Diktatörlüğün gölgesinde mimari değişimler
“Onun gibi biri için oturduğu şehir bir koza gibiydi, rahat bir kovuk, güvenli bir yapıydı. Bunun dışında kalan her şey tehlike demekti.” Lizbon’a Gece Treni romanının başkarakteri Gregorius, İsviçre’nin Bern kentinden ayrılmadan önce işte böyle hissediyordu yaşadığı şehirle ilgili, “bir koza”. Bir kitabın peşine takılıp Lizbon’a geldiğinde ise şehrin insanı yoran, yokuşlu sokaklarına girip çıkarken düşüncelerinin değişmeye başladığını fark etti: “O ana kadar burada çocukluğunun Bern’inden geçtiği duygusu içindeydi. Şimdiyse Lizbon’dan geçiyordu, sadece Lizbon’dan.” Yabancı bir şehrin kendine ait zamanı, oraya yeni gelmiş bir yabancıyı içine almadan önce görünmez bir direnç gösterir. Her seferinde saydam, neredeyse yumuşak bir engele çarparak geriye sektiğini hissedersiniz. Sonra şehrin dili yavaş yavaş belirginleşmeye başlar, kelimeler bir araya geldikçe manzaranın çözünürlüğü artar ve artık şehir, yabancı bir yer olmaktan çıkar. MİMARİ İPUCU VERİR Mimari tasarım, özellikle ilk kez ziyaret ettiğim şehirlerde beni tutkulu bir şekilde kendine çeken en önemli konulardan biri. Bir şehrin mimarisinden o ülkenin tarihine, estetik yaklaşımına, geleneklerine, gizlemek ya da vurgulamak istediği konulara ilişkin pek çok ipucu edinebilirsiniz. Biçimsel ve estetik yönlerin yanı sıra kamusal binaların tasarımları, rejimlerin talep ettiği (ya da dayattığı) toplumsal inşa rolünü yansıtabilir. Kısacası mimari hemen her şeyi içerir. Bauhaus akımının kurucusu mimar Walter Gropius’a göre “yeni mimari, çağımızın entelektüel, toplumsal ve teknik koşullarının kaçınılmaz mantıksal ürünüdür”. Salazar, 1910’da yıkılan monarşinin ardından 1926’ya kadarki süreçte siyasi ve ekonomik anlamda bocalayan Portekiz’i “doğru yola sokmak için” seçilmiş kişiydi ve ülke için yapabileceklerinin en başında mimari düzenleme geliyordu. Portekiz’in keşifler dönemini “ulusun kutsal bir mirası” olarak görüyor, bunu yaşayan sembollerle kalıcı kılmak istiyordu. Salazar rejimi, mimariyi bir ideolojik propaganda aracı olarak kullandı. Mussolini diktatörlüğündeki İtalya, Nazi Almanyası ve Francocu İspanya gibi diğer otoriter rejimlerle benzerlikler taşısa da kendine özgü bir “Portekiz modeli” geliştirdi. Bu model Katolik muhafazakârlık, Lusitanya integralizmi, faşizm ve kalkınmacı yönelimler içeriyordu. Kutsadığı erdemler ise diktatörlerin hep başvurduğu başlıklarla aynıydı: “Tanrı, vatan, aile, çalışmak”. PORTEKİZ EVİ “Estado Novo” mimarisinin “Estilo Portugues Suave” denen (Portekiz gelenekçi/ılımlı tarz) karakteri, rejimin toplumdan beklentisiyle örtüşüyordu; yumuşak, kaderine razı, tarihi geçmişiyle gurur duyan, barışçıl. O dönemde Salazar’ın sağ kolu gibi çalışan Mimar Raul Lino, Portekiz Evi hareketinin kilit ismiydi. Geometrik formların, cephelerdeki sadeliğin Portekiz’in ulusal ruhunu küçümseyici nitelikte olduğunu düşünüyor, balkon süslemelerini, kabartmalı heykelleri geri istiyordu. Çünkü Lino’ya göre mimari milliyetçilik bir zevk meselesi değil, ulusu yeniden inşa etmek için bir gereklilikti. Sütunlu yapılar, büyük revaklar, katı ve klasik bir yargı (devlet) gücünü sembolize ediyordu. Şüphesiz öyleydi! Viyana’daki Kızıl Viyana döneminin sembolü olan konut kompleksi Karl Marx Hof gibi mekânlardan dehşet içinde söz ediyorlardı. Bu kocaman bloklar “çirkinlik, devrim ve nefreti” kışkırtabilirdi. Bir diktatörün kâbusu bundan başka ne olabilirdi ki? Bu yüzden aşırılıkları ve anarşiyi uzak tutmanın yolu olarak toplu konutların veya gökdelenlerin değil, bağımsız kırsal evlerin inşa edilmesi söz konusuydu. Küçük bağımsız evler sessizliği, huzuru ve sevgiyi, sahip olma duygusunu teşvik edecek dolayısıyla aile duygusu artacaktı. Bunun yanı sıra Portekiz gibi ışıklı bir ülkede, neden pencerelerin küçük, sıralı birer kutu biçiminde tasarlandığını merak edebilirsiniz zira ben etmiştim. Salazar, özellikle modernizmin uzun yatay pencerelerine atıfta bulunarak bunların “ışığın zayıf ve hüzünlü olduğu karanlık ülkeler” için uygun olduğunu, Portekiz’de ise “güneşin her deliğe sızdığını” ve “ışığın kısılması gerektiğini” düşünmüştü. Hatta Portekiz’in en güneşli iklime sahip Algarve bölgesinde göz hastalıklarının sorumlusunun aşırı ışık olduğunu bile söylüyordu. ‘NORMAL YAŞAM’ Politik baskı, sansür uygulamaları ve Katolik Kilisesi’nin yardımıyla Estado Novo rejimi, geçmişle sürekliliği önemseyen muhafazakâr dünya görüşünü dayatmakta kısmen başarılı olacaktı. Salazar şu sözleri her fırsatta dile getiriyordu, “Tek bir amacım var: Portekiz’in normal yaşam ritmini sürdürmesini sağlamak.” Salazar, normal yaşamın sınırlarını çizedursun “normal olmayanın” zaman içinde çatlaklardan sızmasını izleyeceğinden habersizdi. Halk, bireysel ve kolektif düzeyde bazen bu “normal” yapıya uyum sağlasa da farklı yaşam alanları ve anlamlar inşa etti. İnsanların görünürlüğünü ve denetlenebilirliğini amaçlayan, devleti yücelten, bireyi disipline eden klasik anıtsal düzen üzerine kurulu kamusal alanlar beklenmedik şekillerde kullanıldı. Salazar sanırım en büyük hayal kırıklığını kendi ideolojisinin taşıyıcısı olarak gördüğü Coimbra Üniversitesi’yle ilgili yaşamıştı. İtalyan ve Alman faşist mimarisinden esinlenen mekânlar, 1960’lardan itibaren öğrenciler tarafından muhalefetin odağına dönüştürüldü. Özellikle Coimbra Üniversitesi Matematik Fakültesi binası 1969 öğrenci ayaklanmasının kıvılcımı olarak işlev gördü. Diktatörlerin kent mimarisiyle kurduğu ilişki, hiçbir zaman teknik ve estetik düzeyde kalmıyor; ideolojik bir araç, toplumsal kontrol mekanizması olarak iş görüyor. Tüm yöntemlere, önlemlere ve korkulara rağmen yine de halkın sesi her zaman faşist duvarların çatlaklarından sızıyor.
Source: Ayşenur Tanrıverdi
Cumhuriyet’imiz
Son senelerde Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet’in kurucularına saldırılar arttı. Hayatında Sultan Abdülhamid dönemini olumlu ve olumsuz yönleriyle inceleyip öğrenmekten uzak kalmış kimseler, siyasi polemik aracı olarak Sultan Abdülhamid’i kullanıyorlar. Yakın geçmişte bir düğün konuşmasında bile, eski Rize Belediye Başkanı ve milletvekili olan zat, Sultan Abdülhamid’i rahmetle anarak (torununun torununun düğünüydü) fırsatı, tekrar onu tahttan indirenlere ve ismini karalayanlara getirdi. Kendisini tahttan indirenler, Meşrutiyet’i yeniden ilan edenler, hiç şüphesiz ki imparatorluğun genç kurmay sınıfı Enver Paşa ve bir yerde Hareket Ordusu Kurmay Başkanı olan; geleceğin büyük mareşali, o günün genç kolağası (yüzbaşı) Mustafa Kemal Bey’di. O sıra basında bana hitaben bu nutkun niye cevapsız bırakıldığını yazan işgüzarlar çıktı. Düğün, gelin kızındır; düğünü siyasi polemik arenası hâline getirmek çiğliktir.HANEDAN MENSUPLARI CUMHURİYET’E SAYGILIYDIİş büyüyor. Aynı çevrelerden biri daha bu sıra (A. H. Çamlı), Cumhuriyet’ten, “çamuriyet” diye bahsediyor. Bu süfli mizah merakı yayılma eğiliminde. Bizim Cumhuriyet’in kurucuları, herhangi bir ülkedeki siyasiler, aydınlanmacı entelektüeller veya darbeciler değildir. Büyük bir harbin içinden geçmiş; başarılı meydan muharebeleri ve mevzi savaşlarıyla yurdu işgalden kurtarmış komuta heyeti ve millî direniş hükûmetini teşkilatlandırıp vatanı kurtaran bürokrat ve ileri gelenlerdir.Türkiye’de monarşi yanlılarının bir iç savaş yaratmadıkları, İstiklâl Savaşı sırasında çıkan iç isyanların bastırılmasında etnik bir gruplaşmanın görülmediği açıktır. Aynı kabileden, aynı bölgeden insanlar İstanbul ve Ankara etrafında mevzilenmişti. Saltanat ilga edildikten sonra padişah, iç savaştan çekinerek ülkeyi terk etmiştir. Hanedanın mensuplarının bile Cumhuriyet’e ve Mustafa Kemal Paşa’ya karşı saygılı davrandıkları; Cumhuriyet’in meşruîyetine halel getirmemek için her türlü tertipten kaçındıkları açıktır. “O Türklerin imparatorluğuydu, bu da Türklerin Cumhuriyeti’dir” sözü Sabiha Sultan’a aittir. Bundan daha veciz bir ifade de olamaz.Türkiye’de ne Avusturya hanedanının Macaristan’daki yıkıcı faaliyetleri gibisi görüldü, ne de Rusya hanedanı Romanovların başına gelen facia tekrarlandı. Bu olayın etrafında spekülasyon yaratmak, tarihten, coğrafyadan ve etraftaki âlemden haberi olmayan kasaba diplomalılarının işidir. Bunların bu idealinin arkasında ciddiye alınacak bir inanç ya da ideolojik tutum sahibi olduğunu sanmıyorum. Tutumlar değişiktir. İstediklerine Türk toplumunu sürüklerlerse doğacak kaos hiç şüphesiz herkesi etkiler ama en çok kendilerini mahveder. Bu konuda herkesi dikkatli olmaya çağırıyoruz.Yaşadığımız dünya bir şeyi daha açık hâle getirdi: Ordu rastgele bir kuruluş değildir; bir operet alayı hiç değildir. Eski bir devletiz ve eski bir ordumuz var. Ordu, sadece Türkiye’nin güvenliğinin değil, medeniyet ve kültürünün inşasında en önemli rolü olan, en büyük garantidir. Bütün Türk aleminin ortak güvencesidir. Basında bazı kasıtlı kişilerin “vesayet sistemini yok etmek” gibi abuk sabuk lafları tekrarlamalarının hiçbir anlamı yoktur. Şurası artık açıktır: Türkiye’de bazı zümreler, Türklüğe has bazı müesseselere tahammül edememektedir. Kurumları itibarıyla tarihte önemli bir yeri olan Türkler, kimseye hesap verecek değildir.BU İNSANLARA DİKKAT EDİNBugünkü dünyada, ordusu ve emniyet kuvveti olmayan bir millet, vagonlarla sürgüne gönderilebilir. Bu, sadece İkinci Dünya Savaşı’nda bazı toplumların ve milletlerin uğradığı bir facia değildir, tekrarlanabilir. Hâlâ dünyayı idare etmeye talip bir devletin başındaki adam, insanları Gazze’den Libya’ya sürmekten bahsediyor. Kendisinin ne Gazze’yi ne de Libya’yı tanımadığı çok açıktır. Bu gibi hezeyanlara tolerans gösterilemez ve duymazlıktan da gelemeyiz.Partisinden önemli mevkide olan birisi yakın geçmişte Türklerin ne olduğunun belirsizliğinden bahsetmişti. Eğer aynı adama siz de kendisi için bu soruyu sormayı başarırsanız, sorular birbirini takip eder. Ortalık tımarhaneye döner. Bu gibi insanların etrafındaki kurumların ve onları yönlendirecek kanaat önderlerinin dikkatli olması gerekiyor.Türkiye’de sorumsuzluk duygusunu ve küstah tavrı benimsemek bir prensip hâline getiriliyor. Sadece yönetilenlerin değil yönetim katmanlarındaki kamu yöneticilerinin de bu zaafı var. Korkunç bir utanç kaynağı ve dram olan Bolu otel yangınında, bürokratların soruşturulmasına izin verilmeyeceği açıklandı. Bu çok tehlikeli bir yoldur. Bürokrasinin huzurunu ve teminatını sağlamakla ilgisi olmayan bir karardır. Ciddi bir ilkeye dayanmaz. Bunun sonunda doğacak tepkiden, kararı alan zarar görür. Bu dikkate alınmalıdır. Bir karar merciinin başındaki bürokrat, neden soruşturmanın dışında kalsın? Böyle bir şey Rusya tarihinde bile görülmez. III. Petro’nun, soylular lehinde çıkardığı buna benzer bir kararı, kendi karısı II. Katerina ortadan kaldırmak zorunda kalmıştır. Soruşturma, insanların adalet duygusunun başlıca prensibidir; idare edenler her zaman denetime tabidir. Bunun tarihte istisnası yoktur. Bu kurala uyulmazsa, sonuçlar aslında o kararı alanın bile istemeyeceği bir yere gider.Genel kural ve prensiplere uyamayan veya uyum sağlayamayan bir bürokratın orada oturmasına zaten gerek yoktur. Bu çok açık bir durumdur. Adalet duygusu tatmin edilmedikçe taş devrine dönmek mümkündür. Çünkü sabırlı ve kanuna itaati yüksek Türk toplumunda bile, istenmeyen şahsi tecelli duyguları ve hareketler uyanabilir. Nitekim örnekleri görülüyor.USTURANIN SIRTINDA YÜRÜYORUZTürk tarihinin yakın kurumlarını saptırarak, bilinmez gibi göstererek; vatandaşların bilgisizliğine veya hafıza zaafına dayanarak politik malzeme yapmak, polemik konusu hâline getirmek, tavsiye edilecek bir yol değildir. Bilhassa bugünlerde, bütün dünyanın içine girdiği iktisadi krizlerin ve —şaşılacak şey değil— çağdaş demokrasinin yaşadığı bunalım ortamında hiç arzu edilmeyecek bir yöntemdir. Türkiye çok kritik bir noktada bulunuyor. Ne yaşını başını almış, yorgun ve durgun toplumların rehavetine sahibiz ne de “üçüncü dünya ülkesi” dediğimiz, ekmek derdinden başka şeylere aldırış etmeyen bir toplumuz. Tam usturanın sırtında yürüyoruz. Aklı başında davranırsak bu yolu tahribata uğradaman aşarız; yoksa istenmeyen neticeler, sadece seni, beni, onu değil, hepimizi belirgin ölçüde gadre uğratır.İKİ BÜYÜKELÇİNİN BAKIŞI Anadolu Ajansı’ndan Sümeyye Dilara Dinçer’in ABD büyükelçisiyle olan mülakatını gözden geçirdim. (Daha etraflı ve kritik bir değerlendirme için Sedat Ergin’in Oksijen’deki yazısına bakılabilir.) Ortadoğu’yu tanıyan, daha doğrusu Ortadoğulu (Lübnanlı) olan; Arapçası akıcı, Türkçesi de bulunan ve ABD’nin pragmatik hayatı içinde yetişen bir tüccar. Şakası yok; ABD milyarderi Tom Barrack. İki liderin birbirini çok sevdiğinden söz ediyor. Tabii, diplomaside sevgi ancak kavga etmeme veya nefreti gizleme demektir. Daha iyisi bulunmaz. Büyükelçi Barrack “Gelecek için bir arada olmalıyız” sözünü İzmir tatlısı yerken dile getirmiş; tatlı şeyler(!) konuşmuş.Şüphesiz ki hükümeti ikna edeceğini düşündüğü üslup şu; “Osmanlı’da bir millet sistemi vardı, yeniden neden olmasın?” Röportajın tamamını basında bulabilirsiniz. Kuşkusuz ki “millet” sistemi ancak zamanına uygundur. Bir Roma-İslam mirasının Osmanlılar tarafından geliştirilmiş halidir ve bir Bohemya kristali gibi bir kere kırıldıktan sonra bir daha bir araya gelmeyeceğini büyükelçi cenapları ya bilmiyor veya rastgele kullanıyor. Sempatik kelimedir.Ünlü yazar Amin Maalouf, Fransız Akademisi’nde Kenizé Mourad için düzenlenen törende şöyle demişti: “Arnavut yazar İsmail Kadare, ben ve Mourad, ‘Universe Ottoman’ı temsil ediyoruz.” Elbette, pragmatik bir Lübnanlı tüccarla, mütebahhir bir Fransız Lübnanlı yazar arasında fark olması kaçınılmazdır. Zaten büyükelçi bu millet tabirinin ne zaman farklılaştığını bilse olaylara başka türlü bakardı. Tıpkı II. Abdülhamid’in cihat bayrağı için “Hiç açılmaması, açılmasından iyidir” demesi gibi. Kısacası, ABD büyükelçisinin Osmanlı-İslam tarihine bakışının neyi izah ettiğinden pek emin değilim.ORTAK NOKTALARI BÖLGEYİ TANIMALARIYazın bu sıcak günlerinde, İstanbul’daki 14 Temmuz Fransız millî bayramı kutlaması Salı günü yapıldı. Büyükelçi ve Başkonsolos güzel bir tertip düzenlediler. İstanbul’un unutulmaz akşamlarından biriydi. Devlet Opera ve Balesi, Marseillaise’i ve İstiklâl Marşı’nı icra etti. Bale gösterisi de sunuldu. Ancak akşamın unutulmayacak yanı, büyükelçinin nutkuydu.Ünlü Türkologlarımızdan Paul Dumont’un kızı; Isabelle Dumont. Türk dünyası ve Türkçeyle çocukluktan beri ilintisi vardı ve saygın bir müzisyendir. Galiba iki büyükelçinin yakın ortak noktaları bölgeyi tanımaları. Ama Fransa’nın büyükelçisi gerçeği ve olması gerekeni ortaya koydu.1789 Fransız İhtilali’nin dayandığı ilkeler ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkeleri, 1920 Büyük Millet Meclisi’nden beri aynı ifade tarzında şekillenmiştir. “İkimizi yakınlaştıran şey budur” dedi. İsmini çok bağırmadan ama doğrudan doğruya tekrarladığı şeyin adını ben söyleyeyim: Laisizm. Büyükelçi Türkiye tarihine ne kadar nüfuzlu olduğunu gösterdi. Fransızcanın yanında Türkçe sunumunu da yaparken 1789’un eşitlik, kardeşlik, hürriyet ilkelerini 1920’nin şiarına eş tuttu. “Şiar” kavramını İttihatçılar hayatımıza getirdiler. Fransa ve Türkiye tarihindeki ortak noktalardan biridir. Bu kelimeyi kullanması onun iki ülkenin tarihine olan ustalıklı bakışından ileri geliyor.Şüphesiz ki eski dünyanın iki eski cumhuriyeti, Fransa ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan aslında 1920’den beri ortada olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. O havayı hissettik. Büyükelçi Isabelle Dumont’un nutku, gerçeği ve özlemi, daha doğrusu hep sahip çıkmamız gerekeni, başarıyla ifade etti. Günün asıl önemi de buydu.
Source: İlber Ortaylı
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Zorlu, tarihçi Mehmet Saray için başsağlığı diledi
Zorlu, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, “Eserleriyle Türk Dünyası”na önemli katkılarda bulunan, Türk tarihçiliğinin duayen ismi Prof. Dr. Mehmet Saray”ın vefatını üzüntüyle öğrendim. Hocamıza Allah”tan rahmet, ailesine ve sevenlerine başsağlığı dilerim.” ifadesini kullandı.
Source: Internet Haber
Türkiye’den 22 şehir listede! İşte il il sıralaması
Türkiye toplam 22 UNESCO Dünya Mirası alanına sahip.
Bu alanlar 1985’ten günümüze kadar listeye eklenmiş olup son olarak bir il daha eklendi.
Bu miras alanlarının her biri, tarihi, mimariye ve doğal güzelliğe dair zengin bir perspektif sunar.
İŞTE O LİSTE
Source:
Kaybolan yıllar
1886 yılında Divriği’de doğdu.
Kökleri, Malazgirt Zaferinden sonra burayı yurt edinen Mengücük Beyliğine uzanıyordu.
Babasını henüz üç yaşındayken yitirmiş, zor ve sıkıntılı bir çocukluk dönemi geçirmişti.
Rüştiye’yi bitirdikten sonra Ziraat Bankasına memur olarak girdi. Kangal ve Zara şubelerinde çalıştı. 1911’de Maliye Nezaretine geçerek İstanbul’a geldi. Dokuz yıl süreyle refiklik, tetkik memurluğu, muamelat katipliği, tahsilat, varidat, bandrol memurluğu ve tahakkuk müfettişliği gibi Maliyenin birçok kademesinde çalıştı. Bir yandan da Maliye Mekteb-i Âlisine devam etti. Dârülfünun’da gece derslerine katıldı.
Bu süre içinde büyük olaylar yaşanmıştı. Balkan Savaşları olmuş, Dünya Harbi yapılmış, mağlubiyetin ardından Mondros Mütarekesi imzalanmış başta İstanbul olmak üzere ülkenin birçok yeri işgal edilmişti.
İşgalin en çok hissedildiği yerlerin başında Beyoğlu ve Galata civarı geliyordu. Gayrimüslim unsurların yoğun olarak yaşadığı bu semtlerde özellikle Rum gençlerin çıkardığı taşkınlıklar Müslümanların izzet-i nefsini yaralıyordu.
1920 yılının bir ilkbahar günü Tatavla’da saldırıya uğradı. Etrafını saran bir grup palikarya tarafından tartaklandı. Normalde direnip hadlerini bildirebilirdi. Ancak, olay çıkarmamaları yönünde idarenin talimatı vardı. Karşılık veremedi. Hıncını içine gömdü. Müthiş bir öfke ve derin bir ıstırapla evine döndü.
Geceyi uykusuz geçirdi. Üç buçuk palikaryanın tacizine bile direnemeyen bir idarede daha ne kadar çalışılabilirdi? Sabahın ilk ışıklarıyla beraber işyerine gitti. İstifasını verip çıktı.
On bir yıllık memuriyet hayatından biriktirdiği küçük bütçesiyle ticaret yapmaya, iktisadî sahada kendini denemeye karar verdi.
Ketenciler’de küçük bir dükkân kiralayıp sigara kâğıdı imaline başladı. Sigara kâğıdı o günlerin en çok satılan ürünlerinden biriydi ve gayrimüslim esnafın tekelindeydi. Üretimini yaptığı sigara kâğıdına “Türk Zaferi Sigara Kâğıdı” adını verdi. Bu ad, piyasayı bir anda allak bullak etti. İstanbul işgal altında, Anadolu direniş halindeyken sigara kâğıdında bile olsa Türk zaferinden bahsedilmesi herkesi heyecanlandırmıştı. Bir anda dükkânın önünde uzun kuyruklar oluştu. “Türk Zaferi Sigara Kâğıdı” kısa zamanda piyasanın liderliğini ele geçirdi.
Disiplinli bir memur ve iyi bir müteşebbis olmanın yanında vatansever bir insandı. Savaş süresince bir yandan ticaret yaparken bir yandan da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin Maçka Şubesini yönetti. Anadolu’ya silah ve mühimmat kaçırılmasında önemli roller üstlendi.
Cumhuriyetin ilanından sonra demiryolu işine girdi. 1926’da Samsun-Sivas Demiryolu Hattının yapımını üstlenen Fransız şirketi işi bırakmış, 7 kilometrelik etap için yerli müteşebbisler arasında ihale açılmıştı. İhaleyi çok daha düşük bir fiyatla kazandı. Tamamen yerli mühendis, teknisyen ve işçilerle kısa zamanda tamamlayıp teslim etti. Bu başarı önünü açtı. Samsun-Sivas’tan sonra Afyon-Antalya, Sivas-Erzurum, Fevzipaşa-Diyarbakır hatlarını yaptı. 10 bin kilometreye ulaşan Türkiye’deki demiryolu ağının 1250 kilometresini döşeyerek sektörün en başarılı müteşebbisi oldu. Soyadını da bu başarıdan esinlenerek aldı.
1930’lu yıllarda havacılık sektörüne yöneldi. O yıllarda ordunun uçak ihtiyacı, halktan ve zengin işadamlarından toplanan bağışlarla karşılanmaktaydı. Kendisinden bağış yapması istendiğinde, “Mademki bir millet tayyaresiz yaşayamaz; ben de fabrikasını yapmaya talibim” dedi.
Havacılık sektörünün günden güne ilerlediğini görüyor, gelişmeleri dikkatle takip ediyor, bundan sonraki zaferlerin süngü uçlarında değil tayyarelerin çelik kanatlarında olduğuna inanıyordu. Dünyanın yeni bir savaşa doğru sürüklendiği o günlerde, dışarıdan uçak alıp bağımlı olmak akıl kârı değildi. Bir an önce kendi üretimimiz olan yerli ve milli uçaklara sahip olmalıydık.
Bir gazeteciye verdiği beyanatta şöyle dedi:
“Vaktiyle ecdadımız yirmi-otuz bin atlı ile Macar ovalarını altüst eder, büyük zaferlerini bu akıncılarla kazanırlarmış. Bugünün akıncıları tayyarelerdir. En şanlı zaferlerini akıncılarla kazanmış Türk ordusunu kanatlandırmak mümkündür. Hem de çok mümkün…”
Mühendisleri ve teknisyenleri yanına alarak Avrupa’ya seyahatler düzenledi. Yüzü aşkın tayyare ve motor fabrikasında incelemeler yaptı. Uzmanları dinleyip raporlar hazırlattı.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa da destek verince 17 Eylül 1936 tarihinde fabrikanın temellerini attı. Aynı yıl memleketi olan Divriği de pilot yetiştirmek için “Gök Okulu”, eğitim pisti ve yurt binasının da inşaatına başladı. İnşaatlar birlikte yürüyecek, fabrika bittiğinde pilotlar da hazır olacaktı.
Bugün Beşiktaş’ta Denizcilik Müzesinin olduğu alanda inşaatına başladığı binayı ilk uçakların imal edileceği bir etüt merkezi olarak düşünmüştü. Esas fabrikayı Divriği de kurmayı planlıyor, doğduğu toprakları geliştirmek, içinden çıktığı insanlara hizmet etmek istiyordu. Hayalleri genişti. Uçak üretimiyle yetinmeyecek, tank, top ve askerî kamyon fabrikaları kuracaktı. Bunu başardığı takdirde Divriği Türkiye’nin ağır sanayi merkezlerinden birine dönüşecek, binlerce insana istihdam sağlayacaktı. Bu düşüncelerle bölgeye şehir plancıları göndermiş 120 bin insanın yaşayacağı bir şehir tasarlamış, Nafia Vekaletine tasdik ettirmişti.
Fabrikayı bir yılda tamamladı. Türk Hava Kurumunun destek amacıyla verdiği 22 eğitim uçağı ve 65 planörün üretimine başladı.
Tek motorlu bu uçak ve planörlerin planını Türkiye’nin ilk uçak mühendislerinden Selahattin Alan’a çizdirmiş, uçaklara “Nu.D-36” adını vermişti.
Ardından altı kişilik çift motorlu Türk tipi yolcu uçağını tasarlattı. Buna da “Nu.D-38” adını verdi.
1939 yılında ilk yerli paraşüt üretimini gerçekleştirdi.
Bu arada, üreteceği uçakların deneme uçuşları için bugünkü Atatürk Havalimanının içinde olduğu Yeşilköy’deki Elmas Paşa Çiftliğini satın alacak, üzerine büyük bir uçuş sahası, hangarlar ve uçak tamir atölyeleri yapacak, uçakları kullanacak pilotların yetişmesi için Divriği’dekine benzer “Gök Okulu” kuracak, 1943 yılına kadar her iki okuldan 290 pilot yetişmesini sağlayacaktı.
Tüm bu gelişmeler olurken kamuoyu ikiye bölünmüştü. Bir kısmı gelişmelerden heyecan duyarken bazıları da başarısızlığa odaklanmıştı. “Doğru dürüst yürüyecek caddelerimiz bile yokken tayyare yapacağımıza kim inanır? Bakalım hangi bahtsız o ecel beşiğine binecek ve on metre yükselemeden yere çakılacak?” şeklinde yayınlar yapılıyordu.
1941 yılında ilk yerli uçağımızı üretmeyi başardı. İlk deneme uçuşunu da kendisi yaptı. Yanına Gök Okulunda yetişen oğlunu da alarak Yeşilköy’den havalandı. Sakarya vadilerini, Eskişehir ovalarını, Sivas dağlarının yüksek doruklarını geçerek Divriği’deki piste indi. Halkan coşkun tezahüratları arasında onlarla kucaklaşıp İstanbul’a geri döndü.
Türk Hava Kurumu’nun siparişi olan planörler teslim edilmiş, uçakların deneme uçuşları başarıyla tamamlanmıştı. Test uçuşları sonrası teslimat için Eskişehir’e uçacak olan uçaklar için son bir deneme uçuşu istendi. Pilot koltuğunda uçakların planlarını çizmiş olan mühendis Reşit Alan oturuyordu. Ne var ki uçağın iniş yaparken pist kenarına açılan bir hendeğe düşmesi ve pilotun vefat etmesi, sonun başlangıcı oldu.
Başarıyı cezalandırmaya hazır bir kitle zaten hazırda bekliyordu. Yıllar sonra Devrim Arabalarının başına gelecek olan “depoya benzin konulmasının unutulması” gibi gülünç ve haksız iddialarla müthiş bir kampanya başlatıldı. THK, bu kazayı gerekçe göstererek siparişini iptal etti.
Ardından yıllarca sürecek bir hukuk mücadelesi başladı. Bilirkişi raporları müspet raporlar vermesine rağmen sonuç değişmedi.
Selahattin Alan’ın ölümü ve iptal edilen siparişlerle sıkıntıya giren fabrikada her şeye rağmen üretime devam etti. 28 Eylül 1942 yılında Preveze Deniz Zaferi için yapılan kutlamalar esnasında dokuz yerli Türk uçağı havadan üçerli kol halinde muazzam gösteriler yaptı. Havacılığa meraklı gençler Gök Okulundaki eğitim uçuşlarını sürdürdüler. İki yıl içinde 32 bin sorti uçuş yaptılar. Bu uçaklardan biri Ege Denizini geçerek Atina’ya indi. Yunan gazetecilere beyanat verdi. “Nu.D-38” yolcu uçağı 1944 yılında dünya havacılık sahasında görücüye çıktı. Yolcu uçakları kategorisinde A sınıfına kabul edildi. İspanya, İran ve Irak’tan siparişler aldı.
Ülkemizin de içine çekilmek istendiği İkinci Dünya Savaşının en hararetli günleriydi. Havacılık alanında yakalanan bu büyük başarının akamete uğramaması için gazetelere memleketin dört bir yanından mesajlar yağdı. Havacılardan avukatlara, bilirkişilerden öğretmenlere toplumun önemli bir kısmı seferber oldu. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye ve hükümet üyelerine yanlışlığın düzeltilmesi için mektuplar yazıldı. Ancak olmadı. Mahkeme, THK lehine sonuçlandı. Tazminattan daha da vahimi üretilen uçakların yurt dışına satılmasını yasaklayan bir kanun çıkarıldı. Yurt dışı bağlantıları yapılmış ve imal edilmiş uçakların ihracı tümüyle durduruldu.
1944 yılında Beşiktaş’daki fabrika ile Yeşilköy’deki uçuş alanı ve Gök Okulu’nun da içinde bulunduğu arazi, dönümü 15 Lira gibi komik bir bedelle kamulaştırıldı. Bu bedelin üçte biri vergi olarak kesildikten sonra geriye kalanı devletin parasının olmaması gerekçesiyle yirmi yıl vadeye bağlandı. Sipariş üzerine üretilen uçaklar çürümeye terk edilip hurdacılara satıldı. Aynı şekilde Divriği’ye büyük hayaller kurduran tesisler çürümeye terk edildi.
“İşret, kumar, iffetsizlik, eğrilik, tembellik, zulümkârlık… Altı kanatta yazılı bu altı fenalığı havada, karada ve denizde yapmayacağım. Yapanlara karşı gücümün yettiği, dilimin döndüğünce engel olacağım. Ömrüm oldukça bu fenalıklardan herhangi birini işlersem, işleyenleri telkin ve tatlılıkla men’e çalışmazsam, gökler başıma yıkılsın, dağlar beni ezsin, ırmaklar ve denizler beni boğsun.”
Bu sözler Gök Okulu’nun her sabah tekrarlanan yemin metniydi. Gök Okulu sadece mesleki bilginin değil, ahlaki değerlerin de verildiği bir eğitim merkeziydi. Bu yüzden ülkenin yaşadığı kayıp görünenden çok daha büyüktü.
Gerisi malum…
Nuri Killigil’in, Vecihi Hürkuş’un, Devrim Arabalarını üreten vatansever mühendislerinin başına gelen kaçınılmaz akıbet onun da başına geldi.
Nuri Demirağ, memleket için büyük düşünmenin bedelini böyle ödedi…
Source: Zekeriya Y
Başbağları ve Srebrenitsayı Unutmadık
Temmuz ayları geldiğinde sevgili Ali Taşdelen canlanır hayalimde.
Şehadeti üzerinden bunca zaman geçti.
Ama o, baktıkça yüzünde huzur bulacağınız güzel bir kardeşimizdi.
1993 yılının 5 Temmuz akşamı yani, 32 yıl önce Erzincan’a 220 km mesafedeki Başbağlar Köyünde cumhuriyet tarihinin en büyük toplu katliamlarından biri yaşanmıştı.
İşte o katliamda şehit düştü Ali.
Kemaliye İlçesine bağlı bu şirin köyümüzde akşam namazı vakti işlenen bu cinayetin yaraları hala taze, hala canlı ve hala dipdiri duruyor yüreklerimizde.
Başbağlar katliamı, insan soyunun ne kadar vahşi, zalim ve acımasız olabileceğine en canlı örnek olarak gösterilecek bu ve benzeri vahşetlerin, çocuklarımıza ve torunlarımıza bırakacağımız geçmişimizde ne yazık ki, utanç dolu olması ile de unutulmaz bir cinayettir.
PKK en vahşi cinayetlerinden biri olan bu cinayeti işlerken, üç gün önceki iki Temmuz’da, Sivas’taki Madımak Otelinde yaşanan ve yine bu ülkenin insanlarının kanının akıtıldığı acı olayları bahane etmişti.
Oyun değişmemişti; yeni, Alevi-Sünni kavgalarını tetiklemek.
Yüzlerce yıl bu coğrafyada birlikte yaşamış; komşuluk yapmış, omuz omuza vererek düşmana karşı savaşmış, aynı inancı paylaşmış, aynı kıbleye yönelmiş, aynı topraktan bir çınar gibi yükselmiş ağacın dalları olarak ortak acı ve sevinci paylaşmış bu insanlar niçin birbirini öldürdüler?
Düşünebildiler mi?
Düşünemediler.
Çünkü buna fırsat verilmedi.
Sadece cumhuriyeti baz alsak bile 46 yıl birbiriyle kardeşçe yaşayanlar neden 1960’lardan 2000’lere kadar birbirinin kanını döktüler?
2 Haziran 1966’da Muğla Ortaca’da başlayan ve bir kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylarla ilk fitil ateşlenmişti.
11 Haziran 1967’de Elbistan’da,
18 Ocak 1968’de Malatya’da,
15 Aralık 1968’de Hekimhan’da,
5 Mart 1971’de Kırıkhan’da,
23 Şubat 1975’de Erzincan’da,
17 Nisan 1978’de Malatya’da,
4 Eylül 1978’de Sivas’da,
22-24 Eylül’de Kahramanmaraş’ta,
28 Mayıs 1980’de Çorum’da meydana gelen toplumsal olaylarda yüzlerce insan öldü ve ocaklar söndü, binlerce iş yeri tahrip edildi, evler ateşe verildi, binlerce araç tahrip edildi.
Kim kazandı?
Cevap çok acı, çok yaralayıcı;
Zemini bizim kanlarımızla sulayarak temelini attılar, hazırlık yaptılar ve Çorum olaylarından üç ay sonra 12 Eylül darbesini yaptırdılar.
Sonucunda “bizim çocuklara” bu darbeyi yaptıran ABD kazandı.
Kaybeden bu vatanın evlatları oldu.
Ders aldık mi peki?
GAZİ OLAYLARI İLE BÜYÜK ŞEHİRLERDEKİ AYRIŞMANIN TEMELİ ATILDI
2 Temmuz 1993’de Sivas’da,
5 Temmuz 1993’de Başbağlar’da,
12 Mart 1995’de İstanbul Gazi’de yeniden birbirimize kanımızı döktürdüler.
Bunca yaşanan toplumsal olaylar haricinde 1970’lerde günde ortalama 20 genç fidemizi de, sağcı-solcu kavgasında toprağa verdik.
Bunlar arasında hiç şüphesiz Gazi Olayları çok büyük bir tuzak ve provokasyon olarak tarihimizde ibretlik bir olaydır.
Çünkü Gazi Olayları dışındaki bütün Âlevi-Sünni olayları Anadolu’da olmuştur.
Metropollerde benzeri bir olay yaşanmamıştır.
Gazi Olayları İstanbul’da olmuştur ve kutuplaşmanın temelleri o akşam orada, Gazide atılmıştır.
Öte yandan bu coğrafyada yüzyıllardan beri Alevilerle Sünniler arasında yaşandığı iddia edilen yalan yanlış yüzlerce uydurma masal anlatılır.
Nakledilen ve ne Alevilere ne de Sünnilere asırlar sonra bile hala acı ve gözyaşından başka hiçbir faydası olmayan bu kanlı iddiaların taşıyıcıları da ne yazık ki biziz, kendimiziz.
Kendi cehaletimiz yüzünden bir türlü bu Kan Davasını (!) bitiremedik.
Biz bitirmeyince ve bu kanlı masalları dilden dile taşıyınca, intikam duygularımızı körükleyen, bizi birbirimize kırdırmaktan çıkar sağlayanlar da sürekli ellerini oğuşturup fırsat kolladılar ve ilk fırsatta gençlerimizin eline ateşi tutuşturdular.
Cumhuriyet’in kurucu kadroları da ne yazık ki, bizim birbirimize olan muhabbetimizi bitiren batı kaynaklı toplumsal temellere yer vererek intikam ateşinin altını beslediler.
Bugün hala en ufak bir fırsatını bulmaya çalışan, Alevilerle Sünnileri birbirine kırdırmak isteyen onlarca kişi, kurum, dernek ve kuruluş var.
Bunların bir kısmı yurt dışında, hatırı sayılır bir kısmı da yurt içindedir.
Bu kışkırtıcı ve fırsat kollayıcı düşmana karşı, bir parça teselli edici olanı ise halkımızın, Anadolu’da onlarca Sünni-Alevi kavgasından ders almış olmasıdır.
Başbağlar köyünde vahşice katledilen 33 canımız arasında uzun zaman birlikte çalıştığımız, mesai arkadaşım Ali Taşdelen ve 33 canımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır ve metanet diliyorum.
Umalım ve dileyelim ki; ırkçı bir bakış açısı ile toplumumuzun arasına dinamit koymak isteyen, Jön Türk ve İttihat Terkki ihanetinden ders almayan ve aramızda dolaşan gafiller akıllarını başına alırlar.
STEBRENİTSAYI UNUTMADIK UNUTTURMAYACAĞIZ
Aslında Srebrenitsa”dan önce de unutamadığımız ama unuttuğumuz sanılan öyle çok şehrimiz var ki, bunların her biri hafızalarımızda belli belirsiz izler bırakmış olarak yaşıyorlar.
Kimi Ortadoğu”dan, kimi Asya”dan, kimi Afrika”dan, kimi İspanya”dan …yüz yıllardır şehirlerimiz kan ağlıyor.
Sebep mi sordunuz?
Sebep de çok; hırsımız, nefsimiz, cehaletimiz, çekememezliğimiz ama en çok da ihanetimiz yaraladı şehirlerimizi.
İsterseniz Mekke”den yola çıkın, Kara bir cehaletin sebep olduğu tarihin en acımasız sürgününe tanık oldu o kutlu belde.
Sonra Medine, Kûfe, Bağdat, Şam, Kudüs, Endülüs, Buhara, Semerkand, San”a, Gazze, Bosna, Çanakkale, Trablus, Basra, Halep, Kahire, Çeçenya, Kabil, Cezayir, Üsküp, Kırım, Hama…ve daha yüzlercesi.
Ve yüzlerce şair bu şehirlerimizden birçoğunun acılarını paylaşmıştır.
Srebrenitsa da bugün Gazze’de yaşananlar gibi Batı”nın, çağdaş dünyanın, Avrupa”nın ve Hristiyan aleminin en büyük utançlarından ve yüz karasındandır.
Bu leke Avrupa”nın ve Hristiyan dünyanın siciline öylesine derin ve kapkara bir şekilde işlenmiştir ki, dünya durdukça bu kahpeliğin lekesini asla kazıyamazlar.
1995 yılında Yugoslavya iç savaşı sırasında Sırp katiller Müslüman Boşnakları Srebrenitsa”da kuşatırlar.
Şehri Birleşmiş Milletler adına koruyan Hollandalı askerlerin komutanı Boşnaklara teslim olmalarını, BM’nin yani, kendilerinin güvencesi altında olduklarını söyleyerek Boşnakları silahsızlandırdıktan sonra gözü dönmüş Sırp katillerin eline teslim ettiler.
Ve Hollandalı komutan, askerleriyle birlikte, Srebrenitsada on bin dolayında Müslümanın hunharca katledilişini BM adına izledi.
O gün bugündür Boşnaklar adalet (!) arıyorlar ve Hollanda Yüksek Mahkemesi Hollanda”yı bu katliamdan ” kısmen sorumlu ” tuttu.
Güya vicdanlarını rahatlattılar.
Hangi vicdan?
Olmayan şeyin rahatlatılması söz konusu olabilir mi?
Bir de unutulmaması gereken, şu var tabi: nerede ve ne zaman olursa olsun, Müslümanlara karşı “kutsal ” savaşı yürütmek, (oro, honor, evangelio). “Hristiyan olmayan düşmanı yok etmek ve elindekine sahip olmak”, ideallerinden hiçbir zaman vazgeçmediler.
Ama, ne demişti bilge kral Aliya İzzet Begoviç:
“Saraybosna, Allah’ın yardımı ve bizim de çabalarımızla ya siyasi ya da askeri araçlarla, elbet kuşatmadan kurtarılacak, (..) Harap düşmüş olmalarına ve karanlığa rağmen umutlarını kaybetmesinler, büyük bayramların sembolize ettiği iyiliğin ve ışığın gücünün nihayet galip geleceğine inansınlar”.
Ferman Karaçam
YouTube : youtube.com/c/Ferman Karaçam
Twitter : twitter.com/fermankaracam
Instagram : instagram.com/fermankaracam
Facebook : facebook.com/karacamferman
E-mail : fermankaracam@gmail.com
Web Sitesi : fermankaracam.com
Source: Ferman Kara
Milyonlarca can kaybına neden olmuştu! 18 yıl sonra ilk veba ölümü
Coconino bölgesinin internet sitesinden konuya ilişkin açıklama yapıldı.18 YIL SONRA İLK VEBA ÖLÜMÜAçıklamada, 2007″den bu yana ilk kez bir bölge sakininin, akciğer vebası nedeniyle hayatını kaybettiği ancak bu kişiye ilişkin detaylı bilgilerin paylaşılmayacağı belirtildi.”Pnömonik veba” olarak da bilinen akciğer vebası, vebanın en öldürücü ve en az görülen türü olarak biliniyor.Hastalık, dağ faresi gibi memelilerde bulunan ve hayvanlardan insanlara bulaşabilen veba bakterisi “yersinia pestis”in akciğere tutunarak zatürreye sebep olmasıyla gelişiyor.MİLYONLARCA CAN KAYBINA NEDEN OLMUŞTUAkciğer vebası, solunum yoluyla etrafa yayılan damlacıklarla insandan insana bulaşıyor.Bu hastalık, 1346 ile 1353 yılları arasında milyonlarca can kaybına neden olmuş, salgının kaynağına dair çeşitli teoriler ortaya atılsa da kesin bir sonuca varılamamıştı.
Source: Www.star.com.tr