“Tarihsel Olaylar – Geçmişten Günümüze Türk İstiklalinin İzleri”

Bu iktisat bize nerelerden geldi? (8)

Mevsimin son yazısı ile bu diziyi noktalayalım. Yazdıklarımı yinelemeyeyim. İleride satırbaşı olacaklar varsa onlara dikkat çekeyim. Kapitalizmdeyiz ve onu konuşuyoruz. Onu kavramalıyız. KISA BİLGİ İki yüzyılı aşkın süredir gelişip kurumlarını oluşturmuş kapitalizm, 1970’lerde, sermaye sınıfının “servet”e doğru yol alacağı bir rotaya yöneliyor. İnsana değil, servete doğru. İnsanı buna göre şekillendirecek bir kurguya doğru. Tarihte önde gelen “görevi” üretimdi. O zeminde emek-sermaye çelişkisinin boğuşmalarıyla yorulmuştu da bir makas değişikliği mi yapıyor? Derin konu! Ancak görünen o ki bilimin pratiğe dönüşmesidir diyebileceğimiz “teknoloji” bu yeni rotaya tabi oluyor. Rotanın senaryosu var. Onda siyasette demokrasi arayışı yok. Siyasette “zor”la elde etme var. İçte ve dışta “hır çıkarma”, siyasette kimliğin belgesi gibi “tedavül”e giriyor. KRİZ VE GÜÇ Servete yol alan rotada sermaye “para damarı”ndan, finans piyasalarından genişledi. Ana damar oldu. Daha önce yazdım, paylaştık. Sermayenin “olmazsa olmaz”ı kriz de bu damarın şişmesinden, balonlaşmasından doğacaktı. Öyle oldu. “Para damarı”nın piyasaları denetlenemezdi, “serbest”ti. İşte o damar “içten patladı” (“implosion”). Yer: Sistemin ve senaryonun merkezi Amerikan ekonomisi ve onun kalbi Wall Street. Tarih, 2008. Burada ilginç bir noktaya geliyoruz. Servete odaklanmış rotada “varlık piyasaları” ve bunu besleyen “gölge bankacılık” (“shadow banking”) sınıfsal gücün ana ekseni olmuşlardı. 2008’de ikisi birden çöktü. “Büyük Çöküş” bir “obruklar silsilesi” idi. (Meraklı okur, o tarihte Dow Jones ve Nasdaq piyasalarının çöküşüne bakmalıdır.) İlginç nokta da burada ortaya çıkıyor. Sermayenin sınıfsal gücündeki “Büyük Çöküş” onarılabilecek mi? Kim onaracak? Kriz, bir akademisyenin deyişiyle zaten “Finansın Yamyamlaşması”ndan doğmadı mı? (Samuel Knafo, 2021) O finans kendini ve başkalarını yiyip bitirmedi mi? Kapitalizm çökmeye mi bırakılacak? Bir rota değişikliği ile sermaye servete giden yoldan vaz mı geçecek? Karar: Kapitalizmi kurtaracak güç vardır! Sermaye sınıfı ve dünyanın “ağa devleti” bu tarihi senaryoda başlangıçtan itibaren kaynaşıp özdeşleşmiştir. Rotayı başından beri destekleyen devlet onarımı yapacak ve rotayı yerine oturtabilecek “tek güç” olarak kendi gücünü harekete geçirecektir. Onarım usulünce olmazsa, usuller dışında yapılacaktır. Bunu dünyaya göstermek şarttır. Oyun dünya çapındadır. “Ağa devlet” buradan, böyle baktı. Kapitalizmin kaderi ve işleyişi benden sorulur, dedi. Tek yol servet, dedi. Krizi kapitalizme mesaj olarak gördü. Ve kendi gücünü dünya çapında takviye etmek, kanıtlamak için fırsat saydı. Devlet, yani FED ve Hazine böylece birlikte, tek güç olarak sistemin merkezine oturdular. Dünya ekonomisinin tartışılmaz ağırlık ve güç merkezi olarak kabul edildiler. 1979’un “Volcker Balyozu”ndan sonra, “ağa devlet” 2008’i de “balyoz gibi” kullandı. SİZİ ŞÖYLE ALALIM Türkiye kapitalizme “giriş”ini 2000’lerle, dünya kapitalizmine alınarak yaptı. Öz olarak, pratik olarak “tarihi geçmişi” bu kadar. Daha önceki kapitalist kırıntılar son 20 küsur yılın profillerini, çelişkilerini, krizlerini açıklayamıyor. “İç menfaat oluşumları” 2000’lerin ülke sermaye sınıfı oluyor. “Sınıflığı”nı dünya kapitalizminin 1970’lerle başlayan, 2000’lerle tam gaz ilerleyen senaryosundan alıyor. 2000’lerin “ittifak”ında siyasal kimlik buluyor. Önce ve devamında, daha önce, Cumhuriyetle oluşmuş ve birikmiş toplum “varlıkları”nın tümüne “meta” olarak bakıyor ve el koyuyor. Çünkü geçmişinden gelen, toplum çapında bir “üretim tarihçesi” yoktur. Sonra, bu “varlıklar”a “dolar”la fiyat biçiyor ve onları “satılık meta” olarak satıyor. Çoğu elden ele geçiyor. “Her şey satılıktır kapitalizmi” de denilebilir. Ve bu noktada duruyor. Daha gelişmiş bir “üretim aşaması”na geçebilecek “tarihi ciddiyet”e sahip değil. Bu “reel” aşamaya geçmenin “gücü”nü oluşturamıyor. “Dolar”la beslense de krizleri finansal değil “reel”dir. Çünkü “gelişme”, “reel bir şey”dir. Bir sosyal sınıf sahip olduğu üretim tarihçesinin görgüsü ile gelişir. Bununla iddia sahibi olur. Son 20 küsur yıllık sermaye sınıfının o görgüsü, onunla oluşacak “reel” gücü yok, “reel zafiyeti” var. Krizleri, kurduğu “ittifak” gereği hem ekonomik hem siyasaldır. İç içedir. Krizlerinden “gücün onarımı” değil, çaresizlik senaryolarının çıkması doğaldır. Dünya ekonomisinde yerinizi belirlemek için birikmiş bir üretim örfünüz, görgünüz yoksa size kendi belirleyecekleri bir yer gösterirler. Buyurun, size şu yeri ayırdık, şöyle alalım, maşallah yakıştı, derler. Kapitalizmin özelliğidir. Çünkü ucuz emekle, ithalatla, dünya piyasasına ucuz mallar üretiyorsunuz. Yüksek faizle, piyasa değeri yüksek olmayan menkul değerlerle borçlanıyorsunuz. Ve hem ticaretinizi hem sermaye hesabınızı açıkla sürdürebiliyorsunuz. Dünya minderinde “güç sıkleti” tartısı bunlarla yapılıyor. Güreşçilerinki gibi. (Bir kenara not edelim, “ağa devlet” bu tartıya girmez. O, bir Fransız’ın gözlemiyle, “pek özel bir ayrıcalığa” (“exorbitant privilege”) sahiptir.) YOLUMUZ FİNAN YOLU, GELİN 2008’in eylülünde Lehman Brothers çökerken “ağa devlet” harekete geçti. Piyasaların kredi sistemi devre dışı kalmıştı. Devlet ağır silah kullanacaktı. Bir “kapitalist devlet kredi sistemi” kuruldu. Hemen. FED “dolarları” ile dünya finans sisteminin kalbine yerleşti. Çünkü finans bu senaryo sayesinde bir “dünya dokusu” olmuştu. Bir “trol ağı”nın dibi kazıyıp tüm balıkları çekişi gibi dünya kaynaklarının yarattığı “fazla”ları merkeze sürekli olarak çekmek, öncelikle Wall Street’in peteğine bal yapmak, sonra “nema”ları dünyada dolaştırmak finansın baş göreviydi. İktisatçılar buna “recycling” diyorlar. Yani “dolaştır, dolaştır” ! Önce FED, çok derin bir kuyudan su çeker gibi trilyonlarca “dolar”ı çökmüş piyasalara boca etti. Ne kadar? Çeşitli araştırmalar çeşitli sayılar veriyor. Daha önce yazdım. Tümü “örtülü” 16 trilyondan, 28’e, 48’e kadar değişen büyüklükler var. Kapitalizmin “yüreğine su serpmek” böyle oluyor! Dikkat: FED bunu sanayie vermedi. Tümünü finansa verdi. Demek ki neymiş? Rota değişmeyecek, senaryo devam edecek. Yeter mi? Yetmez ama evet. FED “dolarları” ile finans üzerinden dünyaya likidite ihraç edersek, kapitalizmin “recycling”i sayesinde Wall Street’le dünyanın “fazlaları”nı toplayabiliyoruz. Ancak, unutmayalım, “ağa devletin kurduğu kredi sistemi” sadece Wall Street’i beslemeyi hedeflemiyor. Devletin Hazine’si bu “dolaştır, dolaştır”ın temel ayağıdır. “FED dolarları karşılıksızdır!” diye düşünenler yanılır. Çünkü o trilyonlarca doların karşılığı o devletin Hazine borç senedidir. Daha berrak söylersek, bunun dünyaca Böyle kabul edilmesidir. “Ağa devlet” 2008’in “Büyük Çöküş”ünden sonra dünyaya “Başka senaryo yoktur. Benim “FED+Hazine” ile önünüze koyduğum “Güç”ten başka bir güç yoktur” demiştir. Obama o yıllarda “Biz dünyanın en büyük borçlusuyuz!” sözünü iftiharla söylediği zaman, bunu söylüyordu. ABD federal borcu 2008’de 10 trilyon dolar ve GSYİH’nin (ulusal gelir, diyelim) yüzde 60’ı iken, 2020’de 26 trilyonla yüzde 105, 2024’te 35 trilyon’la yüzde 120’yi vurdu. Bugün 36 trilyon doları aşmış, gidiyor. Müzik henüz devam ediyor! UYUM Dünya olup bitenlere ne tavır aldı? Başkaldıran oldu mu? Ne münasebet. Kapitalizmin iri çevreleri durumu tam kestiremediler. İlginç tavırlar da oldu. Avrupa kapitalizminde önce bir bıyık altı gülümseme görüldü. Onların dilinde “schadenfreude” diyorlar. Birinin mutsuzluğundan keyif almak, diyebiliriz. Ama iki yıl geçmeden bulaşıcı kriz Avrupa finansını vurunca, oradan “Yandım Allah”ın Frenkçe çevirisi olan sesler geldi! Neyse, kısa sürede “ağa devlet” desteğiyle Avrupa’nın uyumu sağlandı. Buna girmeyelim. “Uyum” 1970’lerden sonra kapitalizmin sözlüğüne yerleşti. Sihirli bir anahtar sözcük oldu. Sonra, rota belli olup senaryo işlemeye başlayınca “her eve lazım” kabilinden işleklik kazandı. 1990’larla, ekonomi zeminini aşıp siyaset dünyasının söylemlerinde de bir yeni parola değerine sahip oldu. Bunu merak ediyorsak “uyumun simgesi” için “sol”a bakmalıyız. Doğru sonuç alabilmek için daima “sol”a bakacaksınız. Yanılmazsınız. 1990’ların sonunda uyum testi “simge” olarak Blair’i göstermişti. Şimdi de Starmer’ı gösteriyor. “Sosyalist Enternasyonal” mi? Hani, 1914’te kapışacak kapitalizmin savaş bütçeleri için onay veren kuruluş mu? Şimdi ne yapıyor acaba? 1973-74’TE MİYİZ? Bu yazı “savaş”tan az önce yazıldı. 16 Haziran’da basımı ertelendi. Şimdi, yazının son bölümünü çıkarıp, değiştirip “savaş”ın ekonomide dünyaya ve bize “hediye”si olacak ilk etkiler üzerine birkaç söz söyleme zorunluluğu doğuyor. Sözü söyleten, daha önce görüp yaşadığımız 1973- 74 “filmi”dir. Yine yeniden çevrilen, benzer “artistler”le oynanan bir Hollywood prodüksiyonundayız galiba. İlk etki, ekonomilerde stok ihtiyacının ve böylece “dolar”a talebin artışıyla bu “nesne”nin fiyatının artışıdır. Yapay bir fiyat yükseltme operasyonu! Stok artışı kadar önemli olan temel girdilerin, başta enerji hammaddeleri, fiyatlarının artışı olacaktır. Bunların ödemesi de “dolar”la yapıldığına göre, bu daha kalıcı bir etki yaratır. Zincirleme etki, başta sanayi girdileri olmak üzere “yaylım ateşi” şeklinde fiyatların artışıdır. Sanayi ülkeleri kazanır. Ekonomide ithal bağımlılığına alışmış ülkeler, başta Türkiye gelmek üzere, kaybederler. Sermaye sınıfının ekonomiyi 20 küsur yıl önce dünya kapitalizmine hediye ettiği bir ülkede, bu “savaş prodüksiyonu” önce dış açığı büyüterek ek “dolar” gereksinmesi yaratır. Yani, birkaç yönlü etki yapar. Fiyat ve “dolar” etkileri kaçınılmaz olarak “daha çok TL” gereksinmesi demektir ki sermaye sınıfının “üretim tembelliği”ni hesaba katınca, daha çok TL, daha yüksek enflasyon demek olur. Bunlar 19 Mart’ın “sermaye kaçışı” ile akraba etkilerdir. Bunlar ilk “reel” etkiler. “Deflasyon misyonu”na kilitlenmiş bir finansal tabloda yaşadığımıza göre, TCMB’nın rezerv yönetimi başta olmak üzere “swap”ların ve repoların “pahalılaşacağı”nı, banka bilançolarının habire yeniden düzenleneceğini ve bunların topluma maliyetini düşünelim. Kısaca, kendini 20 küsur yıl önce dünya kapitalizmine vermiş, ucuz emek, ucuz mallar ve hizmetler ve yüksek borçlanma zorunluluğu giysisini giymiş bir ekonominin işi 1973-74’ten daha zordur. Hele, o gün söz konusu olmayan bir “deflasyona kilitli” iktisat bakışını hesaba katarsak. “Ağa devlet”in dünya stratejisinde, bugünkü “servete koşan” senaryosundan vazgeçememenin açmazını başta bölgemiz olmak üzere dünyada sürekli savaş gerginliği ile telafi etme ve bağdaştırma tablosu nereye varır? Bu apayrı yazılacak bir yazı oluyor. Erteleyelim.

Source: Bilsay Kuruç


‘Yurdun bütünlüğü, milletin istiklali’ – Doç. Dr. Hüner Tuncer

Büyük Atatürk’ün, 1919 Mayıs’ında Anadolu’ya ayak bastığında kararı şu olmuştu: Ulusal egemenliğe dayalı tam bağımsız bir Türk devletinin kurulması. Temel ilke, Türk ulusunun onurlu bir ulus olarak yaşamasıydı. Bu da ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilirdi. Bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uşaklıktan öte bir gözle görülmeye layık olamazdı. Atatürk’ün sözleriyle, yabancı bir devletin güdümüne girmeyi istemek, güçsüzlüğü ve uyuşukluğu benimsemekten başka bir şey değildi. Emperyalist güçler, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı Devleti’ni tarihe gömme zaferiyle kendilerinden geçerken “Mustafa Kemal” isminde bir kahraman, bir dâhi ortaya çıkarak, o güne değin yenilmez sayılan Avrupa devletlerini yenmiş ve Türk ulusundan oluşan yepyeni bir devleti tarih sahnesine çıkarmıştı. Mustafa Kemal ismindeki bu dâhi, Türk halkına “ulus” olma bilincini aşılamış; Osmanlı Devleti tarafından sürekli ihmal edilmiş ve hor görülmüş olan Anadolu halkının yeniden kendine güvenmesini sağlamış; Türk halkına, isterse tüm olanaksızlıklar içinde dahi vatanını düşman güçlere karşı savunabileceği inancını benimsettirmişti. ULUSAL DİRENİŞİN İLK BELİRTİLERİ Mustafa Kemal, “ordu müfettişi” olarak görevini 8 Haziran 1919’a değin Havza’da yapmıştı. İstanbul’daki İşgal Kuvvetleri Komutanı Amiral Calthorpe, 8 Haziran’da Hariciye Nezareti’ne gönderdiği bir notayla Mustafa Kemal’in geri çağrılmasını istemişti, çünkü Samsun’da çıkan karışıklıklarda Mustafa Kemal’in de önemli bir rol oynadığını iddia etmekteydi. 8 Haziran’da Harbiye Nezareti tarafından geri çağrılan Mustafa Kemal, 10 Haziran’da arkadaşları Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ile Albay Hüseyin Rauf (Orbay)’u iletişim ve güvenlik açılarından daha uygun gördüğü Amasya’ya çağırmış ve kendisi de 12 Haziran 1919’da Havza’dan Amasya’ya geçmişti. Amasya’ya çağrılan diğer kişiler ise şunlardı: Samsun Mutasarrıfı Hamit Bey ve 3. Kolordu Komutanı Albay Refet (Bele). 2. Ordu Müfettişi Cemal (Mersinli) Paşa ile 15. Kolordu Komutanı Kâzım (Karabekir) Paşa yerlerinin uzaklığı ve katılmalarının gizlenemeyeceği gerekçeleriyle Amasya’ya gelememişlerse de kapalı tellerle görüşmelerin gidişatından haberdar kılınmışlar ve alınan kararlara katılmışlardı. Mustafa Kemal’in kararı, Anadolu’dan yönetilecek bir hareketin başına geçmekti. 12 Haziran akşamı Amasyalılara seslenen Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçişinin amacı olan ulusal direnişin ilk belirtilerini gösteren şu konuşmayı yapmıştı: ‘HEP BERABER YEMİN EDELİM!’ “Aziz Amasyalılar, Padişah ve hükümet, İtilaf Devletleri’nin elinde esir durumundadır. Memleket elden gitmek üzeredir. Bu kötü duruma çare bulmak için, sizlerle işbirliği yapmaya geldim. Hep beraber aziz vatanımızı ve istiklalimizi kurtarmak için, bütün gayretimizle çalışacağız. İzmir’den sonra Manisa ve Aydın’ın işgali, gelecekteki tehlikeyi daha açık göstermektedir. (…) Dayanılması imkânsız bu acıklı durum karşısında derhal bir teşkilat kurmak ve büyük devletlerin temsilcilerine etkili telgraflar çekmek lazımdır. Amasyalılar! Burası, Havza’dan ötesi Pontus oluyor. Sivas’tan doğusu Ermenistan’a katılıyor. Memleket İngiliz mandası altına giriyor. Tarihi büyük Türk milleti böyle bir esareti kabul edemez; milletimizin tarihi şerefi büyüktür… Amasyalılar! Düşmanların Samsun’dan yapacağı herhangi bir asker çıkarma harekâtına karşı ayaklarımıza çarıklarımızı çekerek, vatanı en son kayasına kadar savunacağız. Allah milletimize mağlubiyeti gösterirse, bütün evlerimizi, mallarımızı ateşe vererek ve vatanı bir yıkık yurda çevirerek, boş bir çöl halinde düşmana bırakacağız. Amasyalılar, hep beraber yemin edelim!” ULUSUN KADERİNİ ÇİZEN BİLDİRGE Mustafa Kemal’in bu uyarıları üzerine, Amasya’da da bir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuştu. 19 Haziran’da Amasya’da başlayan görüşmelerin sonunda, 21, 22 Haziran 1919 gecesi Mustafa Kemal’in burada yazdırdığı tamimin (bildirge) esasları şunlardı: 1) Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir. 2) İstanbul’daki hükümet, üstlendiği sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. 3) Ulusun bağımsızlığını yine ulusun kararı kurtaracaktır. 4) Ulusun haklarını dile getirmek ve bütün dünyaya duyurmak için, her türlü denetimden uzak ulusal bir kurulun varlığı çok gereklidir. 5) Sivas’ta ulusal bir kongrenin toplanması kararlaştırılmıştır. 6) Bütün illerin her sancağından halkın güvenini kazanmış üç delegenin hemen yola çıkarılması gerekmektedir. 7) Delegelerin kimlikleri gizli tutulacaktır. 8) Doğu illeri adına Erzurum’da 10 Temmuz’da bir kongre toplanacaktır. Amasya Tamimi’nde üzerinde özenle durulması gereken husus, “ulus” ve “vatan” kavramlarıdır. Bundan böyle “ümmet” ve “padişahın mülkü” kavramlarına yer olmayacaktır. Mustafa Kemal; Amasya Tamimi’nde ilk kez “ulusun bağımsızlığı”, “ulusun kararı”, “ulusun hakları” ve “ulusal bir kurul” kavramlarını dile getirmekte ve böylelikle, artık Osmanlı Devleti’nin ve bu devletin temellerini oluşturan kavram ve kurumların tarihe karıştığını ve onların yerlerine yeni bir devletin temellerinin atıldığını vurgulamaktadır. ANADOLU İHTİLALİ BAŞLADI Mustafa Kemal, ilk kez Amasya Tamimi ile, Türk ulusunun birlik içinde harekete geçmesini ve bütünleşmesini öngörmektedir. İşte Anadolu İhtilali, Amasya Tamimi ile başlamaktaydı! Başta AKP iktidarı olmak üzere aydınlarımızın, gençlerimizin ve halkımızın Amasya Tamimi’nden çıkartacağı çok dersler olduğu kanısındayım! Atatürk Cumhuriyeti’ni yaşatabilmek için büyük Atatürk’ün, Ulusal Kurtuluş Savaşı yolunda yürürken gerçekleştirdiği mucizeyi, kahramanlık öykülerini her vesileyle anımsamalı ve çağdaş bir Türkiye’yi yeniden inşa etme umudunu yitirilmemeliyiz. Doç. Dr. Hüner Tuncer

Source: Olaylar Ve Görüşler


Fransa Cumhurbaşkanı”nın otomobili Türkiye”ye geliyor

Stellantis in Fransız premium otomobil markası DS Automobiles, yeni amiral gemisi modeli DS N°8’i, İsviçre deki Avrupa lansmanında asfalta çıkardı. Yüzde yüz elektrikli otomobilin, markanın DS 9 isimli sedan modelinin yerini alması hedefleniyor. Markanın ürün gamının en tepesinde konumlandırılan DS N°8, sedan yerine SUV Coupe tasarımında üretilmesi ile de dikkat çekiyor. Türkiye de artık Tofaş bünyesinde temsil edilen Fransız marka, yeni dönemde iddialı hedefleri benimsemiş durumda. Tofaş ın Stellantis Türkiye yi devralması sonrası DS Automobiles e ek olarak Alfa Romeo ve Jeep markalarından da sorumlu hale gelen Selim Eskinazi, İsviçre nin Cenevre kentindeki lansmanda dikkat çeken açıklamalarda bulundu. KOÇ GRUBU MARKAYA KATKI SAĞLAYACAK Eskinazi, Türkiye nin tüm dünyadaki DS satışlarında 5 inci büyük ülke olduğunu vurgulayarak, Hedefimiz en büyük ilk 4 ülke arasına girmek. Geçen yıl 8 bayimiz ile bu hedefe çok yaklaştık. Öyle ki, 4 üncü ülke ile aramızda 300 adet satış farkımız bulunuyor. Bu yıl sonunda bayi sayımızı 18 e çıkararak basamak atlamak istiyoruz dedi. Tofaş çatısı altına girmenin Fransız markanın Türkiye de büyümesinde rol oynayacağını da kaydeden DS Automobiles Direktörü Selim Eskinazi, Bu birleşmeden Stellantis markaları içerisinde en pozitif etkilenecek olanlar biri DS Automobiles. Tofaş ın filo ve satış sonrasında çok önemli bir gücü var. Koç Grubu nun yarattığı güven markamıza katkı sağlayacak. İkinci el konusunda da Tofaş ın pozitif etkisini göreceğimize inanıyorum ifadelerini kullandı. 2024 te toplam satışlarının yüzde 30 unu filonun oluşturduğunu da kaydeden Eskinazi, bu sayede araçları yolda daha görünür kıldıklarını da vurguladı. Selim Eskinazi nin verdiği bilgiye göre, aynı zamanda Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron un resmi otomobili de olan N°8 in yılın son çeyreğinde Türkiye ye getirileceğini de belirtelim. Peki, Türkiye ye getirilecek N°8 in özellikleri neler? Gelin Fransız amiral gemisinin özelliklerine birlikte yakından bakalım… TEK ŞARJ İLE 750 KM Yüzde yüz elektrikli otomobilin teknolojisi ile başlayacak olursak, WLTP döngüsünde 750 km’ye varan ve otoyolda 500 km’ye varan bir menzil sunan otomobilde, 213 bg ve 350 bg güç üreten güç-aktarma organı seçenekleri sunulacak. Verilen bilgiye göre, 350 bg güç üreten versiyonda dört tekerlekten çekiş sistemi için iki elektrik motoru yer alıyor. Baz motor seçeneği dışındaki motorlarda, kısa süreli olarak bir güç artışı (boost) özelliği bulunuyor. Bu sayede uzun menzilli dört tekerlekten çekişli versiyon 25 beygirlik artışla 375 bg güce ulaşıyor. Önden çekişli versiyon, 0’dan 100 km/sa hıza 9,0, saniyede ulaşırken, uzun menzilli dört tekerlekten çekişli versiyon ise aynı hızlanmayı 5,4 saniyede gerçekleştiriyor. DS N°8’in azami hızı 190 km/sa ile sınırlandırılmış durumda. Türkiye ye getiricek N°8 lerde, 97,2 kWh net kapasiteye sahip batarya görev yapacağını da söyleyelim. ŞİMDİLİK SADECE ELEKTRİKLİ, HİBRİT SEÇENEK MASADA Öte yandan, şimdilik sadece tam elektrikli bir şekilde üretilecek DS in yeni amiral gemisinin, önümüzdeki yıllarda farklı güç seçeneklerine sahip olma ihtimali de bulunuyor. Cenevre deki lansmanda temaslarda bulunduğumuz markanın Fransız yöneticileri, otomobilin Stellantis Grubu nun STLA Medium platformunu kullandığını belirterek, bu platformun hibrit ve benzinli güç seçeneklerini de desteklediğini söyledi. Bu sayede, satışların performansını takip edecek markanın, gelecek talebe göre plug-in hibrit gibi güç seçeneklerini de ileride ürün gamına ekleyebileceği belirtiliyor. TÜRKİYE YE ÖZEL PERDE İLE GELECEK Ölçüleri, 4,82 metre uzunluk, 1,90 metre genişlik, 1,58 metre yükseklik ve 2,90 metrelik aks mesafesi olarak açıklanan otomobil, kabin içinde ferah bir yaşam alanı sunuyor. Kabin içinde 10,25 inç HD dijital gösterge paneli ve 16 inçlik merkezi medya ekranı gibi teknolojilere yer verilen araçta, markanın en son konsept otomobillerinden esinlenilerek tasarlanan X şeklindeki direksiyon simidi kullanılıyor. Ön koltuklarda masaj, havalandırma ve ısıtma özellikleri yer alıyor. Koltuklarda ayrıca, ense bölgesine sıcak hava üfleyen ense ısıtma sistemi de yer alıyor. Aracın tavanını boydan boya kaplayan panoramik cam tavan da standart donanımda yer alıyor. Açılma özelliği bulunmayan cam tavanda herhangi bir perde de bulunmuyor. Cam tavanın güneşli havalarda sorun yaratmaması adına, DS Automobiles Türkiye ekibinin elektrikli ve manuel olarak açılabilen iki farklı perde seçeneğini müşterilerine opsiyon olarak sunacağının da bilgisini verelim. FRANSA CUMHURBAŞKANININ OTOMOBİLİ İLE LOZAN A YOLCULUK Mesleğimiz gereği sıklıkla otomobil markalarının farklı coğrafyalarındaki lansmanlarına katılıyoruz. Marka ve modelden bağımsız olarak, seyahat deneyimi açısından büyük ölçüde aynı konseptte gerçekleşen bu lansmanlardan bazıları ise ben ve meslektaşlarım arasında güzel hatıralar, hatta unutulmaz izler bırakıyor. İşte DS N°8 in Cenevre deki Avrupa lansmanı da, ileride dönüp baktığımızda güzel bir şekilde anımsayacağımız bir otomobil lansmanı olarak geride kaldı. Lansman kapsamında, İsviçre-Fransa sınırındaki Divonne-les-Bains ve Cenevre hattındaki yaklaşık 100 kilometrelik bir parkurda N°8 için test sürüşü güzergahı oluşturan DS Automobiles ekibi, aslında farkında olmadan biz Türk gazetecilere çok önemli bir fırsat sunmuş oldular. Belirlenen güzergahın İsviçre nin Lozan kentine olan yakınlığını fark ettiğimiz gibi, 3 meslektaşım ile birlikte soluğu orada almamız çok sürmedi. Türkiye nin kayıtsız şartsız bağımsızlığını tüm dünyaya kabul ettirdiği Lozan Barış Antlaşması na ev sahipliği yapan kentteki durağımız Beau-Rivage Palace Oteli oldu. Lozan daki Leman Gölü kıyısında yer alan bu otel, Lozan Barış Konferansı görüşmelerinin adresi olması bakımından tarihi öneme sahip. 1861 de açılan ve 1908 de yeniden inşa edilen otele vardığımızda, bundan tam 102 yıl önce, İsmet İnönü başkanlığındaki Türk heyetinin 8 ay boyunca Türk halkını temsil ettiği konferanstaki görüşmelerin gerçekleştiği salonu görmek istediğimizi yetkililere bildirdik. Talebimize sıcakkanlı bir şekilde yaklaşan otel yetkilileri, üst düzey bir otel görevlisi eşliğinde bize Barış Konferansı görüşmelerinin yapıldığı Sandoz Salonu nu gezdirme nezaketini gösterdiler. Tarihi salona ilerlerken, gözümüz otelin koridorlarında sergilenen Lozan Barış Konferansı na ait fotoğraflara ilişiyor. Antlaşmaya ilişkin İngilizce ve Fransızca gazete kupürlerinin yanı sıra o dönem Lozan da bulunan ülkelerin temsilcilerinin fotoğrafları da duvarlarda yer alıyor. Konferanstaki görüşmelerin yapıldığı Sandoz Salonu nun ise tarihi yapısının orijinal şekilde muhafaza edildiğini öğreniyoruz. Salon, bazı toplantı ve etkinliklere ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Otel yetkilileri, Türkiye den gelen ziyaretçilerin tarihi oteli müsaitlik çerçevesinde her zaman gezebileceklerini belirtiyor. 20 Kasım 1922 de başlayan Lozan Barış Konferansı, Lozan Barış Antlaşması nın imzalandığı 24 Temmuz 1923 tarihine kadar devam etti. Antlaşma, konferanstan farklı olarak yine Lozan kentinde bulunan Rumine Sarayı nda imzalandı. Hazır Lozan dayken bu sarayı da ziyaret etmeyi planlıyorduk, fakat lansman programının kısıtlı süresi sebebiyle ziyaretimiz Beau-Rivage Palace Oteli ile sınırlı kaldı. En başta da söylediğimiz gibi, bazı lansmanlar gazetecilerde izler bırakabiliyor. Ülkemizin bağımsızlığını teminat altına alan Lozan Barış Antlaşması na giden süreçte, İsmet İnönü başkanlığındaki Türk heyetinin Kurtuluş Savaşı nda kazanılan zaferi diplomasi masasında da koruduğu salonu tam 102 yıl sonra görmek unutulmaz bir deneyim oldu. Bu ziyaretimizde, Fransa Cumhurbaşkanı Macron un resmi otomobili olan DS N°8 in bize eşlik etmesi ise ayrı bir rastlantıydı.

Source: Habertürk


3 bin yıl önce krallara layıktı! Amasya”da ördek ve kaz etiyle yapılıyor: Ünü sınırları aştı

Amasya’nın Merzifon ilçesinin tescilli lezzeti keşkek, çömlekte tahta kaşıkla dövülerek hazırlanıyor. Et, nohut ve yarma da katılarak çömlekte pişirilen keşkek yöre halkı tarafından dövülme olarak yorumlanan tahta kaşıkla ezilmesi sonrasında servis ediliyor. Büyükbaş hayvan ya da ördek veya kaz eti, nohut, yarma ve tereyağı da katılarak çömleğin içinde taş fırınlarda yaklaşık 12 saat odun ateşinde pişirilen keşkek çömlek içinde ahşap kaşık yardımıyla çarpılarak bütün ürünlerin ezilip lapa haline getiriliyor. Üzerine tereyağlı salça sos ilave edilip sıcak ikram edilmesi bu coğrafi işaret tescilli lezzetin ayırt edici özellikleri arasında gösteriliyor. Merzifon Belediyesi ve Türkiye Aşçılar Federasyonu (TAFED) iş birliğiyle ilki gerçekleştirilen Merzifon 1. Uluslararası Gastronomi ve Turizm Festivali’nde ziyaretçilere ikram edilen keşkek, lezzetiyle damaklarda iz bıraktı. Yemeğin hazırlanırken durumunun ‘Keşkeği dövdün mü?’ şeklinde sorulduğunu anlatıp çömlekteki keşkeği tahta kaşıkla dakikalar boyunca hafif dokunuşlarla ezdiklerini anlatan Ülkü Kayaoğlu, Bu yemek dövülerek yapılıyor. Çömlekteki keşkeğimizi sakız kıvamına gelene kadar dövüyoruz dedi. Keşkeğin tarihinin 3 bin yıl öncesine Hititler dönemine kadar dayandığını belirtip krallara ikram edildiğine değinen gurme Yaman Kesim de Merzifon’un coğrafi işaret tescilli bu yemeğine et olarak büyükbaş hayvan etinin yanı sıra ördek veya kaz eti eklendiğini söyledi.

Source: Gazetevatan.com