“Tarihin İzinde: 27 Mayıs ve Askeri Darbeler”

27 Mayıs

Sevgili okurlarım, bugün 27 Mayıs. İlk 27 Mayıs, 1960 tarihinde, Menderes ’in Çok Partili Düzen’in ilk darbesi olarak yaptığı Sivil İktidar Darbesi’ne karşı yapılan askeri darbenin tarihiydi. İkinci 27 Mayıs, 2013 tarihinde, yeşili korumak için başlayan ve sonra Demokratik Hakların savunulmasına dönüşen Gezi Parkı Direnişi’nin tarihiydi. *** Menderes ’in, Zorlu ’nun ve Polatkan ’ın, İsmet İnönü ’nün yazılı ve sözlü olarak şiddetle karşı çıkmasına rağmen, artık ordudaki gücünü yitiren Milli Birlik Komitesi’ne, ordu içinde General Cevdet Sunay başkanlığında örgütlenmiş olan askerlerin yaptığı baskı sonunda idam edilmeleri, bu darbenin üç siyasal cinayetle lekelenmesine ve lanetlenmesine yol açtı. Çok Partili Düzen’in ilk darbesi, Demokrat Parti tarafından Tahkikat Encümeni Kanunu ile yapılmıştı. Bu kanun ile bütün askeri ve sivil yargının, savcı ve yargıç yetkileri 15 milletvekiline veriliyor, yani kuvvetler ayrımı yerle bir ediliyordu! Bu 15 milletvekili sivil ya da asker, herkesi hem suçlayacak hem yargılayacak hem de mahkûm edecekti; kararlarının temyizi de yoktu. Görevi, muhalefetin ve basının rejim aleyhtarı faaliyetlerini soruşturmaktı. Öyle anlaşılıyordu ki Menderes, seçmen desteği çok azaldığı için iktidarı yitirdiğini fark ettiğinden, basını sansürleyerek ve CHP’yi kapatarak seçime gidecekti. Askerlerin bir bölümü, buna karşı 27 Mayıs darbesini yaptı. Her ne kadar, Kurucu Meclis, 1961’de kabul edilen dünyanın en ileri, en demokratik Anayasasını yapmış olsa da 27 Mayıs Darbesi, üç politikacıyı idam ederek işlediği siyasal cinayetle damgalandı. Oysa, uzun vadede bu Anayasa, gerek yargı bağımsızlığını gerek basın özgürlüğünü, gerekse işçi haklarını ve daha pek çok Demokratik hak ve özgürlüğü anayasal güvenceye kavuşturarak hiç kuşkusuz Türkiye’nin siyasal yapısını ve kültürünü çok daha ileriye taşımış, Demokratik hale getirmişti. Fakat aynı zamanda, diyalektik olarak bu anayasaya karşı yapılan 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerine de yol açmış ve ülkenin bugün yeniden emperyalizmin ve dinci siyasetin pençesine düşmesine de yol açmıştır denilebilir. *** İkinci 27 Mayıs, 2013 tarihinde Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesimini engellemek için başladı. Bu barışçı ve demokratik protestoya iktidarın orantısız bir şiddetle karşılık vermesi, direnişi, Demokratik Rejim’in, Temel Hak ve Özgürlüklerin savunulması hedefine yöneltti. Temmuz başına kadar devam eden ve neredeyse bütün Türkiye’ye yayılan Gezi Direnişi, iktidarın “Muhafazakâr Demokrat” maskesini düşürdüğü için, 2002’den beri yükselme eğilimi gösteren seçmen desteğinin tersine dönüş sürecini de başlatmıştır denilebilir. Osman Kavala’nın yıllardır hapiste tutulmasının, Tayfun Kahraman ve arkadaşlarının da hapse atılmalarının esas nedeni, Gezi Direnişi’nin, İktidarın Demokratlık maskesini düşürmüş olmasından kaynaklanmaktadır sanıyorum. *** Değerli okurlarım, Türkiye Cumhuriyeti, Demokratik Rejim deneyiminde çok bedel ödemiş, çok mesafe kat etmiş ve fakat en sonunda “Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti” yozlaştırılarak “Şahsım Devleti” noktasına kadar geriletilmiştir. İnanıyorum ki bilime, tarihe, insanlığın doğasına aykırı olan bu gerileyiş, bütün baskılara rağmen, ilk seçimlerde telafi edilecek ve halkımız layık olduğu gerçek Demokratik Parlamenter Rejime kavuşacaktır.

Source: Emre Kongar


27 Mayıs ve 1961 Anayasası

1960-1980 tarihleri arasında ülkemizde üç askeri darbe oldu. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980. Kimi yazarlar tüm bu askeri hareketleri bir torbanın içine koyarlar ve hepsinin lanetlenmesi gerektiğini belirtirler. Oysa yapılış biçimleri ve sonuçları bakımından bu üç askeri hareket birbirleriyle eş değillerdir. 27 Mayıs 1960 Demokrat Parti’nin (DP) hukuk dışı kararlarının birikmesi sonucu adeta bir patlamadır. 14 Mayıs 1950’de yapılan demokratik ve adil seçimlerde DP seçimleri kazandı. DP ileri gelenleri ve bütün dünya, iktidarın yeni partiye devredilmesi konusundan “tereddüt” yaşıyorlardı. Milli Mücadele’yi başarmış, devrimleri yapmış, 27 yıl kesintisiz iktidarda kalmış Atatürk’ün kurduğu CHP ne yapacaktı, iktidarı devredecek miydi? Seçim gecesi, sandıklardan sonuçlar geldikçe tereddüde düşen İstanbul’daki I. Ordu komutanı Çankaya’ya müracaat etmiş, müdahale önerisinde bulunmuştu. Cumhurbaşkanı İnönü, bu öneriye itibar etmedi. “Seçim bitmiştir, sonuçlar alınmıştır, demokrasinin gereği yapılacaktır” dedi. Kısa bir süre içinde iktidar DP’ye barış ve hukuk ilkeleri içinde devredildi. İktidarın barış içinde seçimleri kazanan DP’ye devredilmesi insanlık ve dünya demokrasi tarihinde olağanüstü bir demokrasi hareketi olarak yer aldı. Siyaset bilimci Dankwart Rustow, bir makalesinde 14 Mayıs 1950’de iktidarın barış içinde devredilmesini şöyle yorumlar: “İsmet İnönü, demokrasiyi geliştirmek için diktatörlük gücünü gönüllü olarak kısıtlayan dünyanın tek devlet adamı olma onurunu korumaktadır.” Prof. Bernard Lewis de 1950 seçimlerinin “Atatürk Devrimlerini tamamlayan ikinci bir devrim ve CHP’nin en büyük başarısı” olduğunu belirtmektedir. Bu demokratik hareket ne yazık ki fazla sürmedi. İktidara gelen DP’nin ilk işi Halkevlerini ve Köy Enstitülerini kapatmak, ardından CHP’nin sandalye-masa dahil tüm mallarını elinden almak oldu. 1954 seçimlerinde kendisine oy vermeyen Kırşehir ilini ilçe ve Kastamonu’nun Abana ilçesini de nahiye yaptı. 1957 seçimlerinde DP oy kaybedince demokrasi dışı hareketlere başvurdu. Basın özgürlüğü kısıtlandı. Halkı birbirinden ayırmaya, kutuplaştırmaya ve düşman etmeye yöneldi; utanç verici “Vatan Cephesi”ni kurdu. 1959 yılında konuşma yapmak için Uşak’a giden muhalefet lideri İsmet İnönü, DP’liler tarafından taşlandı. İzmir’de Demokrat İzmir gazetesi basıldı, matbaa makineleri kırıldı. İnönü’nün İstanbul’a dönüşünde 5 Nisan 1959’da Topkapı’da arabasının önü İstanbul Trafik Müdürü Celal Kosova tarafından kesildi. Gözü dönmüş DP’lilerin ellerinde sopalarla saldırısına uğrayan İnönü, zorbaların elinden güçlükle kurtarılabildi. 1960’ta Kayseri’ye konuşma yapmaya giderken askeri birlikler tarafından yolu kesildi, Kayseri’ye sokulmadı. Çok partili sistemi Türkiye’ye getirmiş olan İnönü, Nisan 1960’ta Meclis kürsüsünde konuşurken 12 oturum Meclis dışına atıldı. Ardından, “Tahkikat Komisyonu” kuruldu. Üyelerin tamamı DP milletvekillerinden oluşuyordu. İnönü, Meclis kürsüsünden şunları söyledi: “Demokrasi rejiminin yollarından ayrılıp ülkeyi baskı rejimi haline getirmek tehlikelidir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam.” 1961 Anayasası’nda yer alacak basın özgürlüğü ile ilgili maddeleri konuşmak için Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar başkanlığında toplanan Anayasa Komisyonu üyeleri, gazeteciler ve sendika temsilcileriyle bir araya gelmişti. Toplantıda, komisyon üyeleri Prof. Dr. H. Nail Kubalı, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Prof. Dr. Muammer Aksoy ve İstanbul gazetelerinin yazıişleri müdürleri bulunuyordu. TAHKİKAT KOMİSYONU ANAYASAYA AYKIRI MI? DP’yi tutanlar Meclis Tahkikat (İnceleme) Komisyonu kuramaz mı? Ne var bunda? “Neden bir komisyonun kuruluşu demokrasiye karşı olarak değerlendiriliyor?” diye itiraz ederler. Meclis’te Tahkikat Komisyonu elbette kurulabilir ancak DP’nin 17 Nisan 1960’ta kurduğu bu komisyona 27 Nisan 1960’ta anayasaya aykırı yetkiler verildi. Örneğin sorgu sual etmeden gazeteleri kapatmak, matbaaları kapatmak, istediği kişiyi tutuklamak… Üstelik bu komisyonun kararları kesindi ve itiraz edilemiyordu. Komisyonun 15 üyesinin tamamı DP milletvekillerinden oluşuyordu. Tahkikat Komisyonu’na verilen bu yetkilerin anayasaya aykırı olduğunu, DP’ye yakın anayasa hocası Prof. Ali Fuat Başgil kitabında açıkça belirtmiştir. Bu demokrasi dışı kararların bardağı taşıracak derecede çoğalması toplumsal patlamaya neden oldu. Oysa, Tahkikat Komisyonu feshedilseydi, seçim için karar alınsaydı, seçimin kısa sürede yapılacağı açıklansaydı askeri müdahale olmazdı. DİĞER DARBELER 27 Mayıs 1960 hareketi, o günlerde kamuoyunun ve halkın büyük çoğunluğunun onayını almıştı. 1960 hareketinin en büyük hatası Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idam edilmeleridir. Oysa onlara da verilecek hapis cezasıyla yetinilebilirdi. Gelelim diğer askeri darbelere: 12 Mart ve 12 Eylül tamamen ayrı yapıda askeri hareketlerdir. Onlar bir projedir ve planları binlerce kilometre ötede Pentagon’da yapılmış dış destekli askeri darbelerdir. 12 Mart “muhafazakâr-gerici”; 12 Eylül ise “karşıdevrim”dir. Her iki askeri hareket temelde 27 Mayıs 1960’ın yarattığı 1961 Anayasası’na karşıydı. Bu nedenle birbirinin karşıtı olan bu askeri hareketleri aynı kefeye koyup değerlendirme yapmak doğru değildir. 1961 ANAYASASI 1960 hareketinin en önemli ürünü 1961 Anayasası’dır. 1961 Anayasası, hukukun üstünlüğü ilkesi üzerine yapılandırılmıştır. Bu anayasayı 1961 yılında oluşan 273 kişilik “Kurucu Meclis” yapmıştır. Bu meclis, tayinle değil, seçimle oluşmuştur. Kuşkusuz bu yazının kısıtlı sınırları içinde üstün düzeydeki 1961 Anayasası anlatılamaz ancak kimi noktaları belirtebiliriz. 1961 Anayasası ile Türk siyasal tarihinde güçler ayrılığı kuralı açıkça getiriliyordu. İlk kez Anayasa Mahkemesi kurulmuştu. Yasaların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimi sağlanıyordu. Sosyal devlet ilkeleri, kişi hak ve özgürlükleri hukuksal korumaya alınmıştı. Hukukun üstünlüğü ilkesi çerçevesinde idarenin bütün işlem ve eylemlerinin yargı denetimine tabi olması kabul edilmişti. Yargıçların yürütmenin etkisinden kurtarılması sağlanmış, yargıç güvencesi anayasa korumasına alınmıştı. İlk kez Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuştu. 1961 Anayasası bütün dünyada en etkin hukukçular tarafından daima övülmüş ve takdir edilerek değerlendirilmiştir. 27 Mayıs 1960 hareketinin yarattığı 1961 Anayasası, Türk toplumunun 200 yıllık çağdaşlaşma ve demokratikleşme mücadelesinin sonucu onurlu bir hukuk belgesidir.

Source: Alev Coşkun


Ecevit ABD’ye ‘hayır’ dedi 10 ayda hükümeti yıktılar

28 Mayıs 1925 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelen Türk siyasetinin efsane “Karaoğlan”ı Bülent Ecevit 100 yaşında… Ecevit Ailesi’nin yakın dostu, yazdığı RAHŞAN ve ECEVİT’İN ANILARI isimli kitaplarla adeta “Ecevit tarihçisi” haline gelen gazeteci Mehmet Çetingüleç’le konuştuk.

Çetingüleç, Ecevit’in başında bulunduğu DSP-ANAP-MHP hükümetini ABD’nin 10 ay gibi kısa bir sürede yıktığını söyledi. Peki nedeni neydi? Mehmet Çetingüleç anlatıyor:

BAŞINA GELMEYEN KALMADI

“Ecevit 15 Ocak 2002’de ABD’ye giderek Başkan George Bush ile görüştü. ABD’nin Irak’a yapacağı operasyona karşı çıktı. Türkiye’ye döndükten sonra başına gelmedik şey kalmadı: Partisi parçalandı, ABD’den ithal edilen Kemal Derviş’in de rol aldığı bir operasyonla en yakınındaki isimler dahi ayrılıp yeni parti kurdu. Kendisi aniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldı. Koalisyon ortakları Bahçeli ve Yılmaz birbirine girdi. Bahçeli erken seçim resti çekti. ABD ziyaretinden 10 ay 18 gün sonra Türkiye 3 Kasım 2002 tarhinde erken seçime gitmek zorunda kaldı.DSP, MHP ve ANAP barajın altına düşerek parlamento dışında kaldı. Ecevit gitti.”

Bülent Ecevit Kemal Derviş ile

SAYGINLIĞIMIZI KORUDUK

Çetingüleç, konuyu Ecevit’le de konuşmuş. İşte Ecevit’in anlattıkları:

-“O vakitteki savaşa, yani işgale Amerika’nın istediği gibi katkıda bulunmuş olsaydık, tabii Amerika bizi hoş tutardı. Hem DSP daha güçlü olurdu, hem de Amerika Türkiye’ye daha çok yardımda bulunurdu. Ama biz bölgede ve dünyada saygınlığımızı büyük ölçüde kaybederdik. Irak’ta Türkiye Amerika’nın istediği adımları atmadı. Amerika bizimle ipleri koparma noktasına geldi. Bunu açıkça ifade ettiler. ‘Artık kapılarımız size kapalı’ dediler.”

Rahşan Ecevit ise olayları şöyle özetlemiş:

-“Amerika gezisinden sonra DSP’den kopmalar başladı. Parti bölündü. Böylece Amerika Ecevit’ten kurtulmuş oldu. Daha sonra Irak’la ilgili çalışmalara başladılar. Bence Irak politikamızın bunda etkisi vardı.”

Ecevit: Etle tırnak gibiyiz Türk-Kürt ayrımı imkansız

Rahşan Hanım verem hastalığına yakalanmış ve GATA’da tedavi altına alınmıştı. İyi beslenmesi gerekiyordu. GATA’daki tedavisi bittikten 1 gün sonra Ecevitler ve Tülay-Mehmet Çetingüleç çifti Gölbaşındaki “Belçikalı’nın Yeri” isimli restoranda akşam yemeğine gitti. Yemekte Türk-Kürt ayrımcılığı üzerine uzun süre sohbet etme imkanı buldular.

Ecevit Başbakan iken Öcalan yakalanmıştı.

‘NASIL AYIRACAKSINIZ’

Gündemde hükümetin Kürt açılımı vardı. Başbakan Erdoğan Diyarbakır konuşmasında “Kürt sorunu”, “Kürt realitesi” gibi ifadeler kullanıp, daha çok demokrasi vaat etmişti. MHP, PKK’nın da bu ifadeleri kullandığını hatırlatarak tepki gösteriyordu.

Ecevit ise tartışmalara farklı bir boyuttan yaklaşıyordu. Ailesinden örnek vererek anlatmaya başladı:

“Benim büyük babam Kastamonu-Dadaylı din bilgini Mustafa Şükrü Efendi’dir. Dedem Kürt asıllıydı. Kastamonu’nun Daday ilçesi o dönem Kürtlerin yaşadığı bir bölgeymiş. Anne tarafım ise Osmanlı sarayına dayanıyor. Büyük annemin kocası Suudi Arabistan’da kutsal toprakları muhafaza etmekle görevlendirilen Şeyh-ül Haremeyn Hacı Emin Paşa. Annemin büyük babası ise Salih Paşa’dır. Şimdi bizler ne oluyoruz? Kürt mü, Türk mü? İki toplum öylesine iç içe geçmiştir ki, Kürt-Türk diye ayrım yapmak imkansız. Böyle bir ayrımın hiç kimseye ve ülkeye faydası olmaz. Kurtuluş Savaşı’nı birlikte vermişiz. Gelibolu’da birlikte savaşmışız…

Ecevit’in babası Prof. Fahri Ecevit oğluna büyük babasının Kürt olduğunu söyleme gereği bile duymamıştı. Ecevit, uzun yıllar sonra bir mezarlık ziyareti sırasında, Kürt asıllı olduğunu öğrenmişti. Mezar taşında “Kürtzade Mustafa Şükrü Efendi” yazıyordu…

CHP Ankara Milletvekil Bülent Ecevit 2’nci Meclis binası önünde (1 Ocak 1958)

Ecevit Üniversitesi

Mehmet Çetingüleç, Ecevit’le sohbetlerinde sosyal bilimler alanında güçlü akademik kadroya sahip bir ECEVİT ÜNİVERSİTESİ kurulması fikrini de tartıştıklarını söyledi.

Ecevit, sohbet sırasında “Bunu ben istersem, kendimi fazla önemsemiş olurum” demiş ve Yılmaz Büyükerşen gibi isimlerin öncülük etmesini istemiş. Çetingüleç “CHP’nin Ecevit’e vefa borcunu ödemesi için, hukuk, gazetecilik, siyaset bilimi alanlarında bir üniversite kurulmasını sağlaması gerekiyor” dedi.

Musul vasiyeti

Prof. Dr. Yalçın Küçük, 2005 yılının Ocak ayında müthiş bir iddia ortaya attı. Küçük, Atatürk’ün İnönü’ye, onun da Ecevit’e “şartlar elverdiğinde Musul’u alın, bu hakkımızdır” vasiyetinde bulunduğunu söyledi. Ecevit’e bu konuya şöyle açıklık getirmiş: “Evet, rahmetli İnönü bana Musul’un hakkımız olduğunu söylemişti. Atatürk de aynı düşüncedeymiş. Kıbrıs kadar haklı bir dava. Türkiye’nin geleceği ve çıkarları söz konusu. ABD’ye rağmen bunu yapabilmeliyiz. Unutmayalım, 1974’te Kıbrıs harekatını ABD’ye rağmen yapmıştık…”

Başbakan Ecevit, Yardımcısı Erbakan ve Genelkurmay Başkanı Semih Sancar ile Kıbrıs Harekatı’nın planlarını değerlendiriyor.

Kıbrıs zaferinin perde arkası

Mehmet Çetingüleç, Kıbrıs Barış Harekatının perde arkasını da şöyle anlattı:

“Ecevit, 26 Ocak 1974 tarihinde Başbakan olunca ilk talimatı Kıbrıs çıkarması için hazırlıkların gizli bir şekilde başlatılması oldu. Yaklaşık 6 ay sonra 20 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs Barış Harekatı başlatıldı. Amerikalılar o sırada hala Ankara’da Ecevit’I vazgeçirmeye çalışıyordu. ABD Dışişleri Bakanlığı temsilcisi Cisco Ecevit’in odasındaydı. Harekatın ne zaman başlayacağını sordu. Ecevit saatine bakıp ‘şu anda başladı’ dedi. Telaşlanan Cisco ’Havaalanı kapanabilir ben gideyim’ dedi. Ecevit ‘iyi olur. Daha sonra yine bekleriz’ karşılığını verdi. O sırada ABD’li bir başka diplomat Ecevit’in kulağına eğilerek ‘Sizi tebrik ederim’ dedi.”

AKDENİZ’DE KALMALIYIZ

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin 3 bin 355 kilometrekarelik bir Alana sahip olduğuna dikkat çeken gazeteci Mehmet Çetingüleç “Bu 10 bin uçak gemisi büyüklüğüne tekabül ediyor. Türkiye Doğu Akdeniz’de kalıcı olarak varlığını korursa, oradaki 3 trilyon dolarlık gaz ve petrol rezervine de ortak olur” dedi.

Source: Saygı Öztürk