Araplar Milli Mücadele’nin unsuru yapılmak isteniyor: Yeni bir devlet kurma projesi mi?
ABD Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack yaptığı konuşmalarla gündemi belirlemeye çalışıyor. Önce “Cetvelle çizilen sınırlar” konusunu ileriye sürdü, şimdi de Osmanlı’daki “millet sistemi” üzerinde duruyor. Temel amacı ABD’nin çıkarlarına dayalı yeni Ortadoğu Projesi için çalışma yapmaktadır. “Cetvelle çizilen sınırlar” konusuna, “Cetvelle çizilen sınırlar… Vatandaş kanıyla çizilen sınırlar…” başlığı ile yanıt verildi. (Cumhuriyet-11 Temmuz 2025) Ortadoğu’da cetvelle çizilen sınırların başta İngiltere olmak üzere emperyalist devletlerin çıkarlarına hizmet ettiği örnekler verilerek irdelendi. Bugünkü yazımızda da Büyükelçi Barrack’ın, Osmanlı’daki “millet sistemi” çıkışı ve Erdoğan ’ın da “Arapları Milli Mücadele’nin temel unsuru” yapmak istemesi üzerinde duracağız. Mr. Barrack şöyle diyor: “Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ‘millet sistemi’ yüzlerce yıl farklı grupların merkezi sistemde varlıklarını sürdürmelerine imkân verdi. Türkiye tüm bunların merkez noktası olabilir, Suriye’de gördüğünüz üzere…” Mr. Barrack, ABD’nin çıkarlarına hizmet etmek için yine konuyu temel çizgisinden saptırıyor, bu nedenle konuyu tarihsel çizgisi içinde ele almak gerekir. MİLLET SİSTEMİ Öncelikle belirtmeliyiz ki Barrack’ın varsaydığı gibi “millet sistemi farklı grupların merkezi sistemde varlıklarını sürdürmelerine” hiçbir zaman imkân vermemiştir. Böyle bir model yoktur. Tarihi gelişme şöyledir: Fatih Sultan Mehmet , İstanbul’u fethedince gayrimüslimlere ayrı statü vermek istedi. Öncelikle Rum-Ortodoks patriğine imtiyazlar verildi. Bir Ermeni patriğinin kurulmasına izin verildi ve Ermeni milletinin başı olarak kabul edildi. Millet, Arapça “topluluk” demektir. Millet sistemi Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılda önem kazandı. Millet sistemi etnik kökene bağlı olmayan bir sistemdir. Salt dinlere değil, mezheplere de önem veren bir örgütlenme sistemidir. Çok kültürlülük, Osmanlı Devleti’ndeki millet sisteminin temelini oluşturdu. Osmanlı İmparatorluğu’nda azınlıklar sadece dine veya etnik gruplara göre değil, aynı zamanda mezhepsel gruplara göre de ayrı milletler olarak kabul edilirdi. Ermeniler tek millet olmayıp ErmeniKatolik, Ermeni-Protestan milletlerine ayrılırdı. Amaç azınlıkları denetleme olanağı yaratmaktı. Prof. Ortaylı ’nın belirttiği gibi, “Osmanlı’da millet bugünkü anlamını içermiyordu. Dini topluluğu karşılayan bir terimdi”. “Ayrılık ön planda mezhep ve dine dayanırdı. Örneğin, hepsi de Ermenice konuşmalarına rağmen Ermeni, Gregoryan, Katolik ve 19. yüzyılda da Ermeni Protestanların ayrı örgütleri olduğu gibi cemaat üyeleri de aynı semtte veya aynı mahallede oturmazlardı. Birbirlerinin okullarına gitmeleri, aralarında evlenmeleri, ayrı cemaat yönetimi ve hukuki mevzuata tabi olan bireyler için pek söz konusu değildi.” 1 Her millet grubunun yönetimi, Babıâli ile ilişkileri, mali ve idari sorumluluğu ve adli meseleleri bu millet grubunun yöneticileri tarafından yükümlenirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun asli unsuru sayılan Müslüman gruba Türk, Arnavut, Pomak denen Bulgarca ve Rumca konuşan Müslümanlar, Bosnalılar, 16. yüzyıldan sonra Araplar, Doğu Anadolu ve Kafkaslar’daki Müslüman etnik gruplar girerdi. Prof. Halil İnalcık ’ın da belirttiği gibi, bu sistem 19. yüzyılda belli vergi ve harçların ödenmesi, iç güvenlik konusunda merkezi otoritenin kolaylık elde etmesi gibi nedenlerle idari bir yöntem olarak kabul ediliyordu. Bu sistem Osmanlı Devleti’nin merkezi otoritesini sağlamak için uygulanan bir yönetim ve denetleme biçimiydi. Bugünkü koşullarda uygulanması olanaksız bir sistemdir. Büyükelçi Barrack’ın bu örneği temel model ve içeriğinden saptırarak neden verdiği de tam anlaşılmış değildir. ERDOĞAN’IN KONUŞMASI: ‘TÜRK-KÜRT-ARAP’ Geçen hafta PKK’nin sembolik olarak silahı bırakma gösterisinden sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan önemli bir açıklama yaptı. Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nı Türk, Kürt, Arap ve daha nice Müslüman halkın ortak savaşı olarak niteledi. Böylece Arapları Kurtuluş Savaşı’nın temel ortaklığına yükseltti ve “AKP, MHP, DEM üçlü olarak aynı yolda yürüyeceğiz” dedi. Yorumcular, Erdoğan’ın yeni bir devlet kurma projesinin açıklamasını yaptığını belirttiler. Oysa ne Çanakkale Savaşlarında ne de Milli Mücadele’de Arapların herhangi bir katkısı vardır. Tersine Araplar I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordularını arkadan vurmuşlardır. ARAP İSYANLARI-YEMEN’İN ÖNEMİ Osmanlı’nın zayıflama döneminde Araplar, Osmanlı Devleti’ne karşı isyanlara başvurdular. Bu isyanların arkasında da İngiliz devleti vardı. Örneğin, Yemen’de Arap isyanları 16. yüzyılda (1567) başlamıştır. Devamında 1911 yılında ise büyük Yemen isyanı ortaya çıktı. Yemen, Arabistan yarımadasının Kızıldeniz kıyılarının güney bölgesini oluşturur ve sahil şeridi boyunca uzanır. Yemen’in sahil şeridinden içlere doğru aşırı sıcak ve çok fakir geniş bir çöl yer alır, daha içerideki dağlık bölgeye Cebel adı verilir. Yemen’in Cebel denen dağlık bölgesinde İmam Yahya ’ya bağlı Araplar (Zeydiler) İngilizlerin destek ve kışkırtmasıyla Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmışlardı. Çok geçmeden Hicaz ile Yemen arasındaki Asir yöresinde de İmam İdris isyan etmişti. Osmanlı Devleti, Yemen’deki isyanı bastırmak için 1911 yaz aylarında devletin Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa komutasında Yemen’e birlikler gönderdi. Binlerce Türk, Yemen çöllerinde isyancı Araplarla yapılan savaşta şehit düştüler. Türk kültüründe yer alan ünlü “Yemen Türküsü” unutulmasın: “Ah o Yemen’dir, gülü çemendir/ Giden gelmiyor, acep nedendir?” I. DÜNYA SAVAŞI VE ARAPLAR I. Dünya Savaşı’nda, 1916-1918’de Araplar, Arap Yarımadası’nda ve Suriye’de yine İngilizlerin kışkırtmaları nedeniyle isyan ettiler. I. Dünya Savaşı sürerken İngilizler Yemen, Hicaz ve Filistin’de Arapları isyana kışkırttılar ve bu bölgedeki Türk ordularını güç durumda bıraktılar. Mekke Emiri Şerif Hüseyin, İngilizlerle işbirliği içindeydi. Türk kuvvetleri Arapların saldırıları üzerine bu bölgeleri boşaltıp kuzeye doğru çekildi. Bu isyanlar sonucu Osmanlı, Mekke, Hicaz ve Yemen topraklarını kaybetti. SON FİLİSTİN SAVAŞI Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’ndaki en son savaşı Suriye-Filistin cephesindedir. Osmanlı’nın bu son savaşında İngilizler Osmanlı ordularına karşı saldırı savaşı yaparken Arap şeyhlerinin liderliğinde yerli Araplar da Osmanlı ordusunu arkadan vuruyordu. Bunlar savaş tarihinin belgeleriyle kanıtlanmıştır. İngilizler 19 Eylül 1918’de Osmanlı’nın Yıldırım Orduları adını almış olan ordusuna saldırdılar. Yıldırım Orduları Liman von Sanders ’in komutasında 4, 7 ve 8. ordulardan oluşuyordu. Bu saldırıda 4 ve 8. ordu tahrip oldu. 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal , askerlerini binbir zorlukla geri çekmeyi başardı. Bu saldırıda yerel Araplar İngilizlerle birlikte olmuş ve çekilmek için uğraşı veren Türk ordusunu arkadan vuruyorlardı. Emir Faysal güneyden saldırıyor ve ilerliyordu. 30 Eylül 1918’de İngiliz kuvvetleri yerel Araplarla birlikte Şam’a kadar geldiler. Yıldırım Orduları Komutanı Liman von Sanders Şam’ı terk etmişti. Mustafa Kemal kalan ordu birliklerini düzenleyerek Halep’in güneyinde topladı. Baron otelinde karargâhı kurdu. İngilizlerle birlikte hareket eden Faysal’ın kuvvetleri Halep’e girdiler. Sokak savaşları başladı. Mustafa Kemal hatıralarında bu sokak savaşlarını anlatır. 2 GADDARLIK Arapların Osmanlı ordularına karşı düşmanca hareketleri, Suriye-Filistin’de, Halep’te III. Ordu Komutanlığı yapan Cemal Paşa ’nın “Hatıralar” ında anlatılıyor. Ayrıca Cemal Paşa’nın emir subayı olarak bu savaşlara katılan Falih Rıfkı Atay ’ın Zeytindağı belgesel kitabı bu isyanlara tanıklık ediyor. Ünlü yazar Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabından bugünlere de ışık tutan kimi pasajlar vereceğiz. Osmanlı’nın Suriye çöllerindeki durumunu Atay şöyle anlatıyor: 3 “Suriye’de Hıristiyanlık, Müslümanlık, Filistin’de Araplık, Yahudilik, Hicaz’da şeriflik, Vehabilik meseleleri, bizzat TürkArap meselesinden daha azılı idi. Nitekim biz çıktık, nifak, bütün Akdeniz, Kızıldeniz ve çöller boyunca yanıp durmaktadır.” (s.41.) “Bir Fransız vesikası der ki: ‘Lübnanlı Hıristiyanlar Fransız dostudurlar. Hıristiyanları sevmedikleri için Lübnanlı Müslümanlar da İngiliz taraflısıdır. Beyrut Araplarının çoğu Fransa’yı sever. Fakat Ortodokslar Ruslara bağlanmışlardır. Niçin? Hiç… Osmanlı bayrağından daha şerefli ve nüfuzlu herhangi bir bayrağa bağlanmış olmak için…’ ” (s.48) Osmanlı’nın politikası şöyle özetleniyor: “Yarın, öbür gün, Arap çeteleri ile sarılacaksınız, peygamberin torunları, Ravza’nın yeşil kubbesine kurşun atacaklar. İstanbul elden gidiyormuş gibi telaşlanarak size Anadolu’nun bağrından Türk yavruları göndereceğiz.” AÇLIK VE ÇARESİZLİK Atay Türk askerinin durumunu şöyle anlatıyor: “Siz peygamber torunları ateş ve açlık çemberi içinde, bir hurma kurusu bulamayıp deriniz iskeletinize yapışmış ölürken, Anadolu çocukları iskorpitten çürüyüp düşen ağızlarının yaraları içinde kavrulmuş çekirge çiğnemeye çalışarak, Fatma’ nın, Ebu Bekir ’in Ömer ’in ve Muhammed ’in sandukalarını savunacaklar.” “Ta, Şam’a kadar üç gün üç gece süren demiryolunun iki tarafını Anadolu Türkleriyle kuşatacağız. Arap kesesine Anadolu altını ve Arap kursağına Anadolu’nun rızkını akıtacağız. Şaka değil, İslam emperyalizmi yapıyoruz.” (s.61.) OSMANLI DEVLETİ’NİN ARAPLARA HARCADIĞI ALTINLAR Falih Rıfkı Atay, Osmanlı Komutanı Cemal Paşa için “Suriye’yi Osmanlılaştırma fikrine saplanan Cemal Paşa” tanımlaması yapıyor. I. Dünya Savaşı’nda Suriye’de Arapların altına olan düşkünlüğü ise şöyle anlatılıyor: “Hele çöl bedevilerinin altın ve kıymetli taştan başka dinleri yoktu… Sınır boylarındaki şeyhlerin göğsünde İngiliz ve Alman nişanları yan yana idi. Şeyh size kim olduğunuzu sorar, İngiliz misiniz? – Yaşa İngiliz! – Türk müsünüz? – Yaşa Türk! Siz vereceğiniz nişan veya altını hesap ettiniz… Büyük bozgundan sonra Şam istasyonunda bırakmaya mecbur olduğumuz en son vagonun bile içi mecidiye dolu idi.” (s.77) HİÇBİR BELGE YOK Erdoğan’ın konuşmasında, Araplar, Milli Mücadele’nin esas unsuru kabul ediliyor. Oysa Araplar Milli Mücadele’de hiç yoktur. Arapların Anadolu’da yerel örgütlerde ya da TBMM’nin kurduğu düzenli ordu içinde yer aldıklarını gösterir herhangi bir belge yoktur. Bu söylemler 1919-1922 yıllarını kapsayan ve 3.5 yıl süren Milli Mücadele tarihi ve gerçekleriyle çelişmektedir. Tersine yukarıda sözü edildiği gibi Milli Mücadele öncesi son Filistin savaşlarında Araplar şeyhlerinin liderliğinde Osmanlı ordusunu, Türk askerlerini arkasından kurşunladılar, kalleşçe hançerlediler. KARMAŞIK BİR PROJE Bugün, Türk halkı karmaşık bir proje ile karşı karşıyadır. Bu projenin bir köşesinde “Cetvelle çizilmiş sınırlar” konusu, diğer köşesinde “Osmanlı millet sistemi” ni öven ve bundan bugünler için model üretmeye çalışan ABD büyükelçisi, öte yandan Milli Mücadele’nin “Türk-Kürt-Arap” ittifakına bağlanması… “Terörsüz Türkiye” adı altında Öcalan önderlik düzeyine terfi ettiriliyor. 30 kişilik bir grup silahlarını yakarken yıllardır kendilerine ABD tarafından verilen binlerce, on binlerce silahların nerelere gittiği açıklanmıyor, bilinmiyor. PKK’nin Suriye kolu PYD/SDG Suriye’de devlet düzeyinde görüşmelere katılıyor, Suriye devletinin bir parçası haline geliyor. Özerklikte ısrar edilince ABD Büyükelçisi Tom Barrack dayanamayıp “Biz size özerk bir devlet olma sözü vermedik” diyor. Ancak bu yetmiyor. ABD yasama organı senato, Suriye’deki SDG’ye bu yıl eğit-donat sisteminden karşılıksız yaklaşık 130 milyon dolar ödeme kararı alıyor. Bu durumda “SDG güçlerine katılan PKK tehdidi nasıl ortadan kalkacak” sorusu güncelliğini koruyor. Tüm bu nedenlerle “Bu nasıl projedir” sorusu önem kazanıyor. Projenin temel ayrıntıları da henüz açıklığa kavuşmuş değildir. Tüm bu gelişmelere dayanarak, terörsüz Türkiye sloganı çerçevesinde hazırlanan yeni anayasa taslağı kamuoyuna sunulma zamanını bekliyor. Bu taslak Türkiye’yi nereye götürecek tam olarak bilinmiyor. Tüm bu karmaşa içinde bir Kuvayı Milliyeci, bir Cumhuriyetçi, bir Atatürkçü bu projeyi nasıl destekleyebilir? İşte temel soru budur. — DİPNOT: 1 İlber Ortaylı, Osmanlı’ya Bakmak, İnkılap Kitabevi, 2016, s.171-172. 2 Atatürk’ün Hatıraları (Yayına Hazırlayan: Alev Coşkun), Cumhuriyet Kitapları, 2023, s.263 vd. 3 Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Cumhuriyet, 1998. Ayrıca bkz: Mustafa Yıldırım, 58 Gün/ Mustafa Kemal ile Anayurdun Dağlarında, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2004.
Source: Alev Coşkun
Ahmet Hamdi Çamlı”dan İlber Ortaylı”ya tepki çeken sözler
Ahmet Hamdi Çamlı, son dönemdeki açıklamalarıyla kamuoyunun tepkisini çekmeye devam ediyor.
Bu kez Prof. Dr. İlber Ortaylı hakkında kullandığı ifadelerle gündeme gelen Çamlı, tartışmaların odağında yer aldı.
Geçtiğimiz günlerde Çamlı’nın “Kanlı 1923 darbesi” şeklindeki paylaşımına tepki gösteren İlber Ortaylı, bir köşe yazısıyla bu ifadeleri eleştirmişti.
AKP eski vekili Çamlı, ünlü tarihçi İlber Ortaylı”ya “İ nokta Ortaylı” diye hitap ederek şunları söyledi:
-İ nokta Ortaylı denen, araştırma özelliği olmadan profesör olduğunu anladığım ukala, söylemediğim “Cumhuriyete kanlı darbe” dediğim iftira yalanını bana atfetmiş.
-Bu iftira üzerinden kamuoyunda tuttuğu köşe başından beni hedef göstermiş.
-Ekmeğin içini zor yiyecek adam kalkmış beni tehdit etmiş. Bir de orduyu da kendilerinin güvencesiymiş gibi değerlendirip hatırlatarak, aba altından sopa göstermiş.
-Ah ukala hoca ah… Yanarım senin dersine giren o çocuklara zerk ettiğin zehirlere yanarım. Bu da kesmemiş ekran ukalası hocamızı.
-Bir de kendisini gerçek Türk ilan ederek, bizi de Türkiye”de yaşayan bazı zümreler olarak bizi oraya itelemiş. Vay vay güler misin ağlar mısın? Bunlar malın sahibi biz maraba.
Source: Haber Merkezi
Bağdat Caddesi”nin adı nereden geliyor?
Alışverişten kültür sanat etkinliklerine, spor kutlamalarından gündelik yürüyüşlere kadar birçok anıya ev sahipliği yapan Bağdat Caddesi, İstanbul’un en köklü caddelerinden biri. Peki, bu ünlü caddenin ismi nereden geliyor? Cevabı tarihin tozlu sayfalarında gizli! ADININ KÖKENİ: BİR ZAFERİN ANISINA Bağdat Caddesi nin isminin kökeni, 17. yüzyıla kadar uzanıyor. Dönemin Osmanlı padişahı IV. Murad ın 1638 yılında düzenlediği ve zaferle sonuçlanan Bağdat Seferi, bu caddenin adını şekillendirdi. Sefer dönüşünde kullanılan güzergâhlardan biri olan bu yol, zaferin anısına Bağdat Yolu olarak anılmaya başlandı. Zamanla bu isim, bugünkü halini aldı ve İstanbul’un simgelerinden biri haline geldi. TARİH BOYUNCA DEĞİŞEN BİR YÜZ Osmanlı döneminde ağırlıklı olarak kırsal ve geçiş güzergâhı olarak kullanılan Bağdat Caddesi, Cumhuriyet in ilanından sonra köklü bir değişim geçirdi. Bahçeli köşkler, yazlık evler ve geniş arazilerle çevrili olan cadde, 20. yüzyılın ortalarından itibaren şehirleşmenin etkisiyle hızla yapılaştı. 1960’lardan sonra ise modern apartmanlar ve ticari merkezlerle çevrilen cadde, İstanbul’un gözde yaşam alanlarından biri haline geldi. MODA VE YAŞAMIN KALBİ Bağdat Caddesi, yalnızca bir ulaşım güzergâhı olmanın ötesinde, İstanbul’un sosyal ve kültürel hayatına da yön veren bir merkezdir. Özellikle 1990’lı yıllardan sonra lüks markaların mağazaları, kafeler, restoranlar ve etkinlik alanlarıyla dolup taşan cadde, hem yerli halk hem de turistler için cazibe merkezi haline geldi. Moda, eğlence ve sosyal yaşamın iç içe geçtiği bu alan, İstanbul’un Avrupa yakasındaki İstiklal Caddesi’ne karşılık gelen bir prestij noktasıdır. CADDENİN GÜNÜMÜZDEKİ YERİ Günümüzde Kadıköy den Maltepe ye uzanan yaklaşık 14 kilometrelik uzunluğa sahip Bağdat Caddesi, İstanbul’un en değerli gayrimenkul bölgelerinden biri olarak öne çıkıyor. Spor kulüplerinin kutlamaları, bisiklet turları ve yürüyüş etkinlikleriyle sık sık gündeme gelen bu cadde, her yaştan insanın buluşma noktası olmaya devam ediyor. Fotoğraf kaynak: Shutterstock
Source: Habertürk
Halime Kökce yazdı: 15 Temmuz”un öncesi ve sonrasıyla Türkiye
Üzerinden 9 yıl geçmişken, 15 Temmuz”u sadece hatırlamakla yetinemeyiz. Şüphesiz hafıza oluşturmak çok önemli. Hafızasız bir toplum olmaz. Toplumun hafızasını siz oluşturmuyorsanız, bilin ki başkaları o işi yapıyordur. En liberal toplumlarda bile bu iş şansa bırakılmaz. Ya aristokrasileriyle övünürler ya da başlarına gelen felaketleri millet hafızasına nakşederler. Yani 15 Temmuz zaferiyle ilgili yaptığımız hiçbir şey fazla değildir. Ömer Halisdemir gibi kahramanların adını olur olmaz her yere vermek gibi yanlış şeyler yaptığımız da bir gerçek.Fakat prensip olarak bardağın dolu tarafına bakmayı tercih ediyorum ve öneriyorum. Devamlı negatif şeyleri görenlerin iyi şeyler yapmaya hevesi dahi olmuyor. Kendini aşağı çekiyor, etrafındakilerin de hevesini kaçırıyor. Sonuçta koca bir değersiz hissetme hâliyle el ele, baş başa kalıyorsunuz. O yüzden bardağın dolu tarafına bakalım ki boşu dolduracak motivasyonumuz olsun.Bu hatırlatma her şey için geçerli. Ne iş yapıyorsak yapalım, bu böyle. Türk”ün Türk”e propagandasından bahsetmiyorum tabii ki. Hamasetten hiç değil. Eleştirel düşüncenin de yaratıcılığın da iyimserlikle mümkün olduğunu düşünüyorum. Özellikle toplum ve siyasetin içinden konuşuyorsak. 15 Temmuz”da bu milletin başardığı şey tüm bardakları dolduracak önemde ve büyüklüktedir. Evvela bunu bilelim.Neden “Sadece hatırlamakla yetinemeyiz” dedim?Çoklukla böyledir; olayları tekil olarak ele aldığınızda “Tam olarak ne oldu şimdi, neden oldu, nasıl oldu, olmasaydı ne olurdu?” gibi yan soruları cevaplayamaz ve fotoğrafın tamamını göremezsiniz. Meseleyi tam olarak kavrayamazsınız. Tıpkı bir metni bağlamıyla okumak gibi, tekil olayları da öncesiyle, sonrasıyla, dış ve iç koşullarla birlikte değerlendirmek gerekir. 15 Temmuz”da Türkiye ne yaşadı, neden yaşadı, o geceyi zaferle buluşturmasaydık neler olurdu sorularını tekrar tekrar kendimize sormalı ve bağlamı iyi anlamalıyız. Ancak böylece olan biteni çerçeveleyebilir, camdaki buğuları siler, gördüklerimizi birbiriyle ilişkilendirebiliriz. İlişkilendiremezsek şayet, sosyal medyadan, sağdan soldan üzerimize boca edilen manipülatif dezenformasyonlara kapılmak bile mümkün olabilir. Bu yüzden özellikle de gençlere fotoğrafın tamamını göstermek çok önemli.Her şey tam olarak ne zaman başladı emin değilim. Ama bence Davos”u milat olarak alabiliriz.Hepimizin hafızasında taze olaylar bunlar; hatırlamaya çalışalım. O günlere geri gidelim. 28 Aralık 2011: Şırnak”ın Uludere ilçesi Roboski köyünden kaçak ticaret için sınır ötesine geçen 34 sivil, PKK”lı sanılarak sınır ötesinde düzenlenen hava harekâtında hayatını kaybetti. 7 Şubat 2012: MİT Müsteşarı Hakan Fidan, İstanbul Özel Yetkili Savcılığı tarafından, MİT”in PKK ile Oslo”da yaptığı görüşmeler ve KCK soruşturması sebebiyle ifadeye çağrıldı. 11 Mayıs 2013: Hatay-Reyhanlı”da Türkiye tarihinin en kanlı terör saldırılarından biri yaşandı. 140 kişi hayatını kaybetti. 2013 Mayıs–Haziran: Gezi kalkışması başladı. Protestocular Gezi Parkı ve çevresinde arabaları, binaları ateşe vererek bölgeyi adeta işgal etmeye kalktılar. Dolmabahçe”deki Başbakanlık Ofisi”ne saldırdılar. Hükümet düşeceği umuduyla Batı medyası 7/24 canlı yayın yaptı. 6–8 Ekim 2014: DEAŞ”ın Kobani”ye saldırmasını bahane eden PKK”nın verdiği talimatla birçok doğu ve güneydoğu ilinde adeta bir kalkışma başlatıldı. Olaylar neticesinde 37 kişi hayatını kaybetti. PKK sempatizanları Yasin Börü ve arkadaşlarını kafalarını ezerek katletti. 2015: Gezi soruşturmasını yürüten Cumhuriyet Savcısı Mehmet Selim Kiraz, Çağlayan Adliyesi”ndeki makamında DHKP-C”li teröristler tarafından şehit edildi. 2015: Peş peşe terör saldırıları yaşandı. Şanlıurfa Suruç”ta 33, Ankara Tandoğan”da 103 kişi DEAŞ”ın saldırılarıyla katledildi. 2014–2016: Bir taraftan PKK”nın İstanbul ve Ankara”da yoğunlaştırdığı kanlı eylemler, diğer taraftan DEAŞ”ın saldırılarıyla Türkiye adeta terörle nefes alamaz hâle getirilmeye çalışıldı. 22 Temmuz 2015: PKK”nın Ceylanpınar”da iki polisi uykusunda öldürmesiyle, 2013″te başlayan çözüm süreci sona ermiş oldu. 2015–2016: Diyarbakır”da Sur, Mardin”de Nusaybin gibi ilçelerde PKK”nın gençlik yapılanmasının yürüttüğü hendek terörü yaşandı. Sivil yerleşim alanları PKK”nın barikatları hâline getirildi. Suriye sınırından açılan tünellerle PKK, ülkeye hem silah hem terörist soktu. 15 Temmuz 2016: FETÖ darbe girişimi, 2009″da başlayan hükümete yönelik tedip hareketinin son evresi olarak devreye sokuldu diyebiliriz. SONUÇ OLARAKBu tarihleri bir bütün içinde değerlendiremezsek, tam olarak Türkiye”ye ne yapılmak istendiğini anlamamız mümkün olmaz. Ve yine bu gelişmeleri birbiriyle ilişkilendirerek okumazsak, 15 Temmuz zaferiyle aslında neyi başardığımızı tam olarak idrak edemeyiz.Yazı çok uzadı, farkındayım.Şu kadarını söyleyeyim o hâlde: Bir devletin tüm güvenlik kurumlarına sızmış ajanlar varsa, o ülkenin menfaatine olan hiçbir şey yapamazsınız. Otur denilince oturur, kalk denilince kalkarsınız.15 Temmuz zaferi olmasa ne Suriye”deki halk devrimi olurdu, ne Türkiye Suriye”de kendi menfaatlerini masaya koyabilirdi, ne de bugün yürütmeye çalıştığı “Terörsüz Türkiye” projesini bu aşamaya getirebilirdi.15 Temmuz zaferi, Türkiye”nin müstakilleşme hamlesidir. Özellikle gençler bunu böyle bilmelidir.
Source: Halime Kökce
Atom bombasını kim icat etti?
16 Temmuz 1945’te New Mexico çölünde patlatılan Trinity denemesi, fizik laboratuvarını jeopolitik denge aracına dönüştürerek tarihte eşi görülmemiş bir güç gösterisine sahne oldu. Projenin görünen yüzünde J. Robert Oppenheimer’ın teorik liderliği, Enrico Fermi’nin zincirleme reaksiyon deneyleri ve Richard Feynman’ın hesaplama grupları vardır; ancak sahnenin arkasında Leo Szilard’ın imza topladığı uyarı mektupları, Niels Bohr’un gizlilik eleştirileri ve Leslie Groves’un askeri komutası gibi onlarca etken aynı anda işlemekteydi. Atom bombası ne zaman icat edildi sorusuna yüzeysel bakışla 1945 cevabı verilir; ancak süreç 1938’de Otto Hahn ile Lise Meitner’in nükleer fisyonu keşfetmesiyle başlar. 1939’da Szilard ve Einstein, Franklin D. Roosevelt’e yazdıkları mektupla Almanya’nın atomik araştırmalarından doğacak tehdidi işaret etti; bu uyarı, Manhattan Projesi’nin tohumlarını attı. 1942’de Chicago Üniversitesi’nde Fermi’nin ilk kontrollü zincirleme reaksiyonu CP-1 yığınıyla başlatması, enerjinin silah gücüne çevrilebileceğini deneysel olarak doğruladı. 1943’ten itibaren Los Alamos Ulusal Laboratuvarı, teorik fizikten malzeme bilimine, patlayıcı lens geometrisinden veri kaydına kadar yüzlerce alt disiplini tek kampüste birleştirerek tarihin en büyük Ar-Ge konsorsiyumunu oluşturdu. ATOM BOMBASINI KİM BULDU? Atom bombasını kim buldu sorusunu yanıtlamak, “fisyondan patlayıcı düzenek tasarımına kadar hangi bilim insanı kritik eşiği geçti” sorusuna odaklanmayı gerektirir. Otto Hahn’ın kimyasal ayrıştırma deneyleri, uranyum çekirdeğinin nötron soğurduğunda daha hafif elementlere bölünebildiğini göstererek enerjinin nasıl ortaya çıktığını tanımladı. Lise Meitner ile Otto Frisch’in teorik açıklamaları, bu enerjinin sayısal büyüklüğünü hesaplayarak zincirleme reaksiyon fikrini bilimsel temele oturttu. Dolayısıyla “bulmak” eylemi, çekirdek bölünmesinin prensibini laboratuvar ölçeğinde açığa çıkaran bu öncü ekibe aittir. ATOM BOMBASINI KİM İCAT ETTİ? Atom bombasını kim icat etti sorusu, bu fisyon prensibini mühendislik nesnesine dönüştüren Manhattan Projesi kadrosunu öne çıkarır. J. Robert Oppenheimer kampusun bilim direktörü olarak kritik kütle, nötron yansıtıcı ve patlayıcı mercek konularını disiplinler arası kurullarda koordine etti. Enrico Fermi, Hanford reaktörlerinde üretilen plütonyumun nötron özelliklerini deneysel verilerle doğruladı; John von Neumann, şok dalgası simülasyonlarını diferansiyel denklemlerle çözdü ve implozif düzenek için patlayıcı simetri parametrelerini belirledi. İcadın kilit noktası, teorik formüllerin gram ölçüsünde uranyum–plütonyum metaline, mikro saniye zamanlamalı patlayıcı kablo tesisatına ve parçacık dedektörlü test düzeneğine dönüştürülmesinde saklıdır. ATOM BOMBASININ MUCİDİ KİM? Atom bombasının mucidi kim denildiğinde popüler kültür Oppenheimer’a odaklanır; çünkü o, bilimsel kararları stratejik önceliklere çeviren entelektüel odak noktasıydı. Ancak “mucit” ifadesini tek kişiye indirmek, Leslie Groves’un askerî lojistiğini, Klaus Fuchs’un teorik katkılarını ya da Norris Bradbury’nin saha test adaptasyonlarını gölgede bırakır. Mucitlik payesi, atomu parçalamanın mühendislik düzenini kuran bu kolektif ekibin tamamına aittir; Oppenheimer yalnızca teorik uyumun sembolik şapkasını taşır. ATOM BOMBASI NE ZAMAN İCAT EDİLDİ? Atom bombası ne zaman icat edildi sorusu, üç tarih dilimini vurgular. 2 Aralık 1942, Chicago yığını CP-1’le kontrollü zincirleme reaksiyonun ilk kez başarıldığı gündür; bombanın laboratuvar doğum anı sayılır. 16 Temmuz 1945, Trinity denemesiyle silah konfigürasyonunun kumsal testini başarıyla geçtiği tarihtir; prototip sahada doğrulanmıştır. 6 ve 9 Ağustos 1945 ise Hiroşima ve Nagasaki üzerinde kullanılan “Little Boy” ile “Fat Man” bombalarının tarihe, jeopolitiğe ve insanlık bilincine mühür vurduğu günlerdir; icadın toplumsal ve politik gerçeklik eşikleri bu saldırılarla tanımlanmıştır. ATOM BOMBASI NEREDE İCAT EDİLDİ? Atom bombası nerede icat edildi sorusuna yanıt tek koordinatla verilmez; proje çok merkezli bir üretim ağına dayanır. Teorik çekirdek Los Alamos’ta, plütonyum üretimi Hanford Reaktör Kompleksi’nde, uranyum zenginleştirme Oak Ridge tesislerinde, patlayıcı lens laboratuvarı ise Dayton Ohio’da konumlandı. Buna rağmen “icat sahası”nı sembolik olarak Los Alamos Ulusal Laboratuvarı temsil eder; çünkü kritik tasarım kararları, nötron reflektör kalınlığından bomba kabuğu alaşımına kadar her teknik detayın son onayı orada verildi. Trinity’den sonra atom bombası, hidrojen bombasının ön habercisi olarak yerini daha yıkıcı çok kademeli füzyon silahına bıraktı; ancak fisyon temelli ateşleme hâlâ ilk katta varlığını sürdürür. Sivil nükleer enerji santralleri, aynı zincirleme reaksiyonu kontrollü şekilde kullanarak elektrik üretimini karbonsuzlaştırmayı hedefledi. 1960’ların nükleer denizaltıları, uranyum yakıt stoklarıyla okyanus diplerinde aylarca enerji ihtiyacını karşılayabildi. Uzay çalışmaları için geliştirilmiş radyoizotop termoelektrik jeneratörler, atom çekirdeğinin enerjisini Voyager sondalarına kadar taşıdı; günümüzde nükleer tahrikli roket konseptleri NASA taslak dosyalarında yer alıyor. Bu geniş yelpaze, atom bombasının fizik kerneliyle başlayan teknolojik zincirin sivil ve askerî alanlarda sürdürdüğü gölgeyi gösterir.
Source: Habertürk
Bilgisayarı kim icat etti?
Bilgisayarın mucidi kim denildiğinde akla Charles Babbage’ın Analitik Makinesi, Alan Turing’in teorik evrensel makinesi ve John von Neumann’ın depolanmış program mimarisi gelir; ancak pratikte ilk programlanabilir elektronik makine ENIAC 1946’da Philadelphia’da devreye alınarak “çalışan bilgisayar” tanımına somut karşılık olmuştur. Bilgisayarı kim icat etti sorusunun arka planı, 1830’larda Babbage’ın Analitik Makinesiyle başlayan fikir, II. Dünya Savaşı sırasında askeri balistik tablolarını hızlandırma ihtiyacıyla sahaya taşındı. 1941’de Konrad Zuse, Z3 adı verilen röleli makineyi Berlin’de çalıştırdı; bu aygıt, pogramlanabilirliğin elektromekanik iskeletiydi. Aynı yıl İngiltere’de Colossus Mark I, Lorenz şifrelerini kırmak için vakum tüplü mantık kapıları kullandı ve sırayı elektronik hıza taşıdı. Ancak tam evrensel, genel amaçlı ilk elektronik bilgisayar unvanı ENIAC’a aittir. BİLGİSAYARI KİM BULDU? Bilgisayarı kim buldu sorusu “hesaplama fikrini makineyle buluşturan ilk kişi kimdi?” ekseninde değerlendirilirse, Charles Babbage’ın 1837 tarihli Analitik Makinesi konsepti başı çeker. Buharlı motorla çalışacak dişli çarklı bu makine, koşullu dallanma ve döngüleri destekleyen ilk tasarım planına sahipti. Ada Lovelace’ın Bernoulli sayılarını hesaplamak için yazdığı notlar, tarih literatüründe “ilk algoritma” olarak anılır. Dolayısıyla “bulmak” eylemi, bilgisayarı soyut bir taslak olarak tarif eden bu ikiliye uzanır; ne var ki donanım malzeme sınırları yüzünden projeleri metal değildi, kağıt üzerinde kaldı. BİLGİSAYARI KİM İCAT ETTİ? Bilgisayarı kim icat etti sorusu “çalışır prototipi kim üretti?” diye sorulduğunda, cevap 1946 ENIAC ekibidir. Eckert ve Mauchly, vakum tüplerinin güvenilirliğini arttırmak için temel ömür testleri geliştirdiler; filtrelenmiş hava, sabit sıcaklık ve modüler soket tasarımıyla tüp arıza oranını günlük iş yükünde kabul edilebilir seviyeye indirdiler. Kayar nokta yerine onluk sabit nokta kullanarak karmaşık çarpma işlemlerini paralelleştirdiler; bu, balistik eğri entegrallerini saatler yerine dakikalar içinde çözebilmeyi sağladı. Böylece “icat” eylemi, soyut bilgisayar fikrini fiziksel, çalışır ve tekrar programlanabilir bir sisteme dönüştüren bu ekibe aittir. BİLGİSAYARIN MUCİDİ KİM? Bilgisayarın mucidi kim terimini teorik kökene bağlarsak Alan Turing’in 1936’da tanımladığı evrensel makine kavramı öne çıkar. “Turing makinesi”, herhangi bir algoritmanın mekanik bir işleyici tarafından yürütülebileceğini ispatlayarak modern bilgisayar biliminin temelini attı. Von Neumann ise 1945 raporunda “EDVAC taslağı” ile komut ve veriyi aynı bellek alanında tutma fikrini, yani depolanmış program mimarisini tanımladı; günümüzdeki bilgisayarların çoğu bu mimariyi izler. Bu nedenle “mucit” ifadesi, teorik ana hatları çizen Turing ve von Neumann’ın paylaştığı bir unvandır. BİLGİSAYAR NE ZAMAN İCAT EDİLDİ? Bilgisayar ne zaman icat edildi sorusunu tarihlere bölersek üç kritik eşik belirir. 1937, Iowa State University’de Clifford Berry ve John Atanasoff’un ikili mantık kullanan kısmi elektronik ABC makinesini kurduğu yıldır; bu deney, dijital elektroniğe geçişin ilk sinyaliydi. 14 Şubat 1946, ENIAC’ın kamuya tanıtıldığı gün olup “ilk genel amaçlı elektronik bilgisayar”ın resmî doğumudur. 1951’de UNIVAC I’in ticari satışa sunulması ise bilgisayarı laboratuvardan iş dünyasına taşıyan adımdır; ABD Nüfus Bürosu ve CBS seçim tahminleri, bilgisayarın kitlesel etkisine dair ilk kamu gösterileri olmuştur. BİLGİSAYAR NEREDE İCAT EDİLDİ? Bilgisayar nerede icat edildi sorusuna verilecek coğrafi yanıt, Amerika Birleşik Devletleri Pennsylvania Üniversitesi’nin Moore Okulu’dur; ENIAC burada inşa edildi. Ancak ABC makinesi Ames, Iowa’da; Colossus Bletchley Park’ta; Z3 Berlin’de; EDVAC mimarisi Princeton’da şekillendi. Dolayısıyla bilgisayar, çok merkezli bir inovasyon haritasının ürünüdür; yine de Philadelphia’daki Moore School binası, “elektronik sayısal genel maksatlı bilgisayarın doğum evi” olarak sembolleşmiştir. Transistörün 1947’de Bell Labs’te icadı, vakum tüplü devlerin yerini alan minyatürleştirme kapısını açtı. 1958’de Jack Kilby, tüm devreyi tek silikon çipte topladı; entegre devre patlaması, bilgisayarı oda büyüklüğünden masaüstüne evirdi. 1971’de Intel 4004 mikroişlemcisi, Von Neumann mimarisini tek paket içine sığdırarak kişisel bilgisayar çağına giden yolu açtı. İnternet protokolü 1983’te küresel ağ iskeletini kurdu; 2007’de dokunmatik akıllı telefon, bilgisayarı ceplere taşıdı. Yapay zekâ, kuantum işlem ve nöromorfik çip araştırmaları bugün bilgisayar tanımını yeniden yazmaya hazırlanıyor; ancak hepsi hâlâ Turing’in hesaplanabilirlik sınırı, Von Neumann’ın bellek-bus döngüsü ve ENIAC’ın elektrikli mantık kapısı ilkeleriyle akraba. Bilgisayarı kim buldu dediğimizde Babbage ve Lovelace’in kağıttaki dişlileri, kim icat etti dediğimizde ENIAC ekibinin tüpleri akla gelir; bilgisayarın mucidi kim denildiğinde ise Turing ve von Neumann’ın soyut mimarileri başı çeker. Philadelphia’daki tanıtım flaşları söndüğünde başlayan dijital devrim, bugün her cepte milyarlarca transistörle yaşamaya devam ediyor; “Bilgisayarı kim icat etti?” sorusu da bu uzun, karmaşık ama büyüleyici yolculuğun satır başı olarak parlıyor.
Source: Habertürk
Claude Chappe neyi icat etti?
Semafor kollarının sessizce dönerek kilometrelerce öteden gönderdiği kodlar, Avrupa’nın haritasını bilgi hatlarıyla ördü. Chappe’nin icadı neydi ve neden 19. yüzyıl boyunca devletin en stratejik altyapılarından biri sayıldı? İçeriğin devamında ayrıntılar sizi bekliyor. Bu yazımızda Claude Chappe’nin çocukluk yıllarındaki bilim merakından başlayarak Fransız Ulusal Meclisi’nden aldığı onaya, semafor hatlarının genişlemesine ve telekom ağının zirve yıllarına kadar uzanan çok katmanlı bir anlatı sunacağız. Önce 1792’de Paris yakınlarında gerçekleştirilen ilk başarılı deneye, ardından Lille hattının resmî kabulüne bakacağız. Chappe’nin sistemi, mekanik açıdan basit görünse de astronomik gözlem kulelerinin yerini alarak iletişimi gökyüzüne taşıdı; üstüne bir de askerî şifreleme katmanı ekleyerek dönemin istihbarat anlayışını değiştirdi. Fransız–Prusya sınırında kilometrelerce uzanan optik direkler, Napolyon seferleri sırasında emir-komuta zincirinin hızını üç katına çıkardı. Telgraf ağını yakından tanımak, yalnızca tarihî bir merak değil; fiber optik kabloların altındaki zihinsel tasarımı da anlamak demektir. Şimdi Claude Chappe’nin mirasını teknik ve sosyal boyutlarıyla inceleyelim. CLAUDE CHAPPE NEYİ İCAT ETTİ? Chappe’nin en bilinen icadı, optik semafor telgraf adını taşıyan kuleler arası işaret sistemidir. Her kulede, merkezi bir direğe eklemlenmiş yatay ve iki oynar kollu ahşap kiriş bulunur. Kollar farklı açılarda konumlanarak 196 ayrı alfabetik ve sayısal kod oluşturur; bu kodlar 5–15 km mesafedeki bir sonraki kulede dürbünle okunur ve anında tekrar edilir. Dakikada 1–2 kod hızıyla çalışan ağ, rüzgâra ve ışığa bağlı olsa da dönemin posta arabalarından onlarca kat hızlıydı. 1794’te resmî açılışı yapılan Paris–Lille hattı, 230 km’lik mesafeyi on beş dakikada aşarak Cumhuriyet’in zafer haberini cepheye ulaştırdı. CLAUDE CHAPPE NEYİ BULDU? Claude Chappe neyi buldu sorusunun yanıtı yalnızca mekanik bir işaret direği değil; göz–elle çalışan senkronize iletişim protokolüdür. Chappe, astronomi merceklerinden devşirdiği dürbünlerle kule gözetmenlerinin hatasız okuma yapmasını sağladı. Ayrıca her mesaj iki kez doğrulama kuralına tabiydi; ikinci kule geri bildirim gönderene kadar bir sonraki kod verilmiyordu. Bu basamaklı onay mantığı, modern paket veri iletimindeki hata kontrol yöntemlerine esin kaynağı oldu. Üstelik Chappe, kod kitabını sürekli güncelleyerek düşmanın sistemi taklit etmesini zorlaştırdı; böylece ilk operasyonel şifre yönetim prosedürü de doğmuş oldu. CLAUDE CHAPPENİN BULUŞU NE? Optik telgrafın günlük hayata ve devlet yönetimine kattığı değeri sıralamak, yeniliğin stratejik önemini netleştirir: dakikalar içinde askerî emir iletme kabiliyeti vergi toplama verilerini hızlı raporlama imkânı kraliyet postasına göre on kata kadar düşük maliyet ilk kez merkezi hükümetle taşra arasında eşzamanlı iletişim modern sinyal bayrakçılığı ve demiryolu semafor sistemlerine temel oluşturma Bu liste, semafor ağının 19. yüzyıl boyunca Avrupa’daki diplomatik dengeleri nasıl değiştirdiğini özetler. 1845’te hattın uzunluğu 5 000 km’yi aşmış; Marsilya, Strasbourg ve Bordeaux bağlantılarıyla Fransa’nın tüm ana arterleri tek bir telgraf kitabında toplanmıştı. CLAUDE CHAPPENİN İCADI NE? Chappe’nin icadı yalnızca ağaç direklerden ibaret değildi; organizasyonel logistik kavramını da beraberinde getirdi. Her kulede iki operatör, altı saatlik vardiyalarla çalışıyor; kod defterleri, optik tamir takımları ve meteoroloji raporları standartlaştırılmış depolarda tutuluyordu. Devlet, kule güzergâhlarını yüksek tepelerden geçirerek yerel saat farkını minimuma indirdi ve bakıma ayrılan yıllık bütçeyi demiryolu genişlemesine paralel olarak optimize etti. Telgraf 1850’lerde elektrikli hatlar karşısında yavaş yavaş geri çekilse de ağın kurumsal mirası, PTT ve demiryolu sinyal müdürlüklerinin organizasyon şemasına doğrudan aktarıldı. CLAUDE CHAPPE MİRASININ GÜNÜMÜZE YANSIMASI Görsel sinyallerin sıradışı hassasiyet gerektiren bu sistemi, modern fiber optik omurgalarda kullanılan tekrarlayıcı düğüm modeline ilham verdi. Tıpkı Chappe kulelerinde olduğu gibi, günümüzde de veri paketleri belirli noktalarda kontrol edilip güçlendirilerek yoluna devam eder. Ayrıca semafor kelimesi, demiryolu hatlarında kırmızı–yeşil lambalı geçiş izni göstergelerine adlarını bırakmıştır. Fransız mühendislik okullarında hâlâ Chappe kodu üzerine dersler verilir ve öğrencilere hata tespiti–düzeltme algoritmalarının tarihî kökeni anlatılır. Dijital çağın parlayan ekranları, Chappe’nin yel değirmenini andıran kollarıyla aynı ikili mantık prensibine yaslanır: açık–kapalı, 1–0, ışık–karanlık. Claude Chappe neyi icat etti sorusunun cevabı, yalnızca optik telgraf ifadesiyle sınırlı değildir; o, merkezi yönetimi bilgi hızına dayalı olarak yeniden tanımlayan bir haberleşme ekosistemi kurdu. Saatler süren posta gecikmelerinin yerine dakikalık iletim getiren bu sistem, modern telekomünikasyonun mantığını yola koydu ve fiber omurgalı internet ağlarına kadar uzanan çizgide ilk kilometre taşını dikti. Bugün bir mesajı saniyede kıtalar ötesine gönderebiliyorsak, bu başarının köklerinde Chappe’nin rüzgâra meydan okuyan semafor kolları vardır.
Source: Habertürk
Edıson neyi icat etti?
Bütün bu buluşlar, bir yandan laboratuvar tezgâhında filizlenirken bir yandan da seri üretim bandına taşınıp milyonların günlük alışkanlığını değiştirdi. Edison’un ampulle sınırlı kalmayan hikâyesi, fabrikalaşmış Ar‑Ge kavramının da doğum hikâyesidir. Ampulle özdeşleşen Thomas Alva Edison’u klasik mucit portresinden ayıran en önemli özellik, sürekli yenilik hattı diyebileceğimiz üretim anlayışıydı. 1870’lerde telgraf atölyelerinden yükselen kıvılcımlar, onu yalnızca bir laboratuvar dehası değil, aynı zamanda dönemin en etkili girişimcilerinden biri hâline getirdi. Bini aşkın patent başvurusu arasında elektrikli kalemlerden maden cevher ayırıcılarına kadar uzanan geniş bir ürün yelpazesi bulunur, fakat asıl çarpıcı nokta bu fikirlerin Menlo Park’ta tek bir çatı altında denenip ticarileşmesiydi. Edison, cam ustalarını, kimyagerleri, makine teknisyenlerini ve muhasebecileri bir araya getirerek bugünün Ar‑Ge merkezlerine benzeyen bir ekosistem kurdu; böylece icat, tasarım ve seri üretim arasındaki mesafeyi kısalttı. EDISON NEYİ İCAT ETTİ? 1879’da halka tanıtılan pratik akkor telli elektrik lambası Edison’un en ikonik icadı olarak anılır. Önceki ampul deneylerinde kullanılan platin filamanlar hem pahalıydı hem de birkaç dakikada eriyip kopuyordu; Edison, karbonlaştırılmış pamuk ve bambu liflerini 1 800’den fazla deneme ile test ederek bin saate yaklaşan ömür elde etti. Bu filaman, vakumlu cam hazne içinde oksijensiz ortamda yanmadığı için uzun süre parlak kalabiliyordu. Ancak ampul tek başına bir devrim sayılmazdı; düşük dirençli kablolama, sigortalı dağıtım panoları ve vidalı Edison‑Gower soket standardı ile birlikte tam bir sistem hâline geldi. Böylece fabrikanın gece mesaisi, hastanenin acil servisi, şehrin caddeleri ve evlerin salonları güvenilir aydınlatmaya kavuştu. EDISON NEYİ BULDU? Ampul kadar ses getiren bir diğer keşif, 1877’de ortaya çıkan fonograf oldu. Teneke silindire sarılı kalay folyoyu iğneyle oyma yöntemi, insan sesini ilk kez mekanik olarak depolamayı mümkün kıldı. Mary had a little lamb dizeleri kayıttan hoparlöre döndüğünde, dönemin gazeteleri Dünyanın ilk konuşan makinesi başlığıyla sürmanşet attı. Fonograf, müzik endüstrisini doğurduğu gibi dil bilimi araştırmalarında ve görme engelliler için sesli kitap alanında da çığır açtı. Bununla yetinmeyen Edison, finans dünyasına stok tiker telgrafı kazandırarak Wall Street’e saniye bazlı veri akışı sağladı; kısa sürede uluslararası borsalar arasında fiyat eşitlenmesi gerçekleşti. EDISON UN BULUŞU NE? Edison’un buluş zinciri ışık ve ses ile sınırlı kalmadı; hareketli görüntüyü de yakalayıp izlenebilir kıldı. 1891’de geliştirilen kinetograf kamera, selüloid film şeridini yılda yüz binlerce kare üretecek şekilde mekanik olarak hareketlendiriyordu. İzleme kabini kinetoskoptaki büyüleyici sekanslar, New York’ta dakikalar içinde uzun kuyruklar oluşturdu ve film stüdyosu kavramına yol açtı. Edison kurduğu Black Maria Stüdyosu’nda ring boks müsabakalarından dans gösterilerine kadar her tür sahneyi çekerek içerik endüstrisinin ilk kütüphanesini oluşturdu. akkor telli ampul → 24 saat üretim ve gece eğlence kültürünün başlangıcı fonograf → plak, kaset, dijital ses zincirinin ilk halkası kinetograf/kineskop → sinemanın ve televizyonun öncülü merkezi güç santrali → şehir ölçeğinde elektrik tedarik kavramı alkalin depolama pili → ilk elektrikli araç prototiplerinin enerji kaynağı demiryolu sinyal lambası → ulaşım güvenlik standartlarının yükselmesi dikte makinesi → ofis otomasyonunun temeli elektrikli madencilik mıknatısı → hammadde verimliliğinde artış Bu sekiz madde, birbirine bağlı bir inovasyon ekosistemi yaratır; ilk halka başarısız olsaydı zincirin geri kalanı da eksik kalacaktı. EDISON UN İCADI NE? Ampulün ötesindeki asıl icat, sistem entegrasyonu ve inovasyon fabrikası modelidir. 1882’de Manhattan’daki Pearl Street Santrali devreye girdiğinde, jeneratör binaları, yer altı kabloları, akım sayaçları, sigortalı prizler ve lamba mağazaları aynı şirket eliyle işletiliyordu. Edison Electric Light Company, hizmet olarak altyapı satışı konseptini dünyaya tanıtarak günümüzdeki abonelik tabanlı elektrik dağıtımının önünü açtı. Sayaç okuma, planlı bakım, müşteri hizmetleri ve faturalandırma gibi süreçler ilk kez standart işletme kılavuzlarına döküldü. Bu model, 20. yüzyıl başında kamu hizmetleri düzenlemelerine referans teşkil etti ve bugün enerji tedarikçileri hâlâ benzer iş akışlarını dijital platformlarda sürdürüyor. EDISON UN TEKNOLOJİ MİRASI Edison’un etkileri, sinema perdesinden elektrikli otomobil pistine kadar uzanır. 1901’de geliştirilen nikel‑demir alkalin pil, ağır hizmet araçları ve transatlantik fenerler için uzun ömürlü enerji depolama çözümü sundu; modern lityum‑iyon hücreler geliştirilirken hâlâ referans alınan bir prototip olarak incelenir. Kinetograf kamerasının içine yerleşen dişli mekanizma, bugün DSLR deklanşörlerinde izini bırakan sıralı perde mantığının tarihî atasıdır. Ses kayıt stüdyoları, fonograf silindirinden vinil plağa ve oradan dijital akışa geçerken temel prensiplerini Edison’un groove fiziğine borçludur. Hatta akıllı ev sistemlerindeki merkezi güç hattı protokolleri, Pearl Street’in 110 V doğru akım şebekesinden alınan ilk gerilim standardına dayalıdır.
Source: Habertürk
Galıleo Galıleı neyi icat etti?
Galileo Galilei neyi icat etti? ve Galileo Galilei neyi buldu? soruları, bilimin günlük deneylerle sınırlı olmadığını gösteren bambaşka cevaplar barındırıyor. Galilei, teleskoptan termoskopa kadar uzanan pratik cihazlar geliştirerek gökleri gözlemlemenin kapısını açtı, zaman ölçümünü laboratuvar hassasiyetine taşıdı. Bir yaz akşamı 1609’da Venedik Cumhuriyeti’nin Arsenale tersanesinde, Galilei’nin ilk teleskop prototipini doge’ye sunduğu anlatılır. Denizciler uzak gemi işaretlerini artık birkaç saat önce fark edebilecek, topçular menzil ayarı yaparken rüzgârı gözle değil, ölçüyle okuyacaktı. Bu sahne, teorinin pazara indiği anlardan biridir. Galilei’nin hikâyesini sadece astronomi çığlığına indirgemek yanlış olur; o aynı zamanda suyla dolu cam tüplere bakarak termometrenin ilksel sürümünü kurdu, güneş saatlerini sarkaçla buluşturarak zamanı yeniden tarif etti. İtalya’nın zengin şehir devletlerinden çıkan bu mühendis–filozof, matbaanın hızına kavuşan fikirleriyle modern deneysel bilimi başlatan isim sayılır. GALILEO GALILEI NEYİ İCAT ETTİ? Galilei’nin en somut buluşu, 1609’da detaylarını son hâline getirdiği kırılmalı teleskop tasarımıdır. Hollandalı gözlük ustalarının basit dürbününü üç mercekli yeni bir şemaya çeviren Galilei, 30 kat büyütme gücüne ulaşarak Ay yüzeyindeki kraterleri ve Jüpiter’in dört en parlak uydusunu keşfetti. Bu mercek dizilimini sabitlemek için elips profil ahşap bir boru kullandı ve odak uzaklığını vida sistemli bir sürgüyle hassas ayarladı. Cihaza perspicillum adını verse de Venedik Senatosu için değer, askeri gözetleme avantajıydı; böylece teleskop devlet sırrı statüsüne girdi. GALILEO GALILEI NEYİ BULDU? Fizik laboratuvarlarında hâlâ anılan izokron sarkaç yasası, Galilei’nin Pisa Katedrali’nde sallanan avizeyi seyrederken fark ettiği ritimden doğdu. Salınım periyodunun yalnızca ipin uzunluğuna bağlı olduğunu not ederek zaman ölçerlerin hata payını dramatik biçimde azalttı. Bu keşif, daha sonra oğlu Vincenzo’nun inşa ettiği sarkaçlı saatlerin teorik temelini oluşturdu ve deniz kronometrelerinin geliştirilmesine giden yolu açtı. GALILEO GALILEININ BULUŞU Galilei, yoğunluk ve ısı ilişkisini gözlemek amacıyla su termometresi de kurdu. Kapalı cam tüpteki hava, ısındıkça genleşiyor ve su sütununu aşağı itiyordu; soğuduğunda tersine çalışıyordu. Bu cihaz, Floransa Akademisi’nde tıbbi gözlemlerde kullanıldı ve Fahrenheit ile Celsius ölçeklerinin çok önceki analog atası olarak değerlendirildi. Galileo teleskopu: Ay kraterlerini, Venüs’ün evrelerini ve Jüpiter uydularını görünür kıldı. İzokron sarkaç: Dakikayı dakikaya eşitleyen saatlerin kapısını açtı. Su termometresi: Vücut ısısı ve hava sıcaklığı ölçümünün ilk güvenilir aracını sundu. Bu liste, Galilei’nin gökyüzü merakından günlük ölçü aletlerine uzanan mühendislik kabiliyetini özetler. Zaman ve ısının yanı sıra, Galilei’nin askıları ayarlayan eğik düzlem deney düzeneği de sürtünme kuvvetini minimuma indirerek ivme ölçümlerini isabetli hâle getirdi. Mermer oluk üzerinde yuvarlanan bronz top, düşey düşmeye kıyasla saniyeler süren bir yavaş çekim yaratıyor; böylece hız–zaman verileri kum kronometreyle kaydedilebiliyordu. Bu düzenek, günümüz “hava yastıklı ray” sistemlerinin atası sayılan düşük sürtünmeli test pistlerinin kavramsal ilhamıdır. GALILEO GALILEININ İCADI NE? Galilei’nin icadı ne sorusunun nihai karşılığı, deney tasarımına dayalı ölçme kültürü olarak özetlenebilir. Ampirik veriyi nicel matematikle evlendirdi; teleskopta mercekleri, sarkaçta zaman aralıklarını, termometrede hacim değişimini rakamlarla ifade etti. Böylece deney raporu kavramı doğdu: Gözlem, metot, sonuç, tartışma. Bugün laboratuvar defterlerine attığımız her tarihli imzanın genetik kodunda Galilei’nin gözünün izini bulmak mümkündür. Ölçülebilirlik takıntısı, bilimsel devrimin itici motoru oldu ve Newton’dan Einstein’a kadar her kuşağın pusulası hâline geldi. Galilei’nin “teleskop devrimi” matbuatla birleşince, Ay haritalaması ilk defa halkın meraklı gözleriyle buluştu; bu popüler astronomi hareketi, bugün mobil uygulamaların yıldız kataloglarını cep telefonlarımıza taşımasına kadar süren kültürel zinciri tetikledi. GALILEI’NİN MODERN REZONANSI Uzay ajansları, Jüpiter sistemine gönderilen sonda programlarına Galileo adını verirken sadece astronomi mirasını değil, aygıt geliştirme disiplinini de onurlandırır. Fiber optik devrelerle güçlendirilmiş güncel teleskoplar hâlâ Galilei’nin mercek açılarını kullanır; sarkaç formülü ise deprem sensörlerinin kalibrasyon tablosunda yer alır. Termometrelerin civalı aşamadan dijital NTC sensörlere geçişi, hacimsel genleşmenin logaritmasının ölçülmesi fikrini korur; bu da doğrudan Galilei’nin su sütunu deneyine uzanan bir kök. Galileo Galilei neyi icat etti? sorusunun cevabı, tek bir pirinç mercekle sınırlı değildir. O, gözlem aletlerini keskinleştirerek kozmosun puslu perde arkasını araladı; sarkaç ve termometreyle dakikaları ve dereceleri sayılabilir kıldı; eğik düzlemleri ray benzetimine dönüştürerek ivmeyi ezbere değil, veriye dönüştürdü. Galilei’nin labirentinde dolaşan her modern cihaz — ister GPS uydusuna kilitlenmiş atom saati olsun, ister evdeki kızılötesi termometre — o Pisa Kulesi’nden düşen iki tunç kürenin yankısını taşır. Böylece bilimin gerçek terazisi, 17. yüzyıldan bugüne Galilei’nin terazisi olarak sallanmayı sürdürür.
Source: Habertürk
İbni Sina neyi icat etti?
Analitik ölçü kavramını vücut ısısı, nabız ve idrar incelemesine sistematik biçimde entegre eden bu bilge, sağlık pratiğinde ilk kapsamlı teşhis kılavuzunu ortaya koymuştur. Başka bir deyişle, bugün klinik muayenede kullandığımız belirti–bulgu kategorileri onun norm tablolarıyla başladı. Daha fazla ayırntı ve merak edilen her şey için içeriğimizin devamını okuyabilirsiniz. El-Biruni ile yazışmalar yapacak kadar çok yönlü bir bilim çevresinde yetişen İbni Sina, 11. yüzyılın ilk çeyreğinde kaleme aldığı El-Kanun fi t-Tıbb ile anatomi, patoloji, farmakoloji ve hijyen disiplinlerini tek metinde birleştirdi. Bu eserin Avrupa’da “Canon Medicinae” adıyla Latinceye çevrilmesi, üniversite tıp fakültelerinde beş asır boyunca temel ders kitabı olarak kullanılmasıyla sonuçlandı. Yeniliği, yalnızca geniş konulu ansiklopedi yazmakla sınırlı değildi; klinik gözlemi nicel veriyle destekleyen ilk “normal değer aralığı” kavramını ortaya atarak muayene sonuçlarını öznellikten kurtardı. Özellikle ateş tablolarında vücut sıcaklığını dört dereceye ayırması ve her dereceye özgü tedavi seti önermesi, termometre öncesi dönemde standardizasyonun yolunu açtı. Farmasötik tarifelerde 760’tan fazla bitki–mineral bileşimi doz, hazırlama tekniği ve endikasyonla birlikte listelendi; bu sistem, eczacılık mesleğinde formüler tip metnin erken örneği kabul edilir. İşte detaylar… İBNİ SİNA NE İCAT ETTİ? İbni Sina icat etti denildiğinde öne çıkan somut yeniliklerden biri, kontrollü damla damla sıvı aktarım baloncuğudur. Günümüzde basit infüzyon aparatına benzeyen bu gereç, içi sıvı dolu hayvan mesanesine eklenen ince gümüş iğne ve ayarlanabilir keçe kapaktan oluşur. Amaç, özellikle idrar yolu yıkamada sıvının sabit debiyle organ boşluğuna verilmesidir. Basınç sütununu düz mesane balonu ve yere yerleştirilen sabit ağırlık plakası ile düzenleyerek doku hasarı riskini azaltmıştır. Cihaz V. yüzyıl Bizans sünger pompasından farklı olarak geri akışı engelleyen topak valf içerir; böylece kontaminasyon olasılığını düşürmüştür. Avicenna’nın tarif ettiği bu mekanik düzenek, 16. yüzyılda Avrupa cerrahisinin irrigasyon şemalarına doğrudan model olmuştur. İBNİ SİNA NEYİ BULDU? Nabız muayenesini nicel ölçütlere bağlama girişimi, İbni Sina’nın en özgün buluşlarından biridir. Gerçek nabız hızı yaş, cinsiyet ve fiziksel aktiviteye göre değişir diyerek referans skalası tanımladı. Bu yaklaşım, Çin nabız atlasından farklı olarak atım sayısını dakikaya sabitleyip eş zamanlı ikinci hekim kontrolü gereksinimini ortadan kaldırdı. Nabız eğrisini dört fazda (genişleme, durak, gerileme, durak) tanımlaması, modern kardiyoloji terminolojisinde diyastol ve sistol kavramlarının ana atasıdır. İBNİ SİNANIN BULUŞU NE? İbni Sina’nın farmakolojiye getirdiği yenilikleri irdelemeden klinik yeniliğin kapsamı tam anlaşılamaz. Aşağıda listelenen kavramlar, sonraki yüzyıllarda ilaç bilimi ve tedavi protokollerinin şekillenmesine yön verdi. çok aşamalı ilaç saflığı derecelendirme tablosu (sıfır, hafif, orta, kuvvetli) tek bitki yerine formül bileşik reçetesi ve sinerji prensibi hastalığa göre doz ayarı; yaş ve ağırlık çarpanı ile değişken doz üç fazlı mazmaza, gargara, yutma sıvı tedavi protokolü toksik bitkiler için kritik eşik belirleme (miskal cinsinden limit) Liste, Avicenna’nın farmasötik yaklaşımını standartlaştırılmış reçete mantığına taşıdığını gösterir. Her öğe, doz–etki–toksisite ilişkisini tanımlayarak ilacın bilimsel formül sürecine girişini kolaylaştırmıştır. Farmakolojik sınıflandırma, dahiliye ile farmasi arasındaki bilgi akışını hızlandırdı. Doz aralığını üç basamakta belirlemek, Orta Çağ hekimliğinde ilk defa tedavi tasarımını “uygunluk bandı”na bağladı. Kritik eşik tablosu sayesinde zehirlenme vaka sayısı düştü ve deneyimli eczacılar reçeteleri doğrulama şansı buldu. Reçete yazımında sinerji mantığı, kombine tedavilerin önünü açtı; örneğin analjezik bitki özütü ile antienflamatuar mineral tozun birlikte verilmesi gibi. Bu gelişmeler, Avrupa Rönesans farmakopelerinin sınıflandırma şemasında İbni Sina referansının yoğun biçimde kullanılmasına zemin hazırladı. İBNİ SİNANIN İCADI NE? İbni Sina’nın icadı ne sorusuna tek bir cihaz yerine entegre klinik yöntem cevabı verilmelidir. O, hastalık teşhisini semptom, fizik muayene ve laboratuvar benzeri sıvı analizi üçlüsüne dayandırdı. İdrar renk şeması (on dört tonluk skala), nabız frekans tablosu ve ateş derecelemesi, muayenenin nicel değerlerle desteklenmesini sağladı. Bu sistem, “klasik dört unsur dengesine” dayanan eski yorumlayıcı tıbbı parametrik ölçüte taşıdı. Ayrıca, tıbbi etik ilkelerini hastalığın ağırlığına göre hafif tedavi prensibiyle formüle ederek doz ve prosedür minimizasyonunu odak noktası hâline getirdi. Kitabın Avrupa da yayımlanması, Salerno ve Montpellier tıp okullarında ders programlarını belirledi. Canon çevirilerine eklenen şerhler, nicel muayene çizelgelerini ve ilaç doz tablolarını Orta Çağ Latincesine uyarlayarak standart bir Avrupa tıp literatürü yarattı. Bu bağlamda İbni Sina’nın integratif klinik yöntemi Newton’un mekanik doğa yasalarına analojiyle “mekanik tıp” kavramının öncülü olarak değerlendirilebilir.
Source: Habertürk
Johannes Gutenberg neyi icat etti?
Bu sayede kitap üretim hızı on kat, maliyet ise yaklaşık beşte bir oranında değişti. Bilginin coğrafi sınırları bu teknik ilerleme ile hızla genişledi; Avrupa’da okuryazarlık ve bilimsel tartışma kültürü kısa sürede ivme kazandı. Johannes Gutenberg, yaldızlı takı imalatından gümüş dökümüne uzanan zanaatkâr bir aile ortamında büyüdü. Bu altyapı, metal alaşımların akışkanlığı ve kalıp toleransı konusunda erken yaşta deneyim kazanmasını sağladı. 1430’ların sonuna doğru Strasbourg’da tip döküm denemelerine girişti; kurşun‑kalay‑antimon alaşım oranını deneysel olarak optimize ederek harf kalıplarının baskı sırasında yıpranmadan defalarca kullanılmasını mümkün kıldı. 1450’nin hemen öncesinde Mainz’e döndüğünde, iş planını Henne Gansfleisch (Fust) ile sermaye ortaklığı kuracak kadar olgunlaştırmıştı. JOHANNES GUTENBERG NEYİ İCAT ETTİ* Gutenberg’in icadı, hareketli metal harf ve vidalı baskı presi kombinasyonudur. Daha önce blok baskıda ahşap levhanın tamamı oyuluyor, baskı ömrü sınırlı kalıyordu. Gutenberg, tek tek harf kalıplarını döküm kasasında hizalayıp kilitleyerek bir sayfa metni modüler biçimde dizdi. Kurşun‑kalay‑antimon alaşımı harfe sertlik, kenar keskinliği ve erime noktasında dengeli tolerans sağladı. Vida mekanizmalı tahta pres, üzüm şarappreslerinden uyarlanarak baskı tablası ile forma düzlemi arasında eşit basınç dağılımı oluşturdu. Yağ bazlı is mürekkebi, su bazlı Çin mürekkebine göre metal yüzeye tutunmakta daha kararlı davrandı; böylece baskı sonrası kontur netliği ve sayfa dayanıklılığı arttı. JOHANNES GUTENBERG NEYİ BULDU? Gutenberg’in bulduğu kritik yenilik, tip dökümünü hızlandıran elde döküm kalıbı (Handgussinstrument) tekniğidir. Harf matrisi bakır blok içine oyulur; ayarlanabilir çelik kalıp ayakları matris çevresinde boşluk genişliğini sabitler. Erimiş alaşım, kalıp ağzından dökülerek saniyeler içinde harf isterine çevirilir. Dakikada 3‑4 harf üretilmesi, büyük set dizilerde standardizasyonu mümkün kıldı. Matris sistemi, farklı punto ve yazı tipi varyasyonlarının aynı pres hattına entegre edilmesini sağlayarak tipografik çeşitliliğin önünü açtı. Bu metodoloji, 19. yüzyıla kadar kurşun hurufat üretiminde standart olarak kaldı. JOHANNES GUTENBERGİN BULUŞU NE? Baskı hattının toplumda yarattığı sonuçların ölçeği üretim hızından çok daha geniştir. Seri üretilen metinler, entelektüel erişim eşiklerini düşürerek öğrenme süreçlerini demokratikleştirdi. Üniversite şehirleri, düşük maliyetli ders kitapları sayesinde öğrenci sayısını artırabildi; bu durum kritik kütle etkisiyle bilimsel tartışmaların kesintisiz akmasını sağladı. Düşük maliyetli kitap çoğaltımı, el yazması sürecini endüstrileştirdi ve yayına hız kazandırdı. Standart tipografi kullanımı, metin tasarımında tutarlılık getirerek okuma kolaylığını artırdı. Hızlı bilgi dolaşımı, Reform hareketlerinden modern bilime uzanan entelektüel ağ oluşturdu. Eksik kopya hatalarının azalması, bilgi güvenilirliğini yükseltti ve çeviri çalışmalarını kolaylaştırdı. Yayın ekonomisi doğarak matbaacılık, kâğıt üretimi, mürekkep imalatı gibi alt sektörleri tetikledi. Özellikle standart tipografi, çok dilli basımlar için uyumlu satır yapısı sundu; bu da Latince, Almanca ve İtalyanca metinlerin paralel versiyonlarının aynı baskı sayfasında yayınlanabilmesini sağladı. Yayın ekonomisinin ortaya çıkması, kâğıt değirmenlerinden ulaşıma kadar birçok sektörün ölçeklenmesine katkıda bulundu; sadece Almanya’da 1500’e gelindiğinde 200’den fazla matbaa işletmesi tespit edilmiştir. JOHANNES GUTENBERGİN İCADI NE? Gutenberg’in gerçek icadı, modüler baskı üretim zinciri modelidir. Matris‑kalıp döküm sistemi, tipografinin tedarik zincirini kendi içinde kapalı devre hâline getirerek üretimde dışa bağımlılığı azalttı. Pres tezgâhının ahşap somunlu vida düzeneği, mekanik basınç kuvvetini kontrollü şekilde artırdı ve tabakalarda homojen mürekkep transferine izin verdi. Disiplinler arası bu entegrasyon, baskıyı tarif edilebilir, yinelenebilir ve sürekli farklılaştırılabilir bir endüstriyel süreç seviyesine taşıdı. Modern rotatif presler, dijital ofset makineler ve 3D yazıcı tablaları hâlen “düz zemin + kontrollü baskı kuvveti” ilkesini Gutenberg’den miras alır. Gutenberg’in modüler sistemi, dağıtım altyapısı ile birleştiğinde fikirlerin eş zamanlı yayılmasına olanak tanıdı; bu da 16. yüzyıl başında Reform hareketi, 17. yüzyılda bilimsel devrim ve 18. yüzyılda Aydınlanma gibi entelektüel dalgaların tempo kazanmasına doğrudan katkı sağladı. Kitap üretimindeki hızlanma, metin tahrif edilme oranını düşürerek standart akademik referans kültürünü güçlendirdi. Johannes Gutenberg neyi icat etti sorusunun kapsamlı cevabı, hareketli metal harf, vida baskı presi, yağ bazlı mürekkep ve bunları bir araya getiren üretim zincirinin bütünüdür. Bu kombinasyon, 15. yüzyıl boyunca el yazması kültürünü seri baskı modeline dönüştürerek bilginin fiziksel çoğaltımında sanayi ölçeğini mümkün kıldı. Modern yayıncılık, tipografi, hatta elektronik veri çoğaltım paradigması, Gutenberg’in modüler ve standardize yaklaşımı üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla her dijital baskı emri verildiğinde, Mainz’de dökülen ilk metal harfin teknik mantığı güncellenmiş biçimde yaşamaya devam eder.
Source: Habertürk
John Logıe Baırd neyi icat etti?
Baird’in çalışması, söz konusu ses akışının yanına eş zamanlı görsel malzeme ekleyerek haberciliğin, eğlencenin ve eğitim içeriklerinin erişim hızını birkaç basamak yukarı taşıdı. Televizyon kavramı teoride mevcuttu fakat ciddi pratik sorunları barındırıyordu. Fotoelektrik malzemeler gece aydınlatmasında duyarlılığını kaybediyor, motor senkron hatası basit çizgi yırtılmasını saniyeler içinde tam görüntü çökmesine dönüştürüyordu. Baird, Glasgow’daki mühendislik deneyimini tamamlayamamış olsa da elektrikli soğutucu imalatında edindiği ısı yönetimi ve motor kontrolü bilgisini bu problemlere uyguladı. Londra’ya taşındıktan sonra laboratuvarını küçük bir apartman dairesine kurdu; malzeme darlığını gidermek için bisiklet farından çıkma dinamo gövdesi, eski saat motoru ve cerrahi kalay tel gibi parçaları bir araya getirerek tasarruflu prototipler hazırladı. Finansman bulmak için Selfridges mağazasının vitrininde halka açık gösteri düzenledi; düşük çözünürlükte bile hareket eden kuklalar ve kişinin el hareketi mağaza kalabalığını cezbediyor, deney aracının potansiyeli yatırımcılara görünür hâle geliyordu. Bu adım, Baird’e hem BBC laboratuvarına erişim hem de Telegraph Condenser Company’den elektronik bileşen desteği kazandırdı. JOHN LOGIE BAIRD NEYİ İCAT ETTİ? Baird’in icadı temel olarak mekanik tarama kullanan ilk pratik televizyon sistemidir. Delikli disk, ışığı satır taramasına böler ve her deliğin ardışık geçişi, selenyum foto hücre üzerinde akım değişimine yol açar. Ortaya çıkan sinyal, radyo vericisi aracılığıyla iletilir; alıcı konumda ikinci bir disk senkron motorla aynı fazda döndürülerek ışık akımını yeniden satır düzenine çevirir ve neon ekranı modüle eder. Disk çapının büyütülmesi yatay çözünürlüğü artırırken motorun salınım kararlılığı düşüyordu; Baird bu sorunu, diskin dış yüzüne eklediği metal denge halkaları ve maliyeti düşük trifaze senkron motor kullanımıyla çözdü. Böylece kameradan ekrana toplam gecikme bir saniyenin altına indirildi ve seyircinin görüntüyü bütünlerken karşılaştığı titreşim hissi asgariye düştü. JOHN LOGIE BAIRD NEYİ BULDU? Mekanik taramanın ötesinde Baird’in bulduğu kritik yenilik, zayıf ışıkta çalışan iki katmanlı fotoelektrik hücre tasarımıydı. Klasik yekpare selenyum plakanın üzerine ince gümüş oksit film buharlaştırarak oluşturduğu heterojen yapı, ışık fotonlarını daha geniş spektrumda akıma çevirdi. Bu teknik, iç stüdyo ışıklandırmasını yüksek wattlı akkor projektörlere muhtaç olmaktan kurtardı; yüz ayrıntıları düşük ısı üreten basit spot lambalarla yakalanabilir hâle geldi. Foto hücre verimindeki artış, sinyal voltajını radyo modülasyonuna doğrudan uygun seviyeye getirdiği için sistemde harici kuvvet amplifikatör ihtiyacını azalttı, enerji tüketimini düşürdü ve yayının ticari açıdan sürdürülebilirliğini ileri taşıdı. JOHN LOGIE BAIRD İN BULUŞU NE? Baird televizyon prototipini 1928 yılında renkli ve stereoskopik sürümlere genişletmeyi denedi. Eş eksenli üç diskli renk çarkında kırmızı, yeşil ve mavi filtre dilimleri, ardışık kareler halinde iletilerek gözde additive renk karışımı oluşturdu. Disklerin mutlak senkronizasyonu, renk kaymasını milisaniye düzeyinde tutmayı gerektirdiğinden titizlikle ayarlanmış faz kilitleme devreleri kullanıldı. Aynı sene gerçekleştirilen transatlantik iletim, Londra vericisinden New York amatör istasyonuna 30 satırlık görüntü ulaştırarak sinyalin okyanus ötesi yayılımını kanıtladı. Bu gösteri, yatırım çevrelerinin ilgisini dramatik şekilde artırdı; görüntü sinyalinin de ses gibi kıtalar arası dolaşabileceği anlaşılınca, radyo şirketleri stüdyo ekipmanı ve patent hakları için sıraya girdi. BBC, 1929’dan itibaren Baird sistemini kullanarak haftalık deneme yayını başlattı. İzleyiciler, basit bir neon gösterge ekranı ve senkron motorla çalışan disk ekleyerek radyolarını görüntü cihazına dönüştürebiliyordu. JOHN LOGIE BAIRD İN İCADI NE? Baird’in icadı ilk aşamada mekanik görünse de geliştirdiği satır tarama, senkron darbesi ve parlaklık modülasyonu ilkeleri tamamen elektronik televizyon mimarisine doğrudan aktarıldı. EMI ve RCA laboratuvarları katot ışınlı tüp kullanarak 405 satır standardına geçtiklerinde bile satır sayısı, kare hızı ve senkron darbe yapısı Baird terminolojisiyle tanımlandı. Mekanik televizyon kısa sürede modasının geçmesine rağmen Baird laboratuvarı renk işaret alt taşıyıcısı, geniş ekran projeksiyonu ve erken video kaydedici alanlarında Ar-Ge yaparak görüntü teknolojisinin ilerleyişine katkı sundu. Tarama hattı mantığı, bugün bile dijital kodlayıcıların piksel blok sıralamasında referans noktasıdır; aynı şekilde senkron darbesi fikri, HDMI gibi modern arayüzlerde “blanking interval” olarak yaşar. Televizyonun toplumsal etkisi kısa sürede gözle görülür hâle geldi. Haber içerikleri görsel hale geldikçe politik iletişimde etkileyicilik arttı, kültürel ürünler sınır tanımadan yayılmaya başladı. Canlı spor yayınları tribün deneyimini ev ortamına taşıyarak yeni reklam modellerini mümkün kıldı; uzaktan eğitim, konferans ve belgesel formatları bilgi dağarcığını geniş kitlelere ulaştırdı. Baird’in çalışmaları, bunların her birine zemin hazırlayan teknik eşik aşımını temsil eder. Dolayısıyla John Logie Baird in icadı neydi? sorusunun cevabı, tek bir cihazın başarısından ziyade, görüntünün elektrik sinyaline dönüştürülüp toplu dağıtıma açılmasını sağlayan mühendislik çerçevesidir.
Source: Habertürk
Mahfi Eğilmez, Ecevit”li teftiş anısını anlattı: Liyakatin önemini ihmal edenlere ithaf etti
Eski Hazine Müsteşarı Dr. Mahfi Eğilmez kişisel blogunda 1978 yılında yaşadığı bir teftiş sürecine dair anısını paylaştı.Mahfi Eğilmez, Maliye Bakanlığı Teftiş Kurulu’nda görevli olduğu sırada Maliye Teftiş Kurulu Başkanı tarafından kendisine gizli ibareli bir yazı verildi. Yazı, Başbakan Bülent Ecevit imzasını taşıyor ve Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığı’nda çeşitli satın alma ve ihalelerle ilgili yolsuzluk iddialarının incelenmesini talep ediyordu.Yazı, Ecevit tarafından Maliye Bakanı Ziya Müezzinoğlu’na gönderilmiş, Bakan da yazıyı “müfettiş görevlendirilmesi” notuyla Teftiş Kurulu’na havale etmişti. Görevlendirilen Mahfi Eğilmez ve meslektaşı Toper Çağlayan, önce Ankara’daki dosyaları, ardından Urfa’daki yerinde uygulamaları inceledi.Eğilmez’in ifadesine göre, bazı küçük eksiklikler dışında herhangi bir usulsüzlük ya da yolsuzluk tespit edilmedi. İncelemeler sonunda, Eğilmez ve Çağlayan tarafınfan yolsuzluk ya da usulsüzlük tespit edilmediği belirtilen bir rapor hazırlandı. Rapor, “herhangi bir soruşturma açılmasını gerektirecek bir işlem olmadığı kanaatine varılmıştır” cümlesiyle tamamlandı ve Teftiş Kurulu’na teslim edildi.Ecevit”le yaşadıklarını anlattıİki gün sonra, Mahfi Eğilmez Teftiş Kurulu Başkanı tarafından yeniden çağrıldı. Bu kez Maliye Bakanı Ziya Müezzinoğlu da sürece dâhil oldu. Maliye Bakanı Ziya Müezzinoğlu, Mahfi Eğilmez ve Teftiş Kurulu Başkanı’nı Başbakanlık’a götürdü. Eğilmez, Ecevit’in raporu detaylı biçimde incelediğini, birçok yerin altını çizdiğini ve yazının sonunda kendisine teşekkür ettiğini belirtti.Eğilmez, Ecevit”in odasında yaşanılanları şöyle anlattı:”Başbakanlığa geldiğimizde özel kalem müdürü bizi makam odasına aldı. Ziya Bey önde, başkan arkada, ben en arkada Ecevit’in makam odasına girdik. Ecevit bizi görünce ayağa kalktı, masasının yanından geçip karşımıza geldi, elinde bizim raporun dosyası vardı. İçimden “memuriyetin sonuna geldik sanırım” diye geçirdim. Ecevit, hepimizin tek tek elini sıktı, hatırımızı sordu.Dosyayı açtı, birçok yerinin satır altları çizilmiş, sayfaların yanına notlar alınmıştı. Raporun son cümlesini yüksek sesle okuduktan sonra bana döndü: “Bu raporu siz yazmışsınız bir arkadaşınızla beraber değil mi” diye sordu. “Evet, efendim” dedim şaşkınlıktan biraz da kekeleyerek. “Sizi tebrik ederim, hiçbir etki altında kalmadan objektif bir değerlendirme yapmışsınız. Ben bu müsteşarı bilirim, kendisi dürüst bir insandır, ama hakkında ihbar ve şikâyetler olunca tarafsız bir inceleme yaptırmayı uygun gördüm. Siz de bunu gerçekten tarafsız biçimde yapmışsınız, teşekkür ederim” dedi sonra Ziya Bey’e döndü “işte maliye müfettişleri böyledir, bir etki altında kalmadan değerlendirme yaparlar, siz de bilirsiniz” dedi.””Liyakatin önemini ihmal edenlere ithaf ediyorum”Eğilmez yazısının son bölümünde sonradan öğrendiğim bir başka şey de şuydu diyerek teftiş sürecninin ana nedenini açıkladı. Eğilmez “Müsteşar, Demirel tarafından atanmış ve Halk Partililer, Ecevit’in öyle bir isteği olmadığı halde, yerine Halk Partili birisinin atanmasını istiyorlarmış. Bizim yazdığımız rapor, Ecevit’in, partililerin bu isteğini reddetmesine dayanak olmuş” dediEğilmez, yazısını şu cümleyle bitirdi:”Eski Türkiye’den kalma bu anıyı, dönemin sıkıntı ve zorluklarına, yaşanan petrol şoklarının ve ABD’ye kafa tutarak yapılan Kıbrıs çıkartması sonrası Türkiye’ye uygulanan ağır ekonomik ve mali ambargoların yol açtığını görmezden gelerek “eski Türkiye’de kuyruklar vardı” diye dalga geçenlerle liyakatin önemini ihmal edenlere ithaf ediyorum.”
Source: Dünya Gazetesi
Asırlara mühür vuran mimar: Koca Sinan
AA muhabirinin kaynaklardan derlediği bilgiye göre, Kayseri”nin Ağırnas köyünde 1490″da dünyaya gelen Sinan, Yavuz Sultan Selim döneminde devşirme olarak İstanbul”a getirildi.
Yavuz Sultan Selim”in 1516″da başlayan Mısır seferine katılarak bölgedeki mimari eserleri tanıma imkanı bulan Sinan, Selçuklu ve Safevi dönemi yapılarının yanı sıra bölgedeki antik yapıları da inceledi. Böylece mimari-şehir ilişkileri ile kent planlaması konularında önemli birikim elde etti.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise yeniçeri olan Sinan, 1521 Belgrad ve 1522 Rodos seferlerine katıldıktan sonra başarılarıyla yükseldi.
Irakeyn seferi sırasında 1534″te Lütfi Paşa”nın emriyle Tatvan”da Van Gölü kıyısında 3 kadırga inşa eden Sinan, idaresini de üstlendiği bu gemileri top, tüfek gibi silahlarla donatarak Safevi birliklerinin durumu hakkında bilgi topladı.
Bir nehir üzerine 13 günde kurduğu köprü baş mimarlık getirdi
Kanuni Sultan Süleyman”ın birçok seferinde yakınında bulunup, hizmet eden Sinan”ın asıl amacı ise mimarlık yapmaktı.
Yine Sadrazam Lütfi Paşa”nın görevlendirmesiyle 1538″de Kara Boğdan (Moldova) seferinde Prut Nehri üzerine 13 günde yaptığı köprüyle Kanuni”nin takdirini kazanarak baş mimarlık makamına getirildi.
Mimar Sinan, baş mimarlık görevini Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat dönemlerinde 49 yıl yerine getirdi.
Süleymaniye”nin yanı başında mütevazı türbe
Mimar Sinan, yaklaşık bir asırlık ömrünün son dönemine kadar çalışmalarını şevkle sürdürüp, 1588″de İstanbul”da vefat etti. Yukarıdan bakıldığında bir pergel görünümlü türbesi, en önemli eserlerinden Süleymaniye Külliyesi”nin hemen yanında yer alıyor.
Vakfiyesine göre, eşi Mihri Hatun olan Mimar Sinan”ın 3 çocuğu oldu. Kızlarının isimleri Neslihan ve Ümmühan olan Mimar Sinan”ın oğlu Mehmed ise kendisi hayattayken şehit oldu.
Mimar Sinan, yaklaşık 50 yıllık baş mimarlık serüveninde irili ufaklı yüzlerce yapıyı tasarlayıp inşa ederken bazı binaları da tamir etti. Sinan, hayatı boyunca 82 cami, 52 mescit, 55 medrese, 7 darülkurra, 20 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 6 su yolu, 10 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 hamam olmak üzere 350″den fazla esere imza attı.
Eserleri arasında en fazla cami, mescit ve külliyeler dikkati çekse de Mimar Sinan, köprü ve su kemeri gibi farklı alanlarda da önemli yapılar inşa etti.
İstanbul”un su sorununu çözdü
Mimar Sinan”ın mühendislik harikası olarak nitelendirilen Kırk Çeşme Su Tesisi ile İstanbul”a 55 kilometre mesafeden su ulaştırıldı. Baş havuz ile küçük havuzlar, çökeltme havuzları, su kemerleri, bentler, katmalar ve maksemler inşa eden Sinan, 16. yüzyılda İstanbul”da yaşanan su sorununu çözdü.
Bu tesisin önemli parçaları olan Uzun Kemer, Kırık (Eğri) Kemer ve özellikle Mağlova Kemeri dünyada benzeri olmayan mimarlık ve mühendislik abidesi olarak halen ayakta duruyor.
Yaşadığı dönemin sanat dallarıyla da yakından ilgilenen Mimar Sinan, eserlerinde 16. yüzyıl Osmanlı çini, hat, oymacılık ve tezyinat sanatlarını da bünyesinde barındırdı.
Sinan, baş mimar olduğu sürece inşa ettiği cami, külliye, köprü gibi eserlerin yanı sıra bazı eski yapıların restorasyon ve tamirini de gerçekleştirdi.
Ayasofya Camisi”nin ayakta kalması için önemli çalışmalar yapan Sinan, 1573″te caminin kubbesini onararak çevresine payandalar yaptı. Yaptığı dokunuşlar Ayasofya”nın bugünlere sağlam olarak gelmesini sağladı.
Eski ve önemli eserlerin yakınına inşa edilen, onların görünümlerini bozan yapıların yıkılmasıyla ilgili de çalışan Sinan, Zeyrek Camii ile Rumeli Hisarı civarına yapılan bazı ev ve dükkanların yıkımını sağladı. Sinan ayrıca, su yolları, İstanbul caddelerinin genişliği, evlerin yapımı ve lağımların bağlanmasıyla da uğraştı.
Çıraklık, kalfalık ve ustalık eseri olan külliyeler
İmparatorluğun birçok şehrinde eserlere imza atan Mimar Sinan, mimarlıkta kat ettiği aşamaları 3 büyük külliye ile tanımladı.
Sinan, 1548″de tamamladığı Şehzade Camisi”ni “çıraklık eseri”, 1557″de tamamladığı Süleymaniye”yi “kalfalık eseri”, 1575″te ibadete açılan Selimiye”yi ise “ustalık eseri” olarak nitelendirdi.
Ortaya koyduğu camiler, külliyeler, köprüler ve diğer eserleriyle imparatorluğun başkenti İstanbul”u da zenginleştirerek şehrin siluetini belirleyen Mimar Sinan, İstanbul”da 36 cami, 22 mescit, 18 mektep ve medrese, 4 darülkurra ve kitaplık ile 12 hamam inşa etti.
Mimar Sinan”ın İstanbul”da yer alan eserleri şöyle:
Ahi Çelebi Camii, Cihangir Camii, Çavuşbaşı Camii, Defterdar Ebul Fazl Camii, Draman Camii, Emir Buhari Camii, Atik Valide Camii, Ferruh Kethuda Camii, Gazi Ahmet Paşa Camii, Kazasker Abdurrahman Çelebi Camii, Hacı Evhad Camii, Hadım İbrahim Paşa Camii, Haseki Sultan Camii, Hoca Hüsrev Ramazan Efendi Camii, Hürrem Çavuş Camii, Kapıağası Mahmud Ağa Camii, Kasım Paşa Camii, Kılıç Ali Paşa Camii, Merkez Efendi Camii, Mihrimah Sultan Camii (Edirnekapı), Mihrimah Sultan Camii (Üsküdar), Molla Çelebi Camii, Muhiddin Çelebi Camii, Nişancı Camii, Odabaşı Camii, Piyale Paşa Camii, Rüstem Paşa Camii, Sinan Paşa Camii, Sokullu Mehmet Paşa Camii, Süleymaniye Camii, Şah Sultan Camii, Şehzade Camii, Şemsi Paşa Camii, Turşucuzade Hüseyin Çelebi Camii, Zal Mahmud Paşa Camii.
Abdi Subaşı Mescidi, Arpacıbaşı (Hayrettin Çelebi) Mescidi, Beyceğiz Mescidi, Çilingirler (Ruznameci Abdi Çelebi) Mescidi, Defterdar Mahmud Efendi Mescidi, Duhanizade Mescidi, Hacegizade Mescidi, Hacı Hamza Mescidi, Hacı Hasan Mescidi, Hacı Paşa Mescidi, İbrahim Paşa Zevcesi Mescidi, İlyaszade Mescidi, Kasap Hacı İvaz Mescidi, Meşeli Mescid, Münzevir Karcı Süleyman Subaşı Mescidi, Pazarbaşı Mescidi, Saray Ağası (Davut Ağa) Mescidi, Sarraf (Savak) Mescidi, Sırmakeş Mescidi, Süleyman Subaşı (Kirazlı) Mescidi, Şeyh Ferhat Mescidi, Üçbaş Mescidi.
Mektep ve medreseler
Abdüsselam Medresesi, Atik Valide Medresesi, Hacegizade Medresesi, Hacı Evhad Mektebi, Hafız Mustafa Çelebi Mektebi (Taş Mektep), Haseki Hürrem Sultan Medresesi, İbrahim Paşa Medresesi, Kapıağası Cafer Ağa (Soğuk Kuyu) Medresesi, Kapıağası Mahmud Ağa Mektebi, Kılıç Ali Paşa Medresesi, Mihrimah Medresesi (Üsküdar), Mihrimah Mektebi (Üsküdar), Mihrimah Medresesi (Edirnekapı), Nişancı Mehmed Bey Medresesi, Sokullu Mehmed Paşa Medresesi, Süleymaniye Medresesi, Şehzade Medresesi, Şehzade Mektebi.
Ayas Paşa Türbesi, Barbaros Hayreddin Paşa Türbesi, Büyük Piyale Kasım Paşa Türbesi, Gazi Ahmed Paşa Türbesi, Hacı Paşa Türbesi, Haseki Hürrem Sultan Türbesi, Kanuni Sultan Süleyman Türbesi, Kılıç Ali Paşa Türbesi, Merkez Efendi Türbesi, Rüstem Paşa Türbesi, Siyavuş Paşa Türbesi, Sokullu Mehmet Paşa Türbesi, Sultan Selim Türbesi, Şehzadeler Türbesi, Zal Mahmut Paşa Türbesi.
Darülkurra, kitaplıklar ve hamamlar
Hüsrev Kethüda Darülkurrası, Merkez Efendi Kitaplığı, Müfdi Sadi Çelebi Darülkurrası, Sokullu Mehmed Paşa Kitaplığı.
Ağa Hamamı, Ayakapı Hamamı, Fındıklı Hamamları, Hacı Evhad Hamamı, Haseki Hürrem Sultan Hamamı, Hüsrev Kethüda Hamamı, Kılıç Ali Paşa Hamamı, Lütfü Paşa Hamamı, Merkez Efendi Hamamı, Mihrimah Hamamı, Valide Sultan Hamamı, Yakup Ağa Hamamı, Yeşil Direk Hamamı.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
Source: