Sarı Paşa ve Türk Mucizesi
Vakit dardı. Kütahya mücadelesi sonrası, Yunan ordusu var gücüyle saldırıya geçecekti. Oysa Türklerin ele geçirdiği bazı toplara, mermilerin çapı 5 milim kadar büyük geliyordu. Atatürk ’ün kurdurduğu bıçak, süngü ve benzeri teçhizatı hem üreten hem de bakım ve onarımını yapan atölyedeki vatanseverleri bir düşünce almıştı. Ne yapılabilirdi? Epeyce kafa yorulup karar verildi. Uymayan top mermileri Eskişehir demiryolu atölyesine getirilecek, gönüllü ustalar mermileri barutu boşaltmadan torna makinesine takacak, kovanı inceltecek ve toplara uygun çapa getirecekti. Barutu boşaltmadan kovanı torna makinesinde inceltmenin riski yüksekti. Mermiler tornada patlayabilirdi. Komutan herkesi toplayıp işlevin önemini ve tehlikesini açıkladı. Ölümü göze alacak cesurlara ihtiyaç vardı. “Gönüllüler bir adım öne çıksın!” deyince tüm atölye çalışanları aynı anda bir adım öne çıktı. KIYAMET YAĞDIRAN ETHEM ÇAVUŞ Mart 1921, İnönü Ovası… İnsanın kemiklerine kadar işleyen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş ’un sırtı üşüyor, kızgın mermi kovanlarını tutup boşaltan çıplak elleri ise alev alev yanıyordu. 75 milimetrelik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip, keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu. Ethem Çavuş, sandıktaki sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Çaputu sökünce avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken mermi kovanına kazınmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanı ise sandığa değil yere attı. Soğuyunca yerden alıp mintanından içeri soktu. KALEM DEMİRDİR, ULAK MERMİDİR Akşam ezanında çarpışma durulmuştu. Batarya komutanı, Ethem Çavuş’a istirahat verdi. Çavuş, boş kovanı mintanından çıkarıp üstüne kazınmış yazıyı okudu: “ Karahisarlı Seyfi Çavuş . 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 26 Rebiyülâhır 1339, İnönü” Eskişehir’de inceltilen mermi dolu kovanlar, boşaldıktan sonra Ankara’daki atölyelere döner, doldurulur ve cepheye gönderilirdi. Birinci İnönü Savaşı’nın en kızgın günlerinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, Ankara’daki İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu. Gecenin çökmesiyle savaş durmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Azıcık tütünle bir sigara sarıp yaktı, çubuğa baktı. Bakır ustalarının “kalem” dedikleri, metal oymaya yarayan keskin bir aletti. YAVRU CEPHEDEN DÖNDÜ Yerden bir taş aldı. Kalemin üstüne hafif tıklamalarla vurup kovana mesajını kazıdı: “Aksekili Ethem Çavuş, 8.Alay 3.Tabur 1. Batarya, 20 Recep 1339, İnönü…” Beş gün sonra Ankara’daki atölyede cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhında çalışan bir ustaya seslendi. “ Kamil Usta! Müjdemi İsterim! Senin yavru, cepheden dönmüş!” Herkes koşup kovanın üstündeki yazıyı görmek için toplandı. Kamil Usta, yüksek sesle Ethem Çavuş’un notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esti. Tüm çalışanlar, Kamil Usta’yı yeni baba olmuş gibi kutluyor, hayır duaları ediyorlardı. Kamil Usta tezgâhının başına geçti. Yazıtlı kovan ağzının eğilen yerlerini özenle düzeltip kapsülünü taktı. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni çekirdeği kovana oturttu. Tüm ustalar yanındaydı, onu izliyordu. İADELİ TAAHÜTLÜ “GAZİ KOVAN” Mermi hazır olunca, Ethem Çavuş’un kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yine bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak cepheye gidecek bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan, “Allah kavuştursun!” deyip işlerinin başına döndüler. Kamil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp “Selametle git aslanım” dedi. “Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi.” Eylül 1922, Ankara… Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her seferinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, İstiklal Savaşı’nın her zorlu durağından Ankara’ya kan, barut ve zafer kokusu taşıyordu…* COŞKUYLA OKUNAN KİTAP Kaya Boztepe ’nin yeni kitabı Sarı Paşa ve Türk Mucizesi, salt Atatürk hakkında değil; çevresinin, yakınlarının da bilinmeyen öykülerini anlatan ve Milli Kurtuluş Savaşı’nın kimi adsız kahramanlarını adlandıran, onurlandıran bir eser. Kimi kez ağlayarak, kimi kez gülerek ama ilk satırından sonuncusuna coşkuyla okunuyor ve her sayfasında şaşırtmayı başarıyor. — *Destek Yayınları, 2025
Source: Mine G. Kırıkkanat
Alberta’da Napolyon’un farelerle savaşı – Mahmut Şenol
Onları Amerika kıtasına, Batı Avrupalı göçmenler gemilerle 16. yüzyıldan itibaren taşımaya başladılar; Norveç faresi, Yeni Dünya’ya böyle adım attı. O gün bu gündür, ABD ve Kanada fareden çok çekiyor; mücadeleye devam. Ancak fare istilasına karşı en iyi mücadeleyi Kanada’nın 10 eyaletinden birisi olan Alberta yapmakta. Handiyse Türkiye büyüklüğündeki Alberta, fare imhasında dünya birinciliğini 75 yıldır koruyor. Bu mücadeleye 1950’de Fransız kökenli bir Kanadalı olan Napolyon Louis Poulin kalkışmıştı. Şu anda “sıfır fare” ile Alberta pirüpak ise bunu ona borçlu. Napolyon’u bir çiftlikte geçen çocukluğunda yaşadığı travma azılı bir fare düşmanına çevirir. Köpeğine saldıran farelerin onu paramparça edip yediğini görünce yaşamı boyunca onları yok etmeye kararlı bir savaşçı olur. Veterinerlik eğitimi yaparken çalışma alanını belirlemişti bile… Aslında aşırı fare korkusumusofobisi olan, bunu yenebilmek için Mickey Mouse karakterini yaratıp hafife almaya çalışmış çizgi film yapımcısı Walt Disney gibi sanata yönelmeyecekti, doğrudan fareleri hedef aldı. Bir başka çizgi film kahramanı kedi Tom’un sevimli fare Jerry ile oynaması gibi işin eğlencesinde değil, “savaşı”ndaydı. Alberta’nın doğusundaki eyalet Saskatchewan’dan doğru işgale kalkışan fareleri yok etmek üzere “Poulin’s Pest Control” adında bir şirket kurdu. “BAYAN FARE” Alberta eyalet hükümeti, Napoleon’un methini duymuştu ve günün parasıyla kıymetli sayılacak bir kontrata imza attı; 150 bin dolarlık bir sözleşmeydi bu ve 1225 km uzunluğundaki eyalet sınırında fare avı başladı. O günün gazetelerinde toplu mezar kazılıp ilaçlanarak gömülen on binlerce farenin yığıldığı küçük tepeciklerin fotoğrafları yayımlanmaktaydı. 18 ay sonra Alberta fareden “temizlenmişti”; toplam 10 milyondan fazla fare. Sınırda bir tampon bölge oluşturuldu, kontroller o günden beri sürüyor. Alberta’ya giren farelerin batıya ilerlemesi artık olanaklı değil, öyle olsa bile Kayalık Dağları-Rocky Mountain’ı aşmaları da imkânsız. Daha soğuk kuzey bölgesinde zaten fare yaşayamıyor. Napolyon’un fare avcısı devriyeleri upuzun sınır boyunca ahırları, saman balyalarını, nakliye araçlarını, tahıl depolama alanlarını dikkatlice inceliyor, evleri didik didik ediyor. Alberta, o zamanlardan bugüne, komşusu Saskatchewan’dan farelere karşı etkisiz kaldığı için şikâyetçi; federal iki yönetim arasında fare krizi sürüyor. Eyaletin fare savaşını şimdi tarım bakanlığında uzman olarak çalışan Karen Wickerson da üstlenmiş, o nedenle Alberta’da “Bayan Fare” olarak adı geçiyor. Sınırda en çok fare saldırısına sahne olan kasaba Wainwright’taki ziraat uzmanı Shelby Oracheski farelerin yük kamyonlarına kaçak yolcu gibi bindikleri görüşünde, “Onlar tahıl sevkiyatı yapan kamyonda gizlenmiş otostopçu olabilirler” diyor; bir yandan yiyip bir yandan yolculuk ediyorlar. Fareler besi yemlerine ulaşırsa tümünü atık sayıp imha etmeye kadar kararlı bir uğraş veriliyor. Fareye bulaşmış yemler hem hayvan hem de insan sağlığı tehdit ediyor. Fareler elektrik kablolarını kemirerek evlere, diğer yapılara zarar veriyorlar. Ayrıca insanlara bulaşabilen 50 civarında farklı patojen ve parazit taşıyabilirler. Science Advances adlı bilim dergisine göre ABD’de fareler mikrop bulaşmış tarımsal ürünleri ve gıda maddelerin imhası yüzünden yılda 28 milyar dolar zarar veriyorlar, Kanada’da ise 40 milyar dolara yaklaşıyor; Alberta’da sıfır! FAREYE CENAZE TÖRENİ 1950’lerde Napolyon-fare savaşları sürerken gazetelere yansıyan bir haber, halen gizemi çözülemeyen bulmaca gibi kaldı. Bir küçük yerleşim yerinde kasaba halkı fare kontrol programına sıkı sıkıya bağlıyken herhangi bir iz bulduklarında hemen Napolyon’a haber vermelerine karşın bir gün bir çiftlikte bir kutuya konulmuş fare ölüsü bulundu; etrafına küçük çiçekler, yaprak ve otlar serpilmişti. Yanında el yazısıyla bir not: “Sevgili minik dostumuza elveda!” Mesele ciddiydi, dedektiflikti, polisin araştırmasına karşılık bunu kimin yaptığı, fare cenazesine niye kalkıştığı anlaşılamadı. Amerikalı yazar John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar “romanını anımsamamak ne mümkün! İri yarı ve zihinsel engelli Lenny’e göz kulak olan George adındaki arkadaşının trajik hikâyesinde, hatırlarsınız, Lenny fareleri yakalayıp okşamaktan haz duymaktadır. Bir fareyi elinde fazlaca sıkıp öldürür, onu cebinde bir süre taşıyıp George’dan saklar, sonra bir cenaze töreni yapmak ister. Bu can sıkıcı fare tutkusu ve korkusu, sanki Türk romancı İrfan Yalçın’ın eserlerinde görülmez mi! “H20 Kitap” tarafından yayımlanmış “Fareyi Öldürmek” başlıklı eserde roman kahramanı Sabri Beyin baş edilemez musofobisi onu sonunda bir cinayete sürükler, çalıştığı devlet dairesinde ne vakittir bir fareye benzettiği müdürünün kafasına daktiloyla vurur. George Orwell’in distopik ünlü eseri 1984’teyse roman kahramanı Winston’ın totaliter rejim tarafından işkenceye uğradığı sahne unutulmaz. Yüzüne bir kafes dolusu fare atılır, onun direncini kıran bir işkencedir bu! Orwell’in musofobisini romanda gördük, Napoleon’un ise köpeğini canlı canlı parçalayan fareler onu azılı bir “savaşçı” yapmıştı. Bilmem ki buna dair bilimsel bir karşılık var mıdır ama ben antik Yunancadan Latinceye doğru bir kavram yazayım, belki literatüre girer: Musoxenos; muso fare, xenos düşman…
Source: Mahmut Şenol
Kıyametin eşiği
1945 yılının 16 Temmuz’uydu.
İnsanoğlu yeni bir kâbusla tanıştı.
ABD, uzun zamandır üzerinde çalıştığı atom bombasını tamamlamış, o gün New Meksiko’nun uçsuz bucaksız çöllerinde ilk deneyini yapmıştı.
Deneye “trinity” adı verilmişti ve bu isim bir tarih profesörünün “Güneşin İki Kez Doğduğu Gün” isimli kitabından alınmıştı.
O gün güneş gerçekten de ikinci kez doğmuş, bombanın ışığı New Meksiko, Arizona ve Teksas’tan görülmüş, deneyi izleyenler dehşetten donakalmışlardı. İnsan yapımı hiçbir silah bu kadar yıkıcı, bu kadar acımasız olamazdı.
Bombanın düştüğü topraklar sıcaktan kristalleşmiş, geriye hiçbir canlı organizma kalmamıştı.
Barutu bularak kitlesel ölümü keşfeden insanoğlu, atom çekirdeklerini bölerek çok daha fazlasını yapmış, dünyanın felaketini hazırlayan yeni bir aşamaya geçmişti. Gelinen nokta, bilim adına bir devrim olsa da insanlık adına sonun başlangıcıydı.
Bunu görmek için çok beklenmedi.
Deneyden üç hafta sonra, 6 Ağustos 1945 sabahı, ilk atom bombası Hiroşima semalarında patladığında saatler 08.45’i gösteriyordu. Patlamadan bir dakika sonra geriye 130 bin insanın cesedi kaldı. Bebek, yaşlı, çocuk, hasta, kadın, erkek… Gündelik hayatını sürdüren 130 bin insan, etrafı süsleyen çiçekler, ağaçlar, böcekler ve hayvanlarla birlikte yandı, kavruldu ve kül oldu. Geriye kalanlar da inanılmaz acılarla ölümü beklediler.
Bu felaketten üç gün sonra aynı senaryo Nagazaki’de tekrarlandı. Oraya atılan bomba da 70 bin insanın ölümüne sebep oldu.
14 Ağustos 1945’te Japonya teslim oldu. ABD Başkanı Truman, insanlık tarihinin en büyük kıyımıyla kazanılan bu zaferi (!) aynı gün büyük bir gururla paylaştı. Ne de olsa kısa geçmişi kirden ve kandan görünmez haldeki bir ülkenin mensubu, yerleştiği kıtanın halkını yok ederek onların kanı üzerine kurulmuş bir devletin başkanıydı. Pearl Harbor baskınıyla karizmayı çizen Japonya’ya acıyacak değillerdi ya…
……………………….
İkinci Dünya Savaşı, bu felaketle son buldu.
Savaştan sonra Almanya Polonya’dan, Japonya Kore’den, Sovyetler Birliği Japonya’dan özür diledi. Zaten bitmekte olan bir savaşta bir hareketle 200 bin insanı öldüren ABD kılını bile kıpırdatmadı. Dünya tarihinin en büyük katliamını yapmasına rağmen hiçbir özre gerek görmedi.
Nükleer silahların sebep olduğu acı sonuç, birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Ancak güçlünün haklı olduğu bir dünyada bu tartışmaların sonuç getirmesini beklemek hayaldi. Yirminci Yüzyılın en büyük savaş suçlusu olan Amerika, bir yandan barış dolu bir geleceğin erdemlerinden bahsediyor bir yandan da silahlanmaya ayırdığı bütçeyle övünüp ürettiği silahlarla güç gösterisi yapıyordu. Hal böyle olunca; silah üretimi bir rekabete dönüştü.
Hiroşima felaketinden dört yıl sonra Sovyetler Birliği de kendi nükleer silahını üretti. 29 Ağustos 1949’da Sibirya’nın buz dağları üzerinde ilk denemesini yaptı.
Soğuk Savaş yılları nükleer silah üretiminin had safhaya ulaştığı yıllar oldu. Masanın iki başına kurulan ABD ve SSCB hem silahların sayısını hem de etkisini artırdılar. Onlara diğer ülkeler de katıldı. 1952 yılında İngiltere, 1960 yılında Fransa, 1964 yılında Çin Halk Cumhuriyeti nükleer silah sahibi oldular.
Bu silahların üretim aşamalarında yüzlerce deney yapıldı. Kimi zaman buz dağlarında, kimi zaman çöllerde, kimi zaman okyanuslarda kimi zaman da atmosferde… Her deneyde tonlarca uranmış ve plütonyum kullanıldı. Üstelik atılan her yeni bomba bir öncekinden daha etkiliydi. Yerküre, sonuçları tespit edilemeyen inanılmaz hasarlar aldı. Havası, suyu, dengesi, habitatı bozuldu. İnsanlık koşar adım felaketine gider oldu.
Nükleer silah yarışı ve bu yarışın vahim sonuçları karşısında İrlanda, 1958 yılında tüm nükleer silahların imha edilmesi yönünde Birleşmiş Milletlere bir bildiri sundu. 1 Temmuz 1969 tarihinde Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) imzalandı. Nükleer testleri yasaklayan, menzil sınırlarını belirleyen bu antlaşmaya 190’a yakın devlet imzacı olarak katıldı.
Nükleer testlerin sebep olduğu felaketler 1970’lerden itibaren kendini göstermiş, ilk atom deneylerine katılan bilim adamları ve askerlerin %99’unun kan kanserine yakalandığı görülmüştü. Bu deneylere katılan Amerikan subaylarından Orville Kelly, 1979’da Atomik Emekliler Birliğini kurdu. Bir hafta içinde aynı hastalıkla pençeleşen 9754 kişinin birliğe üye olduğu görüldü.
Ne var ki, yarış hiçbir zaman durmadı. Nükleer silaha sahip beş devletin pozisyonlarını koruma çabaları, sadece kendilerini düşünme bencillikleri, hastalıklardan ve dünyanın geleceğinden daha baskın çıktı.
1960’ların ortalarında İsrail, 1974’te Hindistan, 1998’de Pakistan, 2006’da Kuzey Kore nükleer silah ürettiler.
Nükleere sahip ülkeler, silahlarından vazgeçmek yerine, işgal edecekleri ülkeler için bahane olarak kullanmayı tercih ettiler.
Ne de olsa güçlünün haklı olduğu bir sistem kurulmuştu.
……………..
Bulduğu dinamitle insanların topluca öldürüldüğünü gören Alfred Nobel, servetini dünya barışına katkıda bulunanlara bağışlamakla vicdanını rahatlatmış mıydı bilinmez ama insanlığın dönülmez bir yola girdiğini biliyordu. Muhtemelen dinamitten daha etkili silahların yapılacağını da… Ama zalim Bolu Beyine karşı yüreğiyle savaşan Koç Köroğlu bunları hayal bile edemezdi. Tüfeğin icadı karşısında “mertlik bozuldu” diye isyana duran yüreği şu dünyanın haline dayanamazdı.
Köroğlu gibi masalların dokuz kollu canavarları da çok gerilerde kaldı. Şimdi binlerce kilometrelik menzilleri, şehirleri yok eden güçleri ve görmeden öldürebilme kolaylığıyla füzelerin ve nükleer silahların hükmü sürüyor.
Dünya kıyametine koşuyor
Zekeriya Yıldız / Haber7
Source: Zekeriya Y