“Tarihsel İzler – Türkiye’nin Rönesansından Nostaljik Melodilere”

Türkiye rönesansının kırılması

AÇIK bir bilgidir ki, Maveraünnehir, bilhassa bugünkü Orta Asya, 13. ve 14. yüzyıllarda bugünkü İran İslam Rönesansı’nın canlı köşelerinden biriydi. İbn Sînâ, Bîrûnî, Mâverdî gibi isimler; ister tıp, ister astronomi, matematik, tarih, coğrafya, isterse felsefe alanında dünyanın iki ucu arasında -Endülüs ile Doğu İran ve Maveraünnehir arasında- bilgi alışverişinde bulunurdu. Ana dili Farsça olan, ancak Arapça yazıp konuşan bilginlerin yanı sıra Türkler de bu entelektüel ortamda önemli bir yer tutuyordu. Türk tarihine, Dîvânü Lugâti’t-Türk kadar derinlikli bir sözlük yazılmamıştır. Fârâbî gibi isimler eşsizdir. Arap gramerini Fars asıllı bilginler işlerken, İslam’ın nakli ilimlerinde de onların sözü geçerdi. Ali Kuşçu, Timurlenk’in torunu Uluğ Bey zamanında, bu büyük âlim ve hükümdarın himayesi altında yetişmiştir.Fatih Sultan Mehmed ve Ali KuşçuBİRÇOK ESER KALEME ALDI“Cehaletiyle meşhur Rum” deyimi, bazı durumlarda Orta Asya ve İran’da kaynayan ilim muhitinde tutunamayan ya da ulema arasındaki çirkin mücadelelerin harcadığı insanları emen bir coğrafya olmuştur. Doğudakilerin Anadolu için kullandığı bu ifadeye rağmen Anadolu, eksiklerinin farkında olarak, medreselerden cami yapımı ve dekorasyonuna kadar Tebriz, Horasan, İsfahan ve Maveraünnehir bölgesinden ve Orta Asya’dan ulemayı ve sanatkârları kendine çekmekten geri durmamıştır. Bu isimleri davet etmekte tereddüt etmemiştir.Ali Kuşçu, Fatih Sultan Mehmed’e ilk önce Uzun Hasan’a (Hasan Padişah) hizmet ederek ulaştı. Bu dönemde birçok eser kaleme aldı. Günümüze ulaşanlardan biri, astronomiyle ilgili Farsça bir kitap olan Risale fil-Heye’dir. Orijinal kopyaları buradan dünyaya yayılmış, o dönemde Farsçadan Türkçeye de çevrilmiştir. Er-Risaletü’l-Muhammediyye fi’l-Hisâb gibi, sayısı onu aşan eserleri olduğu bilinmekle birlikte, kaybolan eserlerinin de bulunduğu tahmin edilmektedir. Ali Kuşçu, 15 Aralık 1474 tarihinde Türkiye’de vefat etti ve Eyüp’te defnedildi.ATILIMLARIN KÖKÜ BURADAFatih Sultan Mehmed, Rönesans Avrupa’sında örneği görülmeyen özgün bir aydındı. Arapça ve Farsçadaki mükemmeliyetinin yanı sıra İtalyanca ve eski Yunancayı da iyi bildiği, sadece Türk kaynaklarında değil, yabancı kaynaklarda ve Bizans’ın son döneminde de hayranlıkla ifade edilmiştir. Resim sanatına yakınlığı, gençliğinde bu konuda eskizler yaptığının bilinmesiyle de dikkat çeker. Doğu Akdeniz’de yaşayan bu özgün aydın hükümdarın çevresini ilk olarak Ali Kuşçu gibi Asya’dan gelen âlimler sardı. Rönesansımız, durgunlaşsa da, 20. yüzyıla büyük bir tarihi kırık ya da uçurumla değil, yoğunluğunu kaybederek ve yavaşlayarak ulaştığı açıktır. Aksi takdirde, 19. yüzyılda orduda tıbbın, kimyanın, veterinerliğin ve coğrafyanın kendi ölçülerimiz içinde gelişmesini; Batı ilmi ve üniversitesine doğru yüksek okullar aracılığıyla atılan adımları izah etmek mümkün değildir. 20. yüzyıl Türkiye’sinin atılımlarının kökü buradadır. Eksikliklerinin ve gereken yoldan sapmalarının köklerini de burada aramak gerekir.MEDENİYET TARİHİMİZİN MARATONU- 1474 yılı 15 Aralık, Ali Kuşçu’nun ölüm yılıdır. Şu anda 550. yılını anıyoruz.1526 Mohaç Zaferi, Avrupa’daki hâkimiyetimizin ve yerleşmemizin ilk önemli adımlarından biridir ve iki yıl içinde bu askerî zaferin 500. yılını anacağız. Ancak unutmayalım ki, Macaristan, Orta Avrupa’nın Rönesans’ı temsil eden bir ülkesiydi. Balkan milletlerinin kendilerine atfettikleri bu döneme ait Rönesans olayı mübalağa olsa da, Macaristan bu kapsamda bir istisnadır- edebiyatıyla, musikisiyle, mimarisiyle.-Unutmayalım, Kanuni Sultan Süleyman, Batı müziğini icra eden ya da öğrenen bir Türk değildi, ancak bu müziği dinlemeye meraklı olduğu vekayinamelerden anlaşılmaktadır. Maddi bir kanıt isterseniz, Buda’da Macar kralı Mátyás Korvinus’un sarayındaki kütüphaneden alınarak Osmanlı topraklarına getirilen musiki mecmualarını gösterebiliriz. Bu eserlerin Topkapı Sarayı’nda yeniden tamiri ve değerlendirilmesi, yaklaşık 30 yıl önce Macar Bilimler Akademisi ile Topkapı Sarayı’nın işbirliğiyle gerçekleştirilmiştir. Bu, bir dönemin Macar kültürünün Topkapı Sarayı’nda muhafaza edildiğini gösterir.İLİŞKİLER DİPLOMASİYLE YÜRÜTÜLÜYORDU1925 yılında Ankara Hukuk Mektebi’nin kuruluşunun 100. yılını gelecek yıl kutlayacağız. Hukuk inkılabımızdan önce eğitim vermeyi amaçlayan bu girişim, o dönemde başarılı bir başlangıç yapamamış olsa da niyeti olumluydu. Özellikle merhum hocamız Coşkun Üçok’un öğrenciliği sırasında edindiği tecrübelerden aktardığına göre, girişim pek başarılı değildi, ancak 1933 üniversite reformuyla gereken atılım yapılmıştır. Bu okulun kuruluşunun bu yıl içinde hakkıyla anılmasını, hukuk tarihi eğitimindeki geçmiş ve bugünkü sorunların ele alınmasını hararetle tavsiye ediyoruz.1926 yılı, hiç şüphesiz, Türk hukukunun Romanizasyonunda ikinci safhadır. İlk safha nedir diye soracak olursanız, 1699 Karlofça Antlaşması’ndan itibaren Türk devletinin, bürokrasisinin uluslararası hukuka yakınlaştığını ve en azından Westphalia sistemini öğrenmeye başladığını söyleyebiliriz. Batı ile ilişkiler sadece savaşlarla değil, ticaret ve yoğun diplomasiyle de yürütülüyordu. Türkiye’yi bugünkü hukuk platformuna yaklaştıran bu başlangıçtır. Bu nedenle, 2026 yılını bu konularda akıllıca kutlamalar için ele almak gerekir; belki de geç bile kaldık.2026 yılı ayrıca Bakü Türkoloji Kongresi’nin 100. yıl dönümüdür. Fuad Köprülü’den Ağam Alioğlu’na, Sovyetler Birliği topraklarındaki Türkologlar, kuvvetli Alman ekolü ve Dârülfünûn Edebiyat Fakültesi’nin ağır toplarıyla temsil edilen bu kongrede, harf devrimi gibi önemli konular tartışılmıştır. Sol komünist dünyayla başlayan soğukluk nedeniyle bir süre ara verilen bu ilişkiler, 1965’ten sonra Ankara ve İstanbul Edebiyat Fakültelerinde devamlı düzenlenen Türkoloji ve Türk Tarih Kongreleri ile yeniden tesis edilmiştir.DOĞRU VE TİTİZ YAZILAR YAZMAK GEREKİYORO dönemin gençliğini oluşturan nesil, bugün literatürde duyduğumuz birçok bilgini Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ve Türk Tarih Kurumu’nun merdivenlerinde seksiyonları dolaşarak tanımış ve onlarla konuşma imkânı bulmuştu. Çağdaş Türkiye’yi şekillendiren ancak zamanla gölgede kalan bu dönemi tekrar değerlendirmek için 2026 yılı bir vesile olmalıdır.Tabii ki, 1928’in 100. yılı, harf inkılabının yıl dönümü de yaklaşıyor. 2028’de bu olayın ciddi şekilde ele alınması, 1500 yıldır kullanılan Türk yazı dilinin yeniden değerlendirilmesi ve yapılanların bilançosunun çıkarılması gerekmektedir. İnşallah bu dönüm noktası üç yıl sonra kuru bir konferansla geçiştirilmez.1432 ve 2032, Türk tarihinin önemli Rönesans münevverlerinden biri olan Fatih Sultan Mehmed’in 600. doğum yıl dönümüdür. Bu büyük aydın kafa ve genç mareşali anmak için şimdiden doğru ve titiz bir şekilde yazılar yazmaya, çizimler yapmaya ve bu olayı değerlendirmeye başlamamız gerekiyor.RAHMİ KOÇ TEKNOLOJİ MÜZESİ RAHMİ Koç Teknoloji Müzesi’nin kendine özgü özellikleri vardır. Belki Amerika’da, Detroit’teki Ford Müzesi veya Viyana’daki Arsenal Müzesi kadar eski bir tarihe sahip değildir. Oradaki teşhirle kıyaslandığında farklı yönleri tartışılabilir, ancak bu müze dizisinde geri kalınmadığı görülür. Bununla birlikte, müzenin bir alanı diğerlerinden daha orijinaldir. Bu müzede orijinal eski modellerin yanı sıra maketler ve özellikle üretimde kullanılan ilk deneme modelleri de yer alır. İşte bu özellik, müzenin en orijinal tarafını oluşturur.BU MÜZE KENDİNE ÇEKİYORİkinci önemli unsur ise müzenin işleyişidir. Eksik parçaların ve modellerin envanteri yapılır; bulunamayan parçalar için arayış sürdürülür. Sergilerde bu tür parçalar geçici teşhire sunulur ve dünyanın öbür ucunda olsa bile getirilir. Müzenin koleksiyonunda bu tür modeller de bulunmaktadır.“Beygir Gücü” sergisi, günün her saatinde her yaştan ziyaretçiyi, özellikle de çocukları ve gençleri neşe ve merakla kendine çeken bir alandır. İkinci pavyonda nadir at heykelleri de sergileniyor. Bu serginin, bu yılın en önemli etkinliklerinden biri olduğunu düşünüyoruz. Bu tür sergilerin devamlı olmasını temenni ediyorum.İstanbul, müzecilik alanında çok önemli atılımlar yapıyor. Bu gelişmelerde Koç müzelerinin, özellikle Teknoloji Müzesi’nin büyük bir payı olduğunu teslim etmeliyiz.2024’ÜN KELİMESİTDK ve Ankara Üniversitesi İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi (İLAUM) işbirliğiyle yılın kelimesi seçilmesi için anket yapıldı. “Kalabalık yalnızlık” gibi, iki sıfattan isme çevrilmiş bir kelime seçildi. Kullanımında kafiyeden başka hiçbir özellik yok. Anlam olarak son derece kafa karıştırıcı. Soyut, sentetik bir kavram olmakla birlikte basit bir tasviri birleştiren, gramer bakımından da adeta “hanedanlık” kelimesine benzer kaba bir kafiye. Bu terimi bizim nesil duydu. 1950’lerde “The Lonely Crowd” başlığıyla çıkan, Yale profesörlerinden David Riesman’ın eseriydi. Refah düzeyi ve organizasyon bakımından kendisiyle çok övünen ABD ve Batı Avrupa toplumlarındaki geleceğin krizini haber veriyordu. Problem, dikkat çekildiği kadar da büyüktü. Bu kelime, sosyolojimizde “yalnız toplum” diye çevrildi ve doğru da kullanıldı.SAKINCALI BULUYORUMBu nedenle, böyle bir kelimenin hiçbir akademik kontrole başvurmadan kabul edilmesini sakıncalı görüyorum. Dil çok önemlidir. Maalesef TDK, 1940’lardan beri kimin idaresinde ve kimin hâkimiyetinde olursa olsun şuursuzca, bazen doğru dürüst deyimleri ortaya koysa da, geniş bir tarama ve değerlendirme ile fonetik laboratuvar çalışması yapmadığı için çok yanlış kelimeler (sözlükler) belirliyor. Kurumun bu huyu devam ediyor. Kullanmamanızı tavsiye ediyorum. Bunun adı “yalnız kalabalık”tır, “münzevi kalabalık” da olabilir. Önce bu kelimeyi seçime sunanlar, kavramı anlatan ve ele alan sosyolojik eseri okusalardı.YENİ YIL MESAJIİNŞALLAH gelecek yıl, gönül dinlendirici ve hoş kokulu yazılarla tamamen dolmasa da daha çok iyi şeylere yer vereceğimiz bir yıl olur. Hepinize şimdiden sağlıklı ve mutlu yıllar diliyorum. Toplum ve yurt olarak hak ettiğimiz güzel günlere ulaşmamız dileğiyle.

Source: İlber Ortaylı


Nostaljik yıldızların yapımcısı Hakan Eren naftalinli şarkıları sandıktan çıkarıyor

1- Müzik yapımcısı Hakan Eren’le beraberiz. 20 yıl Radyo D’de ‘Bir Zamanlar’ ve ‘Bahar Mimozaları’ adlı programları hazırlayan Eren, müzik dünyasında ‘popun arkeoloğu’ olarak tanınıyor. Son 30 yılını unutulmaya yüz tutmuş şarkıları kurtarmaya, nostalji albümleri yapmaya, hikâyeleri yeniden seslendirmeye adamış. Nostaljik yıldızların kayıp eserlerini bulup kayıt altına alıyor, albümler yapıyor.DİYARBAKIR’DAN AKSARAY’IN IŞILTILARINAEren, 1963 yılında Diyarbakır’da oto tamircisi bir baba ile ev hanımı bir annenin beş çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya geliyor. Annesi, o henüz yedi yaşındayken hayatını kaybediyor. On yaşındayken ailece İstanbul’a taşınıyorlar. İlk adresleri Aksaray. Sene 1973… Pikapta dinlediği sanatçıların isimleri afişlerde; Neşe Karaböcek, Emel Sayın… Anlatıyor: “Babamın okuma yazması yoktu. Bize gazete okuturdu. Sürekli fırça yerdim çünkü gazetede haberden çok gazino ilanlarını okurdum. Kim hangi gazinoda çıkıyor, İstanbul’daki bütün müzikholleri kadrolarıyla bilirdim. İmkân olmadığından sadece bir sefer Çakır Gazinosu’nun uygun fiyatlı ‘Duhuliye’ denilen kısmına gitmiştik. Orada izlediğim Zeki Müren’i ömrüm boyunca unutmadım.SENE 1970 – Diyarbakır’da ilesiyle…AKLI SANATTA KENDİ MÜHENDİSLİKTESanatla ilgili bir iş yapmayı koyuyor aklına. Ancak maddi durumları kötü. Aileyi taksi şoförlüğü yapan iki ağabey geçindiriyor. Baba da en küçük oğlunun doktor veya mühendis olmasını istiyor. Eren, Pertevniyal Lisesi’ni bitirdikten sonra sınava giriyor. Birkaç deneme sonunda Yıldız Teknik Üniversitesi İzmit Elektrik Mühendisliği’ni kazanıyor.SENE 1989 – Mühendislik yıllarıNOSTALJİYİ NEDEN SEVERİZ“Fikret Hanım, ‘Anlamazdın’ şarkısı patlayınca ‘Benim 1974’te yaptığım şarkı nasıl bu kadar meşhur oldu?’ diye şaşırmıştı. Hasan Saltık, Türk halk müziğinde taş plaklarla büyük işler yaptı. Ben de 25 yıldır Türk popunu canlandırmak için çalışıyorum.” Peki nostaljinin tılsımı nedir? Eren’in yanıtı: “Herkes çocukluğunda dinlediğini arıyor…”İLK BÜYÜK SÜPERSTAR EROL BÜYÜKBURÇ’TU“Türkiye’deki ilk büyük süperstar Erol Büyükburç’tur. İkincisi Zeki Müren, üçüncüsü Ajda Pekkan. Sonuncusu da Tarkan. Güzel ses, iyi ses ve alımla birlikte‘sahneye yakışmak’ diye bir şey var.”DİJİTAL PLATFORM RADYOYU ÖLDÜRDÜEren: “Özel radyolar bugüne kadar şarkı patlatabiliyordu çünkü 2000’lere kadar DJ’ler istedikleri şarkıyı çalabiliyordu. Müzik listelerinin otomasyona geçmesiyle bu azaldı. Müzik piyasası dijital platforma döndü, bu da müzik kültürünü biraz öldürdü. TRT de çok etkili ve öğreticiydi. Maalesef Türkiye’de duayen sanatçıların hepsine değer verilmiyor. Ancak öldüklerinde isimleri hatırlanıyor.”SENE 2011 – Neşe Karaböcek ile ‘Gazino Show’ gecesinden.ÖNCE ALİYE SONRA ISSIZ ADAM…Beklenen nostalji patlamasının ayak sesleri önce Aliye dizisinde Ayten Alpman’ın ‘Ben Varım’ şarkısıyla geldi. Sonra Çağan Irmak’ın yönettiği ‘Issız Adam’ filmiyle zirveye ulaştı. Eren: “Müzik danışmanlığını yaptığım Issız Adam’la nostalji nihayet popüler oldu. Hâlâ ortaya çıkaramadığım, Türk popunda kaybolmuş dünya kadar şarkı var elimde; Ayten Alpman, Gönül Yazar, Hümeyra…SENE 2019 – Gönül Yazar ile sahnede.SENE 2005AJDA ‘KİMLER GELDİ’Yİ ZORLA OKUMUŞTU“Fikret Şeneş, ‘Kimler Geldi Kimler Geçti’yi Ajda Pekkan’a zorla okutmuş. Ayten Alpman ‘Memleketim’i, Asu Maralman ‘Bal Gibi Olur’u, Yeliz ‘Bu Ne Dünya Kardeşim’i okumamak için stüdyodan kaçmış!” 2- MÜZİĞİN DÖRT YAPRAKLI YONCASIEren, “İzmit’te okul başlayınca sanat hayatım bitti” diye anlatıyor: “Sanatçıların şaşalı yaşamı çok hoşuma gidiyordu. Televizyon hayatımıza yeni girmişti. Sene 1970’ler. O dönem büyük bir Ajda Pekkan-Nükhet Duru rekabeti vardı. Herkes Ajda Pekkan’ın peşinde koşarken Nükhet Duru’nun buğulu sesi, yaptığı kaliteli şarkılar çok etkileyiciydi. O dönem Nükhet Duru, Ajda Pekkan, Sezen Aksu ve Nilüfer müziğin dört yapraklı yoncası, kare asıydı. Onlara sonra Zerrin Özer eklendi.”SENE 2012 – Ajda Pekkan ve Fikret Şeneş ile…3- KASET VE CD ÇIKINCA PLAKLAR FRİZBİ OLDUBabasına verdiği sözü tutup mühendislik diplomasını alıyor. Mühendislik işleriyle maddi durumu düzeldikçe müzik aşkı bendine sığmaz oluyor: “Saraçhane’de bir koli plakla karşılaştım; Sevda Karacan ve 1970’lerin yıldızları. O dönem plaklar artık frizbi olarak kullanılacak kadar demodeydi. Bit pazarlarını gezip plakları toplardım. 1995’te şarkıları pikaplardan kaset ve CD’lere doldurup nostalji albümleri yapmaya başladım. O zamanlar 1990’lar patlamıştı ve ‘Delisin Delisin’ler gibi 1970’ler hitleriyle kimse ilgilenmiyordu. Bir gün Radyo D’de nostalji programı yapılacağını duydum. Arşiv desteğinde bulunabileceğimi söyledim. Beni davet ettiler.”4- POP MÜZİĞİN ARKEOLOĞUYanında numune bir Ajda Pekkan bir de Ayla Dikmen CD’si götürüyor. Bu görüşmeden, neredeyse 30 yıl devam edecek ‘Bir Zamanlar’ radyo programıyla çıkıyor: “Bu arada Seyyal Taner, Ayten Alpman gibi eski sanatçılarla tanışmaya başladım. Onlara bazen kendilerinin bile hatırlamadığı, ‘Şu gazinoda bunu giymiştin’ gibi detaylar anlatınca şaşıyorlardı. Zafer-Banu-Hülya üçlüsünü ilk ben birleştirdim. Ajda 1960’lı yıllarını ilk benim programımda anlattı, Mavi Işıklar ilk defa benim programımda yeniden bir araya geldi. Kaybolan sanatçıları çıkardım. Hikâyelerini anlattırdım. O yüzden piyasadaki lakabım; müzik arkeoloğu oldu.”SENE 2000’LER – Yeliz – Nil Burak – Seyyal Taner5- BAK BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞDevamı: “Ancak 1970’leri hâlâ kimse umursamıyordu. Fikret Şeneş beni müzik sektörüne ittirdi. Türkiye’nin köklü plak firmalarından Odeon’la tanıştım. Nostalji albümleri yaptık. Sene 2000; ‘Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’ serisi, Türk Pop tarihi diye bir proje hazırladık. 2005 yılında kendi yapım şirketim Ossi Müzik’i kurdum. Bir ayda altı albüm hazırladım; Seyyal Taner, Atilla Atasoy, Neco, Işıl Yücesoy… Bütün sanatçılar, söz yazarları, bestecilerin desteğiyle nostaljik Türk popunu ayaklandırdık.”SENE 2021 – “Herkes Nükhet Duru hayranlığımı bilir.”

Source: Zeynep Bi̇lgehan


Gizemler kraliçesi sırrıyla öldü: Aradan neredeyse bir asır geçti ama cevabı hâlâ bilen yok… O 11 günde ne yaşandı?

İngiltere”nin Berkshire şehrinde takvimler 3 Aralık 1926 Cuma günü saatler ise 21.45″i gösteriyordu. Gizem dolu eserleriyle o sıralar yeni yeni ünlenmeye başlayan yazar Agatha Christie, küçük bir valize doldurduğu birkaç parça giysi, sürücü belgesi, kızının fotoğrafı ve hatırı sayılır miktarda nakit parayla otomobiline atladı ve soğuk gecenin karanlığında gözden kayboldu.Otomobili ertesi gün bir kireçtaşı ocağında terk edilmiş halde bulundu. Valizi ve kürk mantosu halen farları yanmakta olan arabanın içindeydi. Ancak 36 yaşındaki Christie”den eser yoktu.Christie, 6 yılda 6 gizem romanı yayımlamış ve bugünkü kadar ünlü olmasa da mütevazı bir başarıya ulaşmıştı. Dolayısıyla bir anda ortadan kaybolması, büyük bir heyecana yol açtı. Olay sadece İngiltere basınında değil dünyanın dört bir yanında manşetlere taşındı. 15 bin gönüllü vatandaşın katılımıyla bölge didik didik edildi. Ancak bir sonuca varılamadı.Bu durum tam 11 gün sürdü. Christie”nin kaybolmasıyla ilgili teoriler intihardan sinir krizine, hatta reklâma kadar uzanıyordu. Örneğin Daily Mail”in konuyla ilgili haberinin başlığı Kadın romancının kaybolmasının gizemi şeklindeydi.Christie, 15 Aralık günü, 355 kilometre uzakta Yorkshire”ın Harrogate kasabasında yer alan Swan Kaplıca Oteli”nde bulundu. Otele girişi takma isimle yapılmıştı. Hafızasını yitirmiş gibi görünüyordu. Kaybına birinci sayfadan yer varan bir gazeteyi büyük bir sükûnet içinde okuyordu. Kendisini almaya gelen eşini görünce tanımış ama nereden tanıdığını çıkaramamıştı. Çift, otelin yemek salonunda oturup sıkıntılı bir akşam yemeği yerken, muhabirler de ertesi günkü gazetelerin birinci sayfalarına girecek haberleri için not almakla meşguldü. 16 Aralık gazetelerinden birinin manşeti Kayıp Romancının Gizemi Çözüldü şeklindeydi. Ancak bu başlık tamamen yanlıştı, gizemin çözüldüğü filan yoktu. Hatta aradan geçen bir asra yakın zamanda da Christie”nin kaybolması aydınlatılamadı. Nitekim Christie biyografilerinin yazarları ve meraklılar bugün halen şu soruyu soruyor: Dünyanın en ünlü yazarı neden 1926″da 11 gün boyunca sırra kadem bastı?TEORİ 1: EŞİNDEN İNTİKAM ALMAK İSTİYORDUEğer Christie romanlarının zeki dedektifi Hercule Poirot kanlı canlı bir insan olsaydı, muhtemelen ilk şüpheli olarak Christie”nin eşi Archibald Christie”ye odaklanırdı. Birinci Dünya Savaşı”nda İngiltere hava kuvvetlerinde görev yapmış bir subay olan Archibald ve Agatha 12 yıldır evliydi. Çiftin, Rosalind adında 7 yaşında bir kız çocuğu bulunuyordu.Peki mutlu bir evlilik miydi bu? Polislerin başlangıçta tam bir centilmen ve bir savaş kahramanı muamelesi yaptığı Archie, polislere öyle olduğunu söylemişti. Ancak sonraki günlerde yaptıklarıyla şüpheleri üzerine çekti. Özellikle eşinin bir not bıraktığını, kendisinin de bu notu okuyup imha ettiğini ifade etmesi, okların Archie”ye dönmesine neden oldu.Ancak Archie”nin şahitleri vardı; o hafta sonu yakınlardaki bir köy evinde yaşayan arkadaşlarını ziyarete gitmişti. Ne var ki Archie, bu ziyaretin sebebinin o sırada metresi, kısa süre sonra da eşi olan genç yaştaki Nancy Neele”la nişanlanması olduğunu belirtmeyi ihmal etmişti.Sonradan anlaşıldığı üzere, Agatha eşinin kendisini aldattığından haberdardı. Hatta 3 Aralık günü bu konuda bir tartışma yaşamışlardı. Christie, 1977 yılında yayımlanan biyografisinde, eşinin Ben Nancy”e âşık oldum ve mümkün olan en kısa sürede beni boşamanı istiyorum dediğini aktaracaktı. (Tabii ki bunların hiçbirini polislere söylememişti.)Kısa süre sonra eski Bayan Christie olacak olan yazar, eşinin ilişkisine sinirlenmiş, nişan töreni nedeniyle aşağılanmış hissetmiş ve Archie”yi cinayet şüphelisi gibi gösterip kutlamaları sabote etmek amacıyla böyle bir plan kurmuş olabilir miydi? 98 yıldır birçok biyografi yazarı bu soruya Evet cevabını verdi.Zira Christie”nin kaybolmasının zamanlaması Archie”nin hemen eve dönmesini ve kutlamaların sona ermesini gerektiriyordu. Dahası şüpheli listesinin başında yer alan Archie, Mutlu bir evliliğimiz var diye yalan söylemek zorunda kalmıştı. Christie”nin istediği de zaten buydu.TEORİ 2: HAYATINA SON VERME GİRİŞİMİNDE BULUNDU SONRA DA BU DURUMU ÖRTBAS ETMEK İSTEDİ1 numaralı teorideki karmaşık planın hayata geçirilebilmesi için Christie”nin akli melekelerinin yerinde ve güçlü olması gerekiyordu. Ancak muhtemelen durum daha farklıydı. Zira 1926 yılı Christie için zor bir dönem olmuştu. Annesini kaybetmiş, en yakın arkadaşı Charlotte”ın uzaklara taşınmasıyla yalnız kalmışı. Dahası Archie de bu kayıpların yasını tutarken eşine yardımcı olmak yerine zamanının çoğunu yurt dışı seyahatlerinde geçiriyordu. Christie biyografisinde, Hayatımda ilk kez gerçekten hastaydım diyor sürekli ağladığını, unutkanlaştığını, uyuyamadığını ve bir sinir krizinin eşiğinde olduğunu ifade edecekti. Kaybolduğu gece Charlotte”a bir mektup yazmıştı. Polise teslim edilen bu mektupta Christie, buradan uzaklaşmaya ihtiyacı olduğunu çünkü yaşadıklarının haksızlık olduğunu belirtiyordu.Christie”nin biyografisinde birçok konuya açıklık getirilirken ortadan kayboluşundan hiç bahsedilmiyor. Nitekim Christie bu konuyla ilgili sadece bir kez konuştu. O da yılan hikâyesine dönen boşanma davası sırasında kendini savunmak içindi. Daily Mail”e kısa bir açıklama yapan Christie, O gece daha fazla devam edemeyeceğimi hissettim. O gece umutsuz bir şey yapma niyetiyle ve sinirim fazlasıyla bozuk bir halde evden çıktım ifadelerini kullanmıştı.Umutsuz bir şey ifadesi intihara işaret etse de Christie kesinlikle böyle bir girişimde bulunmadığını da vurgulamıştı. Zira intihar hem bir suç hem de bir günahtı ve böyle bir girişimde bulunmak kısa süre içinde sonuçlanacak boşanma davasında kızının velayetini kaybetmesine neden olabilirdi.Christie bunun yerine dramatik bir olay yaşandığını belirterek, Araba bir şeye çarptı ve aniden durdu. Ben direksiyona doğru savruldum ve kafam bir şeye çarptı. O ana kadar Bayan Christie”ydim demişti. O andan sonrasını ise hatırlamıyor, çarpmanın etkisiyle geçici hafıza kaybı yaşadığını iddia ediyordu.Christie”nin arabasını terk ettiği noktayı ziyaret eden biyografi yazarı Laura Thompson ise Christie”nin intihar etmeyi planladığına neredeyse emin olduğunu belirterek, Gerçekten korkutucu bir yer. Etrafı suyla çevrili, ıssızlığın ortasında… ifadelerini kullanıyordu. (Şunu da belirtelim: Christie”nin arabası hasarlıydı ama kullanılamaz durumda değildi. Deposu da yakıt doluydu.)TEORİ 3: GERÇEKTEN DE NADİR GÖRÜLEN BİR TÜR HAFIZA KAYBINDAN MUZDARİPTİDiyelim ki Christie hafızasını başını vurunca kaybetti. O zaman yürüyerek tren garına giden, Harrogate”e bilet alan ve oldukça şık bir yer olan Swan Kaplıca Oteli”ne yerleşen kimdi?Teknik olarak otele yerleşen kişi Christie değil, Güney Afrika”nın Cape Town şehrinden geldiğini söyleyen Teresa Neele isimli kadındı. Christie”nin soyadı olarak Neeleı seçmiş olması özellikle dikkat çekiciydi çünkü bu eşinin metresinin soyadıydı. Dahası Christie, otel kayıt defterini de şahsına münhasır el yazısıyla doldurmuştu. Bu durumu kimileri açık bir ipucu olarak görürken kimileri aptalca bir hata kimileri de Christie”nin kafa karışıklığı ve hafıza kaybı hikâyesini kanıtlayan saçma bir eylem olarak yorumluyor. Christie, arkadaşı Charlotte”a gönderdiği mektupta, Kafam patlıyor ifadesini kullanıyordu. Bu kafa patlama hissi, nadir bir psikiyatrik bozukluğa işaret edebilecek endişe verici bir fiziksel semptom olarak değerlendiriliyor. Dissosiyatif bozuklukları olan kişilerin yüzde 85″i çok ağır baş ağrıları yaşıyor. En anlaşılamamış dissosiyatif bozukluklardan biri olan dissosyatif füg durumunda ise duygusal travmalar geçici hafıza kaybına yol açabiliyor. Bu sorunu yaşayan kişiler çoğunlukla dışarıdan normal görünürken gezip seyahat etmeye başlıyor.Swan Kaplıca Oteli”ndeki tanıklara göre, Bayan Neele burada kaldığı süre boyunca diğer konuklarla kaynaşıyor, şarkı söyleyip dans ediyor, geç saatlere kadar uyuyup yatakta kahvaltı keyfi yapıyordu. Bütün Bunlar Christie”nin umutsuzluğa düşmüş olduğu şeklindeki yorumlarla çelişiyor.Ne var ki Thompson, Christie görünürde çok iyi zaman geçiriyor olsa da akut mental sıkıntıdan kaynaklanan dehşet verici bir çöküntü yaşıyordu dedi. Bazı biyografi yazarlarına göre bu açıklamanın 11 günün gizemini çözdüğünü belirten Thompson, kendisinin bu grupta olmadığını belirterek, Kesinlikle olamaz. Bence gerçekleri örtbas etmek için uydurdukları bir şeydi bu diye konuştu. Thompson, olan biten hakkında bir daha konuşmak istemeyen Christie için hafıza kaybının kusursuz bir bahane olacağını vurguladı.TEORİ 4: DÜNYANIN EN BÜYÜK VE EN BAŞARILI REKLAMI YAPILDIArchie, Christie”nin ortada olmadığı süreçte Daily Mail”e verdiği bir röportajda başka bir teori ortaya atarak, Eşim kendi iradesiyle ortadan kaybolma olasılığından bahsediyordu. Muhtemelen işiyle ilgili olarak, bir kayboluş planı aklından geçiyordu ifadelerini kullanmıştı.Christie ortadan kaybolduğu sırada başarılı bir yazardı ancak henüz bir edebiyat efsanesine dönüşmemişti. Altıncı romanı The Murder of Roger Ackroyd”u (Roger Ackroyd Cinayeti) yayımlamasının üzerinden fazla zaman geçmemişti ancak kitap şoke eden sonuyla epey dikkat çekmişti. Zira kitaptaki katil hikâyenin anlatıcısından başkası değildi.Günümüzde okurlar, Fight Club ve Gone Girl gibi eserler sayesinde anlatıcılara güvenmemek gerektiğini iyi biliyor. Ancak 1926 yılında böyle hikâyeler pek yaygın değildi ve okurlar kendilerini kandırılmış hissetmişti. Biyografi yazarı Lucy Worsley”in kitabında belirttiği üzere Christie, üçkağıtçılık konusunda gittikçe büyüyen bir şöhrete sahipti.Dolayısıyla bütün bu kaybolma olayının günümüzde halen popülerliğini koruyan çok başarılı bir reklam hamlesi olması mümkün. Zira Christie”nin ortada olmadığı günlerde, gazeteler romanlarını kayıp haberlerinin yanında tefrika halinde yayımlayınca kitap satışları iki kadına çıkmıştı. Artık küçük yayınevlerinden gelen telif ödemeleriyle yetinmesine gerek yoktu. Hatta 1930 yılında astronomik bir ücret karşılığında altı kitaplık bir anlaşma bile imzalayacaktı. Planlı olsun olmasın, kayboluşu sayesinde Christie, Worsley”nin ifadesiyle ünlü yazara dönüştü. Ancak bu çok da iyi bir şey değildi. Christie artık zengin ve ünlüydü. Dünyada Shakespeare ve İncil”den sonra en fazla satan üçüncü yazar olmuştu. Ancak bu müthiş kariyerinin var olmasının en büyük sebebinin, en büyük utancı olduğu gerçeğiyle yaşamak zorundaydı. Worsley, Kazara olmuştu, fazlasıyla nahoştu ama dev başarısının temel taşına dönüşecekti ifadelerini kullandı.Agatha Christie”nin dünyaya sunduğu diğer gizemlerin aksine bu kez hikâye, Hercule Poirot gibi bir dedektifin olan biteni nasılı ve nedeniyle tane tane anlatmasıyla sona etmiyor. Dolayısıyla Christie meraklılarının halen ipuçları arıyor olmasına şaşırmamak gerek. Zira tüm karmaşık karakterlere, sürprizlere, gizli planlara ve dikkati başka yöne çekme çabalarına karşın, Christie”nin en büyük gizemi sonsuza kadar çözülemeden kalacak.National Geographic”in Why did Agatha Christie go missing? Here are 4 theories, from amnesia to publicity stunt başlıklı haberinden derlenmiştir.

Source: Sevin Turan


Müzisyen Çağlar Fidan, yeni albümüyle dinleyicileri tarihi bir yolculuğa çıkarıyor

Sanatçının, 2024 sonbaharında yayımlanan ilk müzik albümü “Intra Muros Istanbul”, kara sınırları Doğu Roma İmparatoru II. Theodosius döneminde inşa edilen surlarla çizilen Suriçi İstanbul”undan Osmanlı dönemine ait müzikler sunuyor.

İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Ses Eğitimi Bölümü”nden mezun olan Fidan, 2016″da TRT İstanbul Radyosu”nda ses sanatçısı kadrosunda görev yapmaya başladı.

Fidan, ayrıca Namık Sinan Turan danışmanlığında “Osmanlı İstanbul”unda Kahvehanenin Müziği ve Sosyal Topografyası” başlıklı tez çalışmayla, İstanbul Üniversitesi”nde yüksek lisans yaptı.

Tarihçi Reşat Ekrem Koçu”nun en önemli eserlerinden İstanbul Ansiklopedisi”nin müzikal içeriğini derleyip “İstanbul Ansiklopedisi”nin Müziği” başlıklı bir konser serisi de düzenleyen Fidan, AA muhabirine yeni albümüne ve müzik yolculuğuna dair açıklamalarda bulundu.

“Albümde ilk eser 1600″lerden bir dans şarkısı”

Yeni albümünün adını taşıyan “Intra Muros Istanbul” kavramına ilk önce bir makalede karşılaştığını söyleyen Fidan, “Bu kavram sık olmasa da, akademik metinlerde kullanılıyor. Kendiliğinden müzikli, ahenkli gelmişti kulağıma. Suriçi İstanbul”u yani tarihi yarımadayı niteliyor Intra Muros Istanbul” dedi.

Genç sanatçı, yaptığı müzikte, müziği şehirle bir arada bağlantılı kullandığını belirterek, şunları kaydetti:

“İstanbul Ansiklopedisi”nin müziği de onlardan birisi zaten. Ya bir mekanla ya da bir karakterle sürekli yaptığım müziği birbirine bağlıyordum. Bu yaptığım müzik, aslında zaten var olan bir müzik. Bunu yaparak sadece onun tarihi ve sosyokültürel arka planını biraz daha vurguladığım bir şey oluyor. Önce albümün adı belirdi. Sonrasında içeriği oluşturdum. Zaten içeriği oluşturmak çok daha kolay. Çünkü yaptığım müzikteki birçok müzisyen ve besteci, zaten Suriçi İstanbul”da yaşamış insanlar. Albümde ilk eser mesela 1600″lerden bir dans şarkısı.”

“Lisede, bugün sanat müziği denilen, müzik türüne geçiş yaptım”

Müzikle yolculuğunun başlangıcının liseye dayandığını anlatan Çağlar Fidan, “Konservatuvara girmeden birkaç yıl önce lise 3 veya 4 olabilir, o dönemde tam nedenini hatırlamıyorum ama bugün sanat müziği denilen, müzik türüne geçiş yaptım. Galiba dönemin bazı popüler şarkıları, biraz sanat müziğiyle yakınlık gösteriyordu. Oradan beni etkilemiş olabilir. Tam hatırlamıyorum. Sonrasında tanıdığım birkaç isim aslında bu yaptığım müziğin tarihi, sosyokültürel arka planına yönlendirdi. Onlardan birisi tez hocamdı. Bana sürekli kaynak kitaplar önermiştir.” diye konuştu.

Fidan, ilerleyen dönemlerde farklı müzisyenlerle, farklı müzik türleri üzerine iş birliği yapmayı düşündüğünü ifade etti.

Albüm yaparken bir hikayeye daha çok önem verdiğini belirten Fidan, “Kesinlikle müziği benden daha iyi yapanlar var. Benden daha iyi yorumcular var. Bence orası ayrı bir alan. Oraya çok odaklanmıyorum. Bazen birlikte çalıştığım arkadaşlarım müzik konusunda çok titiz olabiliyorlar. Ben o kadar titiz olamıyorum. Ona harcayacağım motivasyonu idealinden çok fazla kısmadan “Nasıl daha fazla kişiye aktarabilirim?” diye düşünüyorum. Bir müzisyenden ziyade hikaye anlatıcısı kısmını daha çok kabullenebilirim sanırım.” görüşünü paylaştı.

“Şehir müziği yapmaya çalışıyorum”

Fidan, dinleyici kitlesinin yaş ortalamasını düşürdüğü için mutluluğunu dile getirerek, “Umarım böyle devam eder. Üniversitelerin hem edebiyat hem de tarih fakültelerinden ilgi var. Bazen tiyatro öğrencileri de beni dinlemeye geliyor.” dedi.

İstanbul müziği üzerine kaynaklara ve çalışmalara sahip olduğunu da aktaran genç müzisyen, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Araştırma belki de en eğlenceli kısmı oluyor. Yüksek lisans tezimi yazarken zaten çok geniş bir literatürün içine daldım. Bütün notlarımı bilgisayarıma aldım. İstanbul”la alakalı bir şey üretmek istediğimde, İstanbul”un eski müziğiyle alakalı bir tema üretmeye çalıştığımda artık çok da zorlanmıyorum açıkçası. Bir şeyler çıkıyor. Şehir müziği yapmaya çalışıyorum. Bu müzik, Osmanlı ve Türkiye coğrafyasındaki diğer bölgeleri dışlamaz. Çünkü İstanbul bir potadır. Taşradan Anadolu da Balkanlar da Rumeli de dahil, İstanbul”a bir akış söz konusudur. Yani İstanbul”da yaşayan müzisyenlerin hepsi İstanbul”da doğmadı ama bizim bu durumda “İstanbul müziği” dememiz gerektiğini sanki değiştirmiyor.”

Çağlar Fidan”ın yeni albümü “Intra Muros Istanbul”da 1847″de Kumkapı”da doğmuş Ermeni müzisyen Udi Afet”in şarkısı, 1600″lü yıllarda Sultan İbrahim”in huzurunda oynanan dansın müziği, 18. yüzyıl Rum müzisyeni Zaharya”nın semaisi, 19. yüzyılın ortalarında Çapa”da “Acem”in Evi” adlı bir şarkı ve geç Osmanlı İstanbul”unda Vezneciler”de “Confiserie Orientale” (Şark Şekerlemecisi) adlı bir şekerci dükkanı işleten Udi Şekerci Cemil Bey”in bir şarkısı yer alıyor.

Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.

Source: