“Sosyal Sorunlar Gündemi – Toplumsal Dönüşüm ve İnsani Mesajlar”

Yatırımcının gözü sokakta

Borsa İstanbul, hem siyasi gelişmelerin hem de ekonomik verilerin etkisiyle dalgalı bir seyir izlerken, yatırımcıların odağı artık sadece faiz indirimi ya da enflasyon verisinde değil; gözler sokakta yaşanabilecek olası toplumsal eylemlerde. ALB Yatırım Başekonomisti Doç. Dr. Filiz Eryılmaz, CHP’nin kurultay davasına ilişkin belirsizliklerin, yerel yönetimlere yönelik operasyonların ve sokak eylemleri ihtimalinin, piyasalar için başlı başına bir risk unsuru haline geldiğini belirtti.

Eryılmaz’ın aktardıklarına göre “Bu iş sokağa taşar mı?” sorusu, yatırımcıların zihinlerinde belirleyici konumda. Eryılmaz, Ekrem İmamoğlu davası sürecini hatırlatarak, “O dönemde endeks 10.800’lerden 8.850’ye düşmüştü. Sokak tansiyonu, piyasa açısından en tedirgin edici unsur” dedi. Haftaya borsada baskılı bir başlangıç bekleyen Eryılmaz, “kara pazartesi” öngörmese de, piyasada kırılgan bir atmosferin hakim olduğunu söyledi.

DOLARA MÜDAHALE GELİR

Bankacılık endeksinin yön belirleyici olacağını belirten Eryılmaz, 9.750 seviyesinin teknik olarak kritik bir eşik olduğunu, bu seviyede tutunmanın endeksin yeniden toparlanması açısından önemli olacağını vurguladı. Eryılmaz, TL’de sert bir değer kaybı beklemediğini, Merkez Bankası’nın müdahale edebilecek hazırlıkta olduğunu belirterek, “40 TL’ye doğru ataklar görülebilir ama kontrol dışı bir hareket beklemiyorum” dedi. “Piyasa aktörleri arasında, ‘çok büyük bir gelişme yaşanmayacak’ inancı hakimdi. Ancak gözaltılar başladığında bu algı hızla kırıldı. Cin şişeden çıktı” ifadesiyle durumu özetleyen Eryılmaz, yatırımcıların artık her an her şey olabilir beklentisiyle hareket ettiğini vurguladı.

Teknik analizler bir yere kadar

Haftalık finansal piyasalar yayınında Borsa İstanbul’da yükselişlerin satış fırsatına dönüştüğünü belirten stratejist Tunç Şatıroğlu ise “Bu durumu değerlendirenler için sadece bir teselli. Keşke böyle olmasa, biz de analizler yapsak, ‘Bu hisseler daha iyi değerlendirilebilir’ gibi yorumlar yapabilsek. Ama bu belirsizlik ortamında ne kadar ucuz olursa olsun çok ani yükselişler olabiliyor. Evet, iyi paralar da kazandırabiliyor ama sonrasında üzüyor” dedi. Teknik olarak hâlâ 10.900 seviyelerinin mümkün olduğunu ifade eden Şatıroğlu, “Ancak fiyatlar 9.900 gibi bir bölgeye kendini çekebilir. Bu noktalarda bir destek bulmasını bekleriz ama teknik analiz sadece bir yere kadar işe yarıyor” diye ekledi.

Source: Mehtap Özcan Ertürk


AKP halkı ikna edemiyor

Gğndemar Araştırma’nın Türkiye genelinde yaptığı son araştırmada CHP belediyelerine yönelik hızlanan gözaltı ve tutuklamalara toplumun yüzde 54’ü “tutuklamaları haksız ve siyasi buluyorum” dedi, yüzde 18 ise “tutuklamayı hukuka uygun ve yerinde buluyorum” şeklinde yanıtladı.

Araştırmada “Yolsuzluk iddiaları AKP’li belediye başkanları hakkında olsaydı, sizce aynı işlemler yapılır mıydı yoksa yapılmaz mıydı?” diye sorulduğunda ise toplumun yüzde 22’sinin “evet, yapılırdı”, yüzde 60’nın ise “hayır yapılmazdı” dediği belirlendi. Araştırmada yüzde 16 “Değerlendirmek için henüz erken” diyenlerin oranı yüzde 16, fikrim yok diyenlerin oranı da yüzde 12.

KİM KAÇ GÜNDÜR TUTUKLU?

– Ekrem İmamoğlu: 110 gün- Av. Mehmet Pehlivan: 17 gün- Selahattin Demirtaş: 3166 gün- Ayşe Barım: 162 gün- Can Atalay: 1169 gün- Ahmet Özer: 245 gün- Fatih Altaylı: 15 gün- Leman’cılar: 4 gün- Tunç Soyer: 2 gün- Akademisyen Aslı Aydemir: 2 gün- Muhittin Böcek: 1 gün

Source: Haber Merkezi


Dünyanın onların insanlık mesajına ihtiyacı var

Analiz / İsmail S. Gülümser

Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan, Samanyolu Haber”deki yazısında Orta Asya’dan bir gencin mektubunu paylaşmış. Herkesin hissiyatına tercüman olacak bir örnek olayla, Hizmet’in dünyanın geleceğini aydınlatacak bazı niteliklerine vurgu yapmış.

Bunalım döneminde ülkelerin imdadına koştular

Sovyetler Birliği”nin dağılmasından sonra bağımsızlığını yeni kazanan ülkeler, ne yapacağını bilmeyen idarecilerin elinde ciddi sorunlarla yüzleşti. Mali imkândan yoksun bir şekilde devraldıkları enkazı, kaldırmakta zorlanan yönetimlere destek için gidenlerin çoğu bölgenin doğal kaynaklarına göz dikti.

Gönüllüler ise ellerinde imkân olmadan, üçerli beşerli gruplar halinde; diline ve kültürüne aşina olmadıkları çok geniş bir coğrafyaya dağıldı. Maddi hiçbir beklentiye girmeden, soydaşların yaşadığı bölgelerin yardımına koştu ve her yere insanlık meşalesini taşıdı.

Samimiyetin gücü ve dönüştürücü etkisi

Başlangıçta çok zorlandılar fakat samimiyetleriyle hep özendirici ve örnek oldular.

Aile yapısının kasıtlı olarak yıkıldığı bir bölgede onlar, gençleri kendi kültür ve ahlaki değerleriyle yeniden tanıştırmak için çaba harcadılar. Bencilliğin hâkim olduğu bir coğrafyada, hayatını yeni nesle adayan öğretmenlerin, tüm imkanlarını feda eden esnafların özverisi güven telkin etti.

Maneviyatı tahrip edilmiş bir toplumdan gelen öğrenciler,

Okuldakilerin kendileri için yaptığı büyük fedakarlığı görünce,

Çalışanların yerde gezen melekler ve okulunun bir cennet köşesi olduğu hissine kapılmış.

Kaybolan tüm değerlerini orada yeniden kazandığını,

Anne babasını sevmeyi bile orada öğrendiğini,

Bu yüzden büyük bir heyecan ve coşkuyla okula bağlandığını ifade etmiş.

Bazı gençlerin, ayakkabıyla dolaşmaktan sakınacak kadar okul atmosferinden etkilendiği anlaşılıyor.

Devletler eğitime milyonlarca dolarlık kaynak ayırıyor, en deneyimli kadrolarla eğitim programları hazırlıyor. Ülkeler yılların verdiği birikimle yeni nesle olumlu davranış kazandırmaya çalışıyorlar, ancak istenen düzeye ulaşılamıyor. Halbuki gönüller, gittikleri her yerde dar imkanlarla işe başladıkları ve deneyimi olmayan gencecik öğretmenlerle hizmet ürettikleri halde çok başarılı sonuçlar alıyor.

Yaşantıyla rehberlik modeli

Geçmişte toplumda derin iz bırakan maneviyat önderlerinin örnek yaşantıları günümüzde bile etkisini sürdürüyor. Hocaefendi’nin, sahih İslam yorumuna dayanan bilgilerle şekillendirdiği insani ve ahlaki davranış modeli de böyle belirgin bir fark oluşturdu.

Çünkü o, “Çok etkili bir hitabete sahip olsanız da belki heyecanları uyarabilirsiniz. Ancak aynı ölçüde sözler davranışa dönüşmezse inandırıcı olamazsınız” dedi ve tutarlı davranışların toplum vicdanında daha kalıcı iz bırakacağını anlattı. Gönüllülerden, rol model olma “Yaşantı ve tavrıyla güven telkin etme” istedi.

Onun bu vb. sözlerini rehber edinen, tecrübesiz çiçeği burnunda eğitimciler, gittikleri her ülkede gençler üzerinde derin tesir bıraktı. Pek çoğu “beklentisizliği” bir hayat prensibi haline getirdi. Gelecek kaygısını bir kenara bırakan insanlar, başkasını yükseltme uğruna yıllarca kişisel amaçlarını, ikinci plana itti.

Bulundukları yerlerde yaşama değil yaşatmayı hedef aldıkları için, oturuşu kalkışıyla hep örnek davranış sergiledi. Dıştan bakanlar onların yüksek ahlaki değer yargılarından çok etkilendi.

Bugün gelişmiş ülkelerde, dünyanın geleceğine katkı sunacak çok ileri düzeyde bilimsel çabaların olduğunu görmek mümkün. Ancak çevresindeki harikulade değişim ve dönüşümlerle, inandığı değerlere bağlılığını artırıp toplumsal hayata da olumlu katkı sunmayı düşünen insan sayısı sınırlı.

Söz fikir ve düşüncenin gücü sınırlı

Bazıları eserleri ve konuşmasıyla topluma ütopya sunduğu halde, yaşantısıyla bunu göstermediği için kalıcı etki uyaramıyor. Dinle gelen değerlere bağlı olduğunu iddia edenler, onun gereklerine uyup üstün bir ahlaki davranış sergilemediğinde inandırıcı olmakta zorlanıyor. Müslümanların kendi çocukları üzerinde bile etkili olamaması bu türden yaşantı zaafından kaynaklanıyor.

Felsefecilerin ürettiği ilginç fikirler, insanları düşünmeye sevk etse de bundan hareketle hayatına yön verenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Halbuki İslam peygamberi (SAV) ve arkadaşlarının, o dönemde kendilerine gelen ilahi mesajları yaşama tarzı çok geniş bir coğrafyada etkili oldu. Onun (SAV), 40 yaşına kadar ki dürüstlüğü davranışlarındaki tutarlılık herkes tarafından beğenildiği için sözleri taş gibi kalpleri yumuşattı, ilk yıllarda inatla karşı çıkanlar bile, bir süre sonra onun tesir alanına girdi. Samimiyetleri o kadar inandırıcı bir referans oldu ki etkileri günümüze kadar ulaştı.

Onlara bağlı kaldıkları dönemlerde İlhanlılar, Zengiler, Eyyubiler, Selçuklular, Osmanlılar büyük gelişme gösterdi, medeniyetin beşiği oldu, değer kaybı yaşadıklarında tarih sahnesinden silindiler. Geçmiş büyüklerin geleceği aydınlatan vizyonu yanında, yaklaşık 8 asırdan beri İslam coğrafyasının bugün dünya üzerinde hiçbir olumlu katkısının olmaması inandıkları değerlere olan güven kaybında yatıyor.

Kıymeti bilinmeyen değerler ve tutarlılık

Sahip olduğu yüksek insani ve ahlaki normların kıymetini bilmeyenler, başkalarına benzeyerek rekabette öne geçeceğini sandı. Bazıları dini bir üstünlük kurma aparatı gibi kullanırken kimi de eziklik psikolojisi içinde Müslüman olduğunu saklama derdine düştü. Halbuki dindarların namaz vb. ibadetlerinin hiçbirinde utanılacak bir şey yok ve bunlar diğerleriyle ortak proje yürütmeye engel değil. Aksine dindar göründüğü halde kişisel kusurlardan kendini koruma gereği duymayanlar yadırganıyor.

İnsan farkında olmasa da çevresindekiler hiç hissettirmenden onu izler, bazen aykırı davranışlara itmek için zorlayarak test edebilir. Hayatında falsoya yer vermeyen en zor şartlarda istikrarını sürdüren inandırıcı olur.

Sahabeler ve ondan sonra gelenlerin imrendirici tavırlarının kalpleri yumuşattığını bilmeyenler, ellerine güç geçtiği anda bunu başkası üstünde baskı unsuru olarak kullanarak kısa yoldan istediğini almaya kalkıyor.

Din özellikle siyasal İslam gibi akımların elinde, sadece hakimiyet aracı gibi kullanılıyor.

Onlar gibi hareket etmeden rekabet edilemeyeceğini düşünenler,

Şirin görünme gayretiyle sempati kazanmaya çalışanlar, tersine tepki çekiyor.

İçtenlikle oluşan güven

Kendi değerlerine inanıp onlara bağlı kalarak, zikzak çizmeden, düzgün bir hayat sürenler itimat telkin eder. Onları yaşantısıyla gösterenler, çok iyi nutuk atan hatip, tumturaklı yazı yazan edipten çok daha tesirli olur.

Ancak başkalarına göstermek için sergilenen zorlamalı tavırlar, gerçeği tam yansıtmayan sunilikler de faydalı olmaktan uzaktır. Böyle bir görüntü vermek için kendini eğip büken, yapmacık ikircikli tutumundan dolayı çevresinde iyi tesir bırakmadığı gibi bütün emekleri de zayi edebilir.

Bir insan, iyilik ve güzellikleri içselleştirmesi halinde hiç tanımadığı insanlarda bile olumlu etki uyarabilir. Alçak gönüllüğü tabiatının bir parçası haline getiren, bunları samimi biçimde hal ve hareketlerine yansıtanların tavrı sözün önüne geçer, etraflarında sevgi halesi oluşur.

Hizmet gönüllülerinin inandıkları değerleri yaşama konusundaki titizlikleri, birer iffet ve ismet abidesi gibi davranıp herkesin namusunu koruma konusundaki gayretleri gözden kaçmadı. Dikkatle izleyenler hiç çekinmeden çocuklarını onlara teslim etti. Genç yaşlarına rağmen, götürdükleri her teklif tecrübeli insanlar tarafından destek gördü. Kazanılan güven duygusu en anormal şartlarda bile sarsılmadı.

Dinle gelen mesajları tam kavramamış, ancak bildiği kadarını yaşamaya çalışan gönüllülerin, tesiri böyle olduysa, onu daha büyük bir hassasiyet içinde yaşayanların etkisini tasavvur etmek bile zordur.

-Bu nedenle kimse kendi değerlerinden şüphe duymamalı.

-Toplumlara faydalı olmayı düşünenler, önce yaşayarak doğru temsil etmeli ve yüksek ilkeleri davranışlarıyla göz alıcı bir şekilde yansıtıp canlandırmalı.

-Birilerine imrenip onlara benzeyerek faydalı olmayı bekleme yerine, imrendirici davranışlarla herkese olumlu katkı yolu aranmalı.

Source: aktifhabercom


Aile kavgası en çok onu yıktı: Daha 13 yaşındayım abi… Bana buna yapma!

Kapalı kapılar ardından ciddi sorunlar yaşıyorlar. Bin bir emekle büyütüp bütün imkanlarını seferber ederek yuvasını kurdukları büyük oğulları onlara yüz çevirdi.Dört çocuklarının en büyüğü Brooklyn”i Nicola Peltz ile evlendiren Beckham çift, o zamandan bu yana dert sahibi oldu.Öyle ki en büyük mutluluklarını bile buruk yaşıyorlar. David 50 yaşına girdiğinde yanında herkes vardı ama ilk göz ağrısı, büyük oğlu Brooklyn yoktu. KARDEŞİNİN ÖZEL GÜNÜNDE NE YAPACAĞI MERAK KONUSUSonrasında Brooklyn, karısı Nicola”nın babası Nelson Peltz”in doğum gününü sosyal medya hesabından paylaştığı aile pozlarıyla kutladı.Sanki kendi anne ve babası Victoria ile David Beckham”a nispet yapar gibi.David daha geçen ay yıllardır en büyük hayali olan Sir unvanına kavuştu… Yine yanında kalabalık bir grup vardı ailesiyle birlikte, oğlu Brooklyn yine yoktu. Gözden Kaçmasın Ailenin biriciği, babasının prensesi… Üç erkek çocuktan sonra doğmuştu… Ünlü çiftin kızı ne kadar da büyüdü! Haberi görüntüle YÜREKLERİ ELLERİNDE YİNE BİR KUTLAMAYI BEKLİYORLARŞimdi Beckham ailesi, yürekleri ellerinde yeni bir kutlamayı bekliyor. Daha doğrusu Brooklyn”in o kutlamada ne yapacağını düşündükçe kalp atışları hızlanıyor.Önümüzdeki perşembe günü Beckham çiftinin en küçük çocuğu ve tek kızı Harper Seven, 14 yaşına girecek. Bu noktada merak konusu olan ise Brooklyn”in kardeşinin bu özel gününde yanında olup olmayacağı.Yanına gidemese bile sosyal medya hesabından Harper”ın yeni yaşını kutlayıp kutlamayacağı.Brooklyn, bir süre önce başta annesi ve babası olmak üzere kendi çekirdek ailesiyle hiçbir iletişim kurmak istemediğini, artık kendisi için tek önemli kişinin karısı Nicola olduğunu söylemişti.İşte bu yüzden bütün Beckham ailesi, Brooklyn”in kardeşini bu özel gününde görmezden gelip gelmeyeceğini merak ediyor. EN ÇOK HARPER”IN KALBİ KIRIKGeçmiş yıllarda Brooklyn ile Nicola, ailedeki herkesin ama özellikle de Harper”ın bu özel gününü hiç atlamadı. Bunca kavganın gürültünün ardından ne olacağı ise önümüzdeki perşembe günü ortaya çıkacak.Beckham ailesine yakın kaynaklara göre Victoria ve David başta olmak üzere bütün çocukları, Romeo, Cruz ve en küçükleri Harper bu aile kavgasından dolayı çok üzgün.Ama en çok da ailenin en küçüğü Harper, kelimenin tam anlamıyla yıkılmış durumdaSöz konusu kaynak Harper”ın üzüntüsü hakkında Harper, küçüklüğünden beri Brooklyn ile çok yakındı. O yüzden de bu aile kavgasından herkesten çok etkilendi. Brooklyn, ondan epey büyük olduğu için aralarında özel bir bağ oluşmuştu. Hatta Brooklyn evlendiğinde karısı Nicola”nın Harper için bir abla olması bekleniyordu diye konuştu. Gözden Kaçmasın Tanıştılar ve hemen onun peşinden gitti… Bu bildiğiniz gibi bir aşk değil… Bu saf bir tutku! Haberi görüntüle NICOLA”NIN ONUN İÇİN BİR ABLA GİBİ OLMASI BEKLENİYORDUİngiliz Mirror gazetesine konuşan bu kaynak, Nicola başlarda gerçekten de ailenin ikinci kızı gibi olmasına rağmen ilerleyen zamanlarda bu yakınlığın bozulduğunu hatırlattı.Ardından da şunları ekledi: Eğer Brooklyn, Harper”ın doğum gününe katılmaz ya da uzaktan da olsa bir kutlama yapmazsa bu Harper için çok büyük bir kalp kırıklığı olacak dedi.Beckham ailesine yakın kaynaklara bakılırsa özellikle de Harper yaşındakiler için doğum günleri, yetişkinlerden daha fazla anlam ifade ediyor. Küçük kızın en büyük beklentisi ise abisinin kendisini unutmaması. BROOKLYN”İN AİLESİNİN YANINA GİTMESİ UZAK İHTİMALAslına bakılırsa hiç değilse bu özel günde Brooklyn”in hala ailesinin yanında hissettirmesini en çok isteyen ise Victoria. Eğer Brooklyn babasına yaptığı gibi kız kardeşinin bu özel gününde de sessiz kalırsa aile kavgası başa bir boyuta taşınacak.Diğer yandan tahminlere göre Brooklyn”in kız kardeşini kutlamayı arzu etse bile artık görüşmek istemediği anne ve babasıyla onun hatırına bile bir araya gelmesi çok zayıf bir olasılık.Brooklyn, babası David”in mayıs ayındaki 50″nci doğum gününü kutlamadı. Ama kayınpederi Nelson Peltz”in doğum gününde karısı ve onun bütün kardeşleriyle birlikte iş insanının yanındaydı. Hatta sosyal medya sayfasında o gün çekilen fotoğraflarını da paylaştı. Beckham çiftinin en büyük ve en küçük çocukları arasında 12 yaş fark var. Beckham çiftinin dört çocuğunun en büyüğü olan Brooklyn ile Harper arasında daha ilk andan itibaren özel bir bağ kurulmuştu. Fakat Brooklyn”in evliliği tüm aileyi olduğu gibi Harper”ı da etkiledi. Brooklyn, kendi babasının doğum gününü görmezden geldi. Ama kayınpederi Nelson”ın doğum günü için sosyal medya sayfasından özel paylaşım bile yaptı.

Source: Hurriyet.com.tr


Kimsesiz çocuklara devlet şefkati

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı”na bağlı Çocuk Evleri Siteleri”nde anne babası olmayan, ailesi tarafından şiddet ve istismara uğrayan ya da terk edilmiş çocuklar devlet korumasına alınıyor. Çocuk evleri sitesi hizmeti ile çocukların aile modeline benzer bir ortamda yetiştirmesi amaçlanıyor. İstanbul Aile ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü Çocuk Hizmetleri”nden Sorumlu Müdür Yardımcısı Yusuf Kiser, 0-10 ve sonraki yaşlardaki çocukların bu kurumlara teslim edilme süreci, çocukların koruma altına alındıktan sonra ne tür aşamalardan geçtiğini, nasıl ilgilenildiği hakkında SABAH”a açıklamalarda bulundu. DETAYLICA İNCELENİYOR Müdür Yardımcısı Kiser, “Hâkim kararı ya da savcı talimatı ile bir çocuk koruma altına alınabiliyor. Belli süreçlerin ardından bize çocuğu polis getiriyor. İstanbul”daki 38 ilçede Sosyal Hizmetler Merkezi Müdürlüğü var. 183 ihbar hattına 0-18 yaş çocuklarla ilgili ihbarlar geliyor. 24 saat esası ile çalışan ekip başvuruları yazılı bir şekilde bana yolluyor. Biz de hızlı bir şekilde müdahale ediyoruz. Çocuk Koruma İlk Müdahale Birimi (ÇÖKİM) dediğimiz kuruluşlarımız çocukla ilk temasın sağlandığı kuruluşlar. Burada yaş gruplarına göre çocuklar ayrılıyor. 0-12 karma çocukları erkek kız ayrı bir şekilde aldığımız kuruluşumuz var. Ayrıca 13-18 yaş erkek ve kızsa farklı kuruluşa gönderiliyor. Yabancı çocukların kaldığı da bir kuruluşumuz var. Biz bunların bilgisini İl Emniyet Müdürlüğü ile de paylaşıyoruz. Çocuk şube müdürü ile hem il emniyet müdürü ile omuz omuza çalışıyoruz.” dedi. Kiser, yapılan çalışmalarla ilgili açıklamalarını sürdürdü: “Çeşitli spor eğitimleri alıyorlar. Çocuklar futbol, voleybol, basketbol, sinema, tiyatro, resim, çini, seramik ve sosyokültürel ve bunun gibi birçok etkinlikten yararlanabiliyor. Değerler eğitimi kapsamında manevi, milli duygular ve kültürel değerlerimizi öğretiyoruz. Çocuklarımız villalarda 10 kişi kalıyor. Bakım anneleri ile birlikte burada aile ortamını yaratmaya çalışıyoruz. Bir ailede olduğu zaman iki çocuklu çekirdek ailede orada anne baba eğitimleri vermeye çalışıyor. 18 yaşına geldiklerinde devlete memur olarak atanabiliyorlar.” HER ŞEY DÜŞÜNÜLMÜŞ Bahçelievler”deki Şeyh Zaid Çocuk Evleri Sitesi Müdürlüğü Müdür Yardımcısı Mustafa Yeşilözmen: “Okul çağındaki 10-12 çocuk olacak şekilde sevgi evi dediğimiz villalarda kalıyor. Yaşlarına ve cinsiyetlerine göre ayrılıyorlar. Yazları çocukları tatile gönderiyoruz. 3 grup şu an kamp için Çeşme”de tatilde. Çanakkale gezimiz de yakında başlayacak. Farklı illerdeki çocuklar farklı şehirlerdeki kurumlara gönderilerek çocukların kaynaşması ve kültürel gezi yapması sağlanıyor.

Source: Fatma Damla Kayayerli̇


TSK”dan atılan Atatürkçü teğmenlere Genelkurmay”dan “yok artık” dedirten yasak

Kara Harp Okulu mezuniyet töreninden sonra kılıç çekip yemin eden ve “Mustafa Kemal”in askerleriyiz” sloganı atan teğmenler, devam eden süreçte Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Yüksek Disiplin Kurulu kararıyla ordudan ihraç edildi.

Olaya ilişkin yargı süreci devam ederken, teğmenlere yönelik Genelkurmay”dan pes dedirten bir karar alındı.

TEĞMENLERİN DÜĞÜNE KATILMALARI DA YASAK

Müyesser Yıldız”ın haberine göre, Ergenekon kumpasında yıllarca hapis yatan Gazi Üsteğmen Av. Serdar Öztürk, önceki akşam küçük oğlu Berkay’ı evlendirdi. Öztürk”ün oğlu için yapılan düğün ise Orduevi’nde gerçekleşti.

Öztürk, oğlunun düğününe evlatları gibi gördüğü ihraç edilen 5 teğmeni de davet etti. Halihazırda Ankara Büyükşehir Belediyesi”nde (ABB) çalıştıkları için Ankara”da bulunan 4 teğmenin dışında, düğüne katılmak için dönem birincisi Ebru Eroğlu İstanbul’dan kalkıp Ankara’ya geldi

ORDUEVİ”NE GİRİŞLERİ YASAK

Ancak düğün öncesinde Öztürk”ten davetlilerin bir listesini isteyen Genelkurmay, listede teğmenlerin olduğu görülünce de, “TSK’dan atıldıkları için” Orduevi’ne giremeyecekleri bildirildi.

TEĞMENLER KARARA İSYAN ETTİ: “EŞİMİN DOSTUMUN DÜĞÜNÜNE DE Mİ GİDEMEYECEĞİM”

Yıldız, yasak kararını öğrenen teğmenlerin yaşadığı hayal kırıklığını şu ifadelerle anlattı:

“Durumu öğrenen Av. Öztürk çok üzüldü. Düğüne birkaç gün vardı. Davetiyeler çoktan basılıp dağıtılmıştı. Başta düğün yerini değiştirmeye çalıştı, ama uygun bir yer bulamadı. Bulamayınca da çaresiz bir şekilde teğmenleri toplayıp durumu anlattı.

Tabii teğmenler de hem Av. Öztürk hem kendi adlarına çok üzüldü. Yapacak bir şey yoktu. Öztürk’ü, “Nasılsa iyi günde de kötü günde de beraberiz. Gelmesek de olur.” diye teselli ettiler.

Bu muamele karşısında ne hissettiler çok merak ettim, birisine sordum. Kelimesi kelimesine şunları söyledi:

“Zoruma giden şu; düğün ya, düğün düğün… Sanmıyorum, Milli Savunma Bakanı veya Genelkurmay Başkanı’nın kararı olsun. Alttaki, kraldan çok kralcıların işidir. Tamam kabul ettim, beni TSK’dan attınız, tamam disiplinsiz adamım; iyi de eşimin, dostumun düğününe de mi gidemeyeceğim?”

Source: Haber Merkezi


İstanbul'da parkta güpegündüz cinsel ilişki skandalı

İstanbul Bakırköy”deki Florya Atatürk Ormanı”nda kamuya açık alanda cinsel ilişkiye giren iki kişinin görüntüleri sosyal medyada yayıldı.Mahalle sakinlerinin de tepkisini çeken görüntüler sonrası İstanbul Emniyet Müdürlüğü harekete geçerek konuyla ilgili soruşturma başlattı. Söz konusu görüntülerde yer alan iki genç, “halka açık alanda genel ahlaka aykırı davranış” suçlamasıyla gözaltına alındı. Emniyetin paylaştığı görüntülerde iki kişi yaşının çok genç olduğu görüldü. GÖRÜNTÜLERDEKİ İKİ KİŞİ GÖZALTINA ALINDI Olayla ilgili İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından açıklama yapıldı. Açıklamada görüntülerde görülen iki kişinin gözaltına alındığı belirtildi.Yapılan açıklamada şöyle denildi:”06.07.2025 tarihinde #Bakırköy ilçesi Basınköy Mahallesi”nde, bazı sosyal medya platformlarında kamuya açık alanda uygunsuz davranışlarda bulunulduğuna dair paylaşılan görüntüler üzerine başlatılan çalışmalar sonucunda İki şahıs, çevredeki vatandaşların da beyanları doğrultusunda yakalanarak gözaltına alınmıştır.”

Source: Haberler


90″ları unutmadık! Her dönem mağdur olan kendileri… “Pişkinliğin bu kadarına da pes”

90’lı yılların karanlık günleriydi.

Mütedeyyin kesime yönelik zulüm fırtınasının estirildiği o meş’um günlerde, Milli Görüş çizgisindeki belediyeler de baskıdan kendilerine düşen payı alıyordu.

Nurettin Sözen, Celal Doğan, Sefa Sirmen, Gürbüz Çapan ve Gülay Aslıtürk gibi malum partilere bağlı belediye başkanlarının isimleri “yolsuzluk” iddiaları ile ayyuka çıkmışken…

İçişleri Bakanlığı yetkilileri, başta Ankara ve İstanbul olmak üzere RP”li ve FP”li belediye başkanlarının kusurlarını araştırmakla meşguldü.

Bakanlığa bağlı Mülkiye Müfettişleri’nin neredeyse tamamı, sanki kadrolu personel gibi bu belediyelerde mesai yapıyordu.

Mülkiye Müfettişlerin o dönem ABB binasında kendilerine ait özel odaları vardı.

Üstelik bu orantısız baskının bir kısmı, bizatihi Refahyol iktidarında gerçekleşiyordu.

DYP kontenjanından İçişleri Bakanı seçilen, MGK kararlarını tıpış tıpış imzalayan, Erbakan’ın Hac’da olmasını fırsat bilerek valilerle “laiklik zirveleri” düzenleyen ve sokaklardan sakallı- çarşaflı vatandaşları toplayan Meral Akşener…

Laikçi dayatmalar yüzünden ittifak ortağı Refah Partisi’ne ait belediyelere adeta hayatı zindan ediyordu.

Kudüs Gecesi’nde oynanan basit bir tiyatro oyununu çarpıtan cuntacıların baskısına boyun eğen Akşener, Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ı apar topar görevinden uzaklaştırdı. Emrindeki terörle mücadele ekipleri ise Yıldız’ın evinde ve makam odasında saatlerce arama yaptı.

Sudan sebeplerle tutuklanan ve tam 5 ay boyunca cezaevinde kalan Bekir Yıldız ise buna rağmen yaşananlara sitem etmek yerine, Ankara 2 No’lu DGM’de görülen davada, “Suçsuzum, mahkemenin adaletine güveniyorum” dedi.

Aynı Akşener…

10 Kasım 1996’da yaptığı açıklamalar sebebiyle Kayseri’nin o dönemki Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin de üzerine gitti.

Akşener’in emrindeki Mülkiye Müfettişleri, Karatepe’yi koltuğundan etmek için belediyeyi didik didik inceledi.

Buradan bir şey çıkmayınca devreye “brifingli yargı” girdi.

Ankara 1 No”lu DGM, partisinin Kayseri genişletilmiş il divan toplantısındaki konuşması nedeniyle Şükrü Karatepe’yi 1 yıl hapis cezasına mahkum etti.

Kararı jet hızıyla onaylayan Yargıtay 8. Dairesi, Karatepe’nin 4 ay 26 gün hapiste yatmasına karar verdi.

Cezasını çekmek için Kayseri’ye bağlı Yahyalı ilçe Kapalı Cezaevi”ne gelen Karatepe, kapıda dalgalanan bayrağı göstererek, “Bakın burada da Türk Bayrağı dalgalanıyor. Burası da Türk toprakları. Cezamı burada çekip çıkacağım” ifadeleriyle gayet vakur bir duruş sergiledi.

Tabii hükümetler değişse de mütedeyyin belediye başkanlara yönelik politika değişmiyordu.

FP”li Kartal Belediye Başkanı Mehmet Sekmen, sırf “İdari mahkemenin kararını uygulamadığı” ve “iki kamyonu, ücreti mukabilinde kiraladığı” gerekçesiyle dönemin İçişleri Bakanı tarafından hiç acımadan görevinden aldı.

İşte bu süreçte…

Eğer İBB’nin paralarını bavullarla götürseydi muhtemelen görevden alınmayacak ve kahraman ilan edilecek olan Tayyip Erdoğan…

Refah Partisi Siirt İl Başkanlığı tarafından 6 Aralık 1997″de düzenlenen açık hava toplantısındaki konuşmasında, “Minareler süngü, kubbeler miğfer/Camiler kışlamız, müminler asker” dizeleriyle başlayan şiiri okuduğu için hapse mahkum edildi.

Yargıtay 8. Dairesi, İstiklâl Harbi heyecanıyla yazılan bu şiir yüzünden

Tayyip Erdoğan”a verilen 10 aylık hapis cezasını oy çokluğuyla onayladı.

Maşeri vicdanları yaralayan karar onaylandığında, malum zihniyetin gazeteleri;

“Siyasi hayatı bitti”, “Tayyip”in bitişi”, “Bir hışımla geldi geçti”, “Erdoğan”ın sonu”, “muhtar bile olamayacak”, “siyasetten emekli oldu” manşetlerini atarken…

CHP’liler ise “Güle güle Tayyip” diyerek, sevinçten adeta zil takıp oynuyordu.

Saraçhane’de toplanan ve İmamoğlu’nun trolleri gibi ortalığı yakıp yıkmak yerine “Hepimiz birer Tayyip”iz” şeklindeki sloganlara demokratik tepkilerini gösteren kalabalığa hitap eden Tayyip Erdoğan ise…

“Ben, cinayetten, yolsuzluktan ve halka hizmet etmemekten dolayı ceza almadım. Bir şiir okudum. Ama halkın vicdanında daha ilk gün aklandım. Bu şarkı burada bitmez, biz milletin kara sevdalılarıyız. Allah”ın dediği olur” sözleriyle, yargı kararına isyan etmek yerine, hakkında verilen karara razı geliyordu.

Merhum Necmettin Erbakan Hoca da verilen keyfi mahkûmiyet kararlarına rağmen tabanına şiddetten ve kaostan uzak durmayı telkin ediyor…

“Gerginliğe mahal vermeyin. Bir Tayyip gider bin Tayyip gelir. Önemli olan birlikteliğimiz” diyerek, birlik ve beraberlik tavsiyesinde bulunuyordu.

O dönem muhafazakârların “Cumhuriyet’i esir aldığını” ima eden ve seçilmiş belediye başkanlarına kelepçe takıldığında deyim yerindeyse sevinçten göbek atan CHP’liler, şimdilerde benzer görülmemiş bir ikiyüzlülüğe imza atıyor.

Bir şiir yüzünden verilen cezayı, “Erdoğan müstehak olduğu cezaya çarptırıldı. Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Yapılan da budur” diyerek kutsayan CHP’liler…

Ele geçirdikleri belediyeleri vahşice talan eden, baklava kutularında rüşvet alan, değil çocuklarına onların eski eşlerine bile rüşvet karşılığı malikane satın alan kendi belediye başkanlarına yönelik yolsuzluk operasyonlarına “hukuksuz” olduğu gerekçesiyle isyan ediyor.

Ortaya saçılan rezaletleri görmek yerine, verilen gözaltı kararlarının “siyasi” olduğunu algısını zihinlere yerleştirmeye çalışıyor.

Erdoğan ve arkadaşları, vesayetin gölgesinde kaldıkları için kapatılan DGM kararları karşısında bile “mahkemenin adaletine güveniyorum” diyerek, yargı kararlarına teslim olurken…

CHP Genel Başkanı Özgür Özel dün bir adım ileriye giderek, henüz soruşturma aşamasındaki süreç için açık açık “darbe” benzetmesinde bulundu.

“Gazi Mustafa Kemal Atatürk”ün Partisi”nin iktidarına karşı girişilen darbede esir düştü arkadaşlar. Günü gelince esirlerimizi geri alacağız. Ne yapalım?” diyerek, ülkenin bağımsız yargısına “işgalci” benzetmesinde bulundu…

Yapılan hırsızlığı aklamak için bile Mustafa Kemalin arkasına saklanan CHP’lilerin şark kurnazlığını görüyorsunuz değil mi?

28 Şubat sürecinde dindar belediye başkanları hapse atıldığında “Cumhuriyet esir alınmıştı” diye sevindirik oluyorlardı.

Şimdi ise “Atatürkçülerin iktidarına karşı girişilen darbede esir düştü arkadaşlar” diyerek, hırsızlık zanlısı CHP’li başkanlara sahip çıkıyorlar.

Her dönem mağdur olan kendileri…

Pişkinliğin bu kadarına da pes vallahi!

Source: Zekeriya Say


Siyasi operasyon mu? Yolsuzluğa karşı sıfır tolerans tercih değil!

Bir yandan sürüyor, bir taraftan da devam ediyor… Çok büyük ve derin bir çelişki… Toplumsal huzur, güven, barış, refah, kalkınma için yolsuzlukla mücadelenin tarafında olması beklenenler, yolsuzluk yapanlar kendilerinden olduğu için mücadeleyi reddediyor; mücadele edenlere karşı cephe açabiliyor.

Bu arada garip bir söylem geliştirebiliyor; yolsuzlukla mücadeleyi “siyasi operasyon”, mücadele eden kurumları değersizleştirme amaçlı nitelemelere gidiyor. Hatta öyle ki, yolsuzlukla mücadele ameliyelerini gibi demokrasinin ve temiz toplumun ruhu ile bağdaşmayacak düzeysiz ithamlarla gölgelemeye, yapılan suç faaliyetlerini ise perdelemeye çalışıyorlar… Onca maddi gerçeğe, kameralarla sabit suçüstülere, delillere, tanıklara, itiraflara, şikayetlere rağmen kamuoyu karşısına çıkıp iddianameler henüz hazır olmadığı için içeriğine tam olarak vakıf olmadıkları konularda ‘dosyaların içi boş’ iddialarında bulunabiliyorlar…

Yolsuzluk, devlet hayatında ekonomik kaynak kaybına yol açan bir maliyet unsuru olduğu gibi aynı zamanda kamu yönetiminde ahlaki erozyon yaratan, toplumsal adalet duygusunu aşındıran ve demokratik meşruiyeti zayıflatan çok katmanlı bir güvenlik ve kalkınma sorunudur. Kamu kaynaklarının adil, etkin ve verimli kullanımını engelleyen yolsuzluk, devlet-toplum ilişkilerinde güven krizine sebep olmakta; yerel ve ulusal ölçekte politik istikrarı tehdit etmekte, toplumsal ayrışmayı derinleştirmektedir.

Küreselleşen dünyada ülkelerin uluslararası rekabet gücü, yalnızca makroekonomik büyüklüklerle değil; kurumsal şeffaflık, hesap verebilirlik ve hukukun üstünlüğü gibi normlarla ölçülmektedir. Bu bağlamda yolsuzlukla mücadele, elbette etik bir tercih olmakla birlikte, sürdürülebilir kalkınmanın, demokratik istikrarın ve toplumsal refahın tesisi için stratejik bir zorunluluktur.

Yolsuzlukla mücadele, partiler üstü bir meseledir. Hiçbir siyasi hareket; iktidar veya muhalefet fark etmeksizin, yolsuzlukla mücadele sürecinden muaf değildir, olamaz. Aksine siyasi partilerin yolsuzlukla mücadelede etkin rol alması, demokrasinin kendini onarma kapasitesinin ve siyasetin meşruiyetinin göstergesidir.

Siyasi partiler, kamu kaynaklarını yöneten ve toplum adına karar alan organlar olmaları sebebiyle hem toplumsal güvenin hem de hesap verebilirliğin dinamosu olmak durumundadır. Yolsuzlukla mücadelede siyasi partilerin kendi içlerinde etik kurulları etkinleştirmeleri, şeffaflık ilkesini hakim kılmaları, parti içi denetim mekanizmalarını bağımsızlaştırmaları ve yolsuzluk iddialarını parti içi siyasal hesaplaşmanın malzemesi haline getirmeden soruşturabilecek kurumsal cesareti göstermeleri gerekmektedir.
Sivil toplum kuruluşları ise yolsuzlukla mücadelede kamu denetimini destekleyen toplumsal bir basınç unsuru olarak kritik bir işlev üstlenmektedir. Medya, akademi ve sivil toplumun aktif katılımı olmadan yolsuzlukla mücadelede toplumsal sahiplenmenin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu nedenle yolsuzlukla mücadele süreçlerinin sivil izleme komisyonları ve şeffaf raporlama yöntemleriyle desteklenmesi, kamusal denetimin etkinliğini artıracaktır.

Yolsuzlukla mücadele günümüz dünyasında önemli bir konu olduğu içindir ki, evrensel kabul edebileceğimiz ilkeler ortaya çıkmıştır.

Yolsuzlukla mücadelenin etkili olabilmesi için hukukun üstünlüğü, bağımsız ve tarafsız bir yargı sistemi olmazsa olmaz bir koşuldur. Yolsuzluk iddialarının siyasal müdahalelerden bağımsız olarak soruşturulabilmesi, hem mağdurların adalet talebini karşılamak hem de toplumun devlete güvenini güçlendirmek açısından hayati önemdedir.

Kamu alımlarında şeffaflık, bütçe harcamalarının açık erişimle kamuoyuna sunulması ve kamu kurumlarının hesap verebilirliğini güçlendirecek dijital platformların kurulması, yolsuzluğa karşı koruyucu bir kalkan oluşturacaktır. Bu bağlamda e-devlet uygulamaları ve dijital denetim mekanizmalarının yaygınlaştırılması, toplumsal denetimin güçlenmesine katkıda bulunacaktır.

Siyasi kampanyaların finansman kaynaklarının ve harcamalarının şeffaf biçimde kamuoyuna açıklanması, hem seçmenlerin bilinçli tercih yapmasını sağlar hem de siyasal sürecin adil işlemesine katkıda bulunur. Bu nedenle siyasi partilerin mali denetim raporlarının kamuoyuna açık hale getirilmesi önem arz etmektedir.

Kamu görevlileri, milletvekilleri ve belediye başkanları için çıkar çatışmalarını engelleyecek etik kodların belirlenmesi, kamu hizmetinde etik farkındalığın artırılmasını sağlar. Görevden ayrılan kamu görevlileri için “soğuma dönemi” gibi düzenlemeler, kamu ile özel sektör arasındaki geçişlerin çıkar çatışmasına dönüşmesini engeller.
Yolsuzlukla mücadele, yalnızca hukuki değil, toplumsal bir mücadeledir. Bu nedenle akademi, medya ve sivil toplumun katılımıyla oluşturulacak izleme mekanizmaları ve raporlama süreçleri, yolsuzlukla mücadelede toplumsal baskı mekanizmasını güçlendirecektir.

Yolsuzlukla mücadele, kalkınmanın sürdürülebilirliğini ve demokratikleşmenin derinleşmesini doğrudan etkilemektedir. Kamu kaynaklarının adil kullanımı, mali disiplinin korunması, sosyal hizmetlerin toplumun en dezavantajlı kesimlerine adil biçimde ulaşması açısından hayati önem taşır. Ayrıca yolsuzlukla mücadelede kararlı duruş, demokratik kültürün güçlenmesini, hukukun üstünlüğüne olan inancın artmasını ve devletin meşruiyetinin sağlam temellere oturmasını sağlar.

Yolsuzluğun sistematik bir biçimde yaygınlaşması, halkın siyasete ve kamu kurumlarına duyduğu güveni aşındırmakta, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmekte ve demokratik rejimleri kırılgan hale getirmektedir. Bu nedenle yolsuzlukla mücadele, bir siyasi partinin veya ideolojik grubun değil, milletin ortak geleceğinin korunması için yürütülen bir toplumsal seferberlik olarak ele alınmalıdır.

AK Parti’nin reformcu geleneği, vesayete karşı mücadele kadar temiz yönetim mücadelesini de kapsar. Bu çerçevede iktidar veya muhalefet fark etmeksizin tüm siyasi aktörlerin, yerel yönetimlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve medyanın yolsuzlukla mücadelede sıfır tolerans ilkesi etrafında birleşmesi, Türkiye’nin demokratik meşruiyetini güçlendirecek, toplumsal barışı tahkim edecek ve kalkınma hedeflerini destekleyecek bir adımdır.

Bu süreçte siyasi partiler, kendi içlerinde hesap verebilirliği sağlayarak örnek bir tutum ortaya koymalı, şeffaflığı ve temiz siyaseti ilkesel bir taahhüt haline getirmelidir. Sivil toplumun ve medyanın etkin katılımıyla desteklenecek bir denetim mekanizması, yolsuzluğun siyasal istismar malzemesi yapılmadan, adalet ve hakkaniyet temelinde çözümlenmesine imkân sağlayacaktır.

Türkiye’nin iddialı kalkınma hedefleri, küresel rekabet gücünü artırma arzusu, ancak temiz toplum ve temiz siyaset ilkeleriyle mümkündür.

Yolsuzluğa karşı sıfır tolerans, yalnızca bir tercih değil; milli, ahlaki ve stratejik bir zorunluluktur.

Prof. Dr. Zakir Avşar / Haber7

Source: Zakir Av


Balkanlar ve travma çözümleri

Bu köşenin sıkı takipçileri hatırlayacaklardır. Geçen yıl Ortadoğu üzerine değerlendirmeleri içeren yazılarımızda imparatorluk sonrası travmalar üzerinde durmuştuk. Bu travmaların sadece Ortadoğu’daki ülkelerde yaşayan toplumlar üzerinde değil, Osmanlı İmparatorluğunun hüküm sürdüğü devasa coğrafyada yer alan bütün milletler üzerinde var olduğunu ifade etmiştik.

Literatürde imparatorluk sonrası travma olarak geçen bu sorunun D. Vamık Volkan’ın ifadesiyle “Seçilmiş yenilgiler”den beslendiğini rehabilitasyonu için de “Seçilmiş zaferlerin” etkili olduğunu vurgulamıştık. Yine bu yazılarımızda sorunun çözümünde asıl sorumluluğun hakim güç ve asli toplumun büyük sorumluluk taşıdığını ifade etmiştik. Zira eğer söz konusu devletler ve milletler travmalarını kendilerinin yarattıkları seçilmiş zaferler ile telafi ederler ise bu bizimle bütünleşmeyi değili ayrışmayı kolaylaştırır. Biz ise bütünleştirici bir travma çözümünü arzu ediyoruz.

İşte Balkan coğrafyası imparatorluk sonrası travmaların çok yoğun bir şekilde hissedildiği, parçalanmış bilinçlerin ve yaralı kimliklerin uzun süre çatıştığı, kanlı sonuçların üretildiği bir coğrafya olarak ayrı bir ilgiyi hak etmektedir. Zira Balkan coğrafyası Ortadoğu’dan farklı bir coğrafyadır. Bir kere imparatorluğun kuruluşundan beri ortağıdır, bir parçasıdır. Hatta Anadolu’dan önce İmparatorluk Balkanlar’da yerleşik hale gelmiştir. Daha Orhan Gazi döneminde Balkanlar’a adımını atan Osmanlı gücü Sultan I. Murat döneminde tam anlamıyla topraklarının çoğu Balkanlar’da olan bir Anadolu ve Balkan devletidir. Nitekim Halil İnalcık ve İlber Ortaylı gibi kıymetli tarihçiler bu hususu önemle vurgulamaktadırlar.

Balkanlar Ortadoğu’dan farklı bir coğrafya olmasının yanında birçok yönden ayrıcalıklı bir konuma da sahiptir. İmparatorluğun neredeyse kuruluşundan itibaren bir parçası olmasının yanında imparatorluğun asli unsuru olan ağırlıklı Türk ve Müslüman nüfustan farklıdır. Her ne kadar Bulgaristan ve bazı Orta Avrupa ülkelerinde kadim Türk anâsırı var ise de bunlar büyük ölçüde Anadolu, İran ve Orta Asya Türklüğünden farklılaşmışlardır, yerleşik nüfusa oranları yüksek değildir. Bazı ülkelerdeki nüfus ise kadim kültürlerin mirasçısıdır. Yahya Kemalin “Evladı fatihan diyarıdır” dediği ve bugün bile kültürümüzün en fazla yaşadığı Üsküp ve Makedonya’dan bir Büyük İskender geçmiştir. Osmanlı gücünün en dinamik döneminde Sırp Kralı Büyük Duşan büyük Sırp İmparatorluğunun başındadır. Ömrü uzun sürse idi Osmanlı’nın Balkanlar’da ciddi sorunlar yaşayacağı tarihçiler tarafından ifade edilmektedir.

Kendisi erken vefat ettiği gibi varisleri de o kamette olmamışlardır. Yunanistan, Arnavutluk coğrafya itibariyle çok zor dağlık bölgelerdir. “Ayrı ve idantik” kültürleri vardır. Romanya’da mukim nüfus Bizans’ı işgal eden Latin Haçlılarının artıklarıdır. Orta Avrupa’ya doğru ise Alman etkisinde savaşçı topluluklar mevcuttur.

Osmanlı gücü bu nedenlerle klıç fethi değil, gönüllülük ve anlaşma fetihlerini kabul etmiştir. Ama bu her zaman böyle olmamıştır. Zira Kılıç Sahipleri bizim ifade ettiğimiz kadar romantik olamazlar. Olamadıkları yerler de olmuştur. Diğer yandan köklü ve güçlü kültürlerini temsil eden milletler kolayca boyun eğmemişlerdir. Mesela İstanbul’un Fatihi Sultan Mehmet Han Arnavut lider İskender Bey ile yıllarca savaşmış, hatta bu savaşlarından birinde yaralanmıştır. Keza dağlık Yunan toprakları da ciddi savaşlara sahne olmuştur. Romanyalılar ise bir Fransız aydınının tabiriyle “Osmanlılar’ın Avrupa’ya girişlerini hayli geciktirmişlerdir”

Kont Vlad önemli bir adamdır.Bu fetihler sırasında bir diğer zorluk ise Avrupalı güçlerin Balkanlar üzerindeki Osmanlı ilerleyişini durdurmak üzere hazırladıkları büyük ordularla Balkan milletlerini de istihdam ederek Osmanlı ile savaşmalarıdır. Bu bağlamda, Niğbolu son Haçlı seferi olarak bilinmektedir. Eğer Milano Dükü gelen Haçlı Ordusu ve hazırlıklarından Yıldırım’a haber uçurmuş olmasa idi savaş başka bir şekilde cereyan edebilirdi demektedir Haçlı Savaşları uzmanı tarihçiler. Bilahare Yanoş gibi askeri yeteneği olan Macar kralları ve sonra Alman kökenli toplulukların Balkanlar üzerinden saldırıları bölgedeki durumu nazik hale getirmiştir.

Bölgede elbette şanslı olduğumuz konular da vardır. Mesela Bogomil mezhebine bağlı Slavlar (Boşnaklar) Osmanlı gücünün ileri karakolu ve kahraman Serhat savaşçıları olmuşlardır. Coğrafyanın uzağındaki bir başka adam Lehistan Kralı 3. Jagiellon kendisine Osmanlı’ya karşı savaşmak üzere yardım ermesini isteyen Macar kralına barışı tavsiye etmiş, barışın sağlanması için de inisiyatif almıştır. 1444 senesinde Murad’ın otağına Leh elçiler gelerek, barış görüşmelerini başlatmışlardır.

Fakat her işte olduğu gibi Balkanlardaki Osmanlı ilerleyişi de zahmetsiz olmamıştır. Dönemin fetihçi Lala, Paşa ve Beylerinin kahramanca savaşlarını unutmamak lazımdır. Ve tabi ki siyasi yapılanma ve vergi adaleti gibi konulardaki akıl dolu uygulamaları dikkatle incelemekte yarar vardır. Mesela Osmanlı devlet organigramının itibarlı bir parçası olan Hıristiyan Martolosları hatırıatalım. Keza Osmanlı Vergi sisteminin önceki Bizans veya diğer yerel sistemlere göre daha adil olması not edilmelidir. Diğer bir önemli esas ise Osmanlı imparatorluk gücünün liyakati esas alan dikey hareketlilik kapasitesidir. Bu sistem sayesinde Balkanların bir köyünden zeki ve kabiliyetli bir çocuk yükselme döneminin sadrazamı olabilmiştir. Liyakat değeriyle beslenen dikey mobilite (S. Ahmet Arvasi merhumun tabiriyle “Mahruti Hareketlilik”) her devlet gibi Osmanlı gücünü yükseltmiş, Balkan milletleri ateşli milliyetçiliği olan kavimleri kendisinin bir parçası yapmıştır. Bu denge Avrupa’nın bir küresel güç oluşumuna yöneldiği döneme kadar devam etmiştir. Fransız İhtilali Kebiri sonrası milliyetçilik akımlarının gelmesiyle de tamamen alt üst olmuştur. Rus Çarlığının yükselişe geçmesiyle Osmanlı Gücü Avrupa dışında bir düşman gücün saldırılarına maruz kalmıştır. Güney Slavlarını. Hamisi, Ortodoks Kilisesinin bağlısı bir devlet olarak Balkan politikalarını agresif bir şekilde yürütmüştür. Aydınlanma sonrası Yunan ve antikite kültürünün yüceltilmesinden Yunanlılar da paylarını almışlardır. Almanlar, İngilizler, Fransızlar ve Ruslar artık Balkanlardaki satranç ve mücadelenin büyük oyuncularıdırlar. Ve Osmanlı eski dinamizmi ve gücünden çok uzaktır. Fetih döneminden sonra diğer travmatik etkiler Balkanlar’da çıkan ayaklanmalara hala eski usullerle müdahale etme kararı alan bürokratların insiyatifleri sonucunda oluşmuşlardır. Ancak, bu uzun sürmeyecektir. Zira düveli muaazzamanın müdahalesiyle Balkanlar’da tersine bir süreç başlayacaktır.

Yabancı orduların himayesindeki Balkan milletleri içinde komitacılık faaliyetleri artacaktır. Bunun yanında artık ayaklanmalar bastırılsa bile büyük devlet müdahalesiyle karşılaşılmaktadır. Bu müdahaleler Niş ve Vidin isyanlarının bastırılması sonrası Rus ordusunun Balkanlar’a yerleşmesi gibi vahim sonuçlar doğurmaktadır. 1877-78 Osmanlı Rus Harbi sonrası yenilgi ise bizde bir travma doğuracaktır: çileli Rumeli muhacereti… Katliamlar… Anadolu’ya geri kaçış… Artık bu tarihten sonra dönemin halk tabiriyle “Gün gün beter, yevmül beter” bir süreç yaşanacaktır. Mesela 1. Balkan Savaşındaki yenilgi devlet ve ordu sistemimizde büyük travmalar açacaktır. 1. Dünya Savaşı yenilgisi sonrası Yunan ordularının Anadolu’nun bir kısmını işgal etmeleri ise yaşadığımız travmaları mühürleyen bir travma olacaktır. Zaten Yunan Bağımsızlığı sürecinde (1821- 1829) Mora’da ve Trakyada yaşanan katliamlar, Müslüman ahalinin uğradığı zulümler mahşeri vicdanda ve devlet hafızasında taze iken Yunan işgali daha aşağılayıcı bir etki yaratmıştır. Bu da bizde oluşan bir diğer ağır travmadır.

Ancak, Kurtuluş Savaşı maşeri vicdanda bir tür seçilmiş zafer işlevi görmüştür. Bunu üzerine 1974 Kıbrıs Barış Harekatı Yunan toplumunda Kurtuluş savaşı yenilgisi üzerine takviye edici yakıcı bir travma oluşturmuştur. (Bu arada ifade etmeliyim ki, Kıbrıs Barış Harekatı Karlofçadan beri toprak kazanımı ile sonuçlanan ilk ileri askeri harekatımızdır) Bugün hala Türkleri en fazla sevmeyen milletin Yunanlılar olması nedeni bu savaşların etkisinin taze oluşundan kaynaklanıyor olabilir.

Ancak, daha üstten bakarsak artık Balkanlar’daki diğer küçük devletler gibi Türkiye de büyük oyuncu değildir. Balkan devletçikleri de Türkiye gibi bağımsız değillerdir. Karşılıklı ilişkileri (Politik gerilimler, küçük çaplı kavgalar, vs) büyük devletlerin parantezinde konulardan ibarettir. Ancak bu bizi Balkanlar konusuyla ilgilenmekten alıkoymamalıdır. Zira parantez içinde bize ait sorunlar, travmalar, gelecek ümitleri, vs devam etmektedir.) Hatta bizatihi toplumumuz içinde hatırı sayılır bir Balkan göçmeni nüfus vardır. Ve bu nüfus devletimizin yönelimlerini dikkatle izlemektedir.

BALKANLAR’DA DEVAM EDEN TRAVMALAR

Çok gündeme getirmeye çalışmasak da Balkan milletlerinde bize en yakın olanlarda bile imparatorluk sonrası travma mevcuttur. “Ottoman occupation period” ortak bir kullanımdır. Bazen de “Pax Ottoman period” hasretle yadedilen bir huzur ve sükun dönemidir. Ama bu ikincisi sahipsizdir, az işlenmiştir, henüz güncel ve somut bir devlet politikasına

dönüşmemiştir. Bizim amacımız devam eden travmaları rehabilite etmeye matuf bir devlet politikası oluşturulmasına katkı sağlamaktır. Bu vesileyle uzaklaştığımız ve uzaklaştırıldığımız Balkan dünyasına tekrar giriş yapmamızı teşvik etmektir.

Özellikle 2000’lerin başlarından itibaren ama özellikle son yıllarda bazı hususlar Türkiye ile Balkanlar’ın birbirinden uzaklaşmasını tetiklemiştir. Bu uzaklaşma eski travmaları daha da azdıracak bir etki yaratabilir.

Önce Türkiye’den kaynaklanan sorunları özetleyelim: Türkiye maalesef ciddi bir ekonomik, diplomatik güç kaybı yaşamıştır. Balkan devlet ve milletleri büyük güçlerin çekim güçlerine tabi olurlar. Diğer yandan Türkiye Avrupa Birliğine girme iradesini Avrupalı güçlere empoze edememiştir. Ortadoğu ile aşırı ilgisi ve yönelimi Balkanlardaki dost topluluklarda bir reaksiyon yaratmıştır. Bu içimizi de etkilemektedir. Bunlara ilaveten son yıllarda aşırı bir bir içe kapanma yaşamış, iç politik kavgalara yoğunlaşmış, dikkati dağılmış, iç bütünlüğünü zayıflatmış, Balkan coğrafyasını yönetebilecek nitelikte kadrolar yetiştirmemiş, Balkanlar için bir ana siyaset tasavvuru ve belgesi oluşturamamıştır. Daha da kötüsü bu ciddi zemin kaybının ne anlama geldiğinin idrakinde değil görünmektedir.

Dışarıdan kaynaklanan sorunları da kısaca özetleyelim: geleneksel Balkan dünyası hamisi devletler (Almanya Hırvatları , Rusya Sırpları, Fransa Romanya’yı, destekleyici politikaları benimsemişlerdir.) ve yeni güçler Balkan coğrafyasına hızla giriş yapmışlardır. Birçok Balkan ülkesi önce NATO üyesi sonra da AB üyesi yapılmışlardır. Bazı küçük ve bizim nüfuzumuzun olduğu ülkelere ise ABD el koymuş durumdadır. Evladı fatihan diyarı Balkanlar’ın en büyükABD ve NATO askeri havaalanına sahiptir. Romanya, Bulgaristan, Yunanistan artık ABD askeri konuşlanma sahalarıdır. Orta Avrupa devletleri ise NATO ve AB şemsiyesi altındadırlar. Bu ülkelerde yaşam her geçen gün daha cazip hale gelmektedir. ABD ve NATO politikalarına toplumların elverişli bir toplumsal psikolojiye sahip olmaları için eski travmaların canlandırması teşvik edilmektedir.

TRAVMALARIN REHABİLİTASYONUNA

Doğru Her işte olduğu gibi travma rehabilitasyonu için de ilk şart bir travmanın varlığını, boyutlarını, etkilerini, vs kabul etmek, araştırmak ve travmayı tanımlamaktır. Bilahare de rehabilitasyon için neler yapılabilir konusunda bir hareket planı hazırlamaktır. Eğer Türkiye Cumhuriyeti

Devletinin güçlü bir devlet olmasını istiyorsak önce içimizde bütünleşmeli, sonra da bölgemizde bir Pax Türkiye oluşturmaktır. Bölgede Türkiye Barışçı bir güç temerküzü, ticari entegrasyon, sosyal yakınlaşma, siyasi işbirliği için elzemdir. Bütün bu beşeri zeminde yürütülecek çalışmalar ve projeler için ana konu travmaların sağaltımıdır. Seçilmiş barışlar inşa etmektir. Güven inşa etmektir.

Doğrudan ifade etmek gerekirse bu belirttiğim siyasi projeyi ve barış inşasını ve travma sağaltımını mevcut kadrolarla yapmak mümkün değildir. Bu iş için özel nitelikli insanlardan oluşmuş bir grubun böylesi bir iş için özel tematik bir formasyona tabi tutulması gerekmektedir. Bunu yapmaz isek hep başkalarının rehabilitasyon (!) projelerinin parçası olabiliriz. Bu da bizi bölgemizden hatta imparatorluk tecrübesi yaşamışlığımız ve bölgemizdeki insan varlığının içimizdeki uzantılarından dolayı kendi milletimizden koparır.

Nitekim öyle de olmaktadır. Sorunların çözümünde ilk adım paydaşları çözüme ortak etmektir. Bu çözümün ilk gönüllüsü, ilk irade edeni, ilk uygulayıcı olabilecek güçte olanı kimse ya da hangi güç ise onun açık ve içten daveti, kapsayıcı programını paylaşır. Her ülkenin, her kesimin beklentilerine ve travmalarına ilişkin genel kapsayıcı prensipler şemsiyesi altında özel ve özgün çözümler üretilir. Bu çözüm setinin bilgi ve duygu zemini yaratılır, dili belirlenir, uygulayıcı kadroları eğitilir. Travma rehabilitasyonu bir anlamda hakemlik yapmaya benzer, ikisi de ilk başta fedakarlık ve feragat gerektirir. Müzakere, iletişim, siyasi ve sosyal kaynaşma birey temelli bir inisiyatifle uygulanır. Özellikle aşırı öz benlik ve ideoloji yüklü toplum ve bireylerle ilişkilerde düşük ideolojik ton ve formasyon ama yüksek temsil kapasitesi ve inşa yeteneği etkili olabilir.

Amacım bu konuyu bütün detaylarıyla yazmak değil. Sadece bazı ipuçlarını ve esaslarını anlamaya çalışmak. Balkan milliyetçiliğini anlamak önemli bir başlangıç noktası olabiliyor. Bir arkadaşım anlatmıştı. Yurtdışında bir özel programda beraber olduğu Balkan ülkelerinden profesyonel paydaşları sık sık özel sohbetlerinde Osmanlı dönemini eleştirmeye başlamışlar.

Buna tepki gösterdiği de olmuş, bazen sükut geçip bilahare açıklama yaptığı da. Bu paydaşlarından yaşlı bir Balkan ülkesi temsilcisi kendine demiş ki “Osmanlı Dönemine dair eleştirilerimiz, politik hicivlerimiz oluyor. Bunu doğrudan kendinize saldırı olarak algılamayın. Aksine biz Osmanlı hakimiyetinde yaşadık, o eleştirdiğimiz makam sahiplerini hala bizi yönetenler olarak görüyoruz”

Yine Osmanlı dönemi yakışıksız fıkraları anlatan iki Romanyalı mühendisin kendisine yaklaşımı onlarla ilk iletişimkurduğunda büyük Romen Tarihçi Nicolae Jorga’dan bahsettiğinde tamamen değişmiş.

Milletlerin büyüklerine saygı önemli bir iletişim kolaylığı sağlayabilir. İletişim kolaylığı derken, ne kadar az iletişim kuruyoruz. Özellikle yabancı topluluklarla. Yunanistan’ın bazı şehirleri Türkiye’nin neredeyse sayfiye şehirleri haline gelmiş durumda. Ancak, Yunan toplumu ile az konuşulduğuna tanık oluyoruz. Kısa ziyaretlerimde gördüğüm şu ki, bizim yetkin bir lisan ve tutumla ilk iletişim adımımızdan sonra muhataplarımızda Türkiye’ye karşı büyük bir ilgi oluşuyor. Ne yazık ki, ne turistik gezilerde ne de Hac gibi kitlesel bir araya gelmelerde dışarıdaki platformları bizim lehimize bir kongre platformuna dönüştürmek mümkün olmuyor. Halbuki bu iletişime ne kadar da çok ihtiyacımız var.

Bu tarvma çözümleri her geçen gün önem kazanmaktadır. Zira Balkanlar’da bazı ülkelerde ciddi nüfus sorunu ortaya çıkmış durumdadır. Ülkemizin yetişmiş bir Kısım insanını yaşama imkanları daha iyi ülkelere her iki tarafa da fayda sağlayacak şekilde transfere elverişli kılmalıyız. Benzer bir durum bazı Avrupa ülkeleri için de geçerli. Ama sanırım bu konuda treni kaçırdık.

Balkanlardaki Osmanlı bakiyesi eserleri bugünün yüksek kapasiteli Türkiye markalı işletim sistemlerinin ikonları haline gelecek şekilde canlandırabilir isek tarihi varlığımız önem kazanacaktır.

Herşey öyle değil mi? Kendi başına bir hiç olan hammasi sözler ve belagat bir dilden başka bir kalbe girdiğinde canlanmıyor mu? Sözler, semboller, değerler inşa ve pratik mahiyeti kazandığında kıymetlenmiyor mu ?

Mehmet Ali BAL / Haber7

Source: Mehmet Ali Bal


Zamlı emekli maaşında geri sayım başladı! Ödeme takvimi belli oluyor

Emeklilerin uzun süredir beklediği maaş artışıyla ilgili detaylar netlik kazandı. AKP Grup Başkanı Abdullah Güler’in açıklamasına göre, en düşük emekli aylığı 14.469 TL’den yüzde 16,67 oranında zamlanarak 16.881 TL’ye yükseltildi. Böylece milyonlarca emekli için zamlı maaş dönemi resmen başlamış oldu.

ZAMLI MAAŞLAR NE ZAMAN YATACAK?

Yeni maaşların ödenebilmesi için gerekli yasal düzenlemenin tamamlanması bekleniyor. CNN Türk’te yer alan bilgilere göre, en düşük emekli aylığını artıran madde, Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda “torba yasa” teklifinin 18. maddesi olarak kabul edildi. Bu hafta içinde teklifin TBMM Genel Kurulu”na sunulması ve ardından Resmi Gazete’de yayımlanarak yasalaşması bekleniyor. Sürecin tamamlanmasıyla birlikte zamlı maaşlar emeklilerin hesaplarına aktarılacak.

4 MİLYONU AŞKIN EMEKLİ ETKİLENECEK

AKP Grup Başkanı Güler’in verdiği bilgilere göre, Ocak 2025 itibarıyla 3 milyon 716 bin emekli en düşük maaş alıyordu. Temmuz 2025 itibarıyla bu sayı 4 milyon 11 bine çıkacak. Yani maaş artışı doğrudan milyonlarca emekliyi ilgilendiriyor.

KÖK MAAŞI DÜŞÜK OLANLAR İÇİN TAMAMLAMA YAPILACAK

Yeni düzenleme sadece zamdan doğrudan yararlanacak emeklileri değil, kök maaşı düşük olduğu için artıştan faydalanamayanları da kapsıyor. SGK tarafından sigortalılık süresi, prim günü ve kazanç düzeyine göre belirlenen kök maaş, artış sonrası 16.881 TL’ye ulaşmayan emekliler için bu rakama tamamlanacak. Böylece düşük gelirli emeklilerin de maaşları yeni seviyeye çıkarılmış olacak.

GÜNDEM TBMM GENEL KURULU”NDA

Salı günü başlayacak olan Genel Kurul oturumlarında, en düşük emekli maaşını artıran düzenleme görüşülecek. “Bazı Kanunlarda ve 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” kapsamında ele alınacak bu düzenlemenin kabul edilmesinin ardından, Meclis diğer yasa tekliflerini görüşmeye devam edecek.

Source: Haber Merkezi