“Sosyal Sorunlar Gündemi – Toplumsal Dönüşüm ve Hak Mücadeleleri”

Lüks otelde toplantı: Hani tasarruf tedbirleri vardı?

Açılışı 8 Temmuz’da gerçekleştirilen toplantıya Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak ile 81 il müdürü katıldı. Birleşik Kamu-İş’e bağlı Büro-İş Sendikası Genel Başkanı Alay Hamzaçebi, bakanlığın kendi yurtları şu anda boş olmasına, konferans salonları bulunmasına karşın il ve yurt müdürleri toplantısının Ankara’da 5 yıldızlı otelde yapıldığını söyledi. Hamzaçebi, etkinliğin 3 gün, konaklamalı olduğunu belirtti. ‘BOŞA PARA HARCANIYOR’ Tasarruf tedbirleri gerekçe gösterilerek personelin mesai saat ücretlerinin izin olarak kullanılmasının istendiğine işaret eden Hamzaçebi, “Mesai yaptırıyorlar, parasını vermiyorlar. İzin olarak kullanılmasını istiyorlar. Ancak izin de birikiyor. Nasıl kullanılacak ? İzin de kullandırmıyorsun. Bu otelin bir geceliği kaç bin lira ? Boşa para harcanıyor. Bakanlığın birçok yurdu var. Tesisleri var. Onlar şu anda boş. Konferans salonları var. Neden orada yapılmıyor bu toplantı ? Bir yandan personele mesai ücreti vermiyorsun diğer yandan lüks otele ‘deve yükü’ ile para ödüyorsun. Nasıl olacak bu ? ” diye sordu. 30″DAN FAZLA BOŞ YURDU VAR Hamzaçebi, Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın Ankara’da şehir merkezinde 30’dan fazla öğrenci yurdu bulunduğunu ve bunların şu anda boş olduklarını söyledi. Hamzçebi, “İl ve yurt müdürleri, öğrencilerimizin yıllarca yaşadığı yurtlarda kalmayı kendilerine uygun görmediler mi ?” diyerek tepkisini dile getirdi.

Source: Mustafa Çakır


Terör örgütünün silah bırakma sürecine başlamasıyla TBMM’de atılacak adımlar merak ediliyor: Gözler Meclis’e çevrildi

Türkiye terör örgütü PKK’nin silah bırkma sürecini konuşurken, Meclis’te yeni çözüm süreci için kurulacak komisyonun çalışma kapsamı da merak ediliyor. İktidar kanadı bu komisyonun silahların bırakılmasını gözlemlemek, bu süreçle ilgili ihtiyaç olan yasal düzenlemeleri yapmak ve sürecin topluma anlatılmasını sağlamak için çalışacağını belirtirken, CHP’liler komisyonun daha geniş kapsamlı olması gerektiğini belirtiyor. Geçmiş dönemlerin hataları tekar edilmeden samimi adımların atılması gerektiğini vurgulayan CHP kurmayları “Sembolik de olsa silahların bırakılması değerlidir. Bizim istediğimiz Türkiye’nin demokratikleşmesi, bu bağlamda Kürt sorununun ortaya çıkmasına neden olan sorunların da çözülmesi. Bu kapsamda kurulacak komisyona grubu olan siyasi partiler eşit sayıda temsilci vermeli. Grubu olmayanlar da komisyonda temsil edilmeli. Komisyon, gündemini yine kendi içindeki demokratik yollarla belirlemeli. Başta şehit yakınları ve gaziler olmak üzere bu konuda herkesin sesini duyurabileceği bir yer olmalı” diyor. Terör örgütü PKK, yeni çözüm süreci kapsamında dün sembolik olarak silah bırakma sürecini başlatırken Meclis’te de süreçle ilgili kurulacak komisyon için tüm partilerin önerileri toplandı. Srebrenitsa Katliamı anmaları için gittiği Bosna Hersek’te konuyla ilgili soruları yanıtlayan TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, “Silahların bırakılmaya başlanmasının ardından bu meselenin takip edilmesi, özellikle konuyla ilgili toplumsal psikolojinin yönlendirilmesi veya gerekli yasal düzenlemeler yapılacaksa bunun ön hazırlıklarının yapılması için bir komisyona ihtiyaç var” dedi. Komisyonun çalışma kapsamının anayasa değişikliği veya terörist elebaşı Abdullah Öcalan’a af gibi konular olmayacağını söyleyen Kurtulmuş, komisyonun gelecek hafta kurulabileceğini ve yaz döneminde de çalışmalarını gerçekleştirebileceğini belirtti. Komisyonda nasıl kararlar alınacağına ilişkin de konuşan Kurtulmuş “O kadar hassas bir konu ki ‘oy çokluğu ile karar alırız’ denilecek bir alan değil. Bazı konularda nitelikli çoğunluk olması işin tabiatı gereğidir. Ne gün toplansın, kimler çağrılsın konuşulurken belki çoğunluk ama hangi konularda hangi yasaların çıkarılacağı konusunda karar alınacaksa bunun nitelikli çoğunlukla alınması işin doğası gereği” ifadelerini kullandı. ‘SİLAH BIRAKMA DEĞERLİ’ Hem silah bırakma sürecini hem de komisyon önerisini değerlendiren CHP kurmayları ise sembolik olarak silah bırakma sürecinin başlamasının olumlu olduğunu belirtiyor. “Tek başına bakıldığında sembolik olarak silahların bırakılması anlamlı ve sevindiricidir” diyen parti kurmayları, sürecin başında kendileriyle çok fazla bilgi paylaşılmadığını da vurguluyor. Buna karşın ülke adına verimli bir sonuç almak istediklerini söyleyen kurmaylar “Teröre karşı mücadelede ağır bedeller ödemiş bir milletiz. Bu nedenle silah bırakma değerli. Bu sürecin başlangıcında ve işleyişinde bilgimiz yok. Ama olumlu sonuç vermesini umuyoruz” diyor. CHP’NİN KOMİSYON ÖNERİLERİ İktidar kanadı Meclis’te kurulacak komisyon için daha dar bir çerçeve çizerken, CHP çalışma kapsamı daha geniş bir komisyon olması gerektiğini belirtiyor. CHP’liler süreçle ilgili önerilerini söyle sıralıyor: “Türkiye’nin Kürt Sorunu özelinde de demokratikleşmede de sorunları var. Bizim istediğimiz Türkiye’nin demokratikleşmesi, bu bağlamda Kürt sorununun ortaya çıkmasına neden olan sorunların da çözülmesi. Bu kapsamda kurulacak komisyona grubu olan siyasi partiler eşit sayıda temsilci vermeli. Grubu olmayanlar da komisyonda temsil edilmeli. Her milletvekili gerektiğinde komisyon çalışmalarına katılarak katkı verebilmeli. Nitelikli çoğunlukla karar alınmalı. Komisyon, gündemini yine kendi içindeki demokratik yollarla belirlemeli. Başta şehit yakınları ve gaziler olmak üzere bu konuda herkesin sesini duyurabileceği bir yer olmalı. Bu çalışmalar tutanak altında yapılmalı. Böyle bir komisyon çalışması Kürt sorununu çözmekle birlikte Türkiye’ye bir demokratikleşme ve hukuk devletinin inşası anlamında bir imkan yaratır.”

Source: Sarp Sağkal


Emekçinin dinlenme hakkı 10 gün bekleyebilir mi?

Yıllardır sezonluk işgücüne dayalı olarak sürdürülen turizm sektöründe çalışan sıkıntısı yaşanıyor. Otellerde çalışacak garson, kat görevlisi, aşçı bulunamıyor. Neden mi? Düşük ücretler, uzun mesailer, güvencesizlik ve tatil yapamama hâli yüzünden. Bu koşullar ortadayken Türkiye Büyük Millet Meclisi”nin (TBMM) çıkardığı yeni yasa, çalışanı korumak yerine işvereni rahatlatmayı tercih etti. Yeni yasayla, turizm işletme belgeli otellerde işçiler 10 gün boyunca kesintisiz çalıştırılabilecek. Haftalık izin ise ancak 11’inci gün verilecek. Bu “çözüm” değil, emekçinin hakkını törpülemektir. Haftalık tatil, sadece bir lüks değil; insani bir zorunluluktur. Anayasaya göre herkes dinlenme hakkına sahiptir. İş Kanunu’na göre ise bir işçi haftada en fazla 6 gün çalışabilir ve 1 gün tatil yapar. 7 değil, 8 değil, tam 10 gün boyunca çalışan bir işçiden nasıl verim beklenir? O çalışan, 11. günde dinlenmiş mi olur, yoksa tükenmiş mi? Gerekçe belli: “Zaten kimse çalışmak istemiyor, esnekliğe ihtiyacımız var.” Peki neden kimse çalışmak istemiyor? Bu sorunun yanıtı 11. günde değil, ilk 1. günde gizli: Güvencesizlik, mobbing, uzun mesailer ve düşük maaşlar. İşverene geçici bir nefes, çalışana kalıcı bir baskı. Personel bulamamak, çözümü çalışanı daha fazla çalıştırmakta aramakla çözülemez. Bu ancak sektörün geleceğini daha da tehlikeye atar. Nitelikli işgücünün yurtdışına kaçtığı, gençlerin bu alandan uzaklaştığı bir ortamda, yasalarla zorlayarak değil; koşulları iyileştirerek çözüm aranmalı. Aksi takdirde bu düzenleme, “ Haftalık izin bir haktır ” diyen temel iş prensibini ortadan kaldırmakla kalmaz, Türkiye’nin zaten kırılgan olan turizm emeği yapısını daha da zedeler. Yasayı çıkaranlara soralım: Siz 10 gün boyunca hiç durmadan çalışıp 11’inci gün tek bir gün dinlenmeyi adil bulur musunuz? Turizmi ayakta tutan sadece oteller değil, o otelleri ayakta tutan emekçilerdir. Dinlenmeyen emekçi, dinlenemeyen bir sektör demektir.

Source: Nilay Küçük


Cumhuriyetin değerlerini savunmak – Dr. Tunay Şendal

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Türk tarihindeki modernleşme ve ulus-devlet oluşturma çabalarının dönüm noktasıdır. 1923 tarihi, yalnızca bir rejim değişikliği değil, aynı zamanda toplumsal, kültürel ve siyasal bir dönüşümün başlangıcıdır. Ancak bazı çevreler, 1923’ü “darbe” olarak nitelendirerek Cumhuriyetin temel ilkelerine saldırmaktadır. CUMHURİYET KARŞITLIĞIN ARKA PLANI Bu söylem, siyasal İslam ve post-Kemalist akımların, Cumhuriyetin laiklik ve modernleşme projelerine yönelik eleştirilerinin bir parçasıdır. İdeolojik bir görüş olarak, küresel ölçekte 1920’ler, Türkiye’de ise 1960’larda ortaya çıkan siyasal İslam, Cumhuriyetin laiklik politikalarını dinsel kimliğin bastırılması olarak görürken 1923’ü gayrimeşru bir süreç olarak nitelendirmektedir. Bu söylem, Osmanlı’nın geleneksel yapısının yok edildiği iddiasıyla mağduriyet anlatısını güçlendirmektedir. Laiklik karşıtlığı, yalnızca tarihsel bir eleştiri değil, aynı zamanda mevcut anayasal düzene meydan okuma çabasıdır. Bu yaklaşım, Cumhuriyetin modernleşme projesini “Batıcı” ve “halktan uzak” olarak yaftalayarak tarihsel gerçeklikleri çarpıtmaktadır. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası ortamda meydana gelen postKemalizm ise, kurucu Kemalist ideolojinin modern Türkiye’deki yansımalarını eleştiren bir düşünce akımıdır. Bu akım, kimi zaman Cumhuriyetin laiklik, ulus-devlet ve eşitlik ilkelerini hedef alarak Osmanlı nostaljisini öne çıkarmaktadır. 1923’ün “darbe” olarak adlandırılması, bu söylemin en tartışmalı iddiasıdır ve Cumhuriyetin meşruiyetini sorgularken Osmanlı’nın dinsel yapısını idealize etmektedir. Ancak bu yaklaşım, Osmanlı’nın son dönemlerindeki ekonomik çöküş, kapitülasyonlar ve ayrılıkçı hareketler gibi tarihsel gerçeklikleri göz ardı etmektedir. TARİHSEL GERÇEKLERİN ÇARPITILMASI Her iki söylem, tarihsel gerçeklikleri çarpıtarak Osmanlı’nın çöküş dönemindeki kaosu göz ardı ederken mevcut anayasal düzene meydan okuma hedefini paylaşır ve mağduriyet anlatısını güçlendirerek toplumsal belleği yeniden şekillendirme çabası gütmektedir. Bu ortak duruş, modern Türkiye’nin seküler yapısına alternatif bir düzen önerirken tarihsel bağlamdan kopuk intikam eğilimli bir romantizmle hareket etmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Cumhuriyet, ulusal kurtuluş ve modernleşme hareketidir. Laiklik, dinin devlet işlerinden ayrılmasıyla inanç özgürlüğünü, ulus-devlet ise ortak kimlik etrafında birleşen bir toplum yaratmayı hedeflemiştir. Bu ilkeler, Osmanlı’nın çöken çok uluslu yapısının yerine modern bir yurttaşlık modeli inşa etmiştir. 1923’ü “darbe” olarak nitelemek, Kurtuluş Savaşı’nın kolektif ruhuna ve tarihsel bağlama haksızlık etmektir. Cumhuriyetin değerlerini savunmak, yalnızca geçmişi korumak değil, modern Türkiye’nin anayasal düzenini ve toplumsal barışı güvence altına almak demektir.

Source: Olaylar Ve Görüşler


Sosyal yardıma ‘bir simit’ kadar zam

2025 yılı itibarıyla 14 milyon 148 bin 740 kişi yaşamını yalnızca düzenli sosyal yardımla sürdürebiliyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ise “Hayırlı olsun” diyerek sosyal yardımlara 19-37 lira zam yapıldığını açıkladı. Vatandaşlar, “Bu artış bir çay ile bir simide bile zor yeter” derken Bakan Mahinur Göktaş, 19 liralık artış için “Tüm vatandaşlarımıza hayırlı olsun” mesajı yayınladı.

Sosyal yardım ödemelerinde yapılan artışla birlikte, yaşlı aylığı 4 bin 664 TL’den 5 bin 390 liraya yükseldi. Yaşlılara aylık 726 TL, günlük ise 24.2 lira zam yapıldı. Yüzde 40-69 arası engelli vatandaşlara yapılan yardım 3 bin 723 liradan 4 bin 302 liraya yükseltildi. Vatandaşın desteğine aylık 579, günlük ise 19.3 lira zam yapılmış oldu.

Source: Deniz Ayhan


Su uyur düşman uyumaz!

Orada ABD’li Barış Gönüllüleri ile tanıştım. Bayandılar, bir-ikisi ile dostluğumuzu ilerlettik. Görünüşte, bizim ortaokul ve liselerimizde İngilizce öğretiyorlardı ama el altından araştırma yapıp Türk halkının nabzını tutuyorlardı.Sonuçta şu kanaate vardıklarını bana itiraf ettiler: ‘Dine karşı çıkılarak, Türkiye’de hiçbir şey yapılamaz! Türkiye gibi toplumlarda bir şey yapmak isterseniz mutlaka dini kullanmalısınız! Ancak bu şekilde başarılı ve kalıcı olursunuz!’1974 yılında Ankara’da Yukarı Ayrancı Şube Müdürü idim. Cuma namazı sonrası arkadaşlar yakında bir yere çaya davet ettiler, gittim. Bir binanın zemin katında, yaşları 9-11 arasında olan 400 çocuk vardı. ‘Bunlar, Türkiye’nin çeşitli okullarından seçilmiş süper zeki çocuklardır’ dendi. Bunlar, devlet gözetiminde eğitiliyor ve geleceğin, her kademedeki yöneticileri bunlardan çıkacak denildi.Benim aklıma Osmanlının ‘Enderun’ eğitim sistemi geldi; çakmak bakışlı, cıvıl cıvıl bu süper çocukları görünce doğrusu sevindim ve duygulandım. Bütün bu yapılanmaların 15 Temmuz’un alt yapısı olabileceğini nereden bilebilirdim?’Meğerse o öğretmenlerin görevlerinden biri de bu tip zeki çocukları tespit etmekmiş.Görüyorsunuz değil mi sevgili okuyucularım; dünün süper gücü olan Osmanlının devşirme metodunu bugünkü süper güçler (ABD) Türkiye’ye uyguluyor ve bizi içeriden vuruyor!Yine dikkat edin; Türkiye’yi yabancılara peşkeş çeken bütün anlaşmaların altında İsmet İnönü imzasının olduğunu görürsünüz! Neden sonra (1972’de) ‘Barış Gönüllüleri’nin zararı görülüp, faaliyetlerine son verildi ama…Aynı tehlike bugün için de söz konusudur; özellikle dini (sözde tarikat) yapılanmalarına çok dikkat etmek gerekir. Zira bunlar, din kisvesi altında, uluslararası casusluk şebekelerinin kol gezdiği ve her türlü melanetin işlendiği arenalardır.İnsanımız, özellikle son yüzyılda dini yönden zırcahil bırakıldığından, din, en kullanışlı sahadır. Önüne gelen ipsiz-sapsız, kara cahil, soysuz türediler şeyhlik iddiasında bulunuyor ve yığınla insanı arkalarında bulabiliyorlar.Unutulmamalıdır ki, en büyük düşman cehalettir; cahil insan şeytanın maskarasıdır.İşte bir FETÖ manyağı geldi; din cahili, sürüsüyle her branştan profesörü, üst düzey asker ve sivil bürokratı, iş insanını peşinden sürükledi. Beyinleri yıkanmış bu insanlar, kripto halde içimizdeler; her yerdeler. Ve asla pişman olmuş değiller.Süleymancılık kisvesi altında sunulmaya çalışılan İmamoğlu çetesi de sözde dini referans alıyor! Devlet, FETÖ gibi bu yapının da üstüne gitmeli ve iddia edildiği gibiyse, ipliği pazara çıkarılmalıdır.Düşünebiliyor musunuz; bir sözde cemaat liderini ele geçirdiğinizde, milyonlarca kişiye hükmedebiliyorsunuz! Mahut o bir kişileri tuzağa düşürmek, satın almak, tehdit etmek zor olmasa gerektir. Zira basit bir kasetin neleri yaptığını ve yapabileceğini gördük ve görüyoruz!Ne demişler: ‘Ya devlet başa ya kuzgun leşe!’

Source: Fuat Bol


AKP”nin kurucu isminden dikkat çeken “rehavet” uyarısı

58. Hükümet’te Kültür, 59 ve 60. Hükümetlerde Milli Eğitim Bakanlığı yapan AKP eski Van Milletvekili Hüseyin Çelik, PKK’nın Süleymaniye’de silah bırakmasına ilişkin sosyal medya hesabından açıklamada bulundu.

Çelik, açıklamasında şunları kaydetti:

-Bugün Süleymaniye’nin Dukan ilçesi kırsalında yer alan Casene Mağarası bölgesinde, PKK tarafından ‘silah bırakma’ sürecine dair sembolik bir tören gerçekleştirilmiştir.

-Bu adım, kamuoyuna ‘Barış ve Demokratik Toplum Grubu’ ismiyle yansımış ve mücadelenin demokratik zeminde sürdürüleceği ifade edilmiştir. Bu gelişmeyi hem bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı hem de bölgenin bir insanı olarak, ülkemizin kronikleşmiş yaralarından birinin iyileştirilmesi yönünde anlamlı ve olumlu bir adım olarak görüyorum.

-Türkiye’de uzun yıllar boyunca canlarımıza, kaynaklarımıza ve toplumsal huzurumuza mal olan bu meseleye artık akıl, vicdan ve sorumlulukla yaklaşmanın zamanıdır. Her iki tarafın da hafızasında acı hatıralar vardır.

-Ancak geleceğimizi geçmişin yüküne mahkûm edemeyiz. Hayallerimizi, umutlarımızı ve ortak yaşama irademizi, hatıralarımızın önüne koymalıyız.

-Unutmamalıyız ki, bu mesele ne sadece DEM Parti’nin meselesidir ne Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsi sorumluluğundadır ne de herhangi bir siyasi aktörün inisiyatifine bırakılacak kadar dar bir zemindedir. Bu tüm Türkiye’nin meselesidir.

“DÜŞMANLAŞTIRICI DİLDEN UZAK DURMAK ELZEMDİR”

-Toplum olarak bizlere düşen görev, ‘her şey halloldu’ gibi rehavete kapılmadan, sürecin kalıcı hale gelmesi için demokratik ve hukuki zeminin güçlendirilmesine katkı sağlamaktır.

-Bu noktada özellikle, ötekileştirici, dışlayıcı ve düşmanlaştırıcı dilden uzak durmak elzemdir. Söylemimizi, çözüm odaklı ve kuşatıcı bir anlayışla yeniden inşa etmeliyiz.

-Bu sürecin sağlıklı yürüyebilmesi için hem yasal hem anayasal düzlemde gerekli adımların atılması büyük önem arz etmektedir.

-Türkiye, herkesin etnik kökenine, diline, inancına ve yaşam biçimine saygı duyduğu çoğulcu ve demokratik bir hukuk devleti olmak zorundadır. Gerçek anlamda barış, hukukla, demokrasiyle ve karşılıklı empatiyle mümkündür.

-Türkiye’nin bugün ihtiyaç duyduğu şey, daha fazla otoriterlik değil; daha fazla demokrasi, daha güçlü hukuk, daha köklü toplumsal uzlaşmadır.

-Bu süreçte cesaretle sorumluluk üstlenen tüm kişi ve kurumlara şahsım ve ülkem adına teşekkür ediyorum. Umuyorum ki bu adım, kalıcı ve onarıcı bir barış sürecinin başlangıcı olur.”

Source: Sonuç Sürmeli


Çocuklar ve boşanma

Sevgili Güzin Abla, ben boşanma aşamasında genç bir kadınım. Günümüzde insanlar boşanmanın evlenmek kadar doğal olduğunu ne yazık ki bir türlü kabul edemiyor. Başta kendi ailem olmak üzere çevremdeki herkes beni eşimle barıştırmak için aşırı çaba gösteriyor.Buna neden olarak da 8 yaşındaki kızımı ileri sürüyor ve bu boşanmanın onun psikolojisini bozabileceğini, bütün hayatını etkileyebileceğini iddia ediyorlar. Beni etkileyerek boşanmadan vazgeçirmeye çalışıyorlar. Oysa ben bu evlilikte çok mutsuzum.Eşim iyi biri olabilir ama ne ruhen ne de bedenen uyum sağlıyoruz. Sürekli kavga ediyoruz ve evde hep bir huzursuzluk hâkim. Ben de ömür boyu mutsuzluk yaşamak yerine kendime bir şans vermeye kararlıyım. Ama çevremin ileri sürdüğü gibi çocuğumun mutsuz olması söz konusuysa boşanmaktan vazgeçmeli, kendi hayatımı feda mı etmeliyim?◊ Rumuz: Yeni bir şansYANITSevgili kızım, elbette mutsuz bir evliliği sürdürmeni öneremem sana. Ama küçük kızınla ilgili, İngiltere’de York Üniversitesi tarafından yapılan araştırmanın sonucunda çocukların psikolojisinin boşanmadan daha çok ebeveynlerin ayrılık öncesinde ettiği kavgalardan etkilendiği şeklindeki yazısından bazı bölümleri paylaşarak, bu endişeni gidermeye çalışayım.Bu araştırma sonucunda ailesi kavga eden çocukların yüzde 30’unda davranış bozukluğu tespit edilmiş. Araştırmalar huzurlu ailede büyüyen çocukların daha sevecen ve başarılı olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte yine de farklı kültürden gelen çiftlerin kimi zaman fikir ayrılıkları gibi bazı sorunlar sonucu tartışmalar yaşamaları kaçınılmaz olabiliyor. Tartışma sırasında çiftler yıkıcı eleştiriler yapmadan birbirlerini dinliyorsa çocuk bu durumdan olumsuz etkilenmez.Fakat kapıların çarpıldığı, sinirli bağrışmaların olduğu durumlarda çocuğun güven duygusu zarar görür, çoğunlukla da kendini suçlu hisseder. Çocuk kendisinin, anne ile babanın arasını bozduğunu ya da anne babanın kendisini sevmediğini düşünebilir. Ebeveynlerinin tartışma sırasında şiddet uyguladığına tanık olan çocuklar ise ileriki yaşamlarında da şiddet uygulayabilir. Bu nedenle anne babalar, çocuğa birbirlerini sevseler bile anlaşmazlık yaşayabilecekleri ama bunu çözüme ulaştırılabilecekleri mesajını vermeli. Bunu başaramayan çiftlerin çocuklarının şu andaki ve gelecekteki ruhsal sağlığı için mutlaka aile ve evlilik terapisi desteği alması gerekebilir.Çocuklarda ebeveynlerin tartışması nedeniyle özgüven eksikliği, kaygı bozukluğu ve dikkat eksikliği gibi psikolojik kökenli sorunlar ortaya çıkabilir. Bazı çocuklar mutsuzluk gibi psikolojik sorunlarla karşı karşıya kalabilirler. Çiftler evdeki sorunlar her ne olursa olsun, çocuklara ilgi ve sevgiyi göstermelidirler. Kısacası, aile içi kavgalar çocukların psikolojisini boşanmadan daha çok etkiler… Ancak bence, boşanmalar sonucunda da ortaya çıkan bazı sorunlar çocukların psikolojisini olumsuz etkiler. Örneğin anne ya da babanın yeniden bir başkasıyla evlenmesi, bu evlilikten yeni bir kardeşin dünyaya gelmesi gibi… Bu yüzden benim çiftlere önerim; evlendikten sonra geçimsizlik yaşıyorsanız, bir çocuk dünyaya getirmeden önce 3 kez daha düşünün.

Source: Güzin Abla


Akademisyenlik mesleğinin itibarı: “Bir bankanın içi nasıl boşaltılır?”

28 Şubat’tın katsayı engelini aşmak için “açık lise” mezunu olarak Boğaziçi Üniversitesi’ne girdikten hemen sonraki yıllarda ekonomik kriz patlak vermişti Türkiye’de.

Hazırlık sınıfı bitmiş, birinci sınıf derslerine giriyorduk. Heyecan o biçimdi doğal olarak. Zor şartlara, tüm engellemelere rağmen, Doğu Karadeniz’in küçük bir vilayetinden gelip Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenci olmuştuk.

Derslerden biri “Ekonomi 105” idi. Birinci döneminin ortasında dersin hocası, gözaltına alındı, sonra tutuklandı. Meğer (şimdi olmayan) o dönemin meşhur bir bankasının “danışmanı” imiş. Dersi asistanı ile tamamladık.

İkinci dönem, “Ekonomi 106” dersini alınca baktık, sınıfta o hoca; tutuksuz yargılanmak üzere mi çıkmıştı yoksa beraat mi etmişti, hatırlamıyorum. Ama net hatırladığım şey, derse döndüğü ilk gün tahtaya da kalemle yazdığı şu sözü olmuştu: “Bir banka usulüne göre nasıl boşaltılır?”

Bunu “kibarca” anlattı önce ve sonra dersine geçti.

O gün “akademisyen itibarı” meselesi benim için “sıfırın altında” bir yere düşmüştü.

Derken üniversite mezuniyetine yakın bir zamanda rahmetli Sabahattin Zaim hoca geldi Boğaziçi’ne. Konuşmasıyla gönül dünyamda yerlerde sürünen “akademisyen itibarı”nı 2-3 saatlik kelam-ı kibarları ile düzlüğe çıkardı, temizledi.

Gel zaman, git zaman derken “üniversite profesörü” olmak nasip oldu.

Sabahattin hocanın yolundan gitmeye niyet ettiğimizde akademisyenlik mesleğinin maddi olarak “çorba + ana yemek + tatlı” üçlüsünden çoğu zaman “sadece çorba” ve bazen de “çorba + ana yemek” imkânı anlamına geldiğini, çok nadir de “üçü bir arada menü”yü tatma imkânı olacağını başta kabul etmiştik. Öyle de oldu.

Önemli olan “itibar” idi ve “akademisyen itibarı”, güzel ahlak, faydalı ilim ve salih amel üçlüsünü bünyede taşımak idi bizim için. Değişmedi bu inancım. İnancıma uygun çizgide mücadele etmeye de devam ediyorum.

Ancak toplumun nazarında “akademisyen itibarı” başka bir mesele.

2024 yılında yapılan “Türkiye Mesleki İtibar Araştırması” sonuçlarına göre, iyi bir işte aranan üç temel özellik arasında birinci sırada iyi bir ücret (% 89,2) var, sonrasında iş garantisi (% 88,8) geliyor ve nihayetinde işin kaza ve ölüm riski içermemesi (% 88,2) üçüncü sırada.

“Mesleklerin itibarı” araştırması sonuçları, “çorba + ana yemek + tatlı” menüsünün bir arada olmasını, iyi (itibarlı) bir işte olmazsa olmaz bir özellik olarak kodlamış demek ki. Araştırma sonuçları da zaten öyle diyor: “Mesleklerin itibarları ile kazançları arasında yakından bir ilişki gözlemlenmiştir.”

Bu gerçeklik dikkate alındığında araştırma sonuçlarına göre halk nazarında en itibarlı üç meslek içinde tıp doktorundan (% 88,3) sonra “üniversite profesörü” (% 83,32) geliyor. Öyle ki araştırmanın 2019 yılındaki sonuçlarına göre 2024 yılında “üniversite profesörü”nün itibarı üçüncülükten ikinciliği çıkmış.

Geldiğimiz zaman diliminde zor soru şu: Acaba bir sonraki araştırmada (2029 yılı) “üniversite profesörü”nün itibarı ilk 3’te kalabilecek mi, hatta ilk 10’da olabilecek mi?

Zira iyi bir işte aranan üç temel özellikten birincisi olan ücret/maaş bağlamında akademide son 2-3 yıldır ciddi sorunlar var, hem de çok ciddi!

Sorunun ciddiyeti, İzmir Büyükşehir Belediyesi işçilerinin “ücret zammı” konusunda iş bırakma eylemleri sürecinde kamuoyundaki tartışmaların da konusu oldu. İşçilerin talep ettikleri ücretin “profesörlerin maaşı”ndan fazla olduğu basına yansıdı.

Hatta daha birkaç gün önce İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi’nin resmî açıklaması ile mesele tescillendi. Çünkü üniversitede işçi kadrosunda görev yapan personellerle ilgili toplu iş sözleşmesi sürecinde sendikanın taleplerinden iki tanesi aynen şöyle:

“i) Destek ve güvenlik çalışanları için net maaş: Profesör maaşının % 23 fazlası. ii) Teknik personel için net maaş: Profesör maaşının % 31 fazlası.”

Yani işçilerin ölçüsü “profesör maaşı”na göre ve profesör maaşından fazla olacak şekilde! İşin içinde (ölçüde) üniversite akademisyenlerinden doçentler, doktor öğretim üyeleri, araştırma görevlileri (asistanlar) zaten yok! Yani profesörler dışındaki akademisyenler grubunun zaten “itibarları” çok değilken, yeni durumda onlar için sorun daha da ciddi; sıfırın altında!

Hal böyle olunca ve böyle devam ederse “2029 Türkiye Mesleki İtibar Araştırması” sonuçlarında durumun ne olacağını (muhtemel vahametini) bir kere daha enine boyuna düşünmek icap ediyor!

İtibarı gittikçe düşen veya düşecek olan akademi mensuplarının tedrisatına yani üniversitelere “itibar kazanalım diye gelen öğrenciler” ne olacak bu durumda? Ya da “gelecekler” mi acaba?

Belki de “akademisyen itibarı” sorunundan dolayı üniversiteler zamanla “in cin top oynayan mekanlara” mı dönüşecek? Son 2-3 yıldır yüksek lisans ve doktora programlarının önemli bir kısmında “in cin top oynamaya” başladı zaten!

Başa dönelim: Evet, akademide “bir bankanın içi nasıl boşaltılır” diye öğrencilerine şerri/ahlaksızlığı öğretmek isteyen “akademi kılıklı/unvanlı” nadanlar, karakteri bozuk profiller olabilir, olabiliyor. Ama akademide Sabahattin Zaim gibi “güzel insanlar” da oluyor, olmaya devam ediyor, daha çok olmalı.

Bu nedenle, güzel insanların itibarını korumak ve daha itibarlı hale getirmek en güzeli. Bunun için de maaşlar “itibar koruyucu” bir seviyede olması önemli. Ayrıca bu “güzel insanlar”ın akademide devamlılığı için çürüklerin de beslenmesi elzem! Hatta bol bol verilmeli ki gerçek manada ilim ehli aradan sıyrılıp yetişsin!

Meseleyi Fatih Sultan Mehmed döneminden bir anektod ile bağlayalım. O dönemin medreselerinde görev yapan âlimlerin maaşları oldukça yüksekti ve kendilerine büyük bir hürmet [itibar] gösterilirdi. Fatih Sultan Mehmet’e atfedilen ve ilim ehlinin protokoldeki konumlarını ve aldıkları maaşları belirleyen Kanunnâme-i Âl-i Osman adlı metinde bu duruma dair bilgilere yer verilmektedir:

“Sahn mollaları [yüksek dereceli din âlimleri] mevleviyettedir [yüksek dereceli kadılık]. Onlar cümle sancak beylerine tasaddur ederler [önde gelir ve onlara üstün sayılırlar].”

Kısacası, deniyor ki; sahn mollaları hem ilmi hem de protokol açısından yüksek bir konumdalar ve devletin ileri gelen yöneticilerinden bile daha fazla saygı/itibar görmelidirler.

Faruk Taşçı / Haber7

Source: Faruk Ta


Ali Özgentürk’e gecikmiş uğurlama

Ülkemizde sanatçılarımızın ödemek zorunda bırakıldıkları bedelleri yok sayma lüksümüz olabilir mi? Ali Özgentürk ’le, çok yakın arkadaşlığımızın duygusallığına kapılmadan, yaşamı boyunca ürettikleriyle çelişkili olarak yaşatılanların da paylaşılmasının gereğine inanıyor olarak, beynimin içinde dönüp dolanan kimi satırbaşlarınının altını çizmek istedim. Kamuoyunun gündeminde çok paylaşılmıyor olsa da ülkemizde sandığımızdan çok daha yaygın olarak bulaşıcı hastalıklarla boğuşmaktayız. “Bozuk yumurta, hasta tavuk” ilişkisine benzer bir olumsuz tablomuz var. Bendeniz birincisini yeni atlattım. Ancak çevremden aşılı olsalar bile, zatürreeye birden çok yakalanmış hastaların olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. En can acıtan gerçekliğimiz ise akıl almaz yüksek maliyetli, efsane olarak pazarlanan şehir hastanelerimiz de içinde. Günümüzün gerçeğinde hâlâ bir doktorumuza, birbiriyle ilişkili olmayan, bilgi birikimleriyle çatışıyor olsa bile, çok farklı sağlık sorunu olan, ortalama 60’lar olarak sayılan, günlük hasta sayısının düştüğü gerçeği ile yüz yüzeyiz. Yurtdışına kaçışın durdurulabilmesi Hak getire. *** Ali Özgentürk’ün, sevenlerinin kolay kolay unutamayacakları üzere, hâlâ sinema ağırlıklı, Asya Film üzerinden bir şeyler yapılabilmesi çabası içinde evine gidip gelen yardımcısı, kendi anahtarı ile kapıyı açtıktan sonra, yere düşmüş, başını çarptığı için de baygın yattığına tanıklık edince ailenin en küçüğü Nebil Özgentürk ’e haber vermiş. Nebil, hastaneye kaldırdıklarını ancak bilincinin kapalı olduğunu aktardı. Ali Özgentürk’le en son odamda buluştuğumuzda son yıllarda çok duyduğum üzere, yine özlemle göremediği kızlarını sayıklamasına kızgınlıkla, elimde olmadan bağırmıştım, “Kendine gel, dilin dönmüyor, önce sağlığına dikkat et” diye uyarmaya çalışmıştım. Gerçeğini duymak isterseniz, Asya Film’in efsane olduğu yıllardan çok uzaklardaydık. En son anımsadığım Ali, Bodrum’daki bir festival için, Japonya’dan, Genco Erkal’ın başrolünde yer aldığı “At” filmi ile aldıkları dünya birincilik ödülündeki filmin gösterilmesi davetini almıştı. Utana sıkıla, eski kopyalar onarılıp yenilenmeden davete katılmanın olanaksız olduğunu anlatmaya çalışmıştı. Japon kültürü ilişkileri üzerinden başta kültür elçimiz Prof. Selçuk Esenbel içinde olmak üzere, yakından tanıdıklarımın yardımcı olup olamayacaklarını sorgulamaya çalışmıştı. Gazeteci kimliği ile araya giremeyeceğimi bile söyleyememiştim. *** Bilenler bilir, tanımayanlar için bir kez daha altı çizilmesi gerekli birkaç cümle olmalı. Ali Özgentürk, yaratıcılık, sanatçı yetenekleriyle, bence önce babası tarafından keşfedilmiş. Adana’da lise öğrencilik yıllarında kamera tutkusunu keşfedince aldığı fotoğraf makinesiyle, Rusların yatırımı İskenderun Demir Çelik Fabrikası’na gidip çocukları çekmeye kalkışınca fabrikanın bahçesinde oynama izni verilen çocukların sadece memurlarınkiler olduğunu keşfedip, işçi çocuklarının alınmamasını görüntüleyerek, yan yana fotoğraf karelerini çoğaltarak oluşturduğu “kısa metrajlı film ile” Moskova’dan ilk dünya birincilik ödülünü kazanmayı başarmıştır. “Devrim için hareket” sokak tiyatrosu, Güney Amerika’dan esinlenmiş, 1968 kuşağı gençliğinin eylemlerinin simgesi olmuştur. 1968 kuşağının içinde, çocuklarına, kızlarına sevgiyi onun kadar tutkuya çevirebilmiş, çok fazla örnek anımsamıyorum. Komada değil de bilinçli yaşıyorken ikisinin de bir kez daha ellerini tutabilmiş, sevebilmiş olmasını dilerdim.

Source: Şükran Soner


‘Kurtulma iradesi’ ve ‘bilgelik’

Bir üniversite amfisinde kürsüdeki hocanın sırada oturan bir öğrenciye, “Sen, ikinci sıradaki mavi ceketli, adın nedir” sorusuyla başlıyor video. “Adım Aleksis” diyor hocanın seslendiği öğrenci. “Aleksis, lütfen sınıfımı terk eder misin?” diyor hoca, “Seni bir daha görmek istemiyorum”. Şaşıran öğrenci “Anlamadım…” diyor ve “İkinci kez söylemeyeceğim” diyen hoca kapıyı gösteriyor. HUKUK DERSİNE GİRİŞ “Yasalar neden vardır? Yasalar ne içindir? Cevap vermek isteyen” sorusuyla hocanın hukuk dersi verdiğini anlıyoruz. Birkaç öğrenci yanıtlıyor: “Toplumsal düzen için… Bireysel hakları korumak için… Adalet?” “Teşekkürler!” diyen hoca başlıyor dersine: “Söyleyin bakalım, az önce sınıf arkadaşınıza haksızlık mı ettim? Evet, kesinlikle. Peki, o zaman… Neden hiçbiriniz buna itiraz etmediniz? Neden bu durumu adil bir şekilde engellemediniz? Az önce öğrendiklerinizi, yaşamadığınız sürece, binlerce saatlik derste anlayamazsınız. Hiçbiriniz bir şey demediniz çünkü direkt etkilendiğiniz bir durum yoktu… Bu tutum size karşı ve hayata karşı… Sizi ilgilendirmediğini, sizin işiniz olmadığını düşünebilirsiniz ama eğer adaleti sağlamaya yardımcı olmazsanız… Bir gün siz de adaletsizlik yaşayabilirsiniz. Ve o gün sizi savunan hiç kimse olmaz. Her gün iş dünyasında, sporda, birçok yerde adaletsizlik var. Başkasının adaletle ilgilenmesine güvenmek yeterli değil. Ben size sesinizin gücünü öğretmek için buradayım! Herkesin yaptığının tersine gitmek anlamına gelse bile, doğru olanı savunmanız için size güç verecek eleştirel düşünmeyi öğrenmenizi istiyorum… Haydi başlayalım!” ‘SUSMA, SUSTUKÇA SIRA SANA GELECEK!’ Sosyal medyada gördüğüm bu etkileyici video aklıma, 1933’te coşkuyla oy verdiği Hitler rejiminin kilise politikasına da müdahale etmeye başlamasıyla muhalefete geçen ve tutuklanıp sekiz yıl toplama kamplarında kalan Martin Niemöller ’i getirdi. Ulusunun ahlaki sorumluluğuna dikkat çeken bir rahip olan Niemöller’in çeşitli biçimlerde aktarılan “Önce sosyalistler için geldiler, sustum çünkü sosyalist değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, sustum çünkü sendikacı değildim. Daha sonra Yahudiler için geldiler, sustum çünkü Yahudi değildim. Sonra benim için geldiler, benim için konuşabilecek hiç kimse kalmamıştı” sözleri, kendisi de içinde olmak üzere Protestan kilisesi liderlerinin ve tüm Almanların sesini çıkarmayarak, ilgisiz kalarak, itiraz etmeyerek, görmezden gelerek Nazilerin milyonlarca insanı tutuklamasına, kamplara kapatmasına, katletmesine yardım ettiğini düşünüyordu. KURTULMA İRADESİ “Zenginlik güç gösterisine dönüşüyor” diyen Doğan Kuban , bugüne ışık tutuyor: “Yapılanları insanlığa yakıştıramıyorum. Fakat bu şiddetin arkasında ya da yanında, günümüzde temel nedeni olan kapitalizm dikiliyor. Egemenlik kavgaları, insan yaşamını yönlendiren para uşaklığının yaşamın ‘leitmotiv’i olmasından kaynaklanıyor. İnsanlık tarihinde paraya tapmak yeni değil. İslam tarihi, Osmanlı tarihi bu hikâyelerden geçilmez. Paraya tapmanın dinle imanla ilgisi olmadığını, Yahudi’den Hıristiyan’a, Çinliden Türke değişmediğini biliyoruz. Ne var ki para nerede ve hangi koşulda olursa olsun, ortak yaptığı bir şey varsa, onun saflığını bozar… İslam ülkelerinde toplumları etnik köken ve mezhep kavgalarıyla ayrıştırmaya ve kabilse parçalamaya yönelik bir emperyalist program 150 yıldır uygulanıyor. Cahil ve aptal olmayanlar Pakistan’da, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Mısır’da, Sudan’da, Yemen’de, Libya’da bunun sonuçlarını gördüler…” (Umutsuzluk Yakışmaz, Kırmızı Kedi, 2017). Kuban, Türk halkının “kurtulma iradesi” ve “derin bir tarihin bir yana koyduğu bir bilgelik”le “her zaman ölümsüz bir ağaç gibi yeniden başlayacak gücü” olduğunu ve kuruduğu sanılan ağacın filizlenmesi gibi ayağa kalkacağını söyleyip umut salıyor: “Yeniden başlamak yaşam işaretidir.”

Source: Öner Yağcı