Erdemsizlik
Miletoslu antik Yunan filozofları Tales, Anaksimandros ve Anaksimenes , evrenin özü ve temeli anlamına gelen “arkhe” kavramına ve “Arkhe nedir?” sorusuna odaklandılar. Bu filozoflar bunu yaparken de, doğaüstü ve metafizik güçlere başvurmadan, doğanın ve aklın sınırları içerisinde kaldılar ve böylece “mitos” tan “logos” a, yani söylenceden akıl yürütmeye doğru devrimci bir adım attılar. Atina’da felsefi araştırmalar içerisine giren antik Yunan filozofları Sokrates, Platon ve Aristoteles ise bu süreci yine “logos” üzerinden daha da ileriye taşıdılar ve yaşamın temel amacı anlamına gelen “telos” kavramına ve “Telos nedir?” sorusuna da odaklandılar. Bu aynı zamanda, evreni önceleyen bir bakış açısından, evrenle birlikte insanı da önceleyen bir bakış açısına geçilmesi açısından, yine devrimci bir aşamaydı. Bu soru aynı zamanda, ahlak felsefesinin ve siyaset felsefesinin temellerinin atılmasıyla sonuçlandı. Sokrates, Platon ve Aristoteles, “Yaşamın temel amacı nedir?” sorusuna özetle şöyle yanıt verdiler: “Yaşamın amacı iyi bir insan olmaktır, iyi bir ruha ve karaktere sahip olmaktır. İyi bir ruha ve karaktere sahip olmak da, erdemli olmakla olanaklıdır. Yaşamın temel amacı erdemli olmaktır.” Sokrates, Platon ve Aristoteles, adaleti, cesareti, dostluğu, ölçülülüğü birçok erdem arasında saydılar ve adaleti de özel olarak daha ayrıntılı bir biçimde ele aldılar. Sokrates’in, Platon’un, Aristoteles’in ahlak felsefesi ve siyaset felsefesi alanında açtığı yol sayesinde, daha sonraki yüzyıllarda, John Locke, David Hume, Jean-Jacques Rousseau, Immanuel Kant, Karl Marx gibi filozoflar, insanlığa yol göstermek amacıyla, erdem, adalet, özgürlük, eşitlik konusundaki araştırmaları ve çalışmaları, değişen koşulları da dikkate alarak, daha da genişlettiler ve geliştirdiler. *** Aradan geçen yaklaşık 2400 yılda, insanlığın, adalet konusunda, dünyanın belli başlı bölgelerinde belli bir ölçüde ilerleme sağlamış olmasına rağmen, dünyanın çoğu bölgesinde hâlâ çok fazla bir ilerleme sağlayamamış olması, trajiktir. Türkiye de ne yazık ki bu bölgelerin içindedir. Antik çağda Tales, Anaksimandros, Anaksimenes, Herakleitos , Anaksagoras , Aristoteles, Kleanthes , Krisipos , Diogenes gibi önemli filozofların Anadolu’da da yaşadığı ve birçoğunun Anadolulu olduğu dikkate alınacak olursa, bu gerçek daha da trajik hale gelmektedir. Önce Bizans İmparatorluğu’nun, arkasından da Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu’ya yerleştirdiği teokratik, monarşik, despotik, dogmatik yapılanma ve onun günümüzdeki uzantıları, Anadolu’daki gerilemenin en önemli nedenleri arasında yer almaktadır. *** Neo Osmanlıcı ve Cumhuriyet karşıtı AKP iktidarı, Türkiye’yi, erdem ve adalet açısından, tarihinin en geri noktasına sürüklemiştir. İktidarı eleştiren öğrencilerin, gençlerin, gazetecilerin, yazarların, karikatüristlerin, siyasetçilerin, vatandaşların; halk tarafından seçilen belediye başkanlarının; cumhurbaşkanı adayı olmak için mücadele eden bir belediye başkanının hapishaneye atılmaları; yaşanan erdemsizliğin sonucudur. Zeytinliklerin, ormanların, yeşil alanların, deniz kıyılarının, göllerin, derelerin, rant ve kişisel çıkar peşinde koşan sermaye odakları tarafından talan edilmesi, yok edilmesi, yaşanan erdemsizliğin sonucudur. Gelir dağılımındaki dengesizlik ve işsizlik, halkın ekonomik açıdan ezilmesi, ekonomik ve sosyal adaletsizlik, yaşanan erdemsizliğin sonucudur. Yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığının; yargı bağımsızlığının; düşünceyi ifade, yayınlama, medya, örgütlenme özgürlüğünün; özgür ve serbest seçimlerin; halk egemenliğinin; laikliğin ortadan kaldırılmış olması, yaşanan erdemsizliğin sonucudur. Vatandaşlara nitelikli ve ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetlerinin sağlanamamış olması, yaşanan erdemsizliğin sonucudur. Oligarşik güçlerin ülkenin üzerine bir karabasan gibi çökmesi, yaşanan erdemsizliğin sonucudur. Erdeme ve ona bağlı değerlere ve ilkelere ulaşılmadıkça, erdemin egemenliği kurulmadıkça, Türkiye’nin sorunları çözülemez.
Source: Örsan K. Öymen
Osmanlı Millet Modeli İradesi
Mehmet Uçum , Türkiye’de siyaseten yaşanan kurguların ardında yer alan Saray’daki şahin takımının başı olarak nitelendiriliyor. Uçum’un geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı yazı, Türkiye’nin nereye evrildiğinin göstergesi açısından dikkat çekici. Uçum, “başkanlık” diye tanımladığı Saray rejimini “demokratik cumhuriyete en uygun hükümet modeli” olarak tanımlıyor. Ona göre, başkanlık modelini “yurtsever demokrasi” dediği şey tamamlıyor ve bu sistemde ülke liderliği; halk tarafından doğrudan ve salt çoğunlukla seçilen, cumhuriyeti ve milletin birliğini temsil eden başkana veriliyor. Başkan, hem halkın başkanı hem de devlet başkanı sıfatlarına sahip oluyor ve böylece devletin işleyişi tümden halk iradesine (!) bağlanıyor. Aslında demek istediği, tüm iradenin Saray’a bağlanmış olduğu… Uçum, bir “milli hukuk” tan da söz ediyor. Bu tanımı, hiç kuşkusuz “Saray hukuku” diye algılamak gerekiyor. Ona göre; milli hukuk, yurtsever demokrasinin (yani ülke liderliğini ve halk iradesini tümüyle Saray’a devreden şey) pozitif hukuku niteliğinde. Anlayacağınız; muhalefet liderlerinin, belediye başkanlarının, cumhurbaşkanı adaylarının, Saray’ı eleştiren gazetecilerden tutun (en son örnek Fatih Altaylı ’dır) öğrencilere değin yurttaşların her gün düzenli olarak içeri atılması, “başkanlığın yurtsever demokrasisinin yarattığı milli pozitif hukuku” nun sonucu! Uçum, öngörülerinde bu kadarla da yetinmiyor. Ona göre, artık uluslararası sözleşmelerden oluşan ve bugün çöküş yaşadığına inandığı dış hukuk düzeni; bir üst otorite gibi iç hukuk düzenine asla üstün tutulmayacak! İç hukuk düzenine üstün tutulmamasını istediği uluslararası sözleşmelerden kastı ne olabilir? Örneğin, başlangıç bölümünde “insanın zorbalık ve baskıya karşı son çare olarak başkaldırmak zorunda kalmaması için insan haklarının hukukun egemenliğiyle korunmasının önemi” ne vurgu yapan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi olabilir. Öyle anlaşılıyor ki Saray şahinlerinin “milli hukuk” dedikleri şey, dönüyor dolaşıyor, “başkan” ın yetki ve iradesinin sağlamlaştırılması demek oluyor. Uçum da onu söylüyor zaten: “Günümüzde ulusal demokrasiler, milli iradenin (Saray iradesi) ülke hukukunu (Saray hukuku) belirleme iktidarını koruyarak yurtsever demokrasi (Saray yönetimi) olur.” Mehmet Uçum’un dilek ve öngörülerini, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack ’ın birkaç gün önce söylediği ve hangi görevle bölgeye gönderildiğini açıkça ortaya koyan sözleriyle örtüştürmek gerekiyor. Barrack, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki millet sisteminin yüzlerce yıl farklı grupların merkezi sistemde varlıklarını sürdürmelerine olanak tanıdığına değinerek “Türkiye, tüm bunların merkez noktası olabilir, Suriye’de gördüğünüz üzere” demişti. Osmanlı hanedanlığını yıkan, Sevr’i yırtanların kökünden gelen CHP’nin genel başkanından cumhurbaşkanı adayına değin niçin hedef alındığı, iktidar sözcülerinin PKK’nin başını neden “kurucu önder” diye tanımladığı, şimdi çok daha somutlaşmış olmuyor mu? KAVURDULAR ÜLKEYİ Ormanlarımız, içindeki canlılar ile birlikte yanıyor. Garibanın azığı, karpuz-peynir-ekmek bile ateş pahası oldu. Çocukların, gençlerin geleceğini belirleyen sınav soruları çalınıyor. Kadınları öldürenler, çocukları istismar edenler, Cumhuriyete düşmanlık yapanlar serbest dolaşırken içeri atılan muhaliflerin giderek sayısı artıyor. Yaktılar, kavurdular şu güzelim ülkeyi…
Source: Işık Kansu
Sosyal medya “güzellik algısı”: Gençleri depresyona sürüklüyor
Bir yeme bozukluğu hastalığı olan anoreksiya nervoza, özellikle ergenlik çağında rastlanıyor. Uzmanlar, aileleri ve medyayı gençleri sosyal medyanın oluşturduğu güzellik algısından korumak için uyarıyor. Cumhuriyet konuya ilişkin Türkiye Psikiyatri Derneği’nden Prof. Dr. Aslıhan Dönmez ile konuştu. Dönmez, anoreksiya nervozanın ölümle sonuçlanabilecek ciddi psikiyatrik rahatsızlık olduğunu belirterek “Beslenme kısıtlı olduğu için organların düzgün çalışması için gerekli olan besinler, vitaminler, mineraller ve elektrolitler yeterli miktarda değildir. Buna bağlı kas ve kemik erimeleri, dişlerde çürüme ve dökülme, böbrek işlevlerinde bozukluk ve nihayetinde böbrek yetmezliği, sinir hücrelerinde harabiyet, beyin küçülmesi görülebilir. Yeterli yağ dokusu olmadığı için üreme hormonları çalışamaz ve doğurganlıkta azalma, kısırlığa giden süreç ortaya çıkabilir” dedi. Açlığa bağlı olarak ve bazı hastalarda kilo vermek amaçlı kusma nedeniyle ülser, gastrit gibi rahatsızlıkların görülebileceğine dikkat çeken Dönmez, “Anoreksiya hastaları ile empati kurabilmek, tedavide çok önemlidir. Anoreksiya düşünce ve davranış şeklinin ortaya çıkmasında iki önemli etkenin olduğunu söylemek mümkündür. Birincisi; açlığın yarattığı psikolojik etki. İkincisi; bunu büyük başarı gibi görüp yaptıkları işten gurur duyuyor olmaları” diye konuştu. “YAPTIKLARIMIZ ÖNEMLİ” Çocukluk ve ergenlik çağında aile başta olmak üzere çevre etkisi ile sosyal öğrenmenin önemine dikkat çeken Dönmez, “Çocuklarımız nasihatlarımızdan çok yaptıklarımızdan öğreniyor” dedi. Anoreksiyanın depresyonu tetikleyebileceğini söyleyen Dönmez, “Anoreksiyanın yalnız koridorlarında yürüyen kişi bir noktadan sonra kilo vermek dışında hayata karşı ilgisini yitirebilir. Özgüven ve özdeğeri sadece zayıf olmak ve bunu korumaya endeksli hale gelir” ifadelerini kullandı. Gerek görsel gerekse sosyal medyanın hastalığın yaygınlaşmasında çok önemli rol oynadığına dikkat çeken Dönmez, “Toplumsal baskıya göre; zayıf kadın beğenilen, özenilen, başarılı ve iradeli bulunan kadındır. Aslında birçok kadın tarafından mutlak bir doğru olarak kabul edilen bu mit, 1980’li yıllardan itibaren bazı sektörlerin para kazanmak amacıyla geliştirdikleri bir algı operasyonundan ibarettir. Bu yanlış bakış açısı çok erken yaşlardan itibaren kadınları baskı altında hissettirir. Ergenlik döneminde bu toplumsal baskı, sosyal baskıyla da birleşerek yeme bozukluğu gelişimi açısında ciddi bir risk oluşturur” şeklinde konuştu.
Source: Damla Polat
Türkan ve Hayat: Tek kelimeyle aşk
Hayat bir mücadele… Sanat bir mücadele… Sinema oyuncusu olmak başlı başına mücadele… Bu ülkede kadın olmak ise çok fazla mücadele… Türkan Şoray, ben çoğu zaman sustum diyor. Söyleyecek ama sessizlik… Sessizliğin içinde kaybolmak hep yutkunmak… Buğulu ama parlak bakışları, utangaç elleri, koskaca bir dünyayı kucakladım ben der gibi… Bir soru sorsam koskoca bir hayatı anlatacakmış gibi… Yeni kitabında onu bize anlatan Bircan Silan ve karşımızda: “Türkan ve Hayat”… Filmlerinde, bize bizi anlatan bir yorumcu. Dile kolay 65 yıla sığan bir sinema öyküsü… Sözü Sultan’a bırakıyorum. – Nasılsınız bu aralar? Gayet mutluyum, mümkün olduğunca sade bir hayat yaşıyorum. Hayata şükrediyorum. Türkan Şoray olduğuma, anne olmama, her an Yağmur’umun dünyamın merkezinde olmasına, onun sevgisine ve aileme şükrediyorum. TÜRKAN VE HAYAT – Kitabın adı neden Türkan ve Hayat… Bu kitapta sinema oyuncusu, yönetmen Türkan Şoray’dan ziyade içini sevdiklerine şeffafça açan Türkan’ın duygusal dünyasını konuştuk daha çok. Bu benim hayat hikâyem değil, hayata bakışımla ilgili bir söyleşi. Ben de herkes gibi inişler, çıkışlar, kırgınlıklar, öfkeler, aşklar, varlıklar, yokluklar, özlemler, kıskançlıklar, derin sevgiler, nefretler yaşadım. Bu ismi Doğan Kitap önerdi, biz de sevdik. Bence güzel bir isim, öyle değil mi? – Uzun soluklu bir sinema hayatı. Hayal kırıklıkları, sevinçler, başarı, mutluluk, annelik ve sinema yıldızı Türkan Şoray’ı tüm şeffaflıkla okuyabileceğimiz bir çalışma diyebilir miyiz kitap için? Gerçekten de öyle oldu. Yıllarca filmlerde, sinemada izleyip seyircilerim sevdi beni. Bir de Hayat’taki Türkan’ı tanıyacaklar. Mücadele etmiş, hayal kurmuş, bazen susmuş, çoğu zaman susmuş… Ama konuşmaya başladığı zaman da içinde biriktirdiği ne varsa anlatmış bir Türkan Şoray var bu kitapta… Zaten yıllardır dostum olan Bircan Usallı Silan’la beraber bir dost sohbeti gerçekleştirir gibiydik. Bir söyleşiden çok iki dostun dertleşmesi gibi oldu. Hayata dair, sevgiye dair, duygulara dair her şeyi konuştuk. Sıradan bir sohbetimiz gibiydi, ben içimi açtım o yazdı. Zaman zaman benim konuşmaya zorlandığım şeyleri bile çekip çıkardı içimden. Bu yüzden şeffaflık doğru kelime. – Bugüne ulaşabilmek için yani Türkan Şoray olmak için nelerden vazgeçtiniz? Vazgeçmek diyemem buna. Türkan Şoray’la Türkan hep birbirini tamamladı. Belki birçok duyguyu yaşayamadım, bazı şeyler eksik kaldı, bunlardan kitabımda da bahsettim bol bol. Türkan olarak çok sevdiğim halde vapura çok az binebildim ama Türkan Şoray vapurda, adada film çekti. Sevgilimle sahilde el ele dolaşmadım ama Türkan Şoray bunu yaptı, hem de defalarca… Yine de sinemanın bana verdikleri yaşayamadıklarımdan çok daha fazlaydı. – Sinema sizin için ne ifade ediyor? Tek kelimeyle: Aşk. Sinema benim hayatım. Sinema sayesinde Türkan Şoray oldum, sinemaya hep minnettar olacağım ve sinemaya olan aşkım hiç bitmeyecek. Ayrıca sinemanın ne kadar kitleleri etkileyen bir sanat dalı olduğunu yıllar önce fark etmemle sinemaya karşı sorumluluğum çok daha arttı. Yıllarca bu sorumluluğu taşıyarak sinema hayatımda hep önceliğim oldu. Çevirdiğim filmlerin seyircime ulaşması, onların kalbine dokunması en büyük arzumdu. Bu bana yıllarca çalışma azmi verdi. Aşkla, şevkle, zorlu koşullara rağmen tutkuyla çalıştım. – Günümüzün Türk sinemasını nasıl buluyorsunuz? Genç oyuncularımızın hepsi pırıl pırıl, çok yetenekliler, çok cesurlar. Onları izlerken mutlu oluyorum. Çok güzel senaryolar olduğu gibi eleştirdiğim senaryolar da var elbette. Kadına şiddetin gösterildiği, nefretin ön planda olduğu projelerden hazzetmiyorum. Sinema en geniş kitlelere ulaşabilen sanatlardan biri. Anlatacak çok daha güzel hikâyelerimiz olduğunu düşünüyorum. – Bugün geçmişe dönüp baktığınızda en çok neyi özlüyorsunuz? Setleri çok özlüyorum, setler her zaman benim yuvam gibiydi, benim cennetimdi. Senaryo çalışmayı, yönetmenliği, oyuncu arkadaşlarımla bir arada olmayı, kameranın motor ve stop sesleri arasında çalışmayı, kameraya bakarken milyonlarca kişiye bakıyormuş gibi hissetmeyi… Bunlar benim her zaman özlediğim ve özleyeceğim şeyler… Bir de Yağmur’un her halini çok seviyorum elbette ama küçüklük hallerini de çok özlüyorum. SİNEMA TUTKUSU – Keşke… ile başlayan bir cümle kursanız ne söylemek istersiniz? Keşke kendimi daha çok sevseydim… Keşke daha çok okul yaptırabilseydim… Keşke üniversitede okuma şansım olsaydı… – Türkan Şoray’ı, Türkan Şoray yapan nedir? Sinema tutkusu mu? Çok çalışmak mı? Yoksa hırsı mı? Sinema tutkusu. Her zaman çok çalıştım. Sinema benim için hiçbir zaman bir “iş” olmadı çünkü. Hayatımın gerçeği oldu. Aşkla yapılan her iş de güzel olur. Türkan Şoray olmama sinemada özdeşleştiğim karakterlerimin seyircilerim tarafından benimsenmesinin de katkısı var herhalde. – Canlandırdığınız karakterlerden sizi yansıtan bir karakter var mı? Canlandırdığım her karakter benim için ayrı yerde duruyor. Hepsinden hem çok şey öğrendim hem de kendimden birçok şey buldum. Ama kendi kararlarını alan, sevdikleri ve inandıkları için mücadele eden, kendi kabuğunu kıran karakterlerle daha özdeş hissediyorum. Bu yüzden Mine, Dila Hanım, Bodrum Hakimi’ndeki Nevin, Sultan, Vesikalı Yarim’deki Sabiha gibi karakterleri sayabilirim… ÜLKEMİZDEKİ DERTLER, İNSAN OLAN HERKESİN DERDİ – Ülkemizin dertlerini dert edinir misiniz? Dert edinmemek mümkün mü? Gözü kulağı olan, vicdanı olan herkes dert eder. Depremde yitirdiklerimiz, şimdi yangında evlerini yitiren insanlar, hayatını kaybeden madenciler, geçim sıkıntısı çeken aileler, okuyamayan kız çocukları ve daha pek çok sorun… İnsan olan herkesin derdidir bunlar. Keşke elimizden daha fazlası gelse. Bunlara çare olamamak da yaralıyor vicdanımı. BELKİ KAMERA ÖNÜ, BELKİ ARKASI KİM BİLİR! – Gelecek projeler, belki yeni bir belgesel! İçime sinen, beni heyecanlandıran bir sinema filmi olursa neden olmasın? Ya da ben kamera arkasına geçerim yeniden, kim bilir… “DOST, ARKADAŞ SIRDAŞ VE YOLDAŞ…” Türkan Şoray’ın yakın arkadaşı gazeteci Bircan Silan bir dost sohbeti dediği kitap için; Türkan Şoray’ın nasıl bir insan olduğunu kaleme aldım, o anlattı ben anlattım diyor. – Türkan Şoray’ın hayatını yazmayı nasıl kabul ettiniz? Süreç nasıl ilerledi? Kitabın fikir ve oluşum sürecini bizimle paylaşır mısınız? Bu kitap, Türkan Şoray’ın hayatı değil; hayata nasıl baktığı, hayatla nasıl mücadele ettiği, olaylar karşısında nasıl tavır aldığı, duyguları, acıları, sevinçleri üzerine yazılmış bir kitap. Sevdiği yazarlar, etkilendiği şiirler, toplumsal olaylar karşısındaki tepkilerinin bir özeti. Türkan Şoray’ın hayatını değil, Türkan Şoray’ın nasıl bir insan olduğunu merak edenler için şiddetle önerebileceğim bir çalışma. – Türkan Şoray sizin için ne ifade ediyor? Türkan Şoray benim için öncelikle, sevgili Filiz Akın’ın deyimiyle “kandan değil, candan ablam”. Ancak bunun ötesinde, 110 yıllık sinemamızın 65 yılında adını hep en üstlere yazdırmış, filmleriyle eğitime, kadınlara ve genç kızlara verdiği destekle yaşamımızın bir parçası olmuş bir ikon. Ama benim için dost, arkadaş, sırdaş ve yoldaş. – Yeşilçam oyunculuğu diye bir şey var. Nasıl buluyor ve yorumluyorsunuz? Yeşilçam oyunculuğu, entelektüellerin hep burun kıvırdığı, küçümsediği bir kavram. Oysa 80’li yıllardan itibaren pek çok oyuncu, yönetmen ve yapımcı için hayatı gerçekleriyle, toplumsal olaylarla bütünleştiren bir ders kitabı. Ben Yeşilçam oyunculuğunu asla küçümsemiyorum, Yeşilçam’ı asla küçümsemiyorum. Bugünkü sinemamızın başlangıç noktası olarak görüyorum. Bu, ayrı bir tartışma konusu.
Source: Öznur Oğraş Çolak
Turizmde pazar günü de çalışmanın önünü açan düzenleme komisyondan geçti: İşçiye ‘kölelik’ dayatması
Turizm sektöründe işçilerin pazar günü de çalıştırılmasının önünü açan düzenleme TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda kabul edildi. Türk-İş ve Hakİş, düzenlemenin anayasaya, İş Yasası’na ve ILO normlarına aykırı olduğunu belirterek teklifin geri çekilmesini istedi. Ancak iktidar, işçi konfederasyonlarının tüm itirazlarına rağmen maddeyi komisyondan geçirdi. Teklife göre, turizm işletmelerinde çalışan işçilerin hafta tatili, işçinin yazılı onayıyla izne hak kazandığı günü izleyen 4 gün içinde kullandırılabilecek. Böylece işçilerin pazar günleri de çalıştırılması mümkün hale gelecek. Türk-İş, bu düzenlemenin haftada bir gün zorunlu tatil hakkını fiilen ortadan kaldıracağını belirtti. Türk-İş, turizm sektöründe kayıt dışılık ve sendikasızlığın yaygın olduğunu, işçinin geçim baskısı altında işverence sunulan her belgeyi imzalamak zorunda kaldığını vurguladı. Turizm sektöründe çalışanların büyük bir kısmının uzun saatler boyunca ayakta, yüksek stres altında çalıştıklarına işaret edilen itirazda, şöyle dendi: İŞVEREN “İNŞAAT”A DA İSTEDİ “İşçilerin haftada bir gün tatil hakkını 10 güne çıkararak kısıtlamak, insan onuruna yaraşır bir yaşamın önünü tıkamak sonucunu doğuracaktır. Bunun sadece çalışma hayatının değil, sosyal hayatın da dengesini bozacağı açıktır. Çünkü hafta tatili, sadece bedenin değil, zihnin de dinlendiği bir süreçtir. Bu hakkı ortadan kaldırmak demek; iş kazalarının artması, verimliliğin düşmesi, psikolojik sorunların yaygınlaşması, işten ayrılmaların çoğalması demektir.” Hak-İş de düzenlemeyi uygun bulmadığını belirterek risklerin iyi etüt edilmediğine işaret ederek “Bu doğrultuda ocak ayında Bolu Kartalkaya’da yaşanan otel faciasını da hatırlatmak isteriz” dedi. İşçi konfederasyonlarının tüm bu itirazlarına karşın iktidar maddeyi aynen komisyondan geçirdi. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) avukatı Esin Çetinkaya, düzenleme için teşekkür ederken turizm sektörü için getirilen uygulamanın inşaat sektörüne de yaygınlaştırılmasını istedi. Teklifte ayrıca, işçiye yapılacak bildirimlerin Kayıtlı Elektronik Posta (KEP) yoluyla yapılması da yer alıyor. Hak-İş, dijital okuryazarlığı sınırlı olan işçilerin bu bildirimleri takip edemeyeceğini belirterek düzenlemenin geri çekilmesini istedi.
Source: Mustafa Çakır
Ahmet Özer”den Cumhuriyet”e açıklamalar: İlacı erken seçim
Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer, yürütülen bir soruşturma kapsamında “terör örgütüne üye olmak” iddiasıyla 30 Ekim 2024 tarihinde gözaltına alındı. Silivri’de aylardır tutuklu olan ve 15 yıla kadar hapis cezası istenen Özer, Cumhuriyet’e konuştu. Ahmet Özer, “İçi boş düzmece bir dosya ile tutuklandım. Amaç belediyeye el koymaktı. CHP’yi yıpratmaktı, oradan Ekrem İmamoğlu’na uzanmaktı. Bu dava hukuki değil, siyasi bir davadır” ifadelerini kullandı. Özer, 14 Temmuz’da görülecek duruşması için “Barış süreci ile ilgili bir samimiyet testidir” dedi. “İÇ CEPHE GÜÇLENEMEZ” Terör örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan’ın mektuplarının kamuoyunda okutulup devlet erkânı tarafından “önemli” bulunduğunu anımsatan Özer, “Ben, 11 yıl önce iradem dışında İmralı’da adım geçti diye terör örgütü üyeliği gibi akla mantığa, hukuka uymayan vicdanları sızlatan bir iddia ile tutuklu bulunuyorum. Bu yaman bir çelişki değil mi? Kaldı ki aynı görüşmede adı geçen Numan Kurtulmuş Meclis başkanı. Böyle toplumsal barış sağlanabilir mi? Halk bu çifte standarta inanır mı?” tepkisini gösterdi. “İstenen iç cephenin güçlenmesi mi yoksa birilerinin güçlenmesi mi” diye soran Özer, “cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu içerideyken, 11 belediye başkanı onlarca bürokrat siyasi saiklerle tutukluyken, milletvekili, eski genel başkanlar, gazeteciler, aydınlar tutuklu iken iç cephe nasıl güçlenecek? CHP’ye kayyum atayarak iç cephe güçlenmez. Hukuka dönmeden, demokratik adımlar atılmadan iç cephe güçlenmez. Barış süreci başarıya ulaşmaz. Toplumun yarısı dışlanarak iç cephe güçlenmez. Ana muhalefet düşmanlaştırılarak iç cephe güçlenmez. Bunlar olup biterken iç barış da sağlanamaz” ifadelerini kullandı. Özer sözlerini şu şekilde noktaladı: “Evet barış süreci başarıya ulaşmalı. Ancak bunların olması için önce siyasetin normal kulvarlarına dönmesi şart. Bunların olması için iç barışın sağlanması şart. Bunun olması için iktidarın derhal hukuka dönmesi şart. ”
Source: Damla Polat
Tehlikeli muhafazakârlaşma – M. Kemal Muslu
Siyasal İslamcı AKP’nin 23 yıllık iktidarında yarattığı en somut durum, kendinden olmayanı da büyük ölçüde muhafazakârlaştırmasıdır. İktidara geldiğinde “milli görüş gömleği”ni kenara koyup, “muhafazakâr demokrat” olduğunu iddia eden R. T. Erdoğan ve beraberindekilerin takiyesini o günden gören, bu toprağın ayakları yere basan sosyalistleri ve Kemalistlerinin bugün ne kadar haklı çıktığı ortada. Ancak demokratlığı bir sos halinde salatalarının suyuna karıştıran iktidarın kendi deyimiyle “azgın azınlık”, muhafazakârlığın dozunu gün geçtikçe artırmaya devam ediyor. OLMASI GEREKEN… LeMan dergisinin 26 Haziran 2025 sayısında yayımlanan bir karikatür, yayımlandıktan dört gün sonra, sosyal medya platformu X’ten, gerici ve şeriatçı bir hesap tarafından hedef gösterildi. Karikatürde, İran ve İsrail arasındaki savaşta ölen iki kişi, her iki toplumda da yaygın olarak (peygamberlerinin adı olması nedeniyle) kullanılan Muhammed ve Musa isimleriyle simgeleştirilmişti ve onlar öte alemde karşılaşırken bombalar yere düşmeye devam ediyordu. Gerici hesap karikatürü, ismi “Muhammed” olarak belirtilen kişinin üzerini bulanıklaştırarak “‘Mizah’ dergisi LeMan, 26 Haziran tarihli sayısında Hz. Peygamber’i (s.a.v) karikatürize etti!” diye paylaşınca, LeMan’ın İstiklal Caddesi’ndeki ofisine şeriatçılar akın etti. Duvara tırmanıp siyah tevhit bayrağı astılar, “Kemalist kâfirler hesap verecek”, “Açılın yakalım orayı”, “Dişe diş kana kan intikam intikam”, “Yaşasın şeriat” sloganları attılar. Bu zorbalıklarına ödül olarak da Türkiye Cumhuriyeti’nin adalet bakanı ortada herhangi bir suç olmamasına karşın, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesi uyarınca “dini değerleri alenen aşağılama” suçundan adli soruşturma başlatıldığını açıkladı. Bunu görüp el artıran İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya da hiçbir suçları olmayan karikatürün çizerinin, 70 yaşındaki müessese müdürünün işkenceyle gözaltına alınışının görüntülerini paylaştı. Normal bir ülkede olması gereken, aslında şuydu: Bahse konu karikatürü hedef gösteren ilgili sosyal medya hesabıyla birlikte dergi ofisini basıp şiddet eyleminde bulunanlara gerekli hukuki işlem… “ÖRGÜTLENMİŞ CEHALET” “Türkiye’de halk yanlış bir demokrasi yorumu, ilkel bir baskı ve dayatma ortamında yaşıyor” diyor Doğan Kuban, “Örgütlenmiş Cehalet En Tehlikeli Cehalettir” yazısında (Tehlikeli Cehalet, Erdal Atabek, Cumhuriyet Kitapları, 2009). Ve ekliyor: Türkiye’nin temel sorunu, çağdışı yaşamın gerektirdiği kalitelerin Türk toplumunun yaşamına entegre edilebilmesidir.” AKP, kültürel iktidar savaşında son yıllarda büyük ivme kaydetti. Başarılı olup olamayacağı önümüzdeki yıllarda görülecek. Ancak muhafazakâr kültürü öyle bir dayattı ki muhafazakâr olan ya da olmayan kimseler, politik doğruculuğun da vermiş olduğu alkış getirisinin de hikmetiyle muhafazakâr bir dil ve usa sahip oldu. Bugün muhalif olarak kendini tanımlayan bir kısım insan, LeMan karikatürü konusunda “Kınıyorum…”, “Ahlaksızlık…”, “Dini değerlerin aşağılanmasını kabul etmiyorum…” gibi girizgahlarla cümleler kurmaya başlıyorsa (hiç azımsanmayacak kadar) AKP’nin sinsice dayattığı muhafazakâr kültüre teslim olmuş demektir. Farkında olmadan örgütlenen bu cehaletin, bir an önce son bulması ve yeni kuşaklara aktarılmaması için çok çalışılmalıdır. Kemalist Devrimlerin bu topraklarda başardığı Aydınlanmacı tavır, yüksek sesle yeniden gündeme gelmelidir. Laikliğin yaşamsal önemi her fırsatta dile getirilmelidir. İfade özgürlüğü ve sanatsal ifade özgürlüğü prangalarından kurtulmalıdır. “İktidar kültüre dönüştürülüp günlük davranışlarımızın dokusuna yedirildikçe, iktidarın bir kenarda beklettiği baskı araçlarından mutlulukla bihaber kalırız; böyle emirlerine kendiliğimizden boyun eğeceğimiz için iktidar bu araçları kullanma ihtiyacı duymaz” diyor Terry Eagleton “Kültür” kitabının “Toplumsal Bilinçdışı” bölümünde. Eğer bu dayatmanın önüne geçmezsek, iktidarın emirlerine kendi kendimize boyun eğeceğimiz günler yakındır. M. KEMAL MUSLU ARAŞTIRMACI
Source: Olaylar Ve Görüşler
Öğretmenler ne istiyor
MİLLİ Eğitim Bakanlığı’nın açıkladığı 15 bin öğretmen ataması geçen yılların çok altında kaldı. Adil branş dağılımlı ek atama istiyoruz.
– Adil bir kontenjan istiyoruz. Bizim yerimiz burası değil, burayı hak etmiyoruz. Bir an önce öğrencilerimize kavuşmak istiyoruz.
– Bizler artık derecelerimizle atanmak istiyoruz.
– 9 ay boyunca atanacağız, acaba neresi olacak? Hangi çocuklarla karşılaşacağız diye hayaller kurarken şu an ciddi manada mağduriyet yaşıyoruz.
– CİMER etkinliklerimiz oldu mağduriyetimizi anlatacak, resmi ziyaretler de gerçekleştirdik. Ama sürecin sonu nereye varır bilmiyoruz açıkçası. Ümit ediyoruz ki sesimiz bir an önce duyulur da bu mağduriyet giderilir.
-Biz ülkenin her yerinde çalışmaya hazır, öğrencilerin gönlüne dokunmaya çalışan, inşa etmeye çalışan, derece sahibi, liyakat sahibi öğretmenleriz, lütfen sesimizi duyun.
– Norm fazlası var diye algı yapılıyor da, gerçekten ihtiyaç var. Ücretli öğretmen ile gitmez. Türkiye Yüzyılı hedeflerini belirliyorsanız, bu şekilde gitmez. Öğretmen olmadan ülkeler ayakta duramaz.
– Biz mağdur öğretmenlerin sesini duymaları lazım. Çözüm bulmalarını istiyoruz.
80 BİNDEN 15 BİNE DÜŞTÜ
Son 22 yılda hiçbir zaman asli atama olarak 15 bin atama verilmedi. Daha önce 40 bin, 55 bin atama yapılırdı. Bu yıl 86 bin ihtiyacı vardı.
BÜYÜK HAYAL KIRIKLIĞI
Türkiye 134’üncüsü oldum branşımda, kimya öğretmeniyim. Kesin gözüyle bakıyorduk atanmak için. Büyük bir hayal kırıklığı oldu.
HAYALLERİMİZ SUYA DÜŞTÜ
Ben 650 gibi bir sıralama yaptım, 84 puan aldım. Biz bu puanlarla neden bu kadar mağduriyet yaşıyoruz? Hayallerimiz suya düştü.
DERECE YAPMIŞTIM
Türk dili ve edebiyatı öğretmeniyim. Alanımda 35 bin kişinin arasında derece yapmış bir öğretmenim. Hakkımın dilencisi olmak istemiyorum.
KARDEŞİME ÜZÜLÜYORUM
Ben bir ablayım. Kardeşim için çok üzülüyorum gerçekten ve bütün bu gençlere de çok üzülüyorum. Gelecekle ilgili hayalleri kırıldı.
Source: Haber Merkezi
Halkın özgür haber alma hakkına engel
RTÜK basın tarihinin en ağır cezasını SÖZCÜ TV’ye verdi. SÖZCÜ TV ekranlarının 8 Temmuz Salı gece yarısından itibaren 10 gün kararmasına neden olan süreç İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 19 Mart’ta gözaltına alınmasıyla başladı. SÖZCÜ TV, vatandaşın İmamoğlu’na desteğini, operasyona tepkisini ekranlara taşıdı. CHP lideri Özgür Özel’in Saraçhane mitinglerini canlı yayınladı.
MAHKEME DURDURDU
RTÜK, yayınlarda yapılan açıklamalarla “halkın kin ve düşmanlığa teşvik” edildiği iddiasıyla 27 Mart’ta SÖZCÜ TV’ye 10 gün ekran karartma cezası verdi. SÖZCÜ TV avukatları kararı yargıya taşıdı. Ankara İdare Mahkemesi, 30 Mayıs’ta cezanın yürütmesini durdurdu. Ankara 7. İdare Mahkemesi ise önceki gün SÖZCÜ TV’ye verilen 10 günlük ekran karartma cezasını durdurma kararını kaldırdı.
İKİ KANALA AYNI CEZA
SÖZCÜ TV ve Halk TV’ye 10 gün yayın durdurma kararı tebliğ edildi. Buna göre en çok izlenen haber kanalları SÖZCÜ TV ve Halk TV’nin ekranları aynı anda karartılacak. SÖZCÜ TV, bu karara kapsamlı bir dosyayla itiraz etti. Eğer karar 3 gün içinde yargıdan dönmezse halkın bağımsız ve özgür haberlere ulaşma hakkı 10 gün boyunca engellenecek. SÖZCÜ TV ekranını açan siyah ekranla karşılaşacak…
ŞAHİN CEZAYI SAVUNDU
Karara her kesimden tepki gelirken RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin ise cezayı savundu. Şahin, “Bu cezalar keyfi olarak değil, yasanın çiğnenmesi nedeniyle verilmiştir. Toplumun huzurunu bozan, inanç değerlerine saldıran, kin ve nefret diliyle yayın yapan hiçbir kuruluşa müsamaha göstermedik, göstermeyeceğiz” ifadelerini kullandı.
‘Biz namuslu gazetecilik yapıyoruz’
Emin Çölaşan: Bu iktidardan yana değilseniz büyük bir baskı altındasınız. Bu kesin. Ben SÖZCÜ’de haftanın beş günü yazı yazıyorum. Yazılarımda kendi kendimi sansürlüyorum. Başka arkadaşlarım da bunu yapıyor. Gazete ceza alabilir düşüncesiyle kendimizi sansürlüyoruz… Korkunç bir baskı altındayız. Bu da geçecek diyoruz, yapacak bir şey yok.
Uğur Dündar: Kral çıplak demek istiyorum. RTÜK, böyle Demokles’in kılıcı gibi davranacağına, ‘Halkın gerçekleri öğrenme hakkına hizmet eden yayın kuruluşları iktidarı desteklemek zorundadır’ desin, hepimiz rahat edelim. Ben, evrensel yayıncılık ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olduğumuza inanıyorum. Bir oyun oynanıyor. Bu oyunun figüranı olmayacağız.
Yılmaz Özdil: Pazartesi Kartalkaya katliamının ilk duruşması var. SÖZCÜ yazarı Nedim Türkmen dahil 78 insanımız AKP’nin ihmalci politikaları neticesinde hayatını kaybetti. Karar bu katliamın sansürlenmesidir. Bizler, namuslu gazetecilik yapıyoruz. İktidar değişse de yayın politikamız yine gördüğümüz yanlışları yayınlamak üzerine olur.
Source: Haber Merkezi
Erdoğan Azerbaycan’dan seslendi: İsrail’in zulmüne sessiz kalamayız
CUMHURBAŞKANI Tayyip Erdoğan, Hankendi kentinde düzenlenen ‘Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT) 17’nci Zirvesi’nde yaptığı konuşmada, dostlarıyla bir araya gelmekten memnuniyet duyduğunu ifade ederek Azerbaycan’ın sıcak misafirperverliği ile bu güzide şehirde kendilerini ağırlayan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev başta olmak üzere tüm yetkililere ve Azerbaycan halkına teşekkür etti.KAFKASLARIN BARIŞ MERKEZİ“Toplantımızın işgalden azat edilmiş bir şehirde, Hankendi’de düzenlenmesi zirvemize ayrı bir önem ve mana kazandırıyor. İlham kardeşimin vizyoner yaklaşımıyla bu kadim şehrin, Kafkasların yeni kalkınma ve barış merkezi olacağına gönülden inanıyorum” diyen Erdoğan, özetle şu mesajları verdi:‘İKLİM KRİZİ’ UYARISI“Ticaretten ulaştırmaya, çevreden enerjiye geniş bir yelpazede potansiyele sahip teşkilatımızın bu zirvesinin iklim değişikliğine odaklanmasını son derece isabetli buluyorum. İklim krizinin menfi etkilerinin en yoğun hissedildiği bölgelerin başında geliyoruz. Tüm üye ülkelerin iklim değişikliğini merkeze alan, sürdürülebilir kalkınma vizyonuna katkı sağlamaları, özellikle bu dönemde önem arz ediyor. 100 milyar dolarlık bölgesel ticaret hacmi hedefimizi daha yüksek rakamlara taşıyacak adımları hep birlikte atmalıyız. Bu bakımdan 5’inci Ticaret Bakanları Toplantısı’nın mümkün olan ilk fırsatta düzenlenmesine büyük önem atfediyoruz. 2035 BELGESİ YOL HARİTASITeşkilatımızın önümüzdeki 10 yılını şekillendirecek ekonomik işbirliğinin stratejik hedefleri 2035 belgesinin bizler için aynı zamanda bir yol haritası sunacağını düşünüyorum. Bu süreçte teşkilatımızın günümüzün dinamikleri ve ihtiyaçlarıyla uyumlu bir yapıya kavuşturulması da kaçınılmazdır. Bu minvalde uzun süredir ilerleme kaydedemediğimiz konulardan başlamak üzere işbirliği süreçlerinde sadeleştirmeye gitmek suretiyle teşkilatımızın etkinliğinin artırılması müşterek menfaatimize olacaktır. Aynı şekilde bu sadeleşme, bağlı kuruluşlarımızda da gerçekleştirilmelidir. Bu hususlar çerçevesinde şekillendireceğimiz 2035 vizyon belgemizden temel beklentimiz, ekonomik ve ticari işbirliğinin ilerletilmesidir. Sekreteryamızı destekleyecek adımları da hep birlikte atacağımıza inanıyorum.FİLİSTİN DAVASINI TERK ETMEYİZİsrail’in mevcut yönetim altında hız verdiği saldırgan politikaları, bölgemizin huzur ve istikrarını tehdit ediyor. Gazze’de 57 bine yakın kardeşimizin hayatını kaybettiği mezalimin bir an önce durması için hep beraber daha fazla çalışmalıyız. İran’a yönelik saldırıların kabul edilemez olduğunu ilk gün kayda geçirdik. Bölgemizin daha büyük bir felakete sürüklenmemesi için yoğun gayret gösterdik. Taraflar arasındaki fiili ateşkesin sükûnete tahvil edilmesini ümit ediyoruz. Bu dost meclisimizde bir kez daha şu hususun altını çizmek isterim; İsrail’in Lübnan, Suriye ve İran’a saldırılarının arka planında hepimizin bildiği üzere Filistin halkına diz çöktürme siyaseti yatıyor. Biz ne Filistin davasını terk edebiliriz ne de Netanyahu yönetiminin bölgemizi kan gölüne çevirmesine sessiz kalabiliriz. Doğruları cesaretle söylemeye, zalimler karşısında mazlumun yanında dimdik durmaya devam edeceğiz.” ZİRVEDE GÖRÜŞME TRAFİĞİEİT Zirvesi’nde çeşitli temaslarda bulunan Erdoğan, İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan ile görüştü. Bu görüşmenin ardından Pakistan Başbakanı Şahbaz Şerif’le bir araya geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha sonra Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Özbekistan Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev, Kırgızistan Cumhurbaşkanı Sadır Caparov ve Tacikistan Cumhurbaşkanı İmamali Rahman ile görüştü. AZERBAYCAN CUMHURBAŞKANI ALİYEV: ÇOK SAYIDA ÜLKENİN ENERJİ GÜVENLİĞİNİ BİZ SAĞLIYORUZAzerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, zirvedeki konuşmasında özetle şu mesajları verdi: “Azerbaycan’da çok olumlu yatırım ortamı mevcuttur. Son 20 yılda Azerbaycan ekonomisine 350 milyar dolardan fazla yatırım yapıldı. Bunun da yarısı yabancı sermayedir. Azerbaycan, bugün çok sayıda ülkenin enerji güvenliğini sağlamaktadır. Azerbaycan, çeşitli hatlarla 12 ülkeye doğalgaz ihraç ediyor. Bu verilere göre biz dünyada ön sıralardayız. Doğu-Batı ve Kuzey-Güney ulaşım koridorları Azerbaycan üzerinde geçiyor ve EİT üyesi ülkelerin çoğu bu koridorları kullanıyor. Bugünkü müzakerelerimizin faydalı olacağından ve ülkelerimizin gelişimine olumlu katkı sunacağından eminim.”
Source: Hurriyet.com.tr
Kader’i de eşi katletti
Tartışmanın büyümesi üzerine tabancasını çeken Yunus Köse, eşine ateş etti. Kader Köse kanlar içinde yere yığılırken, Yunus Köse bu kez namluyu kendisine doğrultup tetiği çekti. Silah seslerini duyan çevredekilerin ihbarı üzerine adrese polis ve sağlık ekibi sevk edildi. Sağlık ekipleri, çiftin hayatını kaybettiğini belirledi. Köse çiftinin cansız bedenleri morga kaldırıldı.‘ANNESİNDEN HELALLİK İSTEMİŞ’Oğlunun cenazesini teslim alan Nurdan Köse, “Ah Yunus’um, niye kıydın canına, çocuklarına da mı acımadın” diyerek gözyaşı döktü. Yunus Köse’nin amcası Hüseyin Köse ise “Olaydan önce annesini arayıp helallik istemiş. Sonra da bu acı olay yaşandı” dedi
Source: Hurriyet.com.tr
Türkmenler eylem yaptı
Ancak Türkmenlere yer verilmemesi tepkilere neden oldu. Haziran ayı sonunda “yerel yönetimlerden dışlandıkları” gerekçesiyle gösteri başlat, taleplerine yanıt alamayan Türkmenler son olarak Kerkük-Erbil Karayolu’nu trafiğe kapattı. Tüm bu gelişmelerin ardından Kerkük yerel yönetimi, nahiyedeki tüm kurum ve kuruluşlardaki görev dağılımını gözden geçirmek üzere bir komisyon oluşturma kararı aldı. Bunun üzerine protestocular eylemi bitirdi.
Source: Hurriyet.com.tr
Demografik alarm: Türkiye 2040’ta yaşlılar ülkesi olacak
TÜSİAD”ın yayınladığı “Yaşlılık Politikaları Araştırması: Demografik Dönüşüm ve İhtiyaçlar” başlıklı raporu, Türkiye”de sağlıklı yaşamdan, demografik yapıya kadar alarm verdiğini ortaya koydu. Sağlıklı yaşam süresi hızla azalırken, kendini mutlu hissedenlerin oranı da düştü.
Raporda, 2040 yılında Türkiye’de her altı kişiden birinin 65 yaş ve üzeri olacağı belirtiliyor. Öngörülen bu tarih dünya ortalamasına göre 10 yıl erken. Bunun yanı sıra küresel eşik 2050 olarak tahmin ediliyor. Ayrıca Türkiye”de 55-64 yaş aralığındaki nüfus azalırken, 75 yaş ve üzeri grubun yaşlı nüfus içindeki payı artacak.
MUTLULUK VE SAĞLIK ALARM VERİYOR
Raporda, yaşlı bireylerin mutluluğunda ciddi bir düşüş yaşandığı ifade edildi. 2018 yılında kendini mutlu hisseden 65 yaş üstü bireylerin oranı %61,2 iken, bu oran 2023’te %56’ya düştü. Türkiye, kişi başına düşen GSYH açısından dünya ortalamasının üzerinde yer almasına rağmen, yaşlıların mutluluk düzeyinde ortalamanın altında kalıyor. Dünya Mutluluk Raporu”na göre 60 yaş ve üzerindeki bireylerin mutluluğu açısından Türkiye 143 ülke arasında 92. sırada.
SAĞLIKLI YAŞAM SÜRESİ KISALIYOR
2000 yılında küresel ortalama yaşam süresi 66 yıl iken, 2021 itibarıyla bu rakam 71 yıla çıktı. Türkiye’de doğuşta beklenen yaşam süresi kadınlar için 76 yıl, erkekler için 70.8 yıl olarak belirtiliyor. Fakat sağlıklı yaşam süresi de açıklanan raporda azalma eğiliminde. Örneğin, 65 yaşındaki bir bireyin sağlıklı yaşayacağı süre 2016-2018 döneminde 6.6 yılken, 2020-2022 aralığında bu süre 6.3 yıla geriledi. Türkiye’de yaşlı bireylerin yaklaşık %79’u kronik hastalıklara sahip ve %32’si bu durumun günlük yaşamlarını ciddi biçimde etkilediğini belirtiyor. Ayrıca yaşlıların %27’si evde bakım talep ederken, bu hizmetten faydalanabilenlerin oranı yalnızca %2.5.
DEMOGRAFİK ALAN DARALIYOR
Etkinlikte konuşan TÜSİAD Sosyal Kalkınma Yuvarlak Masası Başkanı Yılmaz Yılmaz, Türkiye’nin demografik avantaj döneminin sona ermekte olduğuna dikkat çekti. Türkiye’nin hala genç nüfus yapısına sahip olduğunu belirten Yılmaz, bu fırsatın etkili şekilde değerlendirilebilmesi için çalışma çağındaki bireylerin niteliğinin artırılması, üretkenliğin desteklenmesi ve sosyal güvenlik sistemlerinin güçlendirilmesi gerektiğini vurguladı.
POLİTİKA ÖNERİLERİ VE YOL HARİTASI
Rapor, yaşlı nüfusa yönelik sürdürülebilir bir gelecek inşa edebilmek adına kapsamlı öneriler sunuyor:
Politika Geliştirme: Yaşlılık politikaları bütüncül ve veri temelli bir yaklaşımla ele alınmalı; kurumlar arası iş birlikleriyle uygulamaya konulmalı.
Sağlık ve Bakım Erişimi: Koruyucu sağlık hizmetleri yaygınlaştırılmalı, yaşlıların özel ihtiyaçlarını karşılayabilecek erişilebilir sağlık ve bakım çözümleri geliştirilmeli.
Bakım Altyapısının Güçlendirilmesi: Kurumsal bakım kapasitesi artırılmalı; uzun dönemli ve evde bakım hizmetleri yaygınlaştırılmalı. Kaliteli hizmet sunumu yasal düzenlemelerle güvence altına alınmalı.
Ekonomik Güvence: Yaşlı yoksulluğu ile mücadele kapsamında emeklilik sistemi ve sosyal yardımların kapsayıcılığı artırılmalı, sürdürülebilir finansal yapılar kurulmalı.
Yaş Dostu Şehirler: Sağlıklı ve aktif yaşlanmayı teşvik edecek şehir planlamaları yapılmalı; erişilebilir konutlar, ulaşım imkânları ve sosyal alanlar yaygınlaştırılmalı.
Toplumsal Katılım ve Dayanışma: Yaşlıların toplumsal hayata katılımı desteklenmeli, kuşaklar arası dayanışmayı artıracak sosyal etkinlikler ve ortamlar sağlanmalı.
Source: Derleyen: Gülcan Aslan
Emine Erdoğan’ın Vatikan temasları: Yumuşak gücün yeni yüzü
Uluslararası ilişkiler literatüründe kavramı, devletlerin askeri ve ekonomik kapasite dışında kalan, kültürel, insani ve diplomatik etkileşimlerle şekillenen etkisini tanımlamak üzere kullanılmaktadır. Joseph Nye’ın teorik çerçevesiyle kavramsallaşan bu yaklaşım, artık uluslararası siyasetin tali bir unsuru olmaktan çıkmış, küresel güç dengelerini belirleyen asli araçlardan biri hâline gelmiştir. Yumuşak gücün operasyonelleşmesinde kamu diplomasisi, kültürel diplomasi, inanç temelli diplomasi ve insani diplomasi en etkili alanları oluştururken, kadınların bu alandaki temsili ve faal katkısı, bu çabaların kapsayıcılığını ve ahlaki meşruiyetini artıran kritik unsurlar olarak öne çıkmaktadır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan Hanımefendi’nin Vatikan’da Katolik dünyasının ruhani lideri Papa 14. Leo ile gerçekleştirdiği görüşme ve Papalık Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde düzenlenen başlıklı konferansa katılımı, bu bağlamda hem diplomatik hem de toplumsal boyutlarıyla dikkat çekici bir örnek teşkil etmektedir.
Bu ziyaret, Türkiye’nin yumuşak güç stratejisinin küresel ölçekte insan hakları, iklim adaleti, mülteci krizi, yoksulluk ve çatışma bölgelerindeki insanlık dramlarına dair etik temelli bir perspektifle müdahil olma iradesini göstermesi açısından büyük önem taşımaktadır. Ancak bu temasın belki de en kritik ve üzerinde durulması gereken boyutu, Emine Erdoğan’ın doğrudan Papa Leo’ya, Gazze’de yaşanan insanlık dramını hatırlatması ve Hristiyan dünyasını insanlığın ortak vicdanını harekete geçirmeye davet etmesidir.
Uluslararası ilişkiler disiplini uzun yıllar boyunca erkek egemen bir söylem ve temsil zeminine sahip olmuştur. Ancak 21. yüzyılın ilk çeyreği itibarıyla kadınların kamusal ve uluslararası alandaki görünürlüğünün artması, barış inşası, insani diplomasi ve kültürel etkileşim süreçlerinde kadın liderlerin katkılarının belirleyici rol oynadığını göstermektedir. Kadınların kriz bölgelerinde barış süreçlerine dâhil edilmesi, insani yardımların dağıtımı ve toplumsal barışın inşası süreçlerinde üstlendikleri roller, uluslararası sorunların çözüm süreçlerinin daha kapsayıcı, şeffaf ve adil şekilde yürütülmesine katkı sağlamaktadır.
Emine Erdoğan Hanımefendi’nin ifadesi, bir diplomatik nezaket cümlesinden öte, Türkiye’nin insani diplomasi yaklaşımını ve kadim medeniyet perspektifini özetleyen güçlü bir kavramsallaştırmadır. Türkiye, insani diplomasi faaliyetlerini yalnızca insani yardım kampanyalarına indirgemeden, kriz bölgelerinde kalıcı çözüm odaklı mekanizmaların kurulmasına katkıda bulunma gayretiyle sürdürmektedir. Suriye iç savaşının başladığında dört milyona yakın mülteciye kapıların açılması, onurlu ve gönüllü geri dönüş süreçlerinin güvenli şekilde tesis edilmeye çalışılması, bu yaklaşımın kurumsallaşmış tezahürlerinden biri olarak değerlendirilebilir.
Vatikan temaslarının en can alıcı noktalarından biri, Gazze’de yaşanan ağır insanlık dramının Papa Leo’ya bizzat iletilmesi ve Hristiyan dünyasının ortak vicdanı harekete geçirme noktasında daha etkin rol almasına yönelik çağrı olmuştur. Gazze’de, kadınların, çocukların ve sivillerin isimleri uzun rapor listelerine dönüşmüş bir şekilde yok oluşları, yalnızca bölgesel bir kriz değil, insanlığın vicdanını yaralayan küresel bir adaletsizlik örneğidir.
Emine Erdoğan’ın dile getirdiği, tespiti, küresel sistemin adaletsizliklerini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Bu noktada Hristiyan dünyasının sahip olduğu sosyal ve manevi etki gücünü, insani değerlerin korunması, sivillerin hedef alınmasının önlenmesi ve insani yardımların engelsiz akışının sağlanması yönünde kullanması, adalet ve barışın tesis edilmesi açısından tarihi bir sorumluluk niteliği taşımaktadır.
Bu çağrı, bir Müslüman lider eşinin temsil düzeyinde sergilediği sorumlu ve insani bir hassasiyet olduğu gibi, Türkiye’nin küresel diplomasi vizyonunun da bir yansımasıdır. İnsan onurunun korunması, zulmün engellenmesi ve çocukların yaşama hakkının savunulması gibi değerler, tüm inanç sistemlerinin ortak kutsalıdır ve bu ortak vicdani duruş, uluslararası ilişkilerde yeni bir etik düzlemi mümkün kılabilir.
Günümüzde devletlerin küresel sistemdeki konumlarını belirleyen en önemli parametrelerden biri, etik-çok taraflılık ilkesi çerçevesinde geliştirdikleri iş birlikleridir. İklim adaletsizliği, gelir eşitsizliği, mülteci krizi, eğitim ve sağlık hakkı gibi alanlarda tek taraflı ve yalnızca ulusal çıkar odaklı yaklaşımlar artık sürdürülebilir bir çözüm üretmemektedir. Kolektif akıl, küresel dayanışma ve etik temelli iş birlikleri temel bir gereklilik hâline gelmiştir.
Vatikan’da gerçekleştirilen konferans, küresel vatandaşlık ve etik çok taraflılık ekseninde ortak akıl zeminini güçlendiren bir platform olarak önem taşımaktadır. Bu bağlamda Türkiye’nin Emine Erdoğan Hanımefendi’nin liderliğinde yürüttüğü yalnızca çevresel bir sorumluluk değil, toplumlar ve nesiller arası adaletin sağlanmasına yönelik etik bir yükümlülük olarak değerlendirilmektedir. Emine Erdoğan’ın vurgusu, çevre politikalarını yalnızca teknik bir mesele olmaktan çıkararak, manevi sorumluluk ekseninde ele alan özgün bir yaklaşımı ortaya koymaktadır.
Emine Erdoğan’ın bu önemli temaslarında olduğu gibi, kadınların uluslararası diplomaside artan temsili, dijital medya ortamında da dikkat çekici bir görünürlük sağlamaktadır. Ancak bu durum, cinsiyetçi nefret söylemi, ayrımcılık ve kişilik haklarına yönelik saldırıların hedefi hâline gelmektedir. Vatikan temaslarının ardından sosyal medyada yayılan dezenformasyon dalgası, bireysel olarak Müslüman kimliği ile maruf, lider eşi olması hasebi ile çok tanınan başarılı bir şahsiyete olduğu gibi, kadınların uluslararası alanda aktif roller üstlenmesine, Türkiye’nin yumuşak güç unsurlarına ve diplomasi geleneğine yönelik sistematik bir saldırı olarak değerlendirilmelidir.
Bu nedenle dezenformasyonla mücadele, yalnızca doğru bilginin yayılması açısından değil, kadınların kamusal alandaki temsillerinin güvence altına alınması ve nefret söylemiyle mücadelenin bir parçası olarak ele alınmalıdır. Dijital alan, sorumluluk bilinciyle yönetilmediğinde, toplumsal kutuplaşmayı derinleştiren bir manipülasyon aracı hâline gelmektedir. Bu nedenle ulusal ve uluslararası kurumlar, dijital platformlarda etik kullanım, dezenformasyonla mücadele ve nefret söylemiyle mücadele konusunda etkin stratejiler geliştirmekle yükümlüdür.
Kültürel diplomasi ve inanç diplomasisi, yumuşak gücün iki tamamlayıcı alanı olarak Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki etkinliğini artıran stratejik araçlardır. Türkiye’nin tarihsel medeniyet birikimi, farklı inanç ve kültürlerin bir arada yaşama pratiğini barışçıl bir örnek olarak küresel düzleme taşımaktadır. Anadolu’nun irfanı ve Türk milletinin kadim hoşgörü mirası, yükselen kutuplaşmaya ve nefret söylemlerine karşı barışçıl bir dilin inşasında güçlü bir referans noktası sunmaktadır.
Vatikan gibi sembolik öneme sahip platformlarda gerçekleştirilen temaslar, inanç diplomasisinin kültürel diplomasi ile birleşerek daha kapsayıcı, adil ve barışçıl bir söylemin oluşmasına katkıda bulunmaktadır.yaklaşımı, küresel sistemin adaletsizliklerini aşmaya yönelik evrensel bir adalet çağrısıdır ve uluslararası ilişkilerde etik temelli bir dönüşümün zeminini inşa etmeyi amaçlamaktadır.
Küresel sistemin çoklu krizlerle sarsıldığı bir dönemde diplomasi; adalet, merhamet, barış ve insan onuru gibi kavramları merkeze alarak yeniden şekillenmek durumundadır. Türkiye’nin yumuşak güç kapasitesini artıran en önemli faktörlerden biri, kamu diplomasisi, insani yardım, kültürel etkileşim ve inanç diplomasisini bütüncül bir yaklaşımla yürütmesidir. Kadınların uluslararası ilişkilerde artan temsili ise kapsayıcılığı, şeffaflığı ve adaleti tesis edecek temel unsurlardan biridir.
Bugün dünyanın adaletin, merhametin ve barışın merkezde olduğu yeni bir diplomasi diline ihtiyacı vardır. Bu dilin inşasında kadınların aktif rolü ve devletlerin yumuşak güç araçlarını insani değerler ekseninde etkin kullanma kabiliyeti belirleyici olacaktır. Türkiye, bu vizyonu güçlendirmeye ve kadim medeniyet değerlerini evrensel insani değerlerle buluşturarak küresel barışa katkı sunmaya kararlıdır.
Prof. Dr. Zakir AVŞAR / Haber7
Source: Zakir Av
Çin Dışişleri Bakanı Vang: Bazı büyük ülkeler gümrük vergilerini silah olarak kullanıyor
Fransa”nın başkenti Paris”te bir araya gelen Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noel Barrot ve Çin Dışişleri Bakanı Vang Yi, ortak basın toplantısı düzenledi.
Vang, Fransız bakanla, iki ülke arasındaki insan hareketliliğini ele aldıklarını kaydetti.
Dünyanın dönüşüm ve çalkantılardan geçtiği konusunda herkesin hemfikir olduğunu söyleyen Vang, büyük ülkelerin bu konuda sorumluluğunu alması gerektiğini vurguladı.
Vang, Fransa ve Çin”in Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi”ne (BMGK) üye olduğunu kaydederek, “Birleşmiş Milletlerin kuruluş misyonunu sürdürmeliyiz.” dedi.
İki ülkenin dünyadaki istikrara, barışa ve gelişime katkı sağlaması gerektiğini dile getiren Vang, “Fransa”nın tek Çin politikasına olan bağlılığını yeniden ifade etmesinden memnunuz.” değerlendirmesinde bulundu.
Vang, ülkesinin Rusya-Ukrayna Savaşı”nın yanı sıra Orta Doğu”daki farklı dosyaların çözümünde rol almak için Fransa ile stratejik iletişimini güçlendirmeye hazır olduğunu belirterek, “Birleşmiş Milletler, küresel barışı muhafaza etmek için en önemli platform.” dedi.
İran”ın üst düzey yöneticilerinin nükleer silah geliştirmeme yönündeki taahhütlerine büyük önem verdiklerine işaret eden Vang, bu ülkenin nükleer enerjiyi barışçıl şekilde kullanma hakkına saygı duyduklarını dile getirdi.
Vang, İsrail”in İran”a saldırısının meşru bir zemini olmadığını vurgulayarak, İran”ın nükleer programının müzakere edilmiş yeni bir anlaşmayla çözülebileceğini kaydetti.
İsrail”in Gazze”deki saldırılarının sona ermesi gerektiği belirten Vang, “İnsani felaketin son bulması gerekiyor.” dedi.
Fransa”nın Çinli firmalara adil ve şeffaf bir ortam sunacağını umduklarını aktaran Vang, şunları söyledi:
“Şu anda bazı büyük ülkeler gümrük vergilerini silah olarak kullanıyor, ekonomik ve ticari işbirliğinde güvenlik kavramını kötüye kullanıyor ve ulusal çıkarlarını her şeyin üstünde tutuyor. Bu eylemler sanayide tedarik zincirlerinin istikrarını ciddi biçimde bozmakta ve uluslararası toplumun ortak çıkarlarını ciddi biçimde zedelemekte.”
Fransa, İran”ın UAEA ile işbirliğine yeniden başlamasını istiyor
Barrot, iki ülke arasında özellikle öğrenci hareketliliğini desteklediklerini kaydederek, Çinli öğrencilerin Fransa”ya daima hoş geldiğini söyledi.
Sene başından bu yana yürüttükleri diyalog neticesinde fikir ayrılığına düştükleri konularda yapıcı çözüm arayışına girdiklerine işaret eden Barrot, “Özellikle Çin makamlarıyla (Fransız) konyak sektörü arasında varılan anlaşmayı düşünüyorum. Sayın Bakan, bu konudaki yapıcı görüşmelerimizden ötürü size teşekkür ederim.” şeklinde konuştu.
Barrot, uluslararası arenadaki çeşitli krizlere çözüm arayışında Fransa ve Çin”in özel bir sorumluluğu olduğunu vurgulayarak, “Özellikle de Ukrayna”da adil ve kalıcı bir barış arayışını kast ediyorum.” dedi.
Rusya-Ukrayna Savaşı”nın Avrupa için hayati bir mesele olduğunun altını çizen Barrot, şöyle devam etti:
“Ukrayna tam ve koşulsuz bir ateşkese yanaşmışken, Rusya kaçıyor ve barış sürecinde iyi niyetli olmadığını gösteriyor. Moskova”yı çatışmaları durdurma ve iyi niyetli bir şekilde kalıcı barışı müzakere etme konusunda ikna etmek için Çin”e güveniyoruz.”
Barrot, İran”ın nükleer programıyla ilgili endişelere yönelik kalıcı çözümün diplomatik bir çözümden geçtiğini savunarak, tarafların müzakere yolunu bulmasını sağlamak adına ortak bir şekilde hareket edilmesi gerektiğine vurgu yaptı.
İran”ın derhal Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ile işbirliğine yeniden başlamasını isteyen Barrot, “Çin”in oynayacağı önemli bir rol var. Yakın koordinasyon halinde olmayı sürdüreceğiz ve bir çözümle ilgili birlikte çalışacağız.” diye konuştu.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
Source:
Levent Ersin Orallı yazdı: Temiz belediyecilik mi dediniz?
Türkiye, yine utandırıcı bir yolsuzluk skandalının eşiğinde. Manavgat Belediyesinde ortaya çıkarılan büyük rüşvet çarkı ve baklava kutusu içerisine yerleştirilmiş paralar yalnızca hukuki değil, ahlaki bir çöküşün de resmi oldu.İddialara göre sistematik hale gelmiş bu rüşvet ağı, belediyeyi adeta bir suç örgütü karargâhına dönüştürmüş durumda. Kamunun malı, kamu adına yönetilmesi gereken kaynaklar, birkaç açgözlü bürokrat, siyasetçi ve işbirlikçi arasında dönen çarklarla gasp edilmiştir.Yerel Siyasette Ahlaki DepremTürkiye”de özellikle son dönemde belediyecilik ile maddi çıkar arasındaki sınır bulanıklaştırılıyor. Son skandal ise, kendisini “temiz belediyecilik”, “halka hizmet” ve “dürüstlük” söylemleriyle tanıtan ana muhalefet partisine bağlı bir belediyede yaşandı. Bu olay, yalnızca o belediyeyi değil, o belediyeye oy veren yurttaşları, yerel yönetimlere duyulan güveni ve siyasetin itibarını da derinden sarstı.Bu aşamada mesele bir partinin veya bir yöneticinin kişisel suistimali olmanın ötesine geçmiştir. Karşı karşıya olduğumuz şey, kurumsal bir zaaf, denetim eksikliği ve ahlaki çürümenin birlikte işlediği derin bir yapı sorunudur. Rüşvetle, kayırmacılıkla, tehdit ve çıkar ilişkileriyle örülmüş bu düzen, yalnızca hukuki yollarla değil, siyasi irade ve ahlaki kararlılıkla da sökülüp atılmalıdır.Yakalanmadığımız Sürece Yolsuzluğa Karşıyız…!Temiz siyaset, sadece rakibi eleştirerek değil; kendi içini arındırarak, hesap vererek, denetlenebilir ve şeffaf hale gelerek mümkündür. CHP”nin bu konuda şimdiye kadar ortaya koyduğu refleksler, ne yazık ki bu beklentiyi karşılamaktan uzaktır. İddiaların ortaya çıkmasının ardından yaşanan suskunluk, geç gelen açıklamalar ve olayın küçümsenmeye çalışılması, kamu vicdanını daha da yaralamıştır.Oysa toplumun en büyük ihtiyacı; dürüst, ilkeli, erdemli ve hesap verebilir siyasetçilerdir. “Temiz belediyecilik” sloganı, ancak yaşatılırsa anlam kazanır. Belediyeler, ihale çetelerinin değil, halkın hizmetkârı olmak zorundadır. Belediyecilik, rant değil, adalet üretmelidir. Kamusal görevler; akraba, yandaş veya parti kadrolarına makam dağıtma alanı değil, liyakatin adresi olmalıdır.Bu nedenle mesele yalnızca yargıya havale edilip geçiştirilecek bir durum değildir. Siyasi partiler, kendi iç denetim sistemlerini etkinleştirmeli, yerel yönetimlerde sıkı etik kodlar uygulamalı, bağımsız gözetim mekanizmalarını devreye sokmalıdır. Gerçek bir demokratik olgunluk, yalnızca iktidarı değil, muhalefeti de denetleyebildiğimizde mümkün olacaktır.Son Seçim Sofrasında Yiyin EfendilerBugün yaşadığımız bu skandal, utanç verici olduğu kadar uyarıcı da olabilir. Bu uyarıya kulak tıkayanlar, gelecekte halkın güvenini değil, öfkesini karşılarında bulacaktır. Türkiye”nin artık rüşvetten arınmış, ahlaki tutarlılıkla yönetilen, gerçekten halka ait olan milli bir muhalefete ihtiyacı var.Temizlenmeyen her yapının çöküşü kaçınılmazdır.
Source: Levent Ersin Orallı
İsraf zombisi
Giderler artıyor.. Gelir hep aynı kalıyor. Ancak beslenme, giyim ve barınma gibi fizik ihtiyaçlar karşılanabiliyor.
Hiç kimsenin hayatı, çalışma ve tüketim döngüsünün dışına çıkamıyor. Moda rüzgarında dönerek parçalanan rüzgar gülü haline geliniyor..
Herkes otomatikleşiyor ve birer israf zombisine dönüşüyor.
SORUMLULUKLARIN ALTINDA EZİLMEK
Kitap okumaya vakit yok.. Hısım akraba, eş dost ziyareti akla gelmiyor bile..
Bir arkadaşla sohbete fırsat kalmıyor.
Alım gücü azaldıkça esnaf da kazanamıyor; dükkanlar kapanıyor.. Kahraman market, mağza alışveriş nerkezleriyle savaşıyor.
Özel sektörde insanların güvenceleri yok. Oysa büyük bir problem yumağı evde beklemekte..
Sorumlulukların altında ezilmekte herkes..
Kapitalist sistem, beyin yıkıyor. İnsan düşünce, söz ve davranışlarını değiştiriyor. İnsan ilişkileri iki şeye dayanıyor: Kıskançlık ve küçümseme.
Kitle iletişim araçları, hep tüketime yönlendiriyor. İnsan kendini sürekli biriyle karşılaştırıyor.
Tüketimde çılgınca yarışıyor toplum.. İnsan ya karşısındakini büyük görüp kıskanıyor ya da küçük görüp aşağılıyor..
Kişinin faydalı taraflarını görmeye çalışıp örnek almak yok artık.. İnsanlara faydalı olmaya çalışmak yok. Başkasına güzellikler yaşatmak yok.. Mutlu ederek mutlu olmak yok..
Bir üstadın karşısında ezilmek yok.. Kendini üstün göstermen gerekiyor. Ne olduğun değil.. Nasıl göründüğün önemli.
PATLAMAYA HAZIR BOMBA
Sürekli cinayet ve şiddet haberleri..
Televizyondan kurtulsan.. İnternetten, cep telefonundan yolunu kesiyor şiddet..
Sokakta, otobüste, iş yerlerinde insanlar gergin.. Patlamaya hazır bomba gibi. Herkes sinirli.
İç dünyalarına kapanmışlar.. Kara kara düşünmekteler.
AMAÇSIZ TÜKETİM MODELİ
Tüm davranışların en önemli sebebi hedeflerin insan ruhunu tatmin etmemesi. Aklı ve vicdanı beslemiyor, kapitalist sistemde yaşama amacı.. Daha iyisini giyme, son model eşya kullanma yaşam stratejisi haline geliyor.
Bir tüketici modeli var.. Herkes onu örnek alıyor. Tüketici modeline benzemeye çalışıyor.
Kavramların içi boşalıyor, önemini yitiriyor; öğrenme, düşünme, yararlı olma, iyilik,, unutuluyor.
Para kazanmak ana amaç olduğunda, iyi görünme çabası, yapılan işin niteliğinin önüne geçiyor. Yapılan işin kalitesi önemsenmiyor artık.. Değer bilmez insan haline geliniyor..
Kitle iletişim araçları yönlendiriyor. Sadece reklamlar değil, gösterilen programlar ve diziler bile.. Çarpık aile düzenleri, bozuk ilişkiler.. İnsanların bilinç altına işliyor.
Diğerlerinden iyi görünmek, diğerlerini küçümseyip dışlamak,
Odak noktasına parayı koyan kapitalist sistem, gerçekte var olmayan bir takım ihtiyaçlar doğuruyor. Arzulamayı, ihtirası.. ihtiyaç gösteriyor..
Gelişen teknolojiyi avantaja çeviremiyor insan.. Teknolojinin kontrolü altına giriyor.
Merkeze parayı koyan bu düzen, sağlıktan yaşam amacına kadar her şeyi etkiliyor, değiştiriyor. Evlilikler bile maddiyata dayandırılıyor. Kadında fizik aranıyor sadece..
Erkekte zenginlik, kariyer.. Doğallıktan uzaklaşılıyor. Alınan yiyecekler, giyecekler belli markalar..
TÜKETİM İÇİN ÇALIŞMAK
Eskiden ekmekten giyilen kıyafetlere kadar.. İnsanlar ihtiyaçlarını kendi el emekleriyle yaparlardı. Tüketim çılgınlığına alıştırılan günümüz insanı artık bunların nasıl yapıldığını dahi bilemez durumda.
Eskiden yaygın olan el emeği ürünler artık demode bulunuyor. Mutfakta hazır yiyecekler ısıtılıyor, servis ediliyor… Yemek pişmiyor ocakta, tencere kaynamıyor..
Emeğin içi boşaltılıyor. Değer, sadece parayla ölçülüyor. Ufak tefek ihtiyaçlar bile üretilmeyip zamanın azlığından söz ediliyor.. Boş zamanlar, alışveriş merkezlerinde tüketiliyor..
Tüketim için çalışıyor çağdaş insan. Çok tükettiği için daha fazla çalışıyor. Hayat çalışma ve tüketim döngüsünün dışına çıkamıyor.
Herkes düşünmeden, sorgulamadan yaşıyor.. Alışverişte, tüketimde alışkanlıklar ve moda rüzgarı insanı otomatikleştiriyor ve birer israf zombisine dönüşüyor.
Mustafa Yürekli / Haber7
Source: Mustafa Y
Evde bakım maaşı ne zaman yatacak?
Evde bakım maaşı yatacağı tarih temmuz ayı itibariyle araştırılıyor. Türkiye İstatistik Kurumu nun (TÜİK) haziran ayı enflasyon verilerini açıklamasının ardından, yılın ikinci yarısında uygulanacak memur maaş katsayısı da belli oldu. Temmuz zammıyla birlikte evde bakım maaşı arttı. Peki Evde bakım maaşı ne zaman yatacak? 2025 Temmuz zammı ile evde bakım maaşı ne kadar oldu, kaç TL? EVDE BAKIM MAAŞI TEMMUZ 2025 ZAMMI NE KADAR OLDU? Evde bakım maaşı memura yapılan 15.57 lik zammın ardından 10.125 TL den 11.702 TL ye yükseldi. EVDE BAKIM MAAŞI ŞARTLARI Evde bakım maaşı alabilmek için sağlık kurulu raporunda ağır engelli olduğunun belirtilmesi, günlük hayatın alışılmış, tekrar eden gereklerini önemli ölçüde yerine getirememesi nedeniyle hayatını başkasının yardımı ve bakımı olmadan devam ettiremeyecek derecede düşkün olması gerekir. Evde bakım maaşı bağlatılabilmesi için her ne ad altında olursa olsun her türlü gelirler toplamı esas alınmak suretiyle, hane içinde kişi başına düşen ortalama aylık gelirin net asgari ücretin 3 te 2 sinden az olması gerekiyor. 2025 yılı itibarıyla evde bakım maaşı bağlatılabilmesi için hane içinde kişi başına düşen ortalama aylık gelirin 14.736,45 TL nin altında olması şartı aranıyor. Hane içinde birden fazla bakıma ihtiyacı olan engelli bulunması halinde, ikinci engelli birey, iki kişi sayılıyor. Örneğin bir anne ve iki engelli çocuğunun yaşadığı ailenin kişi başına geliri hesaplanırken toplam gelirler 3 e değil, 4 e bölünerek kişi başına gelir hesaplanıyor. Bu yıl ocak-haziran döneminde 10.125,56 TL olan engellilerin evde bakım maaşı temmuz ayından itibaren 11.702,11 TL ye yükselecek. Bakıma muhtaç engellilerin özel bakım merkezlerinde bakımı için ödenen tutar da 20.251 TL den 23.404 TL ye çıkacak. EVDE BAKIM MAAŞI NE ZAMAN YATACAK? Evde bakım yardımı her ayın 15 nden sonra yatırılmaya başlanıyor.
Source: Habertürk
CHP”li belediyelere operasyon: Vahap Seçer”den sert tepki
Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek ve Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere”nin gözaltına alındı. Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda operasyona tepki gösterdi. ADALETİN TERAZİSİ ÇOKTAN BOZULDU Seçer, Oyunu aldığı halkına hizmet eden; her biri şehirlerine ve ülkesine hizmet aşkıyla hareket eden Adana Büyükşehir Belediye Başkanımız Zeydan Karalar, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanımız Muhittin Böcek ve Adıyaman Belediye Başkanımız Abdurrahman Tutdere gözaltına alındı. Operasyonlar yalnızca CHP’li belediyelere yöneliyorsa ortada hukuk değil, siyasi hesap vardır. İktidar belediyelerine dokunulmazken adaletin terazisi çoktan bozulmuştur. Demokrasimiz ciddi bir tehdit altında. Halk iradesi, masumiyet karinesi, hukukun üstünlüğü ve bir arada yaşama kültürü tamir edilmez yaralar alıyor. Bir an evvel bu yakışıksız kararlardan demokrasiye ve hukuka dönülmelidir ifadelerini kullandı.
Source: Haber Merkezi
Bakan açıkladı: Ödemeler hesaplara yatırılıyor
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, temmuz ayına yönelik toplam 6,2 milyar lira tutarındaki yaşlı ve engelli aylıklarını hesaplara yatırmaya başladıklarını açıkladı. Göktaş, yaptığı açıklamada, engelli ve yaşlı vatandaşlara yönelik kapsayıcı ve düzenli sosyal yardım programları geliştirmeyi sürdürdüklerini belirterek, engelli ve yaşlı vatandaşlara yönelik hizmetlerin insan odaklı ve hak temelli politikalar çerçevesinde yürütüldüğünü savundu. Göktaş, şunları kaydetti: Temmuz ayı için 3,46 milyar lira yaşlı aylığı, 2,75 milyar lira engelli aylığı olmak üzere toplam 6,21 milyar lira tutarındaki yaşlı ve engelli aylıklarını hesaplara yatırmaya başladık. Ödemelerin tüm vatandaşlarımıza hayırlı olmasını diliyorum.
Source:
Tuncer Bakırhan”dan Adana, Adıyaman ve Antalya açıklaması: “Müdahaleler kabul edilemez, reddediyorum”
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, bu sabah CHP’li Adana, Antalya ve Adıyaman Büyükşehir Belediye başkanlarının da aralarında bulunduğu çok sayıda ismin gözaltına alındığı operasyonlar üzerine tepki gösterdi. Bakırhan, X hesabı üzerinden operasyonlara ilişkin şu ifadeleri kullandı: CHP’li Adana, Antalya ve Adıyaman Büyükşehir Belediye başkanlarına yönelik bu sabah gerçekleştirilen gözaltı operasyonları, halkın iradesine ve demokratik siyasetin temel ilkelerine yönelik kabul edilemez müdahalelerdir. Bu uygulamaları kınıyor ve reddediyorum. Yerel yönetimlere yönelik sürdürülen bu saldırı ve gözaltı dalgası, hukuksuzlukları derinleştirerek en büyük zararı toplumsal barış umuduna vermektedir. Türkiye’nin bugün ihtiyacı olan şey, artan baskı ve antidemokratik uygulamalar değil, aksine demokratikleşme adımlarının kararlılıkla atılmasıdır. Gerçek toplumsal barış, ancak diyalogun güçlendirilmesi ve hukukun üstünlüğü ilkesinin her alanda egemen kılınmasıyla sağlanabilir. Barış ve demokratik toplumu inşa etme sürecinin bu hukuksuzluklarla tartışılır hale getirilmesi kabul edilemez. Bu hassas süreç, tüm toplumsal kesimlerin katılımı ve ortak akıl ile yürütülmelidir. Demokratik değerlerin korunması ve toplumsal barışın tesisi için, seçilmiş iradeye yönelik her türlü saldırının derhal son bulmasını talep ediyoruz.
Source: Haber Merkezi
Kamusal alan, İslam ve yanlış temsil
Şair ve yazar Hasan Hüseyin Çağıran, Mizah dergisi Leman’da yayımlanan çizim tartışmalarını ve Türkiye”deki temsil sorununu AA Analiz için kaleme aldı.
Mizah dergisi Leman’da 26 Haziran 2025’te yayımlanan bir karikatür, Türkiye’de sadece geniş toplumsal kesimleri harekete geçirmekle kalmadı, aynı zamanda Türkiye’nin kültürel fay hatlarını da açığa çıkardı.
Geçen süre içerisinde, karikatür ekseninde peygamber tasvirinin İslam kültüründeki yeri ve İslam tarihindeki serüveni tartışıldı; karikatürün gerçekte kimleri tasvir ettiği ve neyi ifade ettiği sorusu ekseninde değerlendirmeler yapıldı, İslam’da hoşgörünün yeri gündeme getirildi. Hadiseler, “Türkiye kutuplaşıyor” tespitine sarılanların yanılgılarını pekiştirecek slogan ve eylemlerle daha da harlandı.
Fakat tüm bu gelişmeler tartışmanın, üzerinde cereyan ettiği zemini, bu zeminin problemlerini ve bünyesinde barındırdığı kırılmaları konuşmaya, yine imkan tanımadı. Oysa ki Leman karikatürü, İslam’ın kamusal alandaki temsilini bir mesele olarak konuşmayı gerektirmektedir.
Türkiye’de kamusal alanın yapısı
Türkiye’de kamusal alan, Batılılaşma kararına paralel olarak İslâm’ın tezahürlerini en aza indirmek, mümkün olan nispette de yok etmek üzerine kurgulandı. Ne acıdır ki tarihsel vakıa, bu kurgunun bir adım berisinde şekillenmemiştir.
“İyi niyetli” okumalar, gerek lisan inkılabı gerek tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi uygulamaların devamı niteliğindeki hamleleri “doğru İslam anlayışını tesis etme çabaları” olarak takdim etme yolunu seçti. Fakat bu okumalar da hiçbir zaman gerçek anlamıyla toplumsallaşmadı. Buna imkan yoktu çünkü hayat, her ne kadar aksi iddia edilse de, tarihten üstündür.
Zaman içerisinde ne kadar dönüşürse dönüşsün, hangi müfredata tabi kılınırsa kılınsın, kanıyla canıyla insan, aslına meyleder. Kulaklarına dolan, gözlerine görünen, parmak uçlarına temas edenlerle, anlatılan hikayenin vakıaya uymayan taraflarını tespit eder. Hiç değilse, tüm bunlar, kitaplara girmese de olanın bitenin hakikatini ihsas eder.
İslam, Cumhuriyet’in erken döneminde, resmi bir iradeyle, yanlış temsil tartışmalarının konusu olmaya mahkum edilmiştir. Kamusal alanda, İslam’ın güzelliğini, dindar Müslümanların güzel hasletlerini konuşma imkanı yoktur. İmkan, yanlış temsili görme, konuşma, teşhir etme alanına münhasır kılınmıştır. Bu, dün olduğu gibi, bugün de böyledir. İslam’a karşı, nihayetinde vatanı bilfiil mümkün kılan iradenin yegane kaynağı olması sebebiyle, doğrudan yapılamayan taarruzun gerekçesi, yanlış temsile karşı verilen bir sözde “aydınlık savaşı” olarak formüle edildi.
Bu sebeple, Türkiye’nin “aydınlık savaşçıları”nın ana gündemi, İslam’ın yanlış temsili olmuştur. Bu kişilerin ne denli “ihlas sahibi” olduklarını varın siz takdir edin. Yanlış temsili bu kadar belirleyici ve önemli kılan ise İslam düşüncesi çerçevesinde ortaya çıkabilecek her türlü politik iddia ve tavırdır. Şerhsiz ve kayıtsız diyebiliriz ki, mütedeyyin Müslüman ferdin bugün dahi, Türkiye’de, kamusal alanda politik varlık gösterme imkânı yoktur. Bir diğer ifadeyle, o ne yaparsa yapsın, inancını hangi ideal pratikte somutlaştırırsa somutlaştırsın, görünen ve gösterilen kusurları olacaktır. Dolayısıyla onun varlık gösterme sahası, yanlış temsil alanıdır. Bu, bir mahkûmiyet biçimidir.
İslam’ı doğru temsil etmenin politik imkansızlığı
Şunu şerhsiz şüphesiz ifade edebiliriz ki, Türkiye’de yaşanan sorun, dindar Müslümanların İslam’ı doğru temsil kudretine sahip olmamaları değildir. İslam’ın en yetkin insan modeli de olsa, o, Türkiye’de, ancak ve ancak “yanlış temsilin” konusudur, yanlış temsil sahnesinin bir aktörüdür. Bilhassa politik düzlemde durum budur. Bu sebeple, mütedeyyin çevrelerde yanlış temsil üzerinden yapılan öz eleştirel değerlendirmelerin sahiplerinin çok önemli bir kısmı, bir ses sahibi olamamanın, en ufak bir iddia ile cümle kuramamanın hastalıklarıyla malul olageldi.
En kıymetlisine, peygamberine alenen dil uzatıldığı noktada bile teolojik, sanatsal, siyasal bağlamda yapılan tartışmalara özeleştiri ve hoşgörü vurgularıyla katkı sunmaya yönelen tavır ancak ve ancak bu bağlam üzerinde anlaşılabilir. Bu tavır, Türk siyasal sisteminin ve kamusal alanının iskeletine hala hakim olan İslam karşıtı veya en olgun haliyle İslam’ı araçsallaştıran ve siyasi taleplere göre ehlileştirmeye yönelen yapısına muvafık bir “doğru temsil”, daha açık ifade etmek gerekirse makbul temsil ortaya koyma ve meşruiyet temin etme arayışıdır. Halbuki İslam’ı doğru temsil etmenin politik imkanı kapalıdır.
Açık olan kapı, toplumun her kademesindeki “sözde dindar ama aslında sahtekar olan” Müslümanları konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, “namaz kılan ama kul hakkı yiyen” siyasetçiyi konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, “tesettürünün hakkını veremeyen sözde dindar kadınlar”ı konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, “istismarcı tarikatların yanlış din tasavvuru”nu ve onların “İngilizlerle işbirliği yapmış olan şeyhlerini” konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, “kiracısına zulmeden emlak zengini hacı dayı”yı konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, “dükkanın girişine besmele tabelası asan ama ne hikmetse en büyük dolandırıcılığı yapan mahalle kasabı”nı konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, “bizi arkamızdan vuran Arapları” ve onların şu “bitmeyen görgüsüzlükleri”ni konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, “bizim kendileri için çırpındığımız” ama “gizli gizli topraklarını Yahudilere satan Filistinliler”i konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, Müslümanların izzetini ve şerefini koruma kapısı değil, İslam’ın her kutsalına ve Müslümanların her eylemine olanca rahatlık içerisinde dil uzatılan bir noktada dahi “İslâm’ın hoşgörü” dini olduğunu konuşma kapısıdır. Açık olan kapı, İslam’ın bu topraklardaki varlığını ilga etmek üzere kurgulanmış isimlere ve fiillere referans vermeden nefsinizi dahi müdafaa edememe kapısıdır.
Karikatürün içeriğinden daha vahim olan “yorum seferberliği”
Türkiye’de kamusal alanın, görünürdeki tablonun aksine işaret ettiği durumlarda bile, İslam’a hürmete, Müslüman ferde saygıya müsaade etmemesi tabii ki dünün ve bugünün birtakım siyasi kadroların tercihlerine indirgenemez.
Muteber tarih profesörlerinin neredeyse tüm insanlığın benzerine az rastlanır bir ittifak ile İsrail’in terör politikaları karşısında yekvücut olduğu bir noktada, “Filistinli demek toprağını satan adam demektir” diyebildiği, sosyoloji profesörlerinin hünerlerini “Bizden Kant çıktı da bizim mi haberimiz yok?” gibi sorulara hasredebildiği vasat bir ortam vardır. Bu durum, ne Batı hümanizminin indirgemeci ve dışlayıcı genetiğinin ne de Atina demokrasisinin köle emeğine dayalı agorasının bugüne kadar izi sürülebilecek etkilerinden bağımsızdır.
Türkiye’nin talihsizliği, mezkur etkilerin bünyemizde açtığı hasarların; gün kurtarıcı siyasi talepler, acenteci bir çağdaşlaşma ve kimliksiz bir millileşme lehine İslam’ın düşüncesi, kurumları ve insan bakiyesiyle birlikte değerden düşürülerek kurumsallaştırılmasıdır.
100. yılımızı geride bırakmamıza rağmen bitmeyen sistem, anayasa ve kültür çekişmelerinin, esas sebepleri görünmez kılan nevzuhur problem başlıkları olarak tartışmalara konu edilmesi de bu kurumsallaşmanın varlığını sürdürdüğüne işaret kabul edilmelidir.
Bu tarihsel ve kültürel bağlam üzerinde, fecaatin boyutu ne olursa olsun, İslam toplumundan hiçbir şartta özür dilenmez. Ne özür dileyebilecek olgunlukta bir özneden ne de bu özne için özür dilenebilecek kadar insan varlığı gösteren bir muhataptan söz edilebilir. Bu, bihakkın yapılamadığı için, mesele, her durumda tarihsel alışkanlığın bir devamı ve de özünde Müslümanlara karşı tahkir içeren bir yorum tartışmasına çevrilir.
Dahası “doğru İslam’ın” sözcülüğü üstlenilir ve mütedeyyin Müslümanlara hakikat, bizzat dindarların izzetine dil uzatanlar ve onların karargahı olagelmiş yapılarca tebliğ edilir. Leman dergisinde yayımlanan karikatürün hakaret içermediği yönünde pozisyon alan kişi ve kurumların açıklamaları, bu yaklaşımın örneklerini sunuyor. Yaptıkları açıklamalar, karikatürün içeriğinden daha vahim art niyetler ve vurgularla malul.
[Hasan Hüseyin Çağıran, şair ve yazardır. İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Felsefe Tarihi ve Sistematik Felsefe Bölümü’nde doktora çalışmalarına devam etmektedir.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.
Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.
Source:
TESK Başkanı Palandöken”den zamlara tepki: Ekonomiye zarar getirecek
Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu (TESK) Genel Başkanı Bendevi Palandöken, enerji fiyatlarında yapılan son zamların özellikle gelir-gider dengesi hassas olan küçük esnaf üzerinde ciddi baskı oluşturduğunu belirtti. Doğalgazda yapılan yüzde 25 oranındaki fiyat artışının, maliyetlerin doğrudan yükselmesine neden olacağını vurgulayan Palandöken, bu durumun kaçınılmaz olarak mal ve hizmet fiyatlarına yansıyacağını ifade etti. ZAMLAR ENFLASYONU YÜKSELTECEK Palandöken konuya ilişkin, Son yapılan zamlarla birlikte doğalgaza gelen artışla esnafın mağduriyeti de artacak. Tabii bu durum fiyatlara yansıyacak. Enflasyonun yükselmesine, maliyetlerin artmasına sebep olacak. Bununla ilgili esnaf için özel bir tarife yapılması lazım. Enerji sektörü, esnafın en büyük girdi maliyetleri içerisinde yer alıyor. Artık birçok müessesede ya elektrikli ya da doğalgazlı fırınlar kullanılıyor. Üretimin en büyük kalemi olan enerji maliyetleri, esnafı mağdur ediyor. Elektrikte sanayiciye ayrı, konuta ayrı tarife uygulanırken esnaf ise ticarethane kapsamında kullandığı elektrik bedellerini en yüksek tarifeden ödüyor. Konutlarda elektrik tasarrufu yapılması için çeşitli tedbirler alınırken, esnafın da dükkânının aydınlatılması hem can güvenliği hem de mal güvenliği açısından önemli. Sokaklar aydınlık olursa insanlar o caddede, sokakta, mahallede güvenli bir şekilde gezebilir” ifadelerine yer verdi. MASRAFLAR ESNAFI PERİŞAN EDİYOR Doğalgaza yapılan yüzde 25″lik zammın çok büyük bir artış olduğuna dikkat çeken Palandöken, “Aynı şekilde tabela da önemlidir. Sokağı aydınlatmazsa o sokak, o semt işlevini kazanamaz. Yapılması gereken, esnafın tarifelerinin biraz daha düşük olmasıdır. Doğalgaza yüzde 25 civarında bir zam yapıldı. Bu çok büyük bir rakam. Maliyetin dörtte biri kadar bir artış anlamına geliyor. Yani 1 liralık maliyete yüzde 25 eklendiğinde bu bedel daha da yükselecek. Esnafın gelirinin artması için alternatif çözümler üretilmesi gerekiyor. Yoksa esnaf zaten ayakta zor duruyor. Elektrik parası, doğalgaz parası, aynı şekilde sosyal güvenlik primleri ve diğer girdi masrafları esnafı perişan ediyor. Esnaf ve zanaatkârsız bir toplumda enflasyonla mücadele uzun sürecek gibi görünse de, esnafın ayakta kalma süresinin azaldığını herkes görebiliyor. Bunun için elektrik ve doğalgaz tarifelerinde düzenleme yapılmalı. Bu kalemler girdi maliyeti olarak kabul edilirse; bir pastacının, bir simitçinin, bir fırının, bir bakkalın buzdolabı ya da bir kasabın kullandığı elektrik maliyetleri vatandaşa bu kadar yansımaz. Bu tür zamlar yapılırken, fiyatların kontrol edilebilmesi ve maliyetlerin azaltılabilmesi için önlem alınması gerekiyor. Klimalar çalışacak, sokak aydınlatılacak, tabelalar yanacak. Dolayısıyla o cıvıltı, o parlaklık, o dükkânların hangi mesleği icra ettiğini gösterecek şekilde korunmalı” diye konuştu. ZAM ÇARE DEĞİL Palandöken, enerji fiyatlarına yapılan artışların hem üreticiyi hem de tüketiciyi etkilediğine işaret ederek, bu yaklaşımın ekonomide iyileşme sağlamak yerine tahribat yaratabileceğini belirtti. Palandöken, “3 girdi çok önemli: birincisi elektrik, ikincisi doğalgaz, üçüncüsü su. Dördüncüsü de işçi maliyetleri. Ayrıca bilindiği üzere iş yeri kiralarıyla ilgili sıkıntılar da devam ediyor. Artık mal sahipleri, ’10 yılı doldurdun, iş yerimi boşalt’ demeye başlıyor. Esnaf ise ancak 10 yıl içinde müşteri potansiyelini oluşturabiliyor. Bu durumda dükkânını boşaltmak zorunda kalması, işsiz kalmasına neden oluyor. Hem Maliye Bakanlığı hem Enerji Bakanlığı hem de Ticaret Bakanlığı bir araya gelip, esnafın bu mağduriyetini gidermeli. Diğer taraftan biliyorsunuz, esnaf artık kamu hizmeti gören bir kurum hâline geldi. Ticarethanelerin tasarruf yapma gibi bir lüksü yok. Mecburen bu enerjiyi kullanmak zorundalar. Teknoloji gelişiyor. Herkes artık işini elektrik ya da doğalgazla yapıyor. Eskisi gibi odun, kömür kullanılmıyor artık. Gaz lambası da kalmadı. Bu gelen maliyetler dar gelirli esnafı mağdur ediyor. Bununla ilgili bir an evvel tedbirlerin alınması elzem oldu. Dolaylı vergilendirme de aynı şekilde, ÖTV’de KDV’de fiyatların yükselmesi yine vatandaşa yansıyor, küçük esnaf ayakta kalamıyor. Bu zamlar ekonomideki düzelme yerine zarar getirecek. Ekonomik tedbirler başarılı bir şekilde düşüş eğilimine girmeli; mevsimsel de olsa herkesin mustarip olduğu bir konu. Her artış, devletin gelirini artırması gereken bir kalem olarak görülse bile, bu zamların hem tüketiciye hem de bu ticareti yapan insanlara önemli bir yük getirdiği, dolayısıyla maliyetin yine dar gelirliye yansıdığı herkes tarafından biliniyor. Bu zamlardan kaçınmak lazım. Zam çare değil” dedi.
Source: Haber Merkezi
Neden sessiz sedasız terk ediliriz? Klinik Psikolog Esra Ezmeci anlattı: “Sebebi gerçekten siz misiniz?”
Bazen bir insanın bir anda hayatımızdan silinmesi, sanki hiç tanışmamışız gibi davranması, bizi öyle bir boşluğa düşürür ki, anlatmakla bitmez. Hani eskiden telefonda uzun uzun konuştuğumuz, akşamları iyi geceler mesajları attığımız, sabah “Günaydın”ını eksik etmeyen o adam bir sabah kalkar ve sanki bir düğmeye basılmış gibi yok olur. Ne mesaj gelir, ne telefon çalar. Sanki o samimiyet, o paylaşılan anılar hiç yaşanmamış gibi. Ve biz kalırız ortada, anlam vermeye çalışırız. Ne oldu? Neyi yanlış yaptım? Bende bir eksiklik mi vardı? SESSİZLİĞİN EN GÜRÜLTÜLÜ HALİ Bir insanın göz göre göre, hiçbir açıklama yapmadan sırtını dönüp gitmesi, aslında büyük bir duygusal yük bırakır. Çünkü ortada görünür bir kavga, net bir ayrılık cümlesi yoktur. Ne bir “Ben bu ilişkiyi istemiyorum,” ne de “Bana zaman ver” diyen bir ifade vardır. Sadece sessizlik. Ama bilirsiniz ki sessizlik çoğu zaman en gürültülü cevaptır. Çoğumuz için bu sessizlik, sanki bizim değerimizin bir anda sıfırlandığı anlamına gelir. Oysa çoğu zaman mesele sizin değerinizi değil, karşı tarafın kendi duygusal kapasitesini anlatır. Bazı insanlar yakınlık kurmaktan korkar, sorumluluk almaktan çekinir, duygusal olarak yetişkin gibi davranmayı başaramaz. Ama insan kalbi işin psikolojisini bilse bile yine de yaralanır. Çünkü gönül bilimsel açıklama dinlemez. Birinin yokluğunu açıklama yapmadan üstünü çizmesi, insanın özsaygısını incitir. O yüzden bu davranış bir çeşit duygusal kaçıştır. İlişkiyi sürdürme gücünü bulamayan ama ayrılığı da açıkça dile getiremeyen kişinin en kolay yoldan sıvışmasıdır. İLK BAŞLARDA TUHAF BİR ŞEY YOKTU Hikayenin başlangıcı hep güzeldir. Size ilgi gösterir, merak eder, sorular sorar. Hızla güven kazanır. Hatta bazen “Hayatımda ilk kez birini bu kadar hızlı benimsedim,” gibi cümleler duyarız. O heyecan dolu günlerde her şey yolunda gibi görünür. Planlar yapılır, gelecekten söz edilir. Bu aşamada kişi sizi çok özel hissettirir. O yüzden ortadan kaybolduğunda bu ani kopuş beynimizde bir türlü yerli yerine oturmaz. O kadar yoğun duygudan bu kadar yoğun sessizliğe geçiş bir travmadır. Birçoğunuz bunu yaşamışsınızdır: “İki gün önce beni övüyordu, şimdi mesajıma cevap bile vermiyor.” İşte bu ani dönüş, terk edilmekten daha karmaşık bir yara bırakır. Çünkü insanın kafasında hep bir “Acaba?” kalır. Acaba kötü bir şey mi yaptım? Acaba başına bir şey mi geldi? Acaba biri mi doldurdu? SEBEBİ GERÇEKTEN BİZ MİYİZ? Bir insanın sorumluluk almadan bir ilişkiden çıkması çoğu zaman onun olgunluk düzeyiyle ilgilidir. Elbette bazı durumlarda ilişkinin dinamiği de etkiler; fazla beklenti, aşırı baskı, hızlı ilerleme gibi şeyler. Ama şunu net söyleyeyim: Ne olursa olsun, sessizce kaybolmayı tercih etmek yetişkin bir yol değildir. Çünkü sağlıklı bir insan, duygularının değiştiğini bile açıklar. “Ben artık devam edemiyorum” demek cesaret ister. Ortadan kaybolmak ise cesaretsizliğin, suçluluk korkusunun ve konfor alanını terk edememenin işaretidir. Yani bu davranışın sorumluluğunu size yıkmaya çalışanlara kulak asmayın. “Sen fazla değer verdin de ondan gitti” diyenlere inanmayın. Sevgi değer vererek yaşanır zaten. Asıl mesele, karşınızdaki kişinin bunu kaldıramayacak kadar duygusal kaçak oluşudur. BİR GÜN VARDI, ERTESİ GÜN YOK Ortadan kaybolmayı alışkanlık edinmiş kişiler genelde ilişkilerin başında fazla sıcak davranır. Size kısa sürede büyük sözler ederler. “Sanki yıllardır tanışıyoruz,” derler. İlk buluşmada bile size saatlerce hayat hikayelerini anlatabilirler. Sınırlarını çabuk kaldırırlar. Sonra birden ne olur? Yakınlık gerçek olmaya başlar. Gerçek olunca korkutucu gelir. İşte o an beyinlerinde alarm çalar. “Bu ciddi bir şey oluyor, ben bunu taşıyamam,” derler. O yüzden çoğu, tam her şey yolunda görünürken yok olur. Bu yok oluş bir anda gelir. O kadar ani ki, sanki sabah buluşup akşam eve dönerken başka bir gezegene taşınmış gibi davranırlar. Ertesi gün mesajınızı görür, okur ama cevap vermezler. Üç gün sonra belki bir emojili kısa bir yanıt atarlar. Sonra yine sessizlik. Böyle böyle sizin umutla beklediğiniz her gün, daha da dibe batarsınız. NEDEN AÇIKLAMA YAPMAZLAR? 1- Duygusal sorumluluktan kaçınırlar: Çünkü biriyle yüzleşmek, o kişinin üzüleceğini görmek, suçluluk duygusunu tetikler. Kaçmak kolaydır. 2- Olgun iletişim kuramazlar: Duygularını ifade etmeyi bilmezler veya o kadar gelişmemiştir ki, ne hissettiklerini bile tanımlayamazlar. 3- Yetersizliklerinden utanırlar: Karşınızdaki size ayak uyduramadığını, olgun bir ilişki sürdüremeyeceğini kabul etmek istemez. Bunun yerine “sessiz yok oluş”u seçer. 4- Konfor alanını bozmak istemezler: Açıklama yapmak çatışmaya yol açar diye korkarlar. Kendi huzurları için sizi sessizce silmeyi tercih ederler. BU TAVIR NEDEN BU KADAR YARALAYICI? İnsan zihni belirsizliğe dayanamaz. Açıklama yapılmadığında boşluğu kendimiz doldururuz. “Demek ki yetmedim, demek ki değerli değildim” diye düşünürüz. Hatta bazıları kendini suçlamaktan depresyona girer. Eğer bir insan size hiçbir açıklama yapmadan sırtını dönüp gittiyse, inanın bu onun cesaretsizliğinden kaynaklanır. Sizin değersizliğinizden değil. Bu yüzden kendinizi suçlamayı bırakın. Suçluluk, iade edilmesi gereken bir yüktür. O yük size ait değil. Onu geride bırakıp kendi değerinizi hatırlamak önemli. Elbette kolay değil. O yüzden biraz zaman, biraz destek, biraz da kendinize şefkat göstermek gerekiyor. BİR DAHA OLUR MU? Maalesef olur. Çünkü bazı insanlar bu davranış kalıbını sık sık tekrarlar. Birileriyle yakınlaşır, beklenti oluşur, sorumluluk artar… Sonra aynı senaryo: “Bir gün vardı, ertesi gün yok.” Bu yüzden sizi ortada bırakmış biri yeniden dönse bile, bu değiştiği anlamına gelmez. Kısa süreli suçluluk hissetmiş olabilir. Bir özür mesajıyla geri döner. Ama çoğu zaman aynı döngü yeniden yaşanır. UNUTMAYIN Bir insanın ortadan kaybolması sizi tanımlamaz. O davranış yalnızca onun karakterini gösterir. Bunu kişisel bir başarısızlık gibi görmeyin. O sessizlik, sizin değil onun eksikliğidir. İnsan kalbi hak ettiği ilgiyi bulur. Sizi yarı yolda bırakmadan, kelimeleriyle, tavrıyla, sevgisiyle yanında duran birini tanıdığınızda, anlarsınız ki: Sevgi kaçmak değil, kalmaktır. O yüzden bu satırları okuyan, sessizlikten yaralanmış her kalbe şunu söylemek isterim: Sen değerli bir insansın. Ve bir gün biri çıkacak, seninle kalmayı seçecek. O zaman sessizlik değil, birlikte konuşulan kelimeler iyileştirecek içindeki yarayı… Bugün değilse bile, yarın. Bir gün. İYİLEŞMEK İÇİN NE YAPABİLİRSİNİZ? SEBEP ARAMAKTAN VAZGEÇİN Bazen sebep yoktur. Bazen karşımızdaki kişi, sadece duygusal olarak eksik kalmıştır. İLETİŞİMİ SÜRDÜRMEYE ÇALIŞMAYIN Yarım cevaplar, uzun sessizlikler… Bunlar sizi hep daha fazla umutlandırır ve tekrar yaralar. DEĞERİNİZİ BİRİNİN TAVRIYLA ÖLÇMEYİN Sizin sevilebilirliğiniz, bir insanın sizi yarıda bırakıp bırakmamasına bağlı değildir. DUYGULARINIZI İFADE EDİN Yakın arkadaşlarınızla konuşun, bir uzmandan destek alın. KENDİ HİKAYENİZİ YAZIN Onun anlamsız sessizliği yerine iç sesinizi dinleyin.
Source: Esra Ezmeci̇