söylemekten korkarlar.

Örneğin I.Dünya Savaşı öncesi Alman diplomatlarının neredeyse tamamı, Alman Dışişleri Bakanı’nın duymak istemediği şeyleri rapor etmekten kaçınmışlardır. Bu korkuyla Almanya’nın Belçika’nın tarafsızlığını ihlal etmesi durumunda, Britanya’nın duruma müdahale etmeyeceğini raporlamışlardır. Oysa gerçek böyle olmamıştır. Tabii doğru bilgi ve değerlendirmelere sahip bulunmayan liderlerin doğru kararlar alabilmesi de beklenmemelidir.

U.D.: Üçüncü neden olarak da liderlerin tercihlerinin kişisel özelliklerinde, iyi bilinen nevroz ve psikozlar da olabileceğini yazmışsınız. Bunu da biraz açar mısınız?

İ.B.: ABD Başkanı Woodrow Wilson aşırı baskıcı bir babanın elinde büyüyen, travmatik çocukluk dönemi geçirmiş birisiydi.

Wilson’un bu kişisel özelliği onu, 1919 yılındaki Paris görüşmelerinde, uzlaşmadan kaçınmaya, muhalefete karşı tahammülsüz davranışlar içine girmeye ve her şeyi kontrol etme arzusu içine sokmuştu.

Burada şu noktayı da ifade etmek yerinde olur:

Tarihte yer almış liderlerin büyük bölümünün babaları ile olan ilişkileri pek olumlu değildir. Bu durum da onları daha acımasız bir duruma sürüklemektedir.

U.D.: Dördüncü nedene geldik.

İ.B.: Dördüncü neden üzerine yapılan çalışmalar gerçekten çok ilginç bir sonuç gösteriyor.

Soru şu: Liderler kazanma ya da kaybetme durumuyla karşı karşıya kaldıklarında, hangi durumda daha fazla risk alabilirler?

İlk bakışta, kazanma durumu doğru cevap gibi görülebilir.

Ancak, yaşanan örnekler, liderlerin kayıplardan kaçınmak için kazanç elde etmek istediklerinde olduğundan daha büyük riskler aldıklarını göstermektedir. Hele, liderlerin kaybedecekleri çok büyük ise alınan riskler de o derece büyük olabilmektedir.

Örneğin; ABD’nin Vietnam Savaşı’ndaki can kayıpları arttıkça, yenilgiyi kabullenme isteksizliği büyümüştü. Kaybedilecek bir dava için mücadele eden liderler sıklıkla, ancak kaynaklarını tükettiklerinde pes etmektedirler.

U:D.: Söyleşiyi şu soru ile bitirmek istiyorum. 21. yüzyılda liderlere ihtiyaç kalmadığı çok yerde yoğun biçimde düşünülmekte ve tartışılmakta. Bu konuya ilişkin görüşleriniz nelerdir?

İ.B.: Bu konuda acaba asıl gözden kaçan nokta, gerçekten toplumların artık liderlere ihtiyacı kalmadığı mıdır, yoksa yaşanılan koşullar altında 21. yüzyılda ortaya güçlü liderlerin çıkmamış olması mıdır?

21. yüzyılın ilk çeyreğinin son yılındayız. Dünyayı tehdit eden en büyük tehlike iklim değişikliğidir. İklim değişikliği ile mücadele için “uzun vadeli amaçlara odaklanan liderlere” ihtiyaç vardır. Bu neden bile tek başına 21. yüzyılda güçlü liderlere olan ihtiyacı ortaya koymaktadır.

Sayın Dündar; ortada bir gerçek var:

Barışın hüküm sürmediği, çatışmaların devam ettiği, iklim değişikliği tehdidinin giderek arttığı, toplumların sömürüldüğü, dünya milletlerinin refah seviyelerinin istenilen seviyeye ulaştırılmadığı, kurumların değer kaybederek zayıfladığı bir dünyada; milletlerin, bu sorunlara çözüm aramaya kendisini adamış; kendisini günlük politika girdabından kurtarabilen, cesur liderlere ihtiyacı vardır.

Source: Uğur Dündar


Gaziosmanpaşa’nın iradesine çöktüler

Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı Hakan Bahçetepe’nin tutuklanarak görevden alınmasının ardından yapılan belediye başkanvekili seçimini, AKP’li Eray Karadeniz kazandı.

‘REİSİNİZDEN ÖĞRENDİNİZ’

Meclis çoğunluğunun Cumhur İttifakı’nda olduğu ilçede Karadeniz 21, CHP’nin adayı Murat Topaloğlu 16 oy aldı. Karara tepki gösteren CHP’li üyeler, “Gaziosmanpaşa halkının iradesi gasp edildi. Reisinizden öğrendiniz” diyerek alkışlarla salondan ayrıldı.

ADALET İSTEDİ AMA…

Seçim öncesinde Hakan Bahçetepe, sosyal medya hesabından, Maide suresinin “Adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin” ayetini paylaştı. AKP’li Erdoğan Yıldırım Özçelik’in yönettiği mecliste üçüncü turda Karadeniz seçildi.

BAHÇETEPE’DEN TEPKİ

Bahçetepe, “Bu sadece şahsıma yönelik bir müdahale değil, aynı zamanda demokrasiye ve siz Gaziosmanpaşalı komşularımın tercihlerine yönelik büyük bir saygısızlıktır. Sokağa çıktığınızda, bu halkın yüzüne nasıl bakacaksınız? Tarih sizi affetmeyecek” dedi.

ÖZGÜR ÇELİK: GASP EDİLDİ

CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik, “Halkın iradesine çöktüler” dedi. Çelik şöyle konuştu: “Dün AKP’nin ve MHP’nin İstanbul İl Başkanı’nı aradım. Millet iradesine saygı duyulması gerektiği düşüncemi aktardım. Milli iradeyi dilinden düşürmeyenler, mağduriyet edebiyatıyla sürekli milli irade vurgusu yapanlar, bugün Gaziosmanpaşa halkının iradesine çöktüler” açıklamasını yaptı.

ERDOĞAN’A TEŞEKKÜR ETTİ

Karadeniz’e Erdoğan ve Bahçeli’nin yan yana olduğu bir fotoğraf hediye edildi. Karadeniz ise konuşmasında “kendisini göreve layık gören” Cumhurbaşkanı’na teşekkür etti. Erdoğan da konuşup tebrik etti.

Tam 27 yıl önce milli iradeye saygı vardı

Seçilmiş Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı Hakan Bahçetepe’nin görevden uzaklaştırılmasının ardından Belediye Meclisi’nde AKP ve MHP’nin oylarıyla Eray Karadeniz’in başkan vekili seçilmesi, Türkiye’yi 1998 yılının gerisine götürdü. Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptığı 1998 yılında, Siirt’te yaptığı konuşma nedeniyle “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla ceza aldı ve görevden uzaklaştırıldı.

O dönem İBB Meclisi’nde çoğunluk Fazilet Partisi’nde değildi, buna rağmen, belediye başkan vekilliği seçimlerinde göreve Ali Müfit Gürtuna seçildi. Çünkü mecliste yer alan diğer partiler, siyasi dayanışma göstererek Gürtuna’yı desteklemişti.

‘DEMOKRASİ ARAÇ’

Bundan tam 27 sene önce, seçmenin iradesine duyulan saygı, dünkü seçimde gösterilmedi. Belediye Meclisi’ndeki seçim üçüncü turda sonuçlandı, AKP’li Eray Karadeniz seçildi ve belediye AKP’ye geçti. Erdoğan’ın “Demokrasi bizim için amaç değil araçtır” sözü bir kez daha hatırlandı.

Source: Haber Merkezi


Türkiye gerçeği devletin verilerinde

Yüksek enflasyon ve düşük ücret arasında vatandaşın geçim mücadelesi gün geçtikçe büyüyor. İktidarın ekonomi politikaları nedeniyle yoksul sayısı gün geçtikçe artıyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın verilerine göre yaklaşık 20 milyon kişi sosyal yardımlarla ayakta durmaya çalışıyor. AKP iktidarı büyüyen ve gün geçtikçe derinleşen yoksulluğu çözemiyor.

YARDIM ÖDEMELERİ

Kamu kurumlarının yoksullukla mücadele ve sosyal yardımlaşma için ödediği tutar da ortaya çıktı. Kamu kurumları 2025 yılı toplamında 362 milyar 62 milyon 314 bin TL’yi yoksullukla mücadele ve sosyal yardımlaşmaya ayırdı. Bu bütçenin 114 milyar 702 milyon 433 bin TL’si ilk dört ayda ödendi.

Veriler gösteriyor ki AKP iktidarında yoksulluk yıllar içinde derinleşti milyonlarca vatandaş yardıma muhtaç hale geldi. 2021 yılında toplam 64 milyar 477 milyon 826 bin TL’lik yoksullukla mücadele ödemesi yapılırken, 2022 yılında bu tutar 87 milyar 551 milyon 13 bin TL oldu. 2023 yılında sosyal yardım ödemesi 187 milyar 732 milyon 763 bin lirayı buldu. 2024’te ise bu tutar 275 milyar 239 milyon 460 bin TL olarak kayıtlara geçti. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın Ocak-Nisan 2025’te yoksullukla mücadeleye ödediği 66 milyar 131 milyon 831 bin TL de dahil kamuda 2025 yılının ilk dört ayında toplam 114 milyar 702 milyon 433 bin TL’lik sosyal yardım ödemesi yapıldı.

Alo 144 yardım hattı susmuyor

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın yardım hattı Alo 144’ü, 4 yılda 34 milyon 3 bin 818 kişi arayarak yardım istedi. Aile ve Sosyal Hizmet Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş 2020’de 6 milyon 638 bin 270, 2021’de 6 milyon 26 bin 918, 2022’de 9 milyon 7 bin 545, 2023’te 7 milyon 383 bin 143, 2024’te 4 milyon 947 bin 942 başvuru yapılmıştır” bilgisini verdi.

Source: Deniz Ayhan


Erdoğan’ın başkanlığı düşünce CHP centilmenlik yaptı mı

Sadece şiir okuduğu için hakkında hapis cezası verildi.Yolsuzluk falan değildi gerekçe.*Ve Danıştay, anında karar verdi:*“Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlık görevi düşürülmüştür.”*Peki Erdoğan’ın görevinin düşürülmesinin ardından Belediye Meclisi’nde nasıl bir seçim yapıldı?*O dönem İstanbul Belediye Meclisi’nde partilerin üye sayısı şöyleydi:- FAZİLET PARTİSİ: 97- ANAP: 54- CHP: 21- DSP: 15- DYP: 3- DTP: 1- BAĞIMSIZ: 5*Tıpkı bugün Gaziosmanpaşa’da olduğu gibi Büyükşehir Belediye Meclisi’nde de seçim yapıldı.*O dönem CHP şöyle demedi:*“Erdoğan, Refah Partisi’nden halkın iradesiyle seçilmiştir. Yargı kararıyla başkanlığını kaybetti. Madem öyle biz de halkın iradesine saygılı olalım. Halkın iradesini gasp etmeyelim. Karşısına aday çıkarmayalım. Centilmenlik yapalım. Fazilet Partisi’nin adayını destekleyelim.”*CHP, böyle demedi ve adayını çıkardı.Seçimi kazansaydı, CHP’li isim belediyeyi yönetecekti yani.Millet iradesi, yetki gaspı, centilmenlik falan o zaman CHP’nin umurunda bile değildi.*Belediye Meclisi’nde seçim yapıldı.Sonuç şöyle çıktı.*- FAZİLET ADAYI: 111 oy aldı.- ANAP ADAYI: 58 oy aldı.- CHP ADAYI: 23 oy aldı.Bir oy boş çıktı. Üç oy geçersiz sayıldı.*Bu sonuçlarla Fazilet adayı Ali Müfit Gürtuna seçilmiş oldu.*Bazıları “Fazilet Partisi, Belediye Meclisi’nde çoğunluk değildi. Partiler centilmenlik yaptı. Erdoğan’dan sonra Fazilet adayına oy verdiler, Fazilet adayı Gürtuna’nın seçilmesini sağladılar” diye paylaşımlar yaptılar dün.*Bu bilgi, doğru bilgi değildir.Centilmenlik falan olmadı o dönem Belediye Meclisi’nde.Çatır çatır seçim yapıldı.Fazilet’in adayı da çatır çatır kazandı.Fazilet Partisi de Belediye Meclisi’nde azınlık falan değildi.*İşin özetinin özetinin özeti:Doğru olmayan bilgiden doğru sonuç çıkmaz.CHP’Lİ BELEDİYENİN AK PARTİ’YE GEÇMESİNE DAİR ALTI ŞEY- BİR: CHP’li Gaziosmanpaşa Belediye Başkanı, yolsuzluk iddiasıyla tutuklandığı için görevden uzaklaştırılmıştı. Bu karar, Gaziosmanpaşa’ya özgü bir karar değildi. Bu tür durumlarda belediye başkanlarının görevden uzaklaştırılması yasal gereklilik.*- İKİ: Peki görevden uzaklaştırılan başkanın yerine gelecek olan “Vekil başkan” nasıl belirleniyor? Belediye Meclisi’nde yapılan seçimle. Bu seçimi kazanan, başkanlık makamına oturuyor. AK Partili Meclis Üyesi Eray Karadeniz’in “vekil başkan” olarak seçilmesinde kurallara, yasalara aykırı bir durum yok yani.*- ÜÇ: Beşiktaş’ta CHP’li başkanın yerine CHP’li başkan seçildi. Başka yerlerde de böyle oldu. Çünkü oralarda belediye meclislerinde çoğunluk CHP’deydi. Gaziosmanpaşa’da ise değildi.*- DÖRT: “CHP’liyi görevden aldılar, onun yerine AK Partiliyi getirdiler, bu bir irade gaspıdır” anlatısı da algısı da yanlıştır yani. Kurallar işledi. Yasal olarak yapılması gereken yapıldı. Ve sonuç böyle oldu.Hakan Bahçetepe*- BEŞ: Ancak bu tür durumlarda tabii ki bir “centilmenlik yaklaşımı” söz konusu olabilir. “Madem halkın iradesiyle bir CHP’li belediye başkanı olarak seçilmiş, biz de hakkımızdan feragat ediyoruz” denilerek bir CHP’li Meclis üyesinin başkan olarak seçilmesi sağlanabilir.*- ALTI: Ancak sertlikte, gerginlikte zirvelerin zorlandığı şu son süreçten bu tür bir centilmenliğin çıkmasını da beklememek gerekir. AK Partili bir belediye başkanının başına bir iş gelse CHP’nin aklına da “centilmenlik” gelmezdi.Eray KaradenizSENİN AYRIMCILIĞIN BİTMEDİĞİ İÇİN ONLARIN MAĞDURİYETİ DE BİTMİYORNE zaman başörtülü bir kadına yönelik bir ayrımcılık yapılsa…Ve ne zaman bu ayrımcılığa itiraz eden paylaşımlar yapılsa….Altına hemen şu yorum yazılıyor:*“Bitmedi bunların mağduriyeti bitmedi.”*Bitmez tabii.- Senin ayrımcılığın bitti mi ki… Bitsin.- Senin içinde yanan “ah biz bir başa geçsek de göstersek şunlara” arzun bitti mi ki… Bitsin.- Senin mecburen katlanma halin bitti mi ki… Bitsin.- Senin başörtülü gördüğünde yüzünü buruşturman bitti mi ki… Bitsin.*Sende bu kafa olduğu müddetçe…Bu mağduriyet hem ezeli hem de ebedi olacaktır dostum.Üzgünüm.PLAJDA BAŞÖRTÜLÜNÜN NE İŞİ VAR SORUSUNA VERİLECEK CEVAPLAR NE zaman alkollü bir yere başörtülü gitse… Ne zaman alengirli bir mekânda başörtülü olsa… Ne zaman beach denilen bir yerin kapısında başörtülü gözükse…Hemen başlıyorlar sağlı sollu yorumlar yapmaya:*“Ne işi var orada? Günah değil mi?”*Böyle diyenlere verilecek standart cevap formlarını iletiyorum, isteyen istediğini kullansın:*- Başörtülünün keyfinin kâhyası mısın birader?- Tek bir işi var: Canının istediğini yerine getirmek.- Sen kimsin ki bunu sorgulama hakkını kendinde görüyorsun?- Sen “tutarlılık zabiti” misin? Başörtülü tutarsız olamaz mı?- Kişisel tercihlere saygı duyacaksın aslanım.- Uygar olmayı denersen bu tür sorular sormaya gerek duymazsın.KASET FARELERİNİN DURUMU- ESKİDEN: Gizlice kaydettikleri görüntü ve ses kayıtlarıyla bir şeyler çevirmeye kalkışan KASET FARELERİ, olaya her zaman beş sıfır önde başlardı.- ŞİMDİ: Gizlice kaydettikleri görüntü ve ses kayıtlarıyla bir şeyler çevirmeye kalkışan KASET FARELERİ, artık olaya beş sıfır geriden başlıyorlar.- ÇÜNKÜ: Kaset fareliği lanetli bir iş haline geldi… Kaset fareliğinin arkasında mutlaka bir FETÖ parmağı aranır oldu… Kaset fareliğinin namertlik olduğuna yönelik bir konsensüs oluştu toplumda.

Source: Ahmet Hakan


Bir kene hikayesi: Adım kene, yapışırım bırakmam!

Bizim çok geniş bir sülalemiz var. Her biri birbirine komik çizgi film karakterleri gibiyiz. Sülalede birçok kişinin sadece kendi aramızda kullandığımız takma isimleri de var elbette. Bu isimlerin çoğunu annem bulur, öyle de güzel bulur ki kendi ismini bile unutursun.Mesela ortanca ablamın kıvırcık saçlarından dolayı lakabı uzun süre merinosdu. Sonra bir dönem fırtınalar estiren Shogun dizisindeki Japon Yoshii Toranaga karakterinin pantolonuna benzeyen bir pantolonu olduğu için uzun yıllar arkasından toranaga diye seslenildi.Ablalarım ve ben bize uygun görülen lakaplarımızla mutluyduk ama örneklerle yazamayacağım başka başka lakaplar da var sahiplerinin hoşlanmadığı, o yüzden ben, bana takılanları anlatacağım size…Çocukken hepimize takılan o isimler 40 yaşımızı aşsak da hâlâ kullanılıyor. Özellikle de bana takılanlar birilerini kızdırdığım zaman ağızlardan ışık hızıyla çıkıveriyor eski günlerdeki gibi…Sülalenin isim annesi sevgili annem herkese isimler taktı ama bana yaş aldıkça isim takmalara doyamadı. Ben bir dönem bacaklarımın zayıflığından dolayı ‘Felicità’ şarkısından esinlenerek “Feli-Çıta” olarak çağırıldım, sonra karalığımdan dolayı ‘kara marsık’, o zamanlar minyon olduğum için “mercimek”, sonra uzunca bir süre “Cıngıya” dendi arkamdan.O zamanlar diğer lakapları anlıyordum da bu cıngıryaya bir türlü anlam veremiyordum. Sonradan öğrendim anlamını. Yengeç yavrusuna denirmiş cıngırya, denizin dibindeki kumda yaşayan bir sağa bir sola hareket eden küçük yengeçlere benzetmiş beni…Ama bir müddet sonra canım anam bana öyle bir lakap buldu ki evlere şenlik… Kene… Evet evet yanlış duymadınız, annem kendi öz çocuğuna bu lakabı layık görmüştü.Uzun süre ‘cıngırya ve kene’ arasında gidip geldiler. Kimi sinirlendirsem ya da bir kavganın içine girsem hep kene dediler ama. Hem de böyle “keneee keneeee” diye uzatıp vurgu yaparak…Psikolog M. Berk Karaoğlu ile çocuklara lakap takma konusu ile ilgili haberler bile yaptık. Karaoğlu, “Çocuklarınıza lakap takmayın. Aşırı hassas ve alıngan olabildikleri bu dönemde düşünceleri, söyledikleri veya yaptıkları hakkında şaka yapmamaya da özen gösterin.” diyor ama maalesef benim için iş işten geçti 😊Ben de bıraktığı hasar var mı bilmiyorum ama ben lakaplarımı sevdim galiba ya…Annem çok güzel bir nokta atışı yapmış ve bana ve kişiliğime uyan bir lakap bulmuştu yine. Yani ona kızmıyorum bana böyle isimler taktığı için. Her biri ile ayrı ayrı gurur duyuyorum hatta…Tabii küçükken sinirleniyordum ama şimdi düşününce ben gerçekten de bir keneyim.Neden mi?Öyle kan emen, insanları sömüren bir yanım yok ama eğer biri beni kızdırırsa, sinirlenirsem, hele ki bi takarsam eyvah eyvah… İşte tam bir kene gibi zamanını kollar uygun ortamda yapışırım ve ayırabilene aşk olsun.Biri sıramı mı aldı, hakkımı mı yemeye çalıştı uygun bulduğum bir yerinden yakalar, ellerimle kenetlenir öylece sabit kalırdım. Bu kimi zaman ablalarım kimi zaman arkadaşlarım oluyordu. Bir keresinde ablama yapışmıştım da annemle babam zor ayırmıştı bizi. Öyle çekerek ayrılmıyordum ama ellerime çimdik atmak falan gerekiyordu.“Eğer vücudunuza bir kene yapışırsa dokunmayın, parçası içeride kalmasın, mutlaka bir uzmanı çıkarsın” derler ya, hah işte bu kene için de aynı şey geçerli. Ben de yapışınca dokunulmaması gereken bir keneyim, sinirim geçince ben kendim bırakıyorum zaten, sakin olun…Bir de inatçıyım, zorluklar karşısında kolay kolay yılmam, inat ederim, ben bunu hallederim diye, kene gibi tutunurum yani o inandığım şeye…Yani bu lakabı sonuna kadar hak ediyorum galiba…Çocukluğumda lakabımın kene olmasından mı bilinmez bana sevimli geliyor bu canlılar… İlgimi çektikleri için sürekli kene haberleri yapıyorum.Zaten ben görmesem bile arkadaşlarım da sürekli bu haberleri atıyorlar bana… Kene haberleri resmen üstüme kene gibi yapıştı desem yeri var.Mesela duydunuz mu şimdi yeni bir kene haberi gündemde.Ülkemizde yeni bir kene türü tespit edildi. 56. tür olarak Haemaphysalis longicornis adlı yeni bir kene türünün Türkiye”ye 3-4 yıl önce Çin’den geldiği ve 30″dan fazla hastalık etkeni taşıdığını düşünülüyor.Ben de hemen Yavuz Turan hocamızın kapısını çaldım ve merak ettiğim tüm soruları gönderdim kendisine ama bir soru zihnimde kaldı:Acaba bu 56 kene türünün içinde benim türüm de sayıldı mı ki?

Source: Sedef Batı


Bebeğini çatıda ölüme terk etmişti… Dehşet olayın kahreden detayları belli oldu

Korkunç olayın adresi, İzmir”in Bornova ilçesinde bir evin çatısında beze sarılı halde yeni doğmuş bebek bulundu. Olayla ilgili yürütülen soruşturma kapsamında hastanedeki tedavisinin ardından anne F.İ. (20) ile olaya ilişkin Ş.İ. (51), İ.E.Ş. (40), A.İ. (22) ve 16 yaşındaki S.İ. gözaltına alındı. Emniyetteki işlemlerinin ardından adliyeye sevk edilen zanlılardan anne F.İ. tutuklandı, diğer şüpheliler adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. BEBEĞİ BEZE SARIP ÇATIYA BIRAKTI Yapılan araştırmada, F.İ”nin nikahsız birliktelikten hamile kaldığı, bu durumu ailesinden gizlediği, evinin banyosunda kendi imkanlarıyla doğum yaptıktan sonra bebeğini ikametin çatısına beze sarılı halde bıraktığı tespit edildi. OLAYIN GEÇMİŞİ 5 Haziran’da Bornova ilçesi Doğanlar Mahallesi 1593 Sokak’taki bir evin çatısından sesler geldiği yönünde yapılan ihbar üzerine polis ve sağlık ekipleri olay yerine sevk edilmiş, halılar arasında kanlı beze sarılı yeni doğmuş bir bebek bulunmuştu. Araştırma kapsamında anne tespit edilmiş, anne ve bebek sağlık ekiplerince Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırılmıştı. Bebek, burada yapılan müdahalelere rağmen kurtarılamamıştı.

Source: Çağla Çağlar