“Toplumsal Gündem – Sosyal Sorunlar ve Çözüm Arayışları”

Erdoğan’ın ‘İslam ittifakı’ neden mümkün değil?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul’da düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) 51. Dışişleri Bakanları Konseyi Toplantısı’nda yaptığı konuşmada, İsrail saldırganlığına karşı “İslam ittifakı” önerdi. Erdoğan, İstanbul’un kaderinin, Şam’ın, Gazze’nin, Kudüs’ün, Mekke ve Medine’nin, Tahran’ın kaderinden ayrı olmadığını savunduğu konuşmasında İsrail’in haydutluğuna karşı “2 milyarlık İslam aleminin tek başına bir kutup haline gelmesi şarttır” dedi (Cumhuriyet, 21.6.2025). Peki, “İslam ittifakı” bir çözüm müdür, ABD destekli İsrail saldırganlığına karşı bir çare midir? Ve daha önemlisi bir “İslam ittifakı” kurmak mümkün müdür? AMERİKACILIK YAPARAK İSRAİL”E KARŞI OLUNAMAZ Erdoğan’ın önerdiği bir “İslam ittifakı” hem mümkün değildir çünkü gerçekçi değildir hem de çelişkileri nedeniyle “samimi” değildir. Çünkü bölgemizdeki pek çok İslamcı rejim, hem Amerikancılık yapmakta hem de İsrail’e karşı olduğunu söylemektedir. Doğru, söylem düzeyinde en İsrail karşıtı rejim de Erdoğan rejimidir. Ama bölgemizdeki tüm İslamcı rejimlerin asıl sorunu şudur: Amerikancılık yaparak İsrail’e karşı sert sözler söyleyebilirsiniz ancak İsrail’e karşı sonuca etki yapacak bir pozisyon alamazsınız. Topraklarınızdaki üslerden kalkan ABD uçakları İsrail’e askeri destek verecek ama siz İsrail’e karşı olacaksınız! İHVAN”DA İRAN ÇATLAĞI Bir İslam ittifakının mümkün olmadığının göstergelerinin başında İhvan (Müslüman Kardeşler) gelmektedir. İhvan’ın Genel Mürşid Vekili Dr. Salah Abdülhak İran’ın dini lideri Hamaney’e 18 Haziran’da mektup göndererek “tam destek” verdiklerini açıkladı ama İhvan’ın Suriye kolu 19 Haziran’da yayınladığı bildiriyle bu tavrı tanımadığını duyurdu. Suriye İhvan’ı hem İran’ı hem İsrail’i “bölgede hegemonya kurmaya çalışan suçlular” olarak nitelendirerek “her iki taraftan da teberri ettiklerini (uzak durduklarını)” ilan etti (Harici, 20.6.2025). Oysa Suriye İhvanı, Erdoğan rejiminin Esad karşıtlığının merkezinde duruyordu. Esad, AKP’nin istediği İhvancıları hükümetine ortak etmediği için kardeş olmaktan çıkıp düşman olmuştu! Şimdi o İhvan, “ikisinden de uzak duruyoruz” diyerek fiilen İsrailcilik yapmış oluyor! İSLAMCI REJİMLERİN İRAN KARŞITLIĞI Erdoğan’ın önerdiği bir İslam ittifakının mümkün olamayacağının göstergelerinden biri de Arap-İslam ülkelerinin fiili durumlarıdır. Örneğin Ürdün, İsrail uçakları İran’ı vururken hava sahasını açtı ama İran yanıt verirken kapattı; dahası Ürdün Silahlı Kuvvetleri İran İHA’larını düşürerek İsrail’e pratikte yardımcı oldu. Uzun örnek listesine gerek yok. Körfez ülkeleri başta pek çok ülkedeki ABD üslerinin varlığı ile “İsrail’e karşı bir İslam ittifakı”nın gerçekçi olamayacağı ortada… İSLAMCILIK GENİŞ CEPHEYİ BÖLER Daha önemlisi de şu: İsrail iki yıldır Gazze’de Filistinlilere soykırım uyguluyor. Peki hangi İslamcı rejim Gazze’yi savunmak konusunda İsrail’e karşı gerçek ve etkili bir pozisyon aldı? Daha doğrusu şöyle soralım: Sonuca etkisi bakımından hangi İslamcı rejim, Güney Afrika’dan daha fazla İsrail’e karşı pozisyon alabildi? Hiçbiri. Dolayısıyla Gazze’yi ya da Tahran’ı savunmak adına, İsrail’e karşı bir “İslam ittifakı” hem mümkün değildir hem de çare değildir. Tersine bu tür girişimler İsrail’e karşı mücadele eden Güney Afrika öncülüğündeki Afrika kıtası ile Kolombiya ve Venezuela öncülüğündeki Güney Amerika ile hatta İspanya ve İrlanda gibi Avrupa ülkeleri ile araya “din” koyarak ayrışmak anlamına gelir. NE YAPMALI? İsrail’e karşı gerçekten konumlanmak isteyen, din eksenli arayışlarda olmak yerine birincisi antiemperyalist tutum alarak öncelikle ülkesindeki Amerikan askeri varlığına son vermelidir, ikincisi de “İslam ittifakı” gibi arayışlar yerine daha geniş bir cephe olan Küresel Güneycilik yapmalıdır.

Source: Mehmet Ali Güller


Eğitimde gerileme dönemi – Nazım Mutlu

2024-2025 öğretim yılının sonuna gelindi. İktidar partisinin etiketiyle “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”nin parçası olan bu “son”a şu sorular ışığında bakılabilir: 19 milyon dolayında ilk ve ortaöğretim, 7 milyon dolayında yükseköğretim öğrencisinin içinden geçtiği bu öğretim yılı boyunca Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ile Yükseköğretim Kurumu (YÖK) hanesine yazılabilecek herhangi bir “başarı öyküsü” var mıdır? Geride kalan öğretim yılı bir yana; son beş yıl içinde göze çarpan herhangi bir “başarı öyküsü” var mıdır? Ya da genişletelim süreyi, son 10, 15, 20 yıl içinde bir “başarı öyküsü” var mıdır? AKP iktidarının 23 yılı boyunca anmaya değecek bir “başarı öyküsü” var mıdır? SÖZDE ‘BAŞARI’ ÖYKÜSÜ Konunun daha kapsamlı özetini yapacak olursak: Eğitim tarihimize boylu boyunca bir “gerileme dönemi” olarak geçecek bu 23 yılın öncekilerden ayrı, kendine özgü karakteriyle değerlendirilmesi gerektiği gerçeğinin altını çizerek aslında bu “başarı öyküsü”nün sınırlarını daha da gerilere götürebiliriz. Cumhuriyetin ilk çeyreğinden sonraki ortalama üç çeyreklik dönem sorgulandığında rastlanabilecek geniş ölçekli herhangi bir “başarı öyküsü” yoktur. Yakın geçmişimiz, dünyadaki gelişmeler ölçü alındığında eğitimde altyapıya yönelik artış, öğrenci-öğretmen sayısındaki yükseliş gibi biçimsel değişiklikler dışında içerik, verim ve çıktılar bakımından hiçbir “başarı öyküsü” barındırmıyor ne yazık ki. Nüfus artışı ve teknolojik gelişmelerin doğurduğu söz konusu nicel artışın niteliğe etkisi ise ülkemizin “zarar” hanesini büyütmüş bulunuyor. Plansız programsız, sağlıksız kentleşme kıskacında trafikteki sıkışıklığı, tüketim toplumuna özgü pazar alışverişleriyle AVM patlamasını, cep telefonu çılgınlığıyla konut alıp satmayı gelişmişlik göstergesi diye yutturmaya çalışan bir üst söylemin yaygarasıyla kulaklar şişti. ELDE VAR SIFIR! Kimimizin doğrudan, kimimizin dolaylı olarak içinde bulunduğu bir öğretim yılından veriler ışığında elimizde kalanların ne olduğuna bakılacak olursa: 1. İlkokuldan üniversiteye, alacağı diplomanın ne işe yarayacağını bilmeyen, gelecek kaygısıyla yaşamı karabasana dönüşen yaklaşık 27 milyon öğrenci, 2. Belirsizlikler nedeniyle çocuklarının geleceğine ilişkin bir öngörüde bulunma yetisini yitiren yaklaşık 55 milyon veli, 3. Sayıları 1 milyonu bulan ataması yapılmayan öğretmen, 4. Açıköğretim aldatmacasıyla örgün eğitimden koparılan yaklaşık 2 milyon ortaokul ve lise öğrencisi, 5. Herhangi bir işte ya da okulda izlerine rastlanmayan 15-30 yaş arası 5 milyon genç, 6. “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum” (ÇEDES) gibi sözleşmelerle okullara serpiştirilen tarikat-cemaat üyeleri; 7. Bilimden arındırılan içeriği ve süre-sınav biçimleriyle gündemden düşmeyen “eğitim sistemi”, 8. Görev alanına ilişkin hiçbir yeni, verimli, bir yaraya merhem olacak gerçekçi tasarımı olmadığı için günaşırı siyasal çıkışlarla gündemde kalmaya çalışan bir milli eğitim bakanı, 9. Çankırı Üniversitesi ve Karabük Üniversitesi örneğindeki gibi kendilerine 1 milyon liradan fazla maaş bağlayan üniversite rektörleri, 10. Çağın ve yaşamın gerçekliklerini göremeyip hâlâ “dindar ve kindar bir nesil” yetiştireceğini sanan bir siyasal iktidar… Konu ne olursa olsun, kimi zaman tek bir veri bile her şeyi anlatır. Örneğin geçen yıl Yükseköğretim Kurumları Sınavı’na başvuran öğrenci sayısı 3 milyon 36 bin 934 kişiyken bu yıl aynı sınava başvuranları sayısı 2 milyon 560 bin 640’tır. Kolaylıkla anlaşılacağı gibi bunun nedeni öğrenci sayısındaki gerileme değil, gençlerin yaşamında artık diplomanın bir anlam taşımaması gerçeğidir. Yetişen kuşakların geleceğe ilişkin umutları bitirildi. 23 yıl ayakta kalmakla övünen iktidarın en büyük başarısı da budur! Sonuç bu yıl da aynı: Sıfıra sıfır, elde var sıfır! Eğitimci Nazım Mutlu

Source: Olaylar Ve Görüşler


Tahran sil baştan mı…

En kötü durumlardan biri insanın yaşananlara karşı artık şaşırmama hali. Uluslararası sistemden iç siyasete tuhaf, aykırı ne varsa “normalleştirme”, “Bunu da gördük, bakalım sonrası” diyecek hallere gelindi. II. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası sistemin kaotik olarak çöküş sürecindeyiz. Otoriter, “Ben yaptım oldu” rejimlerinin en sevdiği dönemlerdeyiz. Ama aynı anda hukuksuzluk, adaletsizlik karşısında dünyanın pek çok bölgesinde toplumların tepkisi de azımsanmayacak ölçüde, isyan meydanlara yansıyor. İçinde olduğumuz küresel öngörüsüzlük dönemi Pandoranın Kutusu’nu aralıyor. Bu tabloda “Önce Amerika” sloganıyla yola çıkan Trump ’ın İran’a saldırısı, kaygıları doğal olarak tavan yaptırdı. Trump’ın eyleminde, İsrail’in bir haftayı aşan saldırıları ile yıllardır yaptırım kıskacındaki İran’ın gücünü tümüyle çökertememesinin de etkisi var. Tahran, İsrail’in hava savunmasını aşarak düzenlediği saldırılarla, İHA, füze kapasitesini dünyaya gösterdi. İran halkının içinde molla rejimine tepkiler olsa da İsrail’in saldırısı altında ulusal birliğin bu süreçte sarsılmadığı da görüldü. Ama ABD’nin ateş hattına girmesiyle denklem artık değişti. Tahran yönetiminin, ağır ekonomik krize karşın milyarlar akıttığı nükleer altyapısı çok büyük darbe aldı. Şimdi ABD’ye bir yanıt vermek durumunda. Bunu nasıl yapacağı konusu çetrefilli. Olasılıklardan biri Trump yönetiminin, İran’ın misillemesini Irak veya başka ülkelerdeki ABD üsleri üzerinden vermesine çok da ses çıkarmayacağı. Bu İran’a uluslararası alanda tümüyle yenik görülmeden diplomasi masasına dönüşe alan açabilir. Hürmüz Boğazı’nı kapatma adımını sürdürmesi ise uluslararası ticareti, enerji piyasalarını sarsacağı için ABD’nin sertlik yanlısı tutumuna İngiltere başta olmak üzere başka ülkelerden desteği gündeme getirebilir. Tüm bu gelişmelerle birlikte artık Hamaney liderliğindeki İran’ın dini otoritesi tüm gücünü bağladığı nükleer altyapı konusunda ağır bir kayıpta. Yıllar boyu Irak’tan Suriye, Lübnan, Yemen’e dev bütçe, istihbarat ağıyla oluşturduğu “Şii hilali” projesi gücünü yitirmiş durumda. Şu anki aşamada rejim değişikliği konusundan çok gözler Tahran’da ılımlı cepheden Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan ve ekibinin, dini liderliğe karşı etkinliğini artırıp artıramayacağında. Tahran’ın müttefiki gördüğü Rusya ve Çin’in tutumu da süreçte belirleyici. Tüccar kimliği, pragmatist yaklaşımlarıyla bilinen Trump, kendi ülkesinde yaşanan krizler arasında yeni bir dünya savaşını başlatmak ister mi derseniz, şimdilik düşük bir olasılık. Ukrayna’da Rusya ile barışı isteyen Trump, Netanyahu ’nun Filistin’den, Lübnan, Suriye’ye oradan da İran’a genişlettiği ateşi desteklerken bir yandan da buna karşı uluslararası tepkilerin arttığının farkında. AVRUPA’NIN İKİLEMİ Trump, Netanyahu’nun “zafer” vaatleriyle çevrelediği İran saldırısının uzamasına mesafeli, bunu sona erdirme hedefi gibi Avrupa’ya da “Ben olmazsam hiçsiniz” mesajı verme arayışında. ABD saldırısının Cenevre’de Avrupa ülkeleriyle Tahran arasında nükleer görüşmelerin yapıldığı dönemde geldiğini unutmamak gerek. Avrupa ülkeleri bundan ders çıkarıp Washington’ın tümüyle yörüngesine mi girecek yoksa AB içinde bölünmüşlüğünü azaltıp ittifakı mı sıkılaştıracak derseniz ayrı bir tartışma… Yaşananlar çok uzun süredir devam eden uluslararası hukuk kurallarının tepe taklak olduğunun ispatına yeni bir halka. Savunma sanayisi devlerinin tıka basa şiştiği, sivillerin yaşamını yitirdiği, açlığın, göçlerin arttığı depresif dönemlerden biri yaşanıyor. Bu kaosun göbeğindeki coğrafyada Türkiye olarak enerjimizi ne üzücü ki iç gerilimlerle harcıyoruz. Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkelerindeki tablo ortada, ekonomik kriz büyük bir yara. Muhalefete baskı iklimi ağır… O zaman sormalı, “güçlü” olmayı “tek adam” sistemine bağlı hale getirmenin ağır bedelleri olduğunu anlamak için acaba daha kaç Ortadoğu dersi gerekiyor?.. EN GÜVENİLİR CUMHURİYET! Reuters Enstitüsü tarafından yayımlanan rapora göre Cumhuriyet bir kez daha Türkiye’nin en güvenilir haber kurumu seçildi. Bu gurur verici haberi tam da gazetemizin Aydınlanma bilgeleri başyazarımız İlhan Selçuk ile çizerimiz Turan Selçuk ’u yitirişimizin 15. yıldönümünde aldık. Ustalarımızı bir kez daha özlemle anıyoruz. Atatürk ilkeleri izinde baskılara boyun eğmeyen, umutsuzluğu değil, umudu seçen İlhan abinin “Pencere” sinde yazdıkları günümüze de ışık tutuyor: “Emperyalist rekabet etnik savaşları körüklüyor. Kapitalizmin sömürüsü İslam köktendinciliğini kışkırtıyor. Ancak bu sorunlar laik Cumhuriyet modeli içinde çözümlenecektir.”

Source: Mine Esen


Bu iktisat bize nerelerden geldi? (8)

Mevsimin son yazısı ile bu diziyi noktalayalım. Yazdıklarımı yinelemeyeyim. İleride satırbaşı olacaklar varsa onlara dikkat çekeyim. Kapitalizmdeyiz ve onu konuşuyoruz. Onu kavramalıyız. KISA BİLGİ İki yüzyılı aşkın süredir gelişip kurumlarını oluşturmuş kapitalizm, 1970’lerde, sermaye sınıfının “servet”e doğru yol alacağı bir rotaya yöneliyor. İnsana değil, servete doğru. İnsanı buna göre şekillendirecek bir kurguya doğru. Tarihte önde gelen “görevi” üretimdi. O zeminde emek-sermaye çelişkisinin boğuşmalarıyla yorulmuştu da bir makas değişikliği mi yapıyor? Derin konu! Ancak görünen o ki bilimin pratiğe dönüşmesidir diyebileceğimiz “teknoloji” bu yeni rotaya tabi oluyor. Rotanın senaryosu var. Onda siyasette demokrasi arayışı yok. Siyasette “zor”la elde etme var. İçte ve dışta “hır çıkarma”, siyasette kimliğin belgesi gibi “tedavül”e giriyor. KRİZ VE GÜÇ Servete yol alan rotada sermaye “para damarı”ndan, finans piyasalarından genişledi. Ana damar oldu. Daha önce yazdım, paylaştık. Sermayenin “olmazsa olmaz”ı kriz de bu damarın şişmesinden, balonlaşmasından doğacaktı. Öyle oldu. “Para damarı”nın piyasaları denetlenemezdi, “serbest”ti. İşte o damar “içten patladı” (“implosion”). Yer: Sistemin ve senaryonun merkezi Amerikan ekonomisi ve onun kalbi Wall Street. Tarih, 2008. Burada ilginç bir noktaya geliyoruz. Servete odaklanmış rotada “varlık piyasaları” ve bunu besleyen “gölge bankacılık” (“shadow banking”) sınıfsal gücün ana ekseni olmuşlardı. 2008’de ikisi birden çöktü. “Büyük Çöküş” bir “obruklar silsilesi” idi. (Meraklı okur, o tarihte Dow Jones ve Nasdaq piyasalarının çöküşüne bakmalıdır.) İlginç nokta da burada ortaya çıkıyor. Sermayenin sınıfsal gücündeki “Büyük Çöküş” onarılabilecek mi? Kim onaracak? Kriz, bir akademisyenin deyişiyle zaten “Finansın Yamyamlaşması”ndan doğmadı mı? (Samuel Knafo, 2021) O finans kendini ve başkalarını yiyip bitirmedi mi? Kapitalizm çökmeye mi bırakılacak? Bir rota değişikliği ile sermaye servete giden yoldan vaz mı geçecek? Karar: Kapitalizmi kurtaracak güç vardır! Sermaye sınıfı ve dünyanın “ağa devleti” bu tarihi senaryoda başlangıçtan itibaren kaynaşıp özdeşleşmiştir. Rotayı başından beri destekleyen devlet onarımı yapacak ve rotayı yerine oturtabilecek “tek güç” olarak kendi gücünü harekete geçirecektir. Onarım usulünce olmazsa, usuller dışında yapılacaktır. Bunu dünyaya göstermek şarttır. Oyun dünya çapındadır. “Ağa devlet” buradan, böyle baktı. Kapitalizmin kaderi ve işleyişi benden sorulur, dedi. Tek yol servet, dedi. Krizi kapitalizme mesaj olarak gördü. Ve kendi gücünü dünya çapında takviye etmek, kanıtlamak için fırsat saydı. Devlet, yani FED ve Hazine böylece birlikte, tek güç olarak sistemin merkezine oturdular. Dünya ekonomisinin tartışılmaz ağırlık ve güç merkezi olarak kabul edildiler. 1979’un “Volcker Balyozu”ndan sonra, “ağa devlet” 2008’i de “balyoz gibi” kullandı. SİZİ ŞÖYLE ALALIM Türkiye kapitalizme “giriş”ini 2000’lerle, dünya kapitalizmine alınarak yaptı. Öz olarak, pratik olarak “tarihi geçmişi” bu kadar. Daha önceki kapitalist kırıntılar son 20 küsur yılın profillerini, çelişkilerini, krizlerini açıklayamıyor. “İç menfaat oluşumları” 2000’lerin ülke sermaye sınıfı oluyor. “Sınıflığı”nı dünya kapitalizminin 1970’lerle başlayan, 2000’lerle tam gaz ilerleyen senaryosundan alıyor. 2000’lerin “ittifak”ında siyasal kimlik buluyor. Önce ve devamında, daha önce, Cumhuriyetle oluşmuş ve birikmiş toplum “varlıkları”nın tümüne “meta” olarak bakıyor ve el koyuyor. Çünkü geçmişinden gelen, toplum çapında bir “üretim tarihçesi” yoktur. Sonra, bu “varlıklar”a “dolar”la fiyat biçiyor ve onları “satılık meta” olarak satıyor. Çoğu elden ele geçiyor. “Her şey satılıktır kapitalizmi” de denilebilir. Ve bu noktada duruyor. Daha gelişmiş bir “üretim aşaması”na geçebilecek “tarihi ciddiyet”e sahip değil. Bu “reel” aşamaya geçmenin “gücü”nü oluşturamıyor. “Dolar”la beslense de krizleri finansal değil “reel”dir. Çünkü “gelişme”, “reel bir şey”dir. Bir sosyal sınıf sahip olduğu üretim tarihçesinin görgüsü ile gelişir. Bununla iddia sahibi olur. Son 20 küsur yıllık sermaye sınıfının o görgüsü, onunla oluşacak “reel” gücü yok, “reel zafiyeti” var. Krizleri, kurduğu “ittifak” gereği hem ekonomik hem siyasaldır. İç içedir. Krizlerinden “gücün onarımı” değil, çaresizlik senaryolarının çıkması doğaldır. Dünya ekonomisinde yerinizi belirlemek için birikmiş bir üretim örfünüz, görgünüz yoksa size kendi belirleyecekleri bir yer gösterirler. Buyurun, size şu yeri ayırdık, şöyle alalım, maşallah yakıştı, derler. Kapitalizmin özelliğidir. Çünkü ucuz emekle, ithalatla, dünya piyasasına ucuz mallar üretiyorsunuz. Yüksek faizle, piyasa değeri yüksek olmayan menkul değerlerle borçlanıyorsunuz. Ve hem ticaretinizi hem sermaye hesabınızı açıkla sürdürebiliyorsunuz. Dünya minderinde “güç sıkleti” tartısı bunlarla yapılıyor. Güreşçilerinki gibi. (Bir kenara not edelim, “ağa devlet” bu tartıya girmez. O, bir Fransız’ın gözlemiyle, “pek özel bir ayrıcalığa” (“exorbitant privilege”) sahiptir.) YOLUMUZ FİNAN YOLU, GELİN 2008’in eylülünde Lehman Brothers çökerken “ağa devlet” harekete geçti. Piyasaların kredi sistemi devre dışı kalmıştı. Devlet ağır silah kullanacaktı. Bir “kapitalist devlet kredi sistemi” kuruldu. Hemen. FED “dolarları” ile dünya finans sisteminin kalbine yerleşti. Çünkü finans bu senaryo sayesinde bir “dünya dokusu” olmuştu. Bir “trol ağı”nın dibi kazıyıp tüm balıkları çekişi gibi dünya kaynaklarının yarattığı “fazla”ları merkeze sürekli olarak çekmek, öncelikle Wall Street’in peteğine bal yapmak, sonra “nema”ları dünyada dolaştırmak finansın baş göreviydi. İktisatçılar buna “recycling” diyorlar. Yani “dolaştır, dolaştır” ! Önce FED, çok derin bir kuyudan su çeker gibi trilyonlarca “dolar”ı çökmüş piyasalara boca etti. Ne kadar? Çeşitli araştırmalar çeşitli sayılar veriyor. Daha önce yazdım. Tümü “örtülü” 16 trilyondan, 28’e, 48’e kadar değişen büyüklükler var. Kapitalizmin “yüreğine su serpmek” böyle oluyor! Dikkat: FED bunu sanayie vermedi. Tümünü finansa verdi. Demek ki neymiş? Rota değişmeyecek, senaryo devam edecek. Yeter mi? Yetmez ama evet. FED “dolarları” ile finans üzerinden dünyaya likidite ihraç edersek, kapitalizmin “recycling”i sayesinde Wall Street’le dünyanın “fazlaları”nı toplayabiliyoruz. Ancak, unutmayalım, “ağa devletin kurduğu kredi sistemi” sadece Wall Street’i beslemeyi hedeflemiyor. Devletin Hazine’si bu “dolaştır, dolaştır”ın temel ayağıdır. “FED dolarları karşılıksızdır!” diye düşünenler yanılır. Çünkü o trilyonlarca doların karşılığı o devletin Hazine borç senedidir. Daha berrak söylersek, bunun dünyaca Böyle kabul edilmesidir. “Ağa devlet” 2008’in “Büyük Çöküş”ünden sonra dünyaya “Başka senaryo yoktur. Benim “FED+Hazine” ile önünüze koyduğum “Güç”ten başka bir güç yoktur” demiştir. Obama o yıllarda “Biz dünyanın en büyük borçlusuyuz!” sözünü iftiharla söylediği zaman, bunu söylüyordu. ABD federal borcu 2008’de 10 trilyon dolar ve GSYİH’nin (ulusal gelir, diyelim) yüzde 60’ı iken, 2020’de 26 trilyonla yüzde 105, 2024’te 35 trilyon’la yüzde 120’yi vurdu. Bugün 36 trilyon doları aşmış, gidiyor. Müzik henüz devam ediyor! UYUM Dünya olup bitenlere ne tavır aldı? Başkaldıran oldu mu? Ne münasebet. Kapitalizmin iri çevreleri durumu tam kestiremediler. İlginç tavırlar da oldu. Avrupa kapitalizminde önce bir bıyık altı gülümseme görüldü. Onların dilinde “schadenfreude” diyorlar. Birinin mutsuzluğundan keyif almak, diyebiliriz. Ama iki yıl geçmeden bulaşıcı kriz Avrupa finansını vurunca, oradan “Yandım Allah”ın Frenkçe çevirisi olan sesler geldi! Neyse, kısa sürede “ağa devlet” desteğiyle Avrupa’nın uyumu sağlandı. Buna girmeyelim. “Uyum” 1970’lerden sonra kapitalizmin sözlüğüne yerleşti. Sihirli bir anahtar sözcük oldu. Sonra, rota belli olup senaryo işlemeye başlayınca “her eve lazım” kabilinden işleklik kazandı. 1990’larla, ekonomi zeminini aşıp siyaset dünyasının söylemlerinde de bir yeni parola değerine sahip oldu. Bunu merak ediyorsak “uyumun simgesi” için “sol”a bakmalıyız. Doğru sonuç alabilmek için daima “sol”a bakacaksınız. Yanılmazsınız. 1990’ların sonunda uyum testi “simge” olarak Blair’i göstermişti. Şimdi de Starmer’ı gösteriyor. “Sosyalist Enternasyonal” mi? Hani, 1914’te kapışacak kapitalizmin savaş bütçeleri için onay veren kuruluş mu? Şimdi ne yapıyor acaba? 1973-74’TE MİYİZ? Bu yazı “savaş”tan az önce yazıldı. 16 Haziran’da basımı ertelendi. Şimdi, yazının son bölümünü çıkarıp, değiştirip “savaş”ın ekonomide dünyaya ve bize “hediye”si olacak ilk etkiler üzerine birkaç söz söyleme zorunluluğu doğuyor. Sözü söyleten, daha önce görüp yaşadığımız 1973- 74 “filmi”dir. Yine yeniden çevrilen, benzer “artistler”le oynanan bir Hollywood prodüksiyonundayız galiba. İlk etki, ekonomilerde stok ihtiyacının ve böylece “dolar”a talebin artışıyla bu “nesne”nin fiyatının artışıdır. Yapay bir fiyat yükseltme operasyonu! Stok artışı kadar önemli olan temel girdilerin, başta enerji hammaddeleri, fiyatlarının artışı olacaktır. Bunların ödemesi de “dolar”la yapıldığına göre, bu daha kalıcı bir etki yaratır. Zincirleme etki, başta sanayi girdileri olmak üzere “yaylım ateşi” şeklinde fiyatların artışıdır. Sanayi ülkeleri kazanır. Ekonomide ithal bağımlılığına alışmış ülkeler, başta Türkiye gelmek üzere, kaybederler. Sermaye sınıfının ekonomiyi 20 küsur yıl önce dünya kapitalizmine hediye ettiği bir ülkede, bu “savaş prodüksiyonu” önce dış açığı büyüterek ek “dolar” gereksinmesi yaratır. Yani, birkaç yönlü etki yapar. Fiyat ve “dolar” etkileri kaçınılmaz olarak “daha çok TL” gereksinmesi demektir ki sermaye sınıfının “üretim tembelliği”ni hesaba katınca, daha çok TL, daha yüksek enflasyon demek olur. Bunlar 19 Mart’ın “sermaye kaçışı” ile akraba etkilerdir. Bunlar ilk “reel” etkiler. “Deflasyon misyonu”na kilitlenmiş bir finansal tabloda yaşadığımıza göre, TCMB’nın rezerv yönetimi başta olmak üzere “swap”ların ve repoların “pahalılaşacağı”nı, banka bilançolarının habire yeniden düzenleneceğini ve bunların topluma maliyetini düşünelim. Kısaca, kendini 20 küsur yıl önce dünya kapitalizmine vermiş, ucuz emek, ucuz mallar ve hizmetler ve yüksek borçlanma zorunluluğu giysisini giymiş bir ekonominin işi 1973-74’ten daha zordur. Hele, o gün söz konusu olmayan bir “deflasyona kilitli” iktisat bakışını hesaba katarsak. “Ağa devlet”in dünya stratejisinde, bugünkü “servete koşan” senaryosundan vazgeçememenin açmazını başta bölgemiz olmak üzere dünyada sürekli savaş gerginliği ile telafi etme ve bağdaştırma tablosu nereye varır? Bu apayrı yazılacak bir yazı oluyor. Erteleyelim.

Source: Bilsay Kuruç


CHP’nin avukatı Çağlayan, yargının olası kayyum kararında millet iradesine dikkat çekti: “Halk izin vermez”

CHP’nin avukatı Çağlar Çağlayan Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı. – 30 Haziran’da görülecek olan CHP’nin kurultay davasından söz eder misiniz, nedir “mutlak butlan”? Eski kanunda mutlak butlan ifadesi vardı. Yeni kanunda tam hükümsüzlük ifadesi geldi. Bir şeyi oluşturan unsurların birinin veya birkaçının eksik olması nedeniyle o şeyin aslında doğru kurulmadığını tarif ediyor. – Bu davada mutlak butlan niye kullanılıyor? Siyasi partiler kanunu geniş bir kanun değil, birçok konuda düzenleme yapmıyor. Bu nedenle Medeni Kanun ve Dernekler Kanunu’na gidiyoruz. Medeni Kanun’da dernek genel kurulunda alınmış bir kararın nasıl iptal edilebileceği anlatılıyor ve derneği sürekli dava tehdidi altında tutmamak için bir aylık süre koyuyor. Dernek genel kuruluna katılan kişi bir ay içinde kongrede alınmış bir kararın iptalini isteyebiliyor. Eğer genel kurula katılmamışsa ve karardan haberdar olmamışsa bu süre üç aya uzuyor. Ancak bir istisna var; “mutlak butlan hali olursa” genel kurulda alınmış kararlarda “bu süreye bağlı olunmadığı” belirtiliyor. Biz kurultayımızı 2023 Kasım’da yaptık. Haliyle üstünden çok zaman geçti. O nedenle davacıların süreye takılmayacakları bir şey bulmaları gerekiyordu ve “mutlak butlan hali var” dediler. – Ne olması gerek mutlak butlan için? Mutlak butlan halinin olabilmesi için kongrenin açılışında bir problem olması lazım. Örneğin delegelerin imzalarının eksik olması, siyasi partilerin genel kurullarının Ankara’da yapılması gerekirken İzmir’de yapılmış olması gibi… Yani kurucu unsurda bir hata olması gerek. – İddianamede “kurucu unsur” hatası var mı? Hayır. Kurultayımızın iptalini isteyen davalarda da kurultayla ilgili süregelen, artık davaya dönmüş iddianamede de kongrenin oluşumuyla ilgili bir tarif yok. Tamamen seçimlerle ilgili bir tarif yapıyorlar. – Hukuki olarak bir hata mı söz konusu? Evet, bunun kullanılması hukuki olarak doğru değil. “Mutlak butlan var” diyorsanız nedenlerini sıralamanız lazım. -İddianamede belediyelerde delegelerin işe alımından, delegelere para verildiğinden, döviz bürolarının açtırıldığından söz ediliyor. Yeterli değil mi bunlar? Mutlak butlan için yeterli değil. İddianame özetle şu: “Soruşturma başlatıldı. Tanıklar geldi konuştu. Bunun üzerine araştırma başladı. Kamera kayıtları incelendi, MASAK’tan rapor alındı. SGK’dan işe giriş kayıtlarını istendi”. – Kanıtlar dava açıldıktan sonra mı toplanıyor? Tamamen öyle oldu. Aslında her davada, davayı açarken somut delilleri ortaya koymanız gerekir. Olağan kurultayı yaptıktan sonra bir kişi Bursa İl Başkanımızla ilgili “para aldı, verdi” iddiasında bulundu. İl Başkanı da Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı’na şikayetçi oldu. Bu kişinin ifadesi alındı ve 2024 Şubat’ta dosya tamamlandı. Ancak kurultay Ankara’da yapıldığı için Bursa dosyayı Ankara’ya gönderdi. Ankara, bir yıl boyunca o soruşturma dosyasını tuttu. Çok basit, hakaret, iftira suçundan başlatılmış, bütün deliller toplanmış bir dosya. – Ne oluyor bir yıl sonra? Bir yıl geçtikten sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın “şaibe” sözleri nedeniyle tartışma başlayınca Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı “Bu konuda soruşturmamız var” diye açıklama yaptı. Bunun üzerine farklı yerden insanlar Ankara’ya gelerek hem soruşturma dosyasına tanık oldular hem de kurultayın iptali için dava açtılar. Tanıklar “Kurultayda da şaibe olduğu söyleniyor, basına da yansıyor gibi” gibi söylemlerde bulundu. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın soruşturması gösterilerek “Demek ki kurultayda şaibe var” deniyor. Yani soruşturmanın varlığını şaibe için yeterli saydılar. “KULLANIŞLI İFTİRACILAR” Öte yandan biz bunların kullanışlı iftiracılar olduğunu anlıyoruz. Soruşturma dosyasına tanıklık yapanlardan biri, “Ben İstanbul’daki bir soruşturmayla ilgili de tanıklık yaptım” diyor. Anladığımız kadarıyla birçok dosyada tanıklık yapan kişiler böyle bir ekip olarak gelmiş. Burada da tanıklık yapmış. Görüntü vs yok ama “çanta vermiş, çanta almış” deniyor. – “Kullanışlı iftiracılar” dediniz, son olarak İmamoğlu’nun avukatı da tutuklandı. Birden çok dosyada aynı kişiler tanıklık yapıyorsa İBB operasyonları ile CHP davası arasında nasıl bir ilişki görüyorsunuz? İstanbul’daki dosyalarda gizlilik kararı var. Bu nedenle o dosyalarda yalnızca şüphelilere sorulan sorulardan içeriyi anlayabiliyoruz. Hem Ankara’da hem İstanbul’da tanıklık yapan kişiler aynı olabilir. Bir de ne zaman kamuoyunda kurultay soruşturması ve kurultay davası konuşulsa aynı çevrelerin benzer söylemlerde bulunduğunu görüyoruz. Bu soruşturma ve davalar siyasetle ilgili olduğu gibi aynı zamanda siyasetin de dosyaların üzerinde dolaştığını görüyoruz. Benzer zamanlarda başlatılmış soruşturmaların bağlantısız olduğunu söylemek naiflik olur. – Para alışverişinin kanıtı nasıl olur? Çok kolay olur. Sonuçta iddia kurultay salonunda para dağıtıldığı yönünde. Bu kadar büyük bir organizasyonu gizli tutamazsınız. ANKA ve Halk TV, ham görüntüleri gönderdi. Savcılık uzun uzun inceledi. Eğer bir para alışverişi olsa gizli kalma ihtimali yok. Soruşturma dosyasında anlatımlar üzerinden bir kurgu yapıldı. Ekrem Bey ve birkaç belediye başkanı ile ilgili seçimlere hile karıştırma suçu varmış gibi gösteriliyor. Ama iddianame bu suçu delillerle somutlaştıramıyor. – Eski Hatay Belediye Başkanı da davacı… Eski Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı “İlk tur seçimlerle ikinci tur seçimler arasındaki süre üç saat olması lazım, Ekrem İmamoğlu seçimleri hızlı yaptırdı, Özgür Özel’in bir an önce kazanmasını sağladı” diyor. İddianame ise “Süre geciktirilerek ‘Kemal Bey çekildi’ algısı yaratıldı” diyor. Açık çelişki var. Zaten genel başkan seçimindeki iki tur arasına ne kadar zaman konulacağına karar veren kişi seçim kurulu hakimi. İmamoğlu’nun orada bir yetkisi yok. Hem soruşturmada hem de davada bütün iddialar seçim anı ile ilgili. Seçim kısmına geçtikten sonra seçim kanununda özel bir düzenleme var ve “Seçim konuları ile ilgili itirazlar iki gün içinde seçim kuruluna yapılır” diyor. Yani seçim kısmıyla ilgili mahkemeye gidemezler. Bu konuda Yargıtay kararları var. Dolayısıyla bu davanın inceleme dahi yapılmadan bir an önce reddedilmesi lazım. Bir sürü yanlışın yürüdüğü bir yargılama söz konusu. “DAVA REDDEDİLMELİ” – Öngörünüz nedir? Maalesef siyasi konjonktür nedeniyle “kesin reddedilir” diyemiyoruz ama memlekette hukukun kırıntısı kalmışsa bu dava reddedilmeli. Siyasi parti kongrelerini, mahkemelerin denetimine açarsanız, anayasada düzenlenen partilerin siyasi faaliyette bulunma özgürlüğünü kısıtlarsınız. Tam da bu yüzden seçim kurulları var. Koca Türkiye’de seçimle cumhurbaşkanı seçiyoruz. İki gün içinde seçim kuruluna başvurmak zorunlu. Başvurmazsanız o hakkınız yanıyor. – 6 Nisan’da yapılan kurultay neden bu sürece engel olamadı? 6 Nisan’da yapılan olağanüstü kurultay, kurultay davası sürecine hukuken engel oldu ama burada niyet meselesi var. Amaç, konuyu tartıştırmaksa, CHP her hafta sonu kurultay da yapsa “şaibe” diyecekler. “GENEL MERKEZ”DE NÖBET TUTULDU” – Nasıl engel oldu? Anayasa siyasi partilerin kurultaylarla yönetilmesini istiyor. Ekrem Bey’in 19 Mart’ta gözaltına alınmasından sonra kamuoyunda, “Yarın kayyum kararı çıkıyor. Anadolu’da bir mahkemeden kayyum kararı alınmış, sabaha karşı gelecekler” deniyordu. O dönem Genel Merkez’de “kayyım geliyor” diye nöbetler tutuldu, insanlar sabaha kadar bekledi. Çünkü söylemler çok güçlüydü. Kurultay kararı da, tam o zaman alındı ve kayyumun önüne geçmek için kurultay yapıldı. Sonuçta olağan kurultay iptal edilse de seçim yapılacak. İşte o seçim yapılmış oldu. “BU İŞ KONTROLLÜ VE SİSTEMLİ” Şu çok önemli: Dezenformasyonla Mücadele Merkezi, beklemediğimiz bir açıklama yaptı ve Rasim Ozan Kütahyalı’nın ifadelerinden sonra “kayyum atanacak söylentileri dezenformasyondur” dedi, hatta Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da bu kişiyle ilgili işlem yaptı. Ondan önce de kayyum söylentileri vardı. Sürekli televizyonda birileri çıkıyordu, ondan sonra da sürdü. Ama kurum bir daha açıklama yapmadı. – Ne gösteriyor bu sizce? Bu işin ne kadar kontrollü, sistemli gittiğini gösteriyor. Bizi üzen, endişeye sevk eden kısmı da bu. Dezenformasyonla Mücadele Merkezi bu işe girecekse her açıklamada girmeli. Örneğin “CHP Genel Merkezi’nde ölüm listeleri yapılıyor” iddiası atıldığında da girmesi lazım. “30 Haziran’da kayyum geliyor” söylentileri bu hafta yeniden başlayacak, isimler dolaşacak. Maalesef bunlar Türkiye’nin gerçeği. Bu davanın hukuki şartları yok ama mahkemenin üstünde siyasi baskı var. kamuoyunda “kayyum gelecek” söylentilerine ilişkin yapılacak, ilgilileri hukuka davet eden bir açıklama baskıyı rahatlatacaktır. Siyaset hukukun üstünden elini çekerse hukuk da siyaset de rahatlar. – 30 Haziran’daki davada iptal kararı çıkarsa kayyum mu gelecek? Hukuken doğrusu şu; olur da böyle bir yanlış karar verilirse de kayyum atanamaz. Öyle bir düzenleme yok. Mahkemenin bir gün vermesi ve mevcut yönetimin kongreyi yapması lazım. – Yani karar çıktı, ertesi gün kayyum gelemez mi? Bu davalar tedbir istemiyle açıldı. Davayı açanlar, “Kongreyi iptal et, tedbiren mevcut genel başkanı ve parti meclisini yönetimden al. Yerine geçici heyet atansın veya eski yönetim gelsin” dedi. – Tedbir kararı olmazsa yargı yolu sürüyor değil mi? Tedbir kararı vermezse Yargıtay sürecinin sonuna kadar bekleriz. – Ama tedbir kararı verirse kayyım atayabilir… Evet. Kayyım gelirse kurultaya götürmekten başka yapacağı bir şey yok. Tek yapacağı şey kongre çağrısı. – Kayyım nasıl belirleniyor? Aslında buna çağrı heyeti deniyor. Mahkeme üç kişilik bir çağrı heyetiyle partinin kongresinin çağrısının yapılmasını sağlayabiliyor. Bunların işi kongreye çağırmak. Amaç hemen kongreyi yaptırmak. Çünkü yasa öyle istiyor. Taraflar kimlerin çağrı heyetinde bulunmasını istediğini söyleyebilir ancak öyle bir isim bildirmediler mahkemeye. – Peki eski yönetimin göreve gelme durumu nedir? Kongre iptal davalarının sonucunda kongre iptal olursa “yeni kongreye geçici bir yönetim gider” ya da “Eski yönetim, kongreye götürür” diye bir hüküm yok. – Mahkemenin inisiyatifine mi kalıyor? Mahkemenin inisiyatifinde de değil. “İptal ettim” deyip çekilmesi ve mevcut yönetimin eski kongreyi bir daha toplaması lazım. Ama bu, davayı açanların işine gelmediği için mahkeme kararıyla genel başkan koltuktan kalksın, yerine kayyum veya eski yönetim gelsin istiyorlar. – CHP lideri Özel, “Butlan ya da kayyum kararı çıkarsa tanımam” dedi. Böyle bir durumda CHP’nin planı nedir, yargı karar verdikten sonra CHP ne yapabilir? Bunu en net parti yöneticilerimiz bilir ama her ihtimal için birden fazla plan var. Ama şu net ki partide kimse kalmasa halk gelir Genel Merkez’e kayyuma izin vermez. Millet, CHP’yi birinci parti yaptı, “Belediyeleri yönet” diye oy verdi. Mahkemenin aldığı tartışmalı bir kararı kimse kabul etmez. Sayın Genel Başkan’ın “Kabul etmem, tanımam” demesinin nedeni bu. Mahkemelerden ne karar alırsanız alın o kurultay sandığı konacak, seçim yapılacak. Olağan kurultayda da olağanüstü kurultayda da delegenin, iradesi ortada. Siyasi mesele siyasetle çözülür. “HUKUKLA KAZANACAĞIZ” – Durum siyasi ise hukuki olarak nasıl karşı duracaksınız? Süreç ne olursa olsun hukuk içinde kalmamız lazım. Her ne kadar dava siyasi de olsa, biz savunmalarımızı, beyanlarımızı hukuk çerçevesinde vermek zorundayız. Çünkü bu davayı kazanacaksak hukukla kazanacağız. Başka bir çözümü yok. – Olası bir iptal kararının, bu yönetimin aday olarak belirlediği, görevlerini yürüten belediye başkanlarına etkisi olur mu? Görevlerine devam edecekler. Ama bu davayı açıp Türkiye’nin birinci partisini, parti içi tartışmaların içine sokmak isteyenler, “CHP kazandığı belediyeleri kazanamamış olsun, adayları geçersiz sayılsın” da diyebilir. Hatta gidip YSK’ya başvuru bile yaparlar ama hukuken reddedilir. Ancak belirlenmiş adaylar ya da yapılmış siyasi iş ve işlemlerin tamamı geçerli tabi. “KİMİN GÖZÜNÜ NE KADAR KARATTIĞI ÖNEMLİ” – Başka bir yönetim göreve gelirse hemen kurultaya gitmeyip görev süresini uzatabilir mi, bu arada tasfiyeler olur mu? Senaryoyu en kötüsünden çiziyorsak tabi olabilir. Bu durumda yol yine mahkeme olur. Ancak parti vicdanı bunu kabul etmez. Kurultay sürecini uzatmaya kalktıkları her dakika, bunu yapanların aleyhine işler. Bu kimin gözünü ne kadar kararttığıyla ilgili. Ama hiçbir CHP üyesinin böyle bir şeye yeltenmeyeceğini düşünüyorum. – Kılıçdaroğlu/İmamoğlu görüşmesinin ardından CHP lideri Özel, Ekrem Bey Kılıçdaroğlu’na “Ben o kurultayda bir şaibe görmedim, siz gördünüz mü” diye sorduğunu, Kılıçdaroğlu’nun da “Olur mu ben kurultayın tertemiz olduğunu ve kimsenin lekelemeyeceğini söyledim” dediğini aktardı ama Kemal Bey’in avukatı Celal Çelik, “temiz ya da şaibeli olup olmadığını bilemeyiz” diyor. Neler oluyor? Genel Başkanımız, cumhurbaşkanı adayımızla görüşmesinden sonra onun söylemediği gerçek olmayan bir şeyi tarif edecek değil. Belki bu konudaki gerçekleri ilgililerine sormak gerekir. – Kemal Bey direkt kendisi bir açıklama yapsa bir şey değişir miydi? Kemal Bey’in söyleyeceklerinin hukuka etkisi olmaz ama psikolojik ve siyasi etkisi olur. Aslında eski genel başkanımızın söylemlerinde geriye gidersek, “Bunlar partimize karşı kumpastır” diyor. Şu andaki durumda da yeniden çıkıp böyle bir şey söylese mutlaka etkisi olur.

Source: İklim Öngel


İstismarcı AKP’li olunca bakanlık gözünü yumdu

Diyarbakır Ulu Cami eski imamı ve AKP Milletvekili Mehmet Sait Yaz’ın öz yeğeni 38 yaşındaki Mehmet Yaz, ikamet ettiği binanın yangın merdiveni ve asansöründe 10 yaşındaki bir kız çocuğunu cinsel istismarda gerekçesiyle 6 yıl 3 ay hapisle cezalandırıldı.

Tüm çocuk istismarları ve kadın cinayetleri davalarında usul ve yasa gereği müdahil olan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın bu davaya müdahil olarak katılmaması da dikkat çekti. Sanık ifadesinde, TRT Bölge Müdürlüğü’nde güvenlik görevlisi olarak çalıştığını belirterek istismarı kabul etmedi.

Çocuğun annesi ise, kızındaki değişiklikleri farkettiğini belirterek mahkemede şunları söyledi: “Kızımda durgunluk vardı. Kendisiyle göz teması kurduğumda ağlamaya başlıyordu, ben de bu durumlardan şüphelendim. Mehmet isimli şahıs ile asansörde karşılaştığını, kendisine sarılıp öptüğünü, yangın merdivenine götürüp devam ettiğini söyledi.”

İFADELERİ TUTARLI

Sosyal hizmet uzmanı eşliğinde ifadesi alınan küçük kız yaşadıklarını ayrıntılarıyla anlattı.Mahkeme, çocuğun çelişkisiz ve istikrarlı ifadeleri nazara alınarak sanığa 6 yıl 3 ay hapisle ceza verdi, sabıkasız oluşu nedeniyle 5 yıl 2 ay 15 güne indirildi.

Çocuğa ve kadına karşı işlenen suçlarda davalara müdahil olan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın bu davaya katılmamaması dikkat çekti. 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine dair kanun gereğince özellikle çocuğun cinsel istismarı, cinsel saldırı, yaralama ve öldürme konulu dosyalarda mahkemelerce Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na da duruşma günü bildirilerek bakanlığın davaya katılması sağlanıyor.

Source: Özgür Cebe


Buca’da çöp isyanı

İzmir”in Buca ilçesinde belediye işçilerinin grevi nedeniyle biriken çöp yığınları ve kötü koku tepkilere neden oluyor. Buca Belediyesinde çalışan 1763 işçi, düzenli maaş alamadıkları ve biriken alacakları ödenmediği gerekçesiyle 18 Haziran”dan bu yana iş bırakma eylemi yapıyor. VATANDAŞ ÖFKELİ Eylemin 5″inci gününde temizlik hizmetlerinde görevli işçilerin iş bırakması nedeniyle Buca”nın bazı sokaklarında çöp yığınları ve kötü koku oluştu. Vatandaşlar grev nedeniyle çöplerin biriktiğini belirterek, sorunun çözülmesini istedi. Emekli öğretmen Cem Aynur Yılmaz, , ilçenin birçok bölgesinde çöplerin biriktiğini söyledi. Görüntülerin İzmir”e yakışmadığını ifade eden Yılmaz, “Her yer pislik içinde. Tam turizm zamanı, yurt dışından insanların geldiği zamanlar. Bu sorunun en kısa zamanda çözülmesi gerekiyor. Çok üzgünüm.” dedi. Müberra Başeğmez ise “Kaç gündür her sokak başı çöplerle dolu. Sinekler çoğalacak. Anlaşma yapılsın, bir an evvel çöpler toplansın, pislikten kurtulalım.” ifadelerini kullandı.

Source: Ertan Gürcaner


İmtiyazlı kast sistemi talebine karşı demokrasinin onurunu savunmak…

Türkiye, demokratikleşme sürecini sadece sandığa indirgemeyen, aynı zamanda kamu hizmetlerinin yaygınlaştırılması, sosyal devletin kurumsallaşması ve milli iradenin kurucu aktör hâline gelmesiyle genişleten ender ülkelerden biridir.

Bu gerçekliğe rağmen, muhalefetin kendi mensuplarının öznesi olduğu yolsuzluk operasyonlarına karşı geliştirdiği benimsediği yaklaşımlar, giriştiği eylemler, dile getirdiği söylemler dikkatle değerlendirilmelidir.

Kuşkusuz, zirve zırva, Özgür Özel’in ağzından “yargı kararlarını tanımayacakları, ne olursa olsun kararlara uymayacakları” beyanı olmuştur.

Bunu takip eden aşama ise soruşturmayı yürüten başsavcıyı doğrudan hedefe alması, hakkında iftira ve isnata varan iddialarda bulunması, güvenliğini tehdit anlamına gelecek birtakım bilgileri kamuoyu ile paylaşma çabasıdır…

CHP, yolsuzluk operasyonlarından kendisini sıyırmanın en kolay yolu olan hukukun üstünlüğü prensibine saygı yerine; hukuku değersizleştirme ve yolsuzluk ve yozlaştırmayı meşrulaştırma ve demokrasinin olmazsa olmazı konuları sulandırma, bulandırma girişimleri ile pekiştirmektedir…

Yolsuzlukla mücadele için hukuksal süreçlerin işlemesini “darbe”, “cunta” veya “otoriterleşme”, “diktatörlük” gibi sözcükler içeren cümlelerle ithamlar, yalnızca siyasi meşruiyeti değil, aynı zamanda devletin demokratik reflekslerini de hedef almaktadır. Oysa mesele gayet açıktır, Türkiye, darbeci, cuntacı, müdahaleci tüm refleksleri yenmiş, sandığın ve milletin iradesinin üstünlüğünü tesis etmiş, hesap verebilir bir devleti ve sağlıklı işleyen bir demokrasiyi işlevsel kılmış bir ülkedir.

Demokratik devletlerde yolsuzlukla ve yozlaşmayla mücadele, halkın devlete olan güveninin temel taşıdır. Bu mücadele, yargının bağımsız ve tarafsız biçimde işlemesini, kamusal güç ve imkân kullananların hesap verebilmesini, kamusal kaynakların denetlenmesini ve kamu vicdanının rahatlatılmasını amaçlar. İstanbul Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere bazı CHP’li belediyelerde yürütülen operasyonlar da bu çerçevede, hukukun çizdiği sınırlarda ve delillere dayalı olarak yürütülmektedir.

Hiçbir demokraside yolsuzluk soruşturmaları, “yargısal darbe” veya “siyasi darbe” olarak nitelendirilemez. Aksi takdirde, yolsuzluk yapanların dokunulmazlığı ilan edilmiş olur. Bu, hukuk devleti ilkesine değil, imtiyazlı kast sistemine kapı aralamaktır. Türkiye, böyle bir yozlaşmaya hiçbir şekilde göz yumamaz…

Muhalefetin sıklıkla tekrarladığı “seçimle geldik, bize dokunamazsınız” anlayışı demokratik sistemin doğasına aykırıdır. Sandık, yöneticilere meşruiyet sağlar; fakat bu meşruiyet, sınırsız bir dokunulmazlık anlamına gelmez. Seçimle gelen yöneticiler de hukukun, etik kuralların ve kamunun denetimine tabidir.

Bir belediye başkanı, halkın oyuyla seçilmiş olsa da kamu kaynaklarını şahsi ikbali veya siyasi çıkarları için kullandığında, artık yalnızca bir yerel yönetici değil; hukuk karşısında sorumlu ve hesap vermesi gereken bir kamu görevlisidir.

Türkiye, ne seçilmişleri kutsayan bir demokrasi dışı dokunulmazlık sistemine, ne de her yolsuzluk soruşturmasında rejimi suçlayan kırılgan siyaset diline mahkûmdur.

Türkiye’nin son 20 yılı, ekonomik, askeri, diplomatik alanda olduğu gibi demokratik kültürde de ciddi bir birikim oluşturmuştur. Tek partili dönemden çok partili sisteme, darbe dönemlerinden sivil siyasetin yükselişine; vesayetçi yapılardan reformcu anayasa süreçlerine kadar Türkiye, her yönüyle olgunlaşan bir demokrasi örneğidir.

Bu bağlamda, AK Parti’nin öncülüğünde kurumsallaşan reform dalgaları – yargı reformlarından kamu yönetimi reformlarına, şeffaflık yasalarından bilgi edinme hakkına kadar – Türkiye”yi “otoriterleşme” değil, tam tersine “hesap verilebilirlik” zeminine taşımıştır. Zira, devlet, korkulan değil, sorgulanan bir yapı olmak zorundadır, bu dönüşüm, otoriterleşme değil, demokratikleşmeye götürür bizi.

Bugün muhalefetin başvurduğu “darbe” söylemi, yersiz ve anlamsızdır… Siyasi meşruiyet krizine düşen bir muhalefet, halkın gündeminden kopuk şekilde yolsuzluk iddialarına karşı “tehdit” retoriği üretmektedir. Bu retoriğin içi boştur; çünkü ortada siyasi veya silahlı bir müdahale yoktur, sivil siyaseti tasfiye eden bir yapı hiç yoktur, yargının iradesine el koyan bir vesayet sistemi yoktur.

Tam aksine, Türkiye’de yargı bugün ilk kez bu kadar cesur, şeffaf ve bağımsız şekilde hareket edebilmektedir.

Asıl darbe, yargıya “sadece iktidarı denetle” dayatması yapan muhalefetin hukuk tanımaz yaklaşımıdır. Yargı herkes için vardır; iktidarı da muhalefeti de denetleyecektir.

Türkiye, seçimle yöneticisini seçebilen, yöneticisini sorgulayabilen, yasama-yürütme-yargı ayrımını gözeten, ifade özgürlüğünü ve medya çoğulculuğunu geliştirmiş bir demokrasidir.

Demokrasilerde yolsuzlukla, yozlaşmayla mücadele, temiz toplum ve yönetim arzusu ve çabası sistemin sağlığını koruyan bir bağışıklık sistemidir. Muhalefet, hukuki yapıları, kurumları, süreçleri itibarsızlaştırmak yerine, yolsuzlukla arasına net çizgiler çekmeli ve şeffaflıkta yarışmalıdır.

Türkiye”nin istikbali, ancak millet iradesinin, hukuk devleti anlayışının ve siyasi ahlakın birleştiği bir çizgide güvence altına alınabilir. Türkiye, millet iradesiyle yükselen, hukukun üstünlüğü ile güçlenen, kurumsal kapasitesiyle ilerleyen bir demokrasidir.

Demokratik düzenin saygınlığı, sadece seçim günü sandığa gitmekle değil, her gün hesap verebilir olmakla korunur.

Yolsuzlukla mücadele eden savcıya iftira, isnat, hakaret olmaz, özel hayatı, konutu ifşa edilerek tehdide yeltenilemez; devlete “diktatörlük” izafe edilemez, hesap soran yapıya “cunta” denemez. Bu kavramları yerli yerinde kullanmak, hem siyasal olgunluk hem de entelektüel dürüstlük gerektirir.

Source: Zakir Av


Cumhurbaşkanı Erdoğan kilise saldırısını lanetledi

Cumhurbaşkanı Erdoğan, mesajında şu ifadelere yer verdi:
Suriye’nin başkenti Şam’daki Mar İlyas Kilisesi’ne yönelik gerçekleştirilen menfur terör saldırısını lanetliyorum.
Saldırıda hayatını kaybedenlerin ailelerine, yakınlarına, Suriye hükûmetine ve halkına başsağlığı diliyor, yaralılara acil şifalar temenni ediyorum.
Suriye’nin huzur ve güvenini, iç barışı ve birlikte yaşama kültürünü, bölgemizin istikrarını hedef alan bu alçakça terör eylemi karşısında Suriye halkının ve hükûmetinin yanındayız.
Yıllardır süren zulmün ve çatışmaların ardından ilk defa geleceğine umutla bakan komşumuz, kardeşimiz Suriye’nin, taşeron terör örgütleri eliyle yeni bir istikrarsızlık ortamına çekilmesine asla izin vermeyeceğiz.
Suriye hükûmetinin terörle mücadelesine destek vermeyi sürdüreceğiz.

Source: Cansu Akalp


Dün tutuklanmıştı: Dikkat çeken paylaşım… Boş koltuk detayı ve “Fatih Altaylı Yorumlayamıyor” başlığı!

Bir videoda sarfettiği sözler nedeniyle hakkında “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla soruşturma açılan ve dün akşam tutuklanan gazeteci Fatih Altaylı, Silivri”deki cezaevine gönderilmişti. Bugün ise Altaylı”nın Youtube kanalından Altaylı”nın ekibi dikkat çeken bir video paylaştı. Altaylı”nın ifadesinin de yer aldığı videoda, Altaylı”nın mevzubahis örneği hakkında açıklama getirildi. İşte tüm detaylar!

ALTAYLI”NIN İFADESİ
Fatih Altaylı, “cumhurbaşkanına tehdit” suçlamasıyla gözaltına alınıp ifade vermişti.
Altaylı”nın ifadesi:
“Söz konusu yayın ve cümleler bana aittir, ancak Cumhurbaşkanını ne tehdit nede hakaret maksadım vardır. Bir araştırma şirketinin yapmış olduğu ankette vatandaşlara Cumhurbaşkanı Erdoğan”ın Kaydı Hayat şartı ile Cumhurbaşkanlığı yapmasına onay verip vermedikleri sorulmuş, vatandaşların yüzde yetmişi de böyle bir Anayasa değişikliğine onay verip vermeyeceklerini söylemişti. Bende bu konu ile ilgili yorumumda Türk halkının tanzimattan bu yana oy kullanarak Devlet yönetiminde etkin olmayı sevdiğini ve benimsediğini ve herhangi bir kişiye kendi isteği ve denetimi dışında Devlette üst düzey görev yapma iznini peşinen vermekten hoşlanmadığını söyledim. Ve Türk Halkının kendini yönetenlere karşı her zaman eleştirisel bir tutum takınabildiğini Padişahlık döneminde bile Cuma selamlıklarında Padişahları eleştirdiğini tarihe meraklı bir AFYONCU gibi yakın tarihimiz üzerine uzman bilim insanları ile de defalarca televizyonlarda entelektüel kimliğimle ifade ettim. Bu gibi örnekleri daha önce gerek Murat BARDAKÇI gerek Erhan konuşmuşluğumuz vardır. Açıkçası bu tarihi bilgilerden mevcut Cumhurbaşkanına bir tehdit algısı çıkabileceği aklımdan dahi geçmezdi.

BU SÖZLER YÜZÜNDEN GÖZALTINA ALINMIŞTI
Altaylı”nın bu videoda söylediği sözler yüzünden gözaltına alındığı ortaya çıkmıştı:

YENİ VİDEO “ALTAYLI YORUMLAYAMIYOR”
Altaylı”nın Youtube kanalından bu sabah bir video daha paylaşıldı. Altaylı”nın ekip arkadaşlarının hazırladığı video boş bir koltuk olması ve “Fatih Altaylı Yorumlayamıyor” başlığıyla servis edilmesi dikkat çekti.

Source: Doğukan Akbayır


Fatih Erbakan”ın hedefi ‘bir bölen’ olmak mı?

Hepimizin bildiği gibi Cumhuriyet’in ilanından sonra CHP’nin iktidarda olduğu tek partili yönetim, kadınları sistematik olarak tesettürden uzaklaştırmıştı.

O yıllarda başörtüsünü muhafaza edebilenler genelde ev hanımları ve köylü kadınlardı.

Onlar da İslami şuurdan ziyade “gelenek” olarak örtü kullanıyordu.

60’lı yıllarda başlayan İslami uyanış ile kadınlar arasında örtünme arzusu hızla yayıldı.

Gücü ellerinde bulunduran ve bu durumdan rahatsız olan vesayet odakları ise sözde “laiklik” bahanesiyle tesettüre karşı amansız bir mücadele başlatarak, başörtülü kadınlara ülkeyi adeta zindana çevirdi.

Önce tesettürlü kadınların çalışma hayatına dâhil olması engellendi, akabinde “kamusal alan” bahanesiyle yasak başta üniversiteler olmak üzere her alana yayıldı.

Rahmetli Turgut Özal, mezkur yasağın kaldırılması için tasarı hazırladı ama darbeci Kenan Evren’e takıldı.

Refahyol Hükümeti döneminde Erbakan ve arkadaşları benzer bir tasarı hazırladı fakat bu defa da vesayet odakları geçit vermedi.

“Refah Partisi’nin Temelli Kapatılması” için hazırlanan iddianamede,

“Dinsel kuralların emrettiği biçimde takılan başörtüsünün laiklik ilkesine aykırı olduğu yüksek mahkeme kararıyla kesinleştiği(!)” için, Necmettin Erbakan dâhil Refah Partisinin tüm yöneticilerinin hemen her konuşmalarında başörtüsünün “Anayasal bir hak olduğunda” ısrar etmeleri…

Merhum Erbakan Hoca’nın bir seçim konuşmasında, “İktidar olduklarında Rektörlerin başörtüsüne selam duracağını” söylemesi, delil kabul edilerek…

Sırf başörtüsü konusunda yapılan açıklamaların bile Refah Partisi’ni “laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline getirmeye yettiği” sonucuna varılmıştı.

28 Şubat’la zirveye çıkan ve adeta kangren halini alan bu utanç verici yasak, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsı ve AK Parti iktidarlarının gayretleriyle çok şükür tarihe karıştı.

Fakat bu kez başka bir sorun patlak verdi.

Geçmişte İslam’ın emri olan örtüye “bir metrelik bez parçası” diyen, serbest olmasın diye mahkemelerden çıkmayan CHP’nin yöneticileri, bu defa siyasi rant uğruna başörtüsünü sahiplenmeye başladı.

Başörtüsü özgürlüğünü engellemek için AYM’ye giden CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, “Başörtü yasağı tekrar gelmez. Bizden korkmayın. Eğer tereddüt ederseniz, bizim ittifakımızda, bizim yanımızda Temel Karamollaoğlu da olacak. Başörtü serbestliğinin kefili Temel Bey’dir” diyerek…

Merhum Necmettin Erbakan’ın partisi Saadet’i, “CHP’ye kefil” gösterecek kadar ileri gitti.

Peki ya sonrasında ne oldu?

– Maltepe’de bir lisede okuyan Fatma Dilara Aslıhan Yiğit, Pendik-Kadıköy hattındaki minibüste giderken, sırf başörtülü olduğu için hiç tanımadığı bir kadının tekmeli saldırısına uğradı.

– Denizli Pamukkale Üniversitesi öğrencileri H.D. ve K.O, evlerine gitmek için bindikleri belediye otobüsünde, M.S. adlı yolcunun hakaretine maruz kaldı.

– Antalya Kepez’deki bir Kur’an kursunda “öğretici” olarak görev yapan başörtülü N.D, evcil hayvan malzemeleri satan bir dükkanın sahibiyle sohbet ederken, M.Y. tarafından taciz edildi.

– İstanbul Küçükçekmece’de bulunan lüks bir otelin yönetimi, “hijyenik olmadığı gerekçesiyle” başörtülü ve haşemalı kadınların havuzlara girişini yasakladı.

– Adana’da iki kadın, tesettürlü oldukları gerekçesiyle Zübeyde G. adlı örtü düşmanı tarafından hedef alındı.

– Feyza Yerlikaya ile Gamze İnce isimli başörtülü iki kız Karaköy’de, kaldırımda yürüdükleri sırada karşıdan gelen Semahat Y. adlı kadın tarafından yumruklarla darp edildi.

– Başörtü düşmanı bir kadın, Eminönü İskelesi’ne gitmekte olan Gizem Kaya’yı önce, “Arabistan’da yaşa. Defol git. Bu ülkede işiniz ne?” diye taciz etti, ardından arkadan iterek, şiddet uyguladı.

– Ümraniye Devlet Hastanesi Mustafa Kemal Semt Polikliniği’nde Kulak Burun Boğaz Doktoru olarak görev yapan H.H.T., kulak muayenesi sırasında başörtüsünü tamamen çıkarmayan Saliha Akbayrak adlı genç kızı tedavi etmeyerek, kovdu.

– İstanbul Nişantaşı’nda bulunan Mıstık Parkı’nda kız arkadaşı ile sohbet eden Neşe Nur Akkaya adlı başörtülü genç akademisyen, inancı gereği örtündüğü için Eray Ç. adlı saldırganın hedefi oldu.

– Başörtülü öğretmen Şüheda Nur Eriş, İstanbul Beşiktaş”ta yürüdüğü sırada Berrak K. adlı kadının saldırısına uğradı.

Kanal 7 Haber Muhabiri Meryem Nas, Beşiktaş’ta sokak röportajı yaptığı sırada örtü düşmanı bir kadının, “Başını aç kafan biraz hava alsın” şeklindeki rezil sözleriyle taciz edildi.

– Ortaköy”de bir kadın ortada hiçbir şey yokken başörtülü kadınlara hakaretler yağdırdı.

– Ankara”da bağnaz bir kadın “sizden midem bulanıyor” diyerek başörtülü bir kadına kazma fırlattı.

– Yine Ankara”da iki kadın sokak ortasında başörtülü bir kadına “Tayyip size fazla yüz verdi defolun bu ülkeden” diyerek saldırdı.

– İzmir”de minibüs şoförü ve yanındaki şahıs, tesettürlü bir kadının başörtüsüne hakaretler yağdırdı.

– Küçükçekmece”de yemek almaya giden başörtülü kadın, hiç tanımadığı bir kadının şişeli saldırısına uğradı.

Tabii ki hayır…

Dün de Denizli”de benzer bir hadise yaşandı. Laikçi ataklar geçiren bir kadın “Defolun gidin lan buradan. Siz kimsiniz? Çıkarın bunu buradan” diyerek, 2 yaşındaki kızıyla birlikte halk otobüsüne binen tesettürlü kadına saldırdı.

İşte bu meş’um saldırının gerçekleşmesinden saatler önce partisinin Ordu İl Başkanlığı binasının açılışına katılan Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı Fatih Erbakan, “Bundan sonraki süreçte Cumhur İttifakı ile bir araya gelmeyeceğimizi net bir şekilde ifade etmek istiyorum” diyerek…

Babası Erbakan Hoca’nın hayalini kurduğu “Başörtüsü özgürlüğünü” gerçekleştiren AK Parti ile bir daha asla yan yana gelmeyeceğini ilan ediyordu.

CHP ile de herhangi bir ittifak içerisinde olmayacaklarını öne süren Erbakan, konuşmasının devamında; “Sağ seçmene hitap eden partilerle birlikteliğin olması söz konusu olabilir” diyerek…

Son seçimde CHP ile ittifak yapan SP, DP, DEVA, İP ve Gelecek Partisi ile ittifak yapabileceklerinin sinyalini verdi.

Sözde sağ seçmene hitap eden bu partiler, AK Parti’nin “başörtüsü özgürlüğü” ile ilgili hazırladığı anayasa değişikliği teklifinde “laiklik rötuşu” yapılmasını ve “dini inanç” ifadesinin çıkarılmasını isteyen CHP’ye “kefil” olmadılar mı?

Güya “Parlamenter Sisteme Geçiş” için CHP ile ortak hazırladıkları anayasa taslağına, yazım tekniğine aykırı şekilde “hayvan hakları” maddesini bile ekledikleri halde, sırf laikçi tabanı ürkütmemek adına “başörtüsü özgürlüğü” hakkında tek bir ifade bile koymaktan korkmadılar mı?

Dolayısıyla!..

“28 Şubat zihniyetinin” hâlâ dipdiri olduğu, Müslümanlara yönelik sözlü ve fiili saldırıların bu kadar şiddetlendiği bir dönemde, siz AK Parti’nin karşısında yer aldıktan sonra…

Daha düne kadar CHP’yle iş turan bu partilerle ittifak yapsanız n’olur?

Yapmasanız ne olur?

Sonuçta her türlü “bir bölen” olarak tarihe geçeceksiniz!

Zekeriya Say / Haber7

Source: Zekeriya Say


Sabahat Akkiraz da “kıyafet” tartışmasına katıldı: “İsteyen istediğini giyer”

Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) oturumları hafta sonu yapıldı. Üniversiteye yerleşmek için sınava giren milyonlarca öğrenci heyecanla pek çok aksilik yaşarken, birçok kişi sınav yerine geç kaldı. Antalya Akdeniz Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nin önünde yaşanan bir olay ise sosyal medyada gündem oldu. KÜPESİNİ ÇIKARAMADI, SINAVA GİREMEDİ Sınav saatine dakikalar kala güvenlik kontrolüne gelen genç bir kıza, güvenlik görevlileri takılarını çıkarması konusunda uyarıda bulundu. Yönetmelik gereği sınava küpe, kolye ve bileklik gibi takılarla giremeyeceği hatırlatan genç kız takılarını çıkarırken, kulağındaki küpeyi çıkarmakta çok zorlandı. Birçok kişi kendisine yardım etmeye çalışsa da küpe bir türlü çıkmayınca sınav kapıları kapandı ve genç kız sınava giremedi. SOSYAL MEDYADA “KIYAFET” TARTIŞMASI Olay sosyal medyada sınav prosedürüyle ilgili bir tartışma yaratırken, bazı kesimler ise konuyu yine kadınların kıyafetlerine getirdi. Genç kızın kıyafetinin ciddiyetsiz olduğu ve bir sınava bu şekilde giremeyeceğini iddia edenler olurken, birçok vatandaş da kıyafet zorunluluğu olmayan bir sınav organizasyonuna herkesin istediği gibi gelebileceğini savundu. “İSTEYEN TÜRBANLA İSTEYEN ŞORTLA GİDER” Sosyal medyadaki yorumlarda tutucu bir tavır öne çıkınca ve kadınların nasıl giyinmesi gerektiğine yönelik bir tartışma yaratılınca birçok isim bu tutuma tepki gösterdi. Ünlü Türk Halk Müziği sanatçısı Sabahat Akkiraz da bu tartışmalara tepki gösterdi. Sosyal medya hesabından bir paylaşımda bulunan usta sanatçı, Bir genç kızımızın sınava nasıl giyinip gideceğine kimsenin karışamayacağı özgürlüğü savunacağız. İster türbanla gidecek, ister şortla gidecek ifadelerini kullandı.

Source: Haber Merkezi


Valilikten şehit babasını isyan ettiren karar

Afyonkarahisar Valiliği “18 Mart Şehitleri Anma Günü” münasebetiyle şehit ailelerine iftar programı düzenlemiş ve programa Afyonkarahisar Milletvekili Mehmet Taytak da katılmıştı.

Şehit aileleri terörist başı Abdullah Öcalan için’sayın’ kelimesini kullanan MHP’li vekil Taytak’a tepki göstermiş ve Vali’nin korumaları şehit ailelerine müdahalede bulunmuştu.

Valilik korumalarının müdahalesi sonrası 2016 yılında Bingöl”de EYP patlaması sonucu şehit olan P.Uzm.Çvş. Kerim Üye”nin babası Süleyman Üye, “Bingöl”ün dağlarında şehit oldu benim oğlum, hakkımı helal etmiyorum. Bugün devlet MHP”nin vekiline korumalık yaptı, biz bunu haykırmak için geldik, Sayın Vali, valiliğini yap” sözleriyle tepki göstermişti.

VALİLİK DOSYANIN İŞLEMDEN KALDIRILMASINA KARAR VERDİ

Yaşanan olayların ardından ‘Türkiye’nin başörtülü ilk kadın valisi” olarak bilinen Kübra Güran Yiğitbaşı’nın yakın korumaları hakkında şehit ailesi suç duyurusunda bulunmuştu.

Afyonkarahisar Valiliği, ailenin şikâyeti üzerine yapılan araştırma sonucunda polis memurunun isnat edilen suçları işlemediği gerekçesiyle dosyanın işlemden kaldırılmasına karar verdi.

Afyonkarahisar Vali Yardımcısı İhsan Ayrancı imzasıyla duyurulan kararda şu ifadelere yer verildi: Afyonkarahisar İl Emniyet Müdürlüğü kadrosunda görevli Polis Memuru M.U., hakkında yapmış olduğunuz şikayet başvurunuzda yer alan iddialarınıza ilişkin yapılan araştırma sonucunda; isnat edilen suçlamanın sübuta ermediği anlaşılmış olup Valilik Makamının 30/05/2025 tarihli ve 2025/52 sayılı onayı ile dosyanın “İşlemden Kaldırılması” yönünde karar verilmiştir.”

SAVCILIK DA KAVUŞTURMAYA YER VERMEDİ

Afyonkarahisar Cumhuriyet Başsavcılığı da şehit babasının “hakaret” suçlamasıyla yaptığı suç duyurusuna dair kararını verdi.

Savcılık, kavuşturmaya yer verilmemesine karar verdi.

Savcılık kararında, “Tüm dosya kapsamı bir bütün halinde incelenerek değerlendirildiğinde; müştekilerin ifadesinde geçtiği üzere şüpheliye “şitt sen nereye gittiğini sanıyorsun” sözleri ile hakaret ettiği isnat olunmuş ise de şüphelinin üzerine atılı suçlamayı reddettiği, herhangi bir sözlü müdahalede bulunmadığını ifade ettiği, “şitt sen nereye gittiğini sanıyorsun” sözlerini söylemiş olsa bile bu sözlerin hakaret suçuna vücut vermeyeceği, sadece kaba ve nezaket dışı hitap tarzı olduğu, böylece şüphelinin üzerine atılı suçu işlemediğinin sabit olduğu anlaşılmakla, Şüpheli hakkında üzerlerine atılı suçtan yukarıda açıklanan nedenlerle kamu adına Kovuşturmaya yer olmadığına” denildi.

“HAKKIMI HELAL ETMİYORUM”

Şehit babası Süleyman Üye, Afyonkarahisar Valiliği ve savcılığın kararına sert tepki gösterdi. Kararı alanlara hakkını helal etmediğini kaydeden Şehit Babası Süleyman Üye, “18 Mart Şehit Günü’nde evladımın katillerine ‘beyefendi’ diyen Afyonkarahisar Milletvekili Mehmet Taytak beyefendiye tepki gösterdiğim için Afyonkarahisar Valiliği yakın korumaları ittirip, kaktırdılar. ‘haddini bil’ dediler. O yüzden Afyonkarahisar Emniyet Müdürlüğü’ne giderek şikayetçi oldum. Şikâyetim sonucu bana ‘Valilik soruşturmaya izin vermiyor’ diye bir evrak geldi. Sonra Afyonkarahisar Adalet Sarayı’ndan “Soruşturmaya lüzum görülmemiştir” diye bir evrak daha geldi. Beni ittirip, kaktıran polis de olsa asker de olsa buna hiçbir hakkı yok. Çünkü ben vatan için, Türkiye Cumhuriyeti için şehit vermişim. Bunu yapanlara hakkımı helal etmiyorum” ifadelerini kullandı.

Source: Müslüm Evci̇


Tam bağımsız Türkiye için hep birlikte mücadeleye devam

“Terörsüz Türkiye” projesinin ağır aksak yürüdüğü şu günlerde, İran’ın İsrail ve Amerika tarafından vurulmasıyla yeni bir durum oluşuyor farkında mısınız?

İsrail’in İran’a saldırdığı günlere denk gelen bir gelişme yaşandı.

Aslında 21 Nisan 2025 tarihinde gerçekleşen bir görüşme, geçtiğimiz hafta gündeme geldi ve hayli tartışıldı.

Konu, 21 Nisan 2025 İmralı Zabıtları!

ÖCALAN’IN İSRAİL KARŞITI TUTUMU, KİMLERİ TEDİRGİN EDİYOR

İmralı’da, PKK ele başı Öcalan’ın uzun bir buluşmanın ardından salondan ayrıldığında başının dönmesi ayrıntısına kadar konuşuldu.

Hatta, “güvenlik” nedeniyle yeni MİT mensubunun Öcalan’ın görüşmesinde yer aldığı bilgisi de.

Peki; görüşmede asıl ne öne çıkmıştı?

Elbette, “Terörsüz Türkiye” süreci devam ederken İsrail’in meseleyle ilgili aldığı pozisyona Öcalan’ın verdiği tepki elbette.

Öcalan, İsrail’in kendisini öldürebileceğini söylüyor, gündeme gelen zabıtlarda.

Yine aynı görüşmeye dahil olan MİT mensubunun da Öcalan’ın güvenliğinin artırılması için orada olduğu ifade ediliyor.

Bir ayrıntı daha var. Öcalan İsrail mi İran mı tartışmasında, “İran’dan yana” tavır alıyor.

İsrail’in, bölgede hegemon güç olarak konumlandırılmak istendiğine dikkat çekiyor.

21 Nisan zabıtlarında daha çok ayrıntı var ama bununla yetinelim.

Çünkü asıl mesele başka.

DEMİRTAŞ’IN ALDIĞI POZİSYON KIYMETLİ

Zabıtların gündeme geldiği günlerde Edirne’de tutuklu bulunan HDP eski eş başkanı Selahattin Demirtaş’tan çok dikkat çekici bir çıkış geldi.

Bilenler bilir, Demirtaş’ı bu köşede çok ağır eleştirdik. Demirtaş’ın Türk siyasetine verebileceği onca katkıyı es geçip “Çözüm Süreci”ne verdiği zararı da kayıtlara geçirdik.

Ama “Sezar’ın hakkı Sezar’a!”

Açıkçası, kamuoyuyla paylaşılan son yazısı, geleceğimize dair umudumuzu pekiştirdi.

Demirtaş, Edirne’den Kars’a tüm Türkiye’nin hep birlikte canla başla savunulması gerektiğini söylüyor. Türkiyeli olmanın değerini anlatıyor. Nihayetinde İsrail’in İran’a saldırısını “Emperyalistlerin bölgemize dönük” kabul edilemez eylemi olarak nitelendiriyor.

İsrail karşıtı tutum sergiliyor.

PKK’NIN UZANTILARINDAN VE K.IRAK’TAN ÇATLAK SESLER YÜKSELİYOR

Geçtiğimiz hafta yaşanan bu gelişmeler sahada da farklılıkları ortaya çıkardı.

PKK’nın Suriye kolunun başındaki Mazlum Abdi, “Suriye ordusuna SDG’nin eklemlenmesinin formüllerini anlattığı bir söyleşide, Öcalan’la görüşmekten onur duyacağını belirtiyor. Ama bir şey daha yapıyor, Türkiye’deki barışı destekliyoruz diyor, kendilerini sürecin dışında tutuyor.

Yine PKK’nın İran kolu PJK, tüm Kürt gruplara rejime karşı birleşmeye çağırıyor.

PKK’nın Kandil baronlarından Duran Kalkan ise, örgütün silah bıraktığını eylemselliğini değiştirdiğini anlatıyor anlatmasına ama…

PJK’ın çağırısına destek verip “Şimdi birleşirlerse büyük kazanırlar. 4 parça Kürdistan olarak arkalarındayız” diyor.

ÖCALAN İLE DEMİRTAŞ’IN ÇİZGİSİ TÜRKİYE EKSENİNDE

Öcalan ile Demirtaş’ın çizgisi Türkiye eksenine oturuyor. O yüzden iki isim de Amerika ve batılıların güdümündeki örgüt üyeleri ve diğer Kürt gruplarının hedefine oturtuluyor.

Türkiye’de taban bulmakta zorluk çeken Kuzey Irak menşeli yapı da aynı bağlamda tartışmaya dahil oluyor.

Barzani’nin Türkiye ili olan ilişkisinin inişli çıkışlı olduğunu biliyoruz. En son Terörsüz Türkiye projesine destek verirken ona müzahir “yapı”nın Türkiye’deki kongresinde, “otonomi”, “federasyon” gibi konuların öne çıkartılması dikkatimizden kaçmıyor!

Buna benzer bir tutumu henüz iklim oluşmamışken, HÜDAPAR’ın Diyarbakır’daki toplantısının sonundaki bildiride görmüştük.

“BİZİM KÜRTLERİMİZİ KİMSEYE VERMEYE NİYETİMİZ YOK”

Toparlayalım.

Terörsüz Türkiye perspektifinin ne derece hayati olduğu bugünlerde bir kez daha ortaya çıktı.

Bu konuda elini taşın altına koyanların tümünün emekleri boşa gitmesin diye ihtimam gösteriyoruz.

Ne ki, hem Türkiye içinde hem Suriye, Irak ve İran’daki yapılar süreci hızla zehirlemek için harekete geçmiş görünüyor.

Mahir Kaynak”ı rahmetle anarak bitirelim.

“Bizim Kürtlerimizi kimseye verme niyetimiz yok.”
Birlikte, hep beraber tam bağımsız Türkiye mücadelesine devam.

Irak, Suriye işte şimdi de İran örneği bizi buna mecbur bırakıyor farkında değil misiniz?

Farkında olanlara selam olsun!

Hasan Öztürk / Haber7

Source: M Yazilari


Yakınlarını arayanlar 90 saniyelik bu mesajı dinledi

CNN International”ın elde ettiği kayıtlara göre İran dışında yaşayan kişilerin yaptıkları telefon aramalarında karşıdan gelen ses bir insan değil, otomatik sesli mesaj oldu. “Merhaba, dinlemek için zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz” ifadeleriyle başlayan mesaj, telefon görüşmesini yapan kişileri şaşkına çevirdi.

“GÖZLERİNİZİ KAPATIN”

Sesli mesajda, hayatın beklenmedik sürprizler barındığını belirtilerek, insanlara bu zorluklarla başa çıkma gücünün içlerinde olduğunu hatırlatıldı. Devamında ise arayan kişiye gözlerini kapatması ve kendisini huzur veren bir yerde hayal etmesi söylendi.

Mesajın amacı tam olarak bilinmese de içeriği, meditasyon benzeri bir telkin havası taşıyor… Bu tür sesli mesajların özellikle cep telefonlarını arayanlar tarafından sıkça duyulduğu, sabit hatlarda ise böyle bir uygulamaya rastlanmadığı bildirildi.

İNTERNET KESİNTİLERİNDEN SONRA ORTAYA ÇIKTI

Söz konusu otomatik mesajlar, İran”da son günlerde uygulanan geniş kapsamlı internet kısıtlamalarının ardından yaygınlaşmaya başladı. WhatsApp gibi popüler uygulamalara erişimin durdurulmasıyla birlikte yurtdışındaki İranlılar sevdiklerine doğrudan telefonla ulaşmaya çalıştı.

Ancak mobil hatlar üzerinden yapılan aramalarda bu tür sesli mesajlarla karşılaşmak olağan hale geldi…

İran İletişim Başkanlığı ise yurtdışındaki vatandaşların aileleriyle yerli mesajlaşma platformları aracılığıyla iletişim kurulabileceğini savunuyor. Öte yandan İran, özellikle siyasi gerilimlerin yükseldiği dönemlerde sık sık internet kesintilerine başvuruyor. 2022 yılındaki kitlesel protestolarda da benzer erişim engelleri uygulanmıştı.

Source: Derleyen: Ozan Kılıç