“Tarihsel İzler – Cerrahlar, Kültürler ve Anıtlar”

Bir cerrahın not defteri – Prof. Dr. Cengiz Kuday

Her yıl ABD’de ve dünyanın çeşitli yerlerinde düzenlenen mesleki kongrelere katılırım. Bu toplantılar genellikle binlerce kişinin katıldığı büyük organizasyonlardır. Katılımcıların çoğunluğunu Amerikalı beyin cerrahları oluştururken bizim gibi yabancı ülkelerden gelen cerrahlar da bu buluşmalarda yer alır. Kongreler genellikle nisan ve eylül aylarında, Amerika’nın farklı kentlerinde yapılır. Elbette bu toplantılarda tıp konuşulur ancak ilginç bir gelenek de vardır. Kongrelere her yıl, alanı tıpla ilgisiz olan ama toplumda etkisi büyük olan kişiler davet edilir. Bu konuşmacılara ciddi ücretler ödenir. Yazarlar, sanatçılar, medya patronları, astronotlar, eski devlet başkanları ve dışişleri bakanları… Her biri kendi alanındaki deneyimlerini ve dünyaya bakış açılarını toplantılarda paylaşır. Yıllar önce bir kongrede, eski ABD başkanlarından George H. W. Bush (Baba Bush) konuşmacıydı. New Orleans’ta yapılan bu toplantıda Bush, önce salonu güldüren hikâyeler anlattı, ardından ciddi meselelere geçti. Kendisine, 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’nda neden Bağdat’a girilmediği soruldu. Bush’un cevabı dikkat çekiciydi: “Giremezdik. Çünkü o bölgede güçlü bir ülke vardı. Hatta süper güç olarak bile tanımlanabilir. Ama bu gücünün farkında olmayan Türkiye, Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmasını istemediğini söyledi.” Bu yanıt, o an orada bulunan 4-5 Türk meslektaş olarak hepimizi gururlandırdı. Fakat birkaç yıl sonra tablo değişti. İkinci Körfez Savaşı ve Meclis’te reddedilen tezkere kararının ardından, San Diego’daki kongrede bu kez kürsüde eski dışişleri bakanlarından Henry Kissinger vardı. Deniz üssüne bakan devasa bir salonda, alaycı bir gülümsemeyle, “Neden Ortadoğu’ya gidiyoruz?” diye sordu. Ardından şöyle dedi: “Çünkü biz eski Roma’dan bile güçlüyüz, dünyayı biz yönetiyoruz. Ortadoğu’da demokrasi yok. Bir tek Türkiye var ama o da demokrasicilik oynuyor.” Bu kez hepimiz çok öfkelendik ve üzüldük. ‘SORUYU GEÇİŞTİRDİ’ Başka bir kongrede bu kez Condoleezza Rice sahnedeydi. ABD’nin eski dışişleri bakanı Rice, Ortadoğu politikalarını anlattı. Önümüzdeki yıllarda bölgenin haritalarının değişebileceğini ima etti. Çin’in önümüzdeki 15 yılda ekonomik olarak güçleneceğini, bu büyümeyle birlikte Çin halkının taleplerinin de değişeceğini ve bunun Çin için yeni sorunlar doğuracağını söyledi. Çin’in Güney Çin Denizi ve Pasifik’te etkisini artıracağını, Rusya’nın ise iç meselelerle uğraşmak zorunda kalacağını belirtti. Bugün bakınca, Rice’ın birçok tahmininin gerçekleştiğini görüyoruz. Konuşmasının sonunda Rice bizlere kendi yazdığı “Extraordinary, Ordinary People: A Memoir of Family”(Olağanüstü, Sıradan İnsanlar: Bir Aile Anıları) adlı kitabını hediye etti. Kitabını imzalatmak üzere sıraya girdim. Sıra bana geldiğinde, Türkiye’den geldiğimi söyleyerek bahsettiği sınır değişikliklerinin ülkemizi nasıl etkileyeceğini sordum. Gülümseyerek soruyu geçiştirdi. O gün için basit bir kaçış gibi görünen bu tavrın, bugün yaşanan gelişmeler ışığında çok daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bugüne dönersek… İran ile İsrail arasındaki gerilimin tek sebebi gerçekten İran’ın nükleer silah çalışmaları mı? Biraz tarih bilenler, bu iki halk arasındaki nefretin çok daha eskiye, hatta milattan önceki yüzyıllara dayandığını bilir. MÖ 5. yüzyılda Babil Kralı II. Nebukadnezar döneminde Yahudiler Filistin’den sürülmüştür. Bu olay, Nahuca Operası gibi eserlerle zaman zaman güncellenerek anlatılmıştır. Sonuç olarak kongre salonlarında başlayan sohbetler bazen bizi tarihin, bazen de geleceğin tam ortasına sürüklüyor. Tıbbın ötesinde, dünyayı anlamak isteyen her bireyin böyle anlarda öğreneceği çok şey oluyor. Prof. Dr. Cengiz Kuday

Source: Olaylar Ve Görüşler


Japonya izlenimleri

Uzun süredir Japonya ile ilgili haberleri ilgiyle izliyor ve bu ülkeye gitmeyi planlıyorduk. Nihayet bu düşüncemizi hayata geçirdik. Japon toplumunu oldukça farklı bulduk. Kendilerine has özgün yanları olan ilginç bir kültür dokuları var. Biz daha önce Japonya’ya hiç gitmemiştik. Bu nedenle de bu ilginç ülkeyi ve toplumu doğrusu oldukça merak ediyorduk. Bu gezide Tokyo, Kyoto, Osaka ve Hiroşima gibi önemli kentleri görme olanağımız oldu. KURALLAR ÜLKESİ Öncelikle bizde kalan derin izler; toplumsal disiplin, etkili kurallar ve temizliğe, düzenliliğe verilen önem oldu. Öyle ki Japonya’yı iki sözcükle tanımlayın deseler, vereceğimiz yanıt “kurallar ülkesi” olur. Gerçekten de Japon halkı temizliğe ve düzenliliğe büyük önem veriyor. Bu durum en çok trafikte ve kent yaşamında hissediliyor. İnsan bunca yoğun nüfusa sahip bir ülkede ve büyük kentlerde, bu düzenliliğin ve temizliğin nasıl sağlanabildiğine şaşırıyor. Ama Japonların daha çocukluktan itibaren aile içinde ve okul hayatında edindikleri yaşam disiplinini gözlemleyince bu durum daha iyi anlaşılıyor. Bir de tabii toplumsal yaşamı düzenleyen yerleşmiş kurallar var. Büyük çoğunluk bu kuralları günlük yaşamında içselleştirmiş. HAYAT DİJİTALLEŞİYOR Hele yaygın bir selamlama ritüelleri var ki insanda gerçekten sempati oluşturuyor. Pek çok insan bunu günlük yaşamlarında yüksünmeden ve kendiliğinden yapıyor. Yere çöp atılmaması, kapalı ve açık ortamlarda sigara içilmemesi, trafikte yayalara öncelik verilmesi, seyreden araçlara mesafe bırakılması ve korna çalınmaması gibi basit alışkanlıklar, doğrusu bize ilginç geliyor. Japonya’da dikkatimizi çeken bir başka önemli konu, hayatın oldukça yaygın biçimde dijitalleşmesi oldu. Öyle ki pek çok işlem ve okuma, artık dijital aygıtlarla ve QR koduyla yapılıyor. Seyahat ettiğimiz Tokyo metrosunda, Kyoto ve Osaka hızlı trenlerinde, herkes telefonuyla meşguldü. Ellerindeki elektronik aygıtlardan gelişmeleri takip ediyorlardı. EMEK ROBOTLAŞIYOR Japonya ile ilgili önbilgilerimizden teknolojik yenilikler konusunda öncü olduklarını biliyorduk. Tehlikeli deprem kuşağında yaşayan Japon toplumu, başta yapılaşma olmak üzere birçok alanda oldukça gelişmiş teknolojik gelişmelere sahip. Artık yapay zekâ ve robotlaşma gibi yenilikler günlük hayata girmiş. Üretimin ardından hizmet sektöründe de robotların giderek insan emeğinin yerini aldığına tanık olduk. Örneğin turizm alanında birçok hizmetin robotlar tarafından yapıldığını öğrendik. Gelişmiş toplumlardaki bu değişimler ve yenilikler, ekonomi-politik açıdan daha kapsamlı ve derinlikli yeni değerlendirmelerin yapılmasını zorunlu hale getiriyor. EXPO 2025 OSAKA’DA Tokyo’ya göre Kyoto ve Osaka kentlerini de oldukça canlı bulduk. Bu kentlerde teknolojik gelişmeleri, yenilikleri her an her yerde gözlemleyebiliyorsunuz. Çevre protokolüne adını veren Kyato ile Osaka kentleri oldukça güçlü yeşil dokuya sahip. Bunda sık ve yoğun yağışların büyük payı var. Öyle ki Japonlar günlük yaşamlarında şemsiye ve yağmurlukla adeta bütünleşmişler. “Geleceğin Toplumunu Tasarlamak” temasıyla 13 Nisan-13 Kasım 2025 tarihleri arasında Osaka’da yapılan Expo 2025 ile karşılaşınca; usumuza geçmişte İzmir’de yapılan Expo çalışmaları düşüyor. İzmir Fuarı’nın genel müdürlüğünü yaptığımız dönemde, Expo çalışmalarının yönlendirme kurulunda görev almıştık. Burada da Expo ile karşılaşmak doğrusu bize ilginç geldi. BARIŞ PARKI VE MÜZESİ Japonya gezimizin en ilginç bölümlerinden birisi, İkinci Dünya Savaşı’nda atom bombasının atıldığı Hiroşima kentiydi. Hiroşima’da savaşın izlerini ve barış parkını, büyük şairimiz Nâzım Hikmet ’in “Büyümez Ölü Çocuklar” şiirini yüreğimizden okuyarak dolaştık. Bu anlamlı yerde, savaşın ve atom bombasının kurbanlarını andık. Japon çocuğu anıtında, orayı ziyarete gelmiş Japon öğrencilerle birlikte saygı duruşunda bulunduk. Emperyalist saldırganlıkların arttığı, coğrafyamızda savaş çığlıklarının yükseldiği bugünlerde; Hiroşima’daki barış parkı ve müzesi doğrusu bizi çok etkiledi. Özellikle müzede tanık olduğumuz acıların unutulmamasını ve bir daha yaşanmamasını diliyoruz. Bu dileklerle Hiroşima’da barış çanını çaldık ve barış talebimizi yükselttik.

Source: Mehmet Şakir Örs


Mansur bey anıtını yaptırdı, DEM’li vekil katil ilan etti

Uluç Gürkan, TBMM Başkanvekilliği, Avrupa Parlamentosu Üyesi olarak görev yapmıştı. Her 24 Nisan yaklaşınca Avrupa parlamentosunda Ermeni temsilcileri “Sözde Ermeni soykırımını anma, soykırımı tanıma”yı gündeme getiriyordu. Türk parlamenterler ise bunun yalan olduğunu belgelerle ortaya koyuyordu. Yine bir toplantıda aynı konu gündeme getirildiğinde Türk parlamenterler bağırdı, sıra kapaklarına vurdu ve o önergeyi de engelledi. Bir daha bu konu etkili bir biçimde gündeme getirilmedi.

Eski milletvekillerinden Dr. Mehmet Telek’ten, Avrupa Parlamentosunda verdikleri mücadeleyi dinledim. Türk grubunun başkanı Uluç Gürkan, Ermeni meselesiyle ilgili resmi belgelere dayalı olarak kapsamlı bir çalışma yapmış, bunlara “Ermeni Sorunu” kitabında yer vermiş. Kitapta, İngiliz Kraliyet Başsavcısı’nın bu konuda soruşturma yaptığını, dolayısıyla “Ermeni Soykırımı”nın mahkeme kararına dayanmadığını da ortaya koymuştu.

BAŞIMIZA BELA OLUR

Ermenistan Cumhurbaşkanı Paşinyan, Ermeni diasporasının tüm baskılarına “soykırım” iddialarını yumuşatmaya çalışırken DEM Parti Milletvekili George Aslan, TBMM Genel Kurulu’nda, Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığını öne sürdü, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın, Talat Paşa’nın anıtının yaptırmasına da tepki gösterdi. Önceki dönem Milletvekili Garo Paylan’ın soykırım iddiaları genel kurul zabıtlarından çıkarılırken, George Aslan’ın sözlerinin çıkarılmaması tartışılıyor. Uluç Gürkan, “Tutanaklardan bu sözler çıkarılmazsa ileride Birleşmiş Milletler’de başımıza bela olur” diyor. Tarihi belgeler ışığında Uluç Gürkan, SÖZCÜ’ye şunları anlattı:

“DEM Parti Milletvekili George Aslan’ın TBMM kürsüsünde dile getirdiği soykırım iddiası ve bunun sorumlusu olarak Talat Paşa’yı ‘katil’ olarak suçlaması, tarihi ve hukuki gerçeklerle bağdaşmıyor. TBMM Başkanvekili Tekin Bingöl, bu konuşmaya tarihi ve hukuki gerçeklerin ışığında müdahale etmeliydi. Kendisine tepki gösteren ve ‘tarafsız olmasını’ isteyen İYİ Partili kâtip üyeye kınama cezası verdirmesi görevin kötüye kullanmaktır.”

ATATÜRK’ÜN TEHCİRLE İLGİLİ SÖZLERİ

TBMM kürsüsünde yapılan Ermeni soykırımı propagandasına rağmen, hiçbir parti grubunun o sözlerin tutanaktan çıkarılmaması için başvurmaması da ilginç. Atatürk’ün 26 Şubat 1921’de Ermeni iddialarıyla ilgili olarak Amerikalı gazeteci Clanence K. Streit’e yaptığı değerlendirmeyi okuyalım:

“Düşmanca mübalağalar dışında Ermenilerin tehciri aslında şudur: Rus Ordusu 1915’te büyük taarruzunu başlattığında Çarlığın hizmetindeki Taşnak Komitesi, askeri birliklerimizin gerisinde bulunan Ermeni ahalisini isyan ettirmişti. Eli silah tutabilen bütün Ermenileri saflarına katmıştı. Düşmanın sayı ve malzeme üstünlüğü karşısında çekilmeye mecbur kaldık. İki ateş arasında kalmıştık. İkmal ve yaralı konvoylarımız katlediliyor, köprüler ve yollar tahrip ediliyordu. Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan çoğunluğu, şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olurlardı.”

HEDEFTEKİ İSİM TALAT PAŞA

Soykırım lobisi, Türkiye’yi ülkesi ve ulusuyla suçlarken dönemin İttihatçı İçişleri Nazırı Talat Paşa’yı hedef almıştır. Talat Paşa’ya yöneltilen soykırım suçlaması, sahte olduğu kanıtlanan belgeler üzerinden tehcir sürecinde katliam talimatları verdiği iddiasına dayandırılıyor.

Talat Paşa, Ermeni suikastçılar tarafından katledilmesinden bir ay önce, Şubat 1921’de İngiliz Gizli Haber Alma Servisi Scotland Yard’ın görevlendirmesiyle Berlin’e gelen servisin eski ajanı olan Aubrey Herber ile üç gün birebir görüşmüştü. Scothland Yard görevlisinin 1924 yılında yayınlanan kitabında Talat Paşa’yı Ermeni kırımı ile suçlayacak doğrudan ya da dolaylı hiçbir ifadeye yer vermedi.

Ermeni tarihçilerinin bile Talat Paşa konusundaki suçlamalarından geri adım atmışken, bu yalanın DEM Parti Milletvekili tarafından TBMM kürsüsünde seslendirilmesi Nazım Hikmet’in “ihaneti gördüm” dizelerini hatırlatıyor.

YARGILANIP, CEZALANDIRILDILAR

Talat Paşa konusunda yeniden öğrenilmesi gereken bir başka tarihi ve hukuki gerçek de Osmanlı Devleti’nin tehcir sürecinde Ermenilerin uğradığı mağduriyetleri, Birinci Dünya Savaşı’nın bütün şiddetiyle sürdüğü 1915 yılında ele aldığı, Harp Divanları kurarak mağduriyetlere sebep olan asker-sivil sorumluları yargılamış ve cezalandırmış olmasıdır.

Osmanlı arşiv belgeleri, Divan-ı Harbi mahkemelerinde bin 673 kişi tutuklu olarak yargılandığını ortaya koyuyor. Yargılananların 528’i güvenlik görevlisi, 170’i kamu görevlisi, 975’i çetecidir. Yargılananlara “Adam öldürme, yaralama, Ermenilerin mallarına zarar verme, çalma, zorla para ve eşya alma, rüşvet, yağma ve yankesicilik, Ermeni kızlarıyla izinsiz evlilik ve görevi suiistimal” suçlamaları yöneltildi.

YARGILAMA BELGELERİ

Sonuçlanan yargılamalarda, 67 ölüm cezası; 524 hapis cezası; 68 kürek, para, kale hapsi pranga ve sürgün cezası verildi. Yaşı küçük 4 kişi velayet altına alınırken, 227 kişinin beraatına ve yargılamasının reddine hükmedildi. Bu yargılamalar, tehcir sürecinde Ermenileri yok etme kastının olmadığının da kanıtı olarak gösteriliyor.

1915-1916 Osmanlı yargılamaları ile 1919-1921 Malta yargılaması belgeleri “Savaş Hukuku” derslerinde okutulacak önemdeki yargılama belgeleridir. O belgelerin, “soykırım” iddialarını kökten çürüten hukuki sonuçları vardır.

Source: Saygı Öztürk