Ütopyanın Maskesi, Distopyanın Gölgesi
Bir hayal ve bir kâbus: Ütopya ve distopya. Genellikle “var olmayan dünyalar” diye tanımlanırlar. Oysa her biri, kendi çağının acılarını, korkularını ve özlemlerini satır aralarında fısıldar. Ütopyalar, ulaşamadığımız idealleri düşler; distopyalar ise, çoğu kez görmezden geldiğimiz gerçekleri çarpıtmadan haykırır. Bu yüzden her ideal bir kaçış, her felaket senaryosu ise bastırılmış bir çığlıktır. Biz bugün, o hayali âlemlerin yalnızca kurgusal olduğunu sanırken, aslında belki de bir distopyanın, irrasyonel bir dünyanın orta yerine uyanıyoruz her sabah. Zira bazen gerçek, kurgudan daha kurgusal; kabus, hayalden daha kalıcıdır. Ütopya kavramı, ilk kez İngiliz düşünür ve devlet adamı Thomas More’un 1516 tarihli “Utopia” adlı eserinde ortaya çıkar. Eski Yunanca “ou-topos” sözcüğünden türeyen bu kelime, “olmayan yer” anlamına gelir. Yani ütopya, var olmayan ama var olması gereken bir düzenin zihinsel haritasıdır. More’un Utopia’sı, döneminin çalkantılı İngiltere’sinden bir kaçıştır; adil, eşitlikçi, uyumlu bir toplumun düşsel tasarımıdır. Tıpkı Platon’un “Devlet” eserinde kurduğu ideal düzen gibi… Çalışanlar üretir, askerler korur, yöneticiler ise bilgeliğiyle rehberlik eder. Platon’a göre adil bir düzenin temel ilkesi şudur: “Her işi, o işi en iyi yapan yapmalıdır.” Devletin refahı, yönetenlerin bilgeliğiyle mümkündür. Platon’un, yönetici sınıfa filozofları koyma fikri, antik Yunan döneminden günümüze dek tartışılacaktır. Platon’un ütopyasında toplum refahının sağlanması için önce devletin kendi içinde mükemmel şekilde düzenlenmesi gerekmektedir ki bu da her işi, o işi en iyi yapanın yapması gerektiği fikriyle özdeşleşmektedir. Dolayısıyla çalışanlar sınıfı çalışkan, bekçiler yani askerler sınıfı cesur ve yönetici sınıfı da bilgili olmak zorundadır. Bu şekilde toplumun üç temel ihtiyacı olan beslenmek, korunmak ve “danışmak” en iyi şekilde karşılanabilecektir. Çalışanlar üretir, askerler korur, yöneticiler ise düşünür. Ama öyle herhangi bir yönetici değil; bilgeliği, ahlakı ve siyaset bilgisiyle donanmış filozoflar… Çünkü Platon’a göre yönetmek, sadece iktidar değil, öncelikle bilgelik ister. Filozoflar, hakikatin peşinden koşanlar olarak, yönetime en uygun kişilerdir. Onlar, “Ne yapılmalı?” sorusuna cevap ararken sadece gücü değil, iyiyi ve doğruyu da düşünürler. NE BÜYÜK BİR VİZYON DEĞİL Mİ? Tam da bugünkü gibi!(?) Aklın, erdemin, bilginin önderliğinde… Gerçek bir filozoflar meclisi tarafından! Eh, belki biraz servetle, biraz çevreyle, biraz da tanıdık kartvizitlerle bilgeleşmiş; ihale kovalayan, koltuğa tutunan, kamu malını yöneten ama kamuya hiç uğramayan “yeni tür filozoflar…” Liyakat yerine sadakat, bilgelik yerine popülizm ve otoriteye biat, düşünce yerine bağlantı… Yeter ki “yukarı”yla, saraylarla arası iyi olsun… Devletin kaderi teslim edilir. Platon’un filozofları kitaplarla yönetirdi. Bizimkiler “talimat”la. Onlar hakikatin peşinden koşardı; bizdekiler rantın. Demek ki zamanla ideal devlet fikri değil, “ideal kazanç formülü” kalmış geriye. Çünkü artık önemli olan iyi, doğru, erdemli bir şekilde yönetmek değil; koltuğu korumak. O koltuğun ısıtmalı deri döşemesinden kalkmadan, bir ömür “şanlı ve şerefli(?)” bir emeklilik maaşına ulaşmak. Siyaset, kamusal bir görev değil; kişisel bir konfor alanı artık. Kimse geleceği kurmakla ilgilenmiyor, sadece kendi geleceğini güvence altına almakla meşgul. Toplumun değil, bireyin menfaati; halkın değil, yakın çevrenin huzuru önemli. Yönetmek, bir sorumluluk değil; rahat bir yaşam inşa etmenin aracı haline gelmiş durumda. İşin kötüsü, bu düzeni sorgulamak bile “karşıtlık” sayılıyor. Oysa en tehlikeli çöküşler, çöküş gibi görünmeyen konforlar içinde başlıyor… Bugün o “olmayan yer” artık var; sadece tersten. Liyakatin yerini sadakat aldı; bilgi, küçümsenen bir ayrıcalığa, cehalet ise neredeyse bir meziyete dönüştü. Yönetenler artık aklı ve erdemiyle değil, servetiyle, çevresiyle, hangi güç odağına yakınsa onunla var oluyor. Devlet kademeleri, birikimle değil, bağlantıyla tırmanılan merdivenlere döndü. İhaleler işi bilene değil, “kime söz verdik” denilerek dağıtılıyor. En küçük sarsıntıda yıkılan binaların altında yalnızca kolonlar değil; liyakatsizliğin, rüşvetin ve denetimsizliğin ağır enkazı da gömülü. Ekonomik kriz, yoksulu açlığa, orta sınıfı hayatta kalma savaşına mahkûm etti. Paran yoksa, iktidara da yakın değilsen; adalet senin için sadece adliye koridorlarında yankılanan bir kelime… İşsiz gençler umutlarını yurt dışı ilanlarında ararken, emekliler bir kilo etin maliyetini hesaplayarak yaşıyor. Kadınlar sokakta can korkusuyla, öğrenciler üniversitelerde gelecek kaygısıyla yürüyor. Eğitim, geleceğe hazırlamak yerine kalabalıkları oyalayan bir vitrin haline geldi. Ahlaki pusula kayboldu; kopya çekmek, yolsuzluk yapmak, sahtecilik, adam kayırmak, göz yummak adeta başarı kriteri oldu. Kısacası: Platon’un ideal devleti, bilgiyle yükselirken; bizim düzen, çürümüş çıkar ilişkileriyle ayakta kalmaya çalışıyor. Platon’un filozof krallarından eser yok artık. Onların yerini ihaleci ağabeyler, yandaş müteahhitler ve çıkar ilişkileriyle örgülenmiş yönetsel simülasyonlar aldı. Bir zamanlar “olmayan yer” olarak tarif edilen ütopya, bugün “olmaması gereken” her şeyin sıradanlaştığı distopik bir gerçekliğe dönüştü. *** 1602’de Campanella, Güneş Ülkesi adlı ütopyasında doğayla uyum içinde yaşayan, erdemli bireylerden oluşan bir toplum hayal etti. Ona göre gelişim yalnızca maddi değil, manevi ve ahlaki bir sorumlulukla mümkündü. İnsan, doğayı sömürerek değil; onunla bütünleşerek ilerleyebilirdi. Bugünse o bütünlük, rant uğruna paramparça. Ormanlar artık gelecek için değil, otel temelleri için yanıyor. Kıyılar betona, dağlar madene teslim edildi; ülkenin ciğerleri sermayeye peşkeş çekilen arsalar haline geldi. Campanella’nın erdemli yurttaşları yerine, ceplerini büyütmek için ormanı ateşe veren “yeni yurttaşlar” türedi. *** Marx ve Engels’in 1848’de kaleme aldığı Komünist Manifesto , ütopyayı sınıfsız, eşit, özel mülkiyetin ortadan kalktığı bir toplum olarak tasavvur eder. Herkese ihtiyacı kadar, herkesin gücü yettiğince… Bugünse tablo tam tersi: Eşitlik bir hayal, sınıf farkı bir kader. Mülkiyet artık bir ihtiyaç değil, bir gösteri. Sahip olmak, var olmaktan önce geliyor. Kamu malları peşkeşle yok ediliyor; doğa, insan, hatta adalet bile iktidarın hükmüne yazılmış. Zenginliğin yasası yok; yoksulluğun ise cezası var. Dünya, artık Trump gibilerinin yönettiği bir yer. Tüccarların, şovmenlerin, işin ehli değil işin sahibi görünenlerin eline mahkum edilmiş zavallı bir gezegen. *** Ütopyalar umutla, distopyalar uyarıyla yazılır. Ütopyada ideal olan hayal edilir; distopyadaysa, mevcut düzenin çürümüş hali resmedilir. Orada huzur yoktur, adalet yoktur, güvenlik yoktur. Halk korkuyla terbiye edilir, sessizlikle yönetilir. Devlet ya her şeyi kontrol eder, ya da hiçbir şeyi… Ama her iki durumda da toplum çaresizdir. Distopyalar, bir sistemin gidebileceği en karanlık yönü gösteren alegorilerdir. Gözetim, özgürlük kaybı, propagandalaşmış medya, tek tipleştirilmiş birey… Kimi zaman bir teknoloji distopyanın aracıdır, kimi zaman da hukuk sisteminin ta kendisi. Bugün de bazı yerlerde, iktidara karşı çıkanlar “suç”la, düşünce sahipleri “tehlike”yle özdeşleştiriliyor. Hak, yalnızca sadık olana; özgürlük, sadece iktidar sınırları içinde tanınıyor. Teknoloji ise bilgilendirmekten çok aldatmak, izlemekten çok yönlendirmek için kullanılıyor. Yalan haber, sahte belge, manipülasyon… Gerçeklik artık bir olgu değil, bir mühendislik ürününe dönüşmüş durumda. George Orwell’ın 1984’te kurduğu distopik evren de tam olarak buydu. Her bireyin izlendiği, her sözün denetlendiği, her bilginin yeniden yazıldığı bir dünya. “Büyük Birader” her yerdeydi; ama asıl güç, onun her an orada olabilirliğindeydi. İnsanlar, ne düşüneceklerini bile başkasından öğreniyordu. Gazeteler iktidarın dediğini yazıyor, dil bile sistemin belirlediği şekilde kurgulanıyordu ve düşünmek… başlı başına bir suçtu. TANIDIK GELDİ Mİ? Ütopyalar, ulaşamadığımız bir iyiliğin hayalidir; distopyalar, içinden çıkamadığımız bir kötülüğün tasviri. Bizse bugün o arada, ütopyayla distopya arasındaki sisli eşikte yaşıyoruz. Ne tam bir kabustan uyanabiliyoruz, ne de gerçekten güzel bir geleceği düşleyebiliyoruz. Birilerinin hayali olan bu dünya, çoğumuz için çoktan bir kabusa dönüştü. Gerçeğimiz öyle flu, öyle çarpıtılmış ki, en korkunç senaryolar bile sıradanlaşmış durumda. Burası bir “olmayan yer” değil artık. Burası, olması gereken her şeyin dışlandığı bir yer. Bir ütopyanın gerçekleşemediği, distopyanın ise artık fark edilmediği… Yanlışın meşrulaştığı… Alıştığımız her şeyin, aslında kabullenilmiş bir çöküş olduğu. *** UNUTMADIK, AFFETMEDİK, KABULLENMEDİ… Bir 2 Temmuz daha geride kaldı. Tam 32 yıl önce, Sivas’ta, bir otelin içinde insanlar düşünceleriyle, kimlikleriyle, şiirleriyle diri diri yakıldı. 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanı gerici bir güruhun organize ettiği saldırıda, yanarak ya da dumandan boğularak, göz göre göre ve devletin gözleri önünde(!) katledildi. O gün sadece insanlar değil, aynı zamanda bir ülkenin vicdanı, adalet umudu ve ortak geleceği de alevler içinde kaldı. Sanıkların avukatlığını yapanlar arasında dönemin Adalet Bakanı da vardı. Refah Partili avukatlar, sonradan AK Parti ve Saadet Partisi saflarında yükseldiler; içlerinden bakan, milletvekili, yönetici olanlar çıktı. Katillerin bazıları hâlâ firari. Davanın firari 5 sanığıyla ilgili dosya, 13 Mart 2012’de “zaman aşımı” gerekçesiyle düşürüldü. 2023 Eylül ayında görülen son duruşmada ise, aralarında Murat Sonkur, Eren Ceylan ve Murat Karataş’ın da bulunduğu firari sanıklar hakkında ağırlaştırılmış müebbet istenmesine rağmen, mahkeme 30 yıllık sürenin dolduğunu öne sürerek yargılamayı tamamen sona erdirdi. Katliamın asli faillerinden olan Hayrettin Gül’ün ömür boyu hapis cezası ise Cumhurbaşkanı tarafından kaldırıldı… Bu ülkede adalet, Madımak’ta yanmaya devam ediyor. Biz biliyoruz ki o yangın, yalnızca bir oteli değil; bir toplumu da küle çevirdi. Bu ve buna benzer küllerin arasından yeni bir gelecek kurulacaksa, o geleceğin temeli ancak ve ancak adaletle, yüzleşmeyle ve utancın hafızaya kazınmasıyla atılabilir. O nedenle Madımak bir utanç müzesine dönüştürülene kadar, bu yangının hesabı sorulana kadar, mücadelemiz sürecek. 2 Temmuz 1993’te kaybettiğimiz tüm canları saygı, özlem ve öfkeyle anıyoruz. Unutmadık. Affetmedik. Kabullenmedik.
Source: Sadık Çelik
Boğaziçi’nde senato üyesi Prof. Dr. Zenginobuz’un alınmadığı toplantının yürütmesi durduruldu: ‘Kararlar geçersiz’
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ünal Zenginobuz’un, güvenlik görevlisi tarafından “Listede isminiz yok” denerek alınmadığı senato toplantısının iptali için açtığı davada, idare mahkemesi yürütmenin durdurulması kararını verdi. Prof. Zenginobuz, “Senato üyesini almadığınız zaman o toplantı hukuksuz hale düşer ve alınan kararlar da hukuksuz hale gelir. O toplantıda alınan 23 kararın geçerliliği yoktur. Bu dava, kabul etmediğimizin ve vazgeçmediğimizin simgesidir” dedi. Prof. Dr. Zenginobuz, 2024 yılının nisan ayında iktisadi ve idari bilimler fakültesinde fakülte kurulu tarafından senato temsilcisi olarak seçildiğini hatırlatarak sonraki süreci şöyle anlattı: “Kapalı oyla yapılan bir seçimdi. Sonra ‘Bu seçim yanlış yapılmış’ diye bir yazı yolladılar. Tekrarlanan açık oylu seçimde de ben seçildim. 28 Şubat 2025 tarihinde senato toplantısı yapıldı. Güvenlik görevlisi ‘Adınız yok’ diyerek, güç kullanarak beni sokmadı toplantıya. Gerek Naci İnci gerekse kanunsuz emri uygulayan güvenlik görevlileri hakkında suç duyurusunda bulunduk. Bu ayrıca sürüyor. Kaba güç kullanarak alınmadığım toplantının iptali için dava açtık, yürütmenin durdurmasını istedik. Mayıs ayında yürütmeyi durdurma talebimiz reddedildi. Bir üst mahkemeye, istinafa gittik. Mahkeme, 19 Haziran’da yürütmeyi durdurma kararı verdi. Senato toplantısını iptal etti. İptal gerekçeleri ilkokul çocuğunun bile çözebileceği durumları ortaya koydu: ‘Bu kişi senato üyesidir. Senato üyesini almazsanız o toplantı hukuksuz hale düşer. Alınan kararlar da hukuksuz hale gelir.’ Her şeye rağmen hukuktan başka başvurabileceğimiz bir şey yok. Mücadeleye devam edeceğiz.” İptal edilen senato toplantısında öğrencilerin mezuniyetlerini de etkileyebilecek kararlar alındığını söyleyen Prof. Zenginobuz, “Batı dilleri edebiyatı bölümünün birçok sinemacı yetiştirmiş olan film çalışmaları sertifika programı iptal edildi. Bazı bölümlerin ders programlarında değişiklik yapıldı. Bazı üye atamaları yapıldı. Senatonun derhal tekrar toplanması ve benim de orada bulunmam gerekiyor” ifadelerini kullandı. “ÜNİVERSİTELER KIŞLA DEĞİL” TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilen Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde (KHK) Değişiklik Yapılmasına Dair yasanın içinde yer alan “Devlet ve vakıf üniversitelerine rektör, cumhurbaşkanınca atanacak” maddesini de eleştiren Prof. Zenginobuz, “Rektörün cumhurbaşkanı tarafından doğrudan atamasının ne anlama geldiğini bu ufak kararda dahi görüyoruz. Türkiye’deki tüm üniversitelerin rektörlerini tek bir kişi atayacak! Böyle bir durum dünyanın hiçbir yerinde yok. Bunun ne kadar yanlış olduğunu Boğaziçi Üniversitesi’nde görüyoruz. Üniversiteler kışla değil, devlet dairesi değil” ifadelerini kullandı. “ANAYASADA YAZIYOR” Zenginobuz şöyle konuştu: “Anayasada açık olarak yazıyor, ‘Üniversiteler bilimsel özerkliğe haizdir’ diye. İdari ve mali özerkliği bulunmayan kurumların bilimsel özerk olmadığını görüyoruz. Anayasa Mahkemesi atanma işlemini geçen yıl usul açısından iptal etmişti. Bu kez esastan iptali istemiyle tekrar Anayasa Mahkemesi’ne gidilecek. Bu arada olan gençlere oluyor. Öğrencilerimiz daha 2. sınıfta gelip ‘Biz Boğaziçi Üniversitesi’ni kazandık ama bu şartlarda burada okumak istemiyoruz, yurtdışına gideceğiz’ diyor. Daha mezun olmadan, lisans sırasında kaçmak istiyorlar.”
Source: Figen Atalay
Yanmadan aydınlığa çıkmak…
2 Temmuz 1993. Madımak katliamı. Dün müydü? Bugün mü? Yoksa yarınımız mı? Şu son 20 yıldır yaşadığımız gerçekler bana bu soruyu sık sık sorduruyor. Ülkemde yangınlar birbirini izliyor: Hatay, Bilecik, Osmaneli, Manisa Akhisar, İzmir, Salihli, Seferihisar, Turgutlu, Aydın, Isparta… Onlar kasıtsız ya da bile isteye cehaletten, liyakatsizlikten, denetimsizlikten, beceriksizlikten kaynaklanmış olabilir. Ama en korkunç yangın içimizde, ciğerimizde. Onun nedeni örgütlü kötülük ! Cehalet yangını, yobazlık yangını, gericilik yangınının nedeni örgütlü kötülük… Gazze’de uygulanan zulme karşı Hz. Muhammed ile Musa peygamberin ruh dostluğunu simgeleyen bir barış karikatürünün yol açtığı hezeyan ve linçi başka nasıl açıklayabiliriz ki… 2 Temmuz 1993’e dönüyorum: O günün ve gecenin her anını anımsıyorum. Sonraki günlerde “evet ama” ve “ancaaak” lı açıklamaları yapanları, “Aziz Nesin de çok oldu” diyenleri de… Bugünkü duruma gelmemizde, o “ama ”lı, “ancak” lı bahanelere sığınıp katliamı yok sayanların rolü büyük. O nedenle unutmamalı, unutturmamalıyız! O GÜNDEN BUGÜNE O günden bugüne rejim değişti. Türkiye’nin her alandaki tüm referansları daha çok dine yöneldi. Ülkemde hak hukuk adalet, siyasal erkin emrine verildi. Köktendincilik, yobazlık, bağnazlık, mezhepçilik, ayrımcılık arttı. Eğitimde adım adım karşıdevrim uygulanır oldu. Kadına karşı şiddet, kadın cinayetleri, çocuk gelinler çoğaldı. Kızların okula gitmesi azaldı, evlilik yaşı düştü, resmi nikâh mecburiyeti kalktı. Anadolu Müslümanlığı, Arap Müslümanlığına dönüştü. Suçluların “zamanaşımı” ndan yırtmasını dönemin başbakanı Erdoğan , “Milletimize hayırlı olsun” diye alkışladı. O günden beri mağdur ailelerin avukatlarına göre “Haklarında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilen 23 sanığın 17’si geçtiğimiz aylarda tahliye edildi; ikisi ise cumhurbaşkanının af yetkisi ile salıverildi. 32 yıldır dava sürmekte…” AZİZ NESİN DİYOR Kİ Yanmadan aydınlığa çıkacağımız günleri beklerken sizleri Aziz Nesin ’in Sivas katliamı yazısıyla baş başa bırakıyorum: (“Ömrüne Sığmayan Adam: Aziz Nesin 1915-2015” sergi kataloğundan aldım.) *** “2 Temmuz 1993 günü, Sivas’ta 10 bin insan, sekiz buçuk saat ‘Şeriat isteriz’ diye ulumuştur. Sekiz buçuk saat, Madımak Oteli’nde kapana sıkıştırılmış gibi biz devleti bekliyorduk. Ben bu devletin nasıl devlet olduğunu bilmeme karşın, hâlâ içimde şöyle ya da böyle bir devletin bulunduğu umudu ve inancı vardı. Bu yüzden nasıl olsa kurtulacağımıza inanıyordum. 37 insanın cayır cayır yakılmasından ve 60 insanın yaralanmasından sonra hemen hemen bütün gazeteler, buna benim Sivas’taki konuşmamın neden olduğunu yazdılar. 2 Temmuz günü, yani benim konuşmamın ertesi günü çıkan hiçbir gazetede benim Sivas konuşmam yoktu. Öyleyse nereden çıkarıyorlardı benim Müslüman Sivas halkını kışkırtıcı, İslamı küçültücü, aşağılayıcı sözler söylediğimi? Yaşamımın hiçbir döneminde İslam dinini ve Müslüman dindarları küçültücü bir söz söylemediğim gibi hiçbir inancı ve inanç bağımlılarını aşağılamadım. Ama kendimin dinsiz ve Tanrısız olduğumu da yadsıyarak ikiyüzlülük yapmadım, yalancılık yapmadım. Benim Sivaslıları kışkırtarak bu toplu kıyıma neden olduğumu salt bu faciadan en çok sorumlu olması gereken içişleri bakanı söylememişti: Aynı yalanı cumhurbaşkanı, başbakan, ana muhalefet partisi genel başkanı da yineleyerek Türk ve dünya kamuoyuna yaydılar. Birey olarak hiç kimse tek başına suçlu değildir. Suçlu, bağnazlara ve köktendincilere derece derece ödün veren bütün hükümetlerdir. En sonuncu hükümet en suçlu olandır.” Sevgili okurlar, 19 Mart’tan bu yana süregelen direnci, yozluğa, yobazlığa, gericiliğe ve karanlığa karşı direnci ve hiç azalmayan azmi yaşadıkça… Özgür Özel ’in her geçen gün liderliğini ve mücadelesini büyüttüğüne, ona inanan kitlelerin çoğaldığına tanıklık ettikçe… İktidarın konuşulması gerekenler yerine CHP operasyonlarına sarılışını gördükçe umudumu diri tutuyorum. Yanmadan da aydınlığa çıkabileceğimize inanıyorum.
Source: Zeynep Oral
Sivastan bugüne… Karanlıklar ve tehditler devam ederken
Dün, 2 Temmuz’du… 32 yıl önce yobazların 35 aydınımızı yakarak katletmesinin yıldönümü… Acımız hala taze, çünkü hukuk beklediğimiz şekilde kararlar almadı. Firarilerin yakalanamadığı (!) davada, hüküm giyenlerin birçoğu da tahliye edildi, ikisi de cumhurbaşkanı tarafından affedildi. 1 Temmuz 2025 günü ise Madımak’ta yaşananlara benzer bir şekilde, Leman dergisi önünde “Yaşasın şeriat!” şeklinde anayasa ve cumhuriyet karşıtı şiddet sloganları attılar. CHP’nin İstanbul’daki grup toplantısında Genel Başkan Özgür Özel, karikatürün peygambere hakaret içermediğini, çizilen kişilerin savaşta ölen ve bu nedenle melek gibi tasvir edilen Müslüman ve Musevilerden oluştuğunu, Hz. Muhammed’in ise peygamber katında yer aldığı için melek olarak resmedilemeyeceğini herkesin anlayacağı şekilde açıkladı. Aslında bu karikatürün Gazze’de yaşanan katliamları ve savaşı eleştirdiği de kolay anlaşılıyor. Ama unutmayalım ki, yobazlar açısından kışkırtılmak için tek bahane yeter. Örneğin yazar ve ilahiyatçı İhsan Eliaçık da sosyal medya paylaşımında, ‘Leman Dergisi”ndeki karikatür dini inançları olan vatandaşlarımız incitmiştir’ diye lafa girenler ne dediğini bilmiyor. Bizim de dini inancımız var ve Filistin”in yanındayız. İncinme bir yana karikatür sanatıyla Filistin”de barışa destek verdiği için Leman”a teşekkür bile edilir diyor, devamını X hesabından okuyabilirsiniz. Ne ilginçtir ki, o karikatür hakkında öne sürülen iddiaların 100 misli her gün Atatürk’e ve Cumhuriyet’in kutsal değerlerine karşı rahatça yapılıyor ama bunların üzerine gidilmiyor! Dergiden 4 kişi, yere yatırılıp dizle bastırılarak ters kelepçeyle maalesef gözaltına alındı ve bugün jet hızıyla tutuklandılar. Öte yandan Taksim’de dergiye saldırıp alenen yasaları hiçe sayarak küstahça şeriat isteyenlere gözaltı bile duymadık! ÖZEL GRAFİĞİNİ HALA YÜKSELTMEYİ BAŞARIYOR! CHP’nin Salı günü yaptığı çıkışın adı anlamlı: “100 Karası: 30 Mart Darbesi’nin 100. Günü” . Özel, önce milletvekilleri ve örgütüne Lütfü Kırdar Salonu’nda hitap etti, sonra da Saraçhane mitinginde muhalif halk kesimlerini yine coşku içinde bir araya topladı. İktidar Partisi’nin fobisi bugüne kadar sadece İmamoğlu’ydu; artık ikinci fobileri de var, Özgür Özel. Mikrofonu eline aldığı anda moralleri bozuluyor. Kendilerince haklılar, çünkü Özel’de adeta şeytan tüyü var! Özel, halkın anlayacağı şekilde tane tane, renkli, cesur ve esprili konuşuyor. Mesela salı günü, çok uzun ve sıkıcı olmayan videolar da hazırlanmıştı. Ben Özel’i dinlerken gurur duyuyorum. 50-60 yıl önceki mitinglerde İnönü’yü, Dr. Suphi Baykam’ı, Ecevit’i veya ne yazık ki 50 yaşındayken 2002’de kaybettiğimiz Cüneyt Canver’i dinlerken aldığım hazzı alıyorum. LDP eski Başkanı Cem Toker onun ne kadar olağandışı bir lider olduğunu anlatırken, Kılıçdaroğlu’nun bu performansın binde birini gösteremeyeceğini hiç çekinmeden söylüyor; hem de başka bir partinin genel başkanını övmekten imtina etmeden! TGRT yorumcularına göre, CHP’deki sorunların kaynağı “Özel’in genel başkanlıktan liderliğe geçememesi” imiş. Şamil Tayyar öyle karar vermiş, saz heyeti de bunu onaylamış. Siyaset izlemekten yorulursanız, eğlenmek için A Haber veya TGRT gibi kanalların CHP yorumlarına geçebilirsiniz. Bu gruba son dönemde Kemal Bey’i de ekleyebiliriz! Kendisi, İmamoğlu mitinglerine son verilmesini istemiş, “Zaten fazla mitinge gerek yok, biz hukuk yoluyla hakkımızı arayalım demiş!” Gerçekten mitinge ne gerek var Özgür Başkan? Uslu uslu otursana yahu! Hazır Kemal Bey geçmişinin aksine birden hukukun faziletini keşfettiyse! Eskisi gibi %25 bizim neyimize yetmez? Ne demek öyle %40’ı geçip birinci parti olmak filan, yakışıyor mu hiç? Hem zaten Kemal Bey’i artık çok desteleyen yandaş yorumcuların da dediği gibi örgüt bu kadar mitingden yorulmuştur, değil mi? Kemal Bey nasıl da AKP iktidarının onayladığı ve hatta umutlarını beslediği bir insana dönüştü! Anlaşılan, kendisi Ankara’dan İstanbul’a hepimizi 500 km boş yere yürütmüş. Konu yalnız mitingler değil, Özel’in CHP’si artık “fazla oldu” … O yüzden iktidar ana muhalefetle tam saha pres şeklinde uğraşıyor! Bir yandan CHP’nin cumhurbaşkanı adayını elinde hiçbir ispat ve gerekçe olmadan cezaevinde tutuyor, bir yandan Özel’in önderliğinde gerçekleşen mitinglere destek veren gençler polisin ağır müdahalesine maruz kalıyor, malum standart reflekslerle gözaltına alınıyor! Geçtiğimiz hafta sonunu “mutlak butlan” ile boğuşarak geçirdik! Bu kavramı en iyi hazmeden kişi yine Kılıçdaroğlu oldu! Ne kadar uğraştı kendi isminin üstünü Parti’sinde çizdirmek için! İyi Parti’nin gerek başkanının gerek yardımcılarının muhalefetin bütünlüğünü korumak açısından çok yapıcı bir tavırda olduğunu görüp seviniyorum. Zafer Partisi’nin başkanı Ümit Özdağ’ın dışarı çıkması beni çok sevindirmişti, kendisini telefonda da tebrik ettim, muhalefetin artık daha da güçlü olacağını söyledim. Saraçhane mitingine örgütünün katılmamasının nedenleri de anlaşılır. “Çünkü bize davet gelmemişti ve ayrıca provokasyon riski vardı” diyor. Fakat tüm muhalefet bilmeli ki, hep birlikte sağlam bir duruş sergilemek, aslında her gerekçeden daha önemli olabilir. Bu hafta Genel Başkanımız Özgür Özel’in konuşmalarını izledim, hatta kendisiyle oturup yarım saat sohbet etme fırsatım da oldu. Özgüveni, kararlılığı firesiz ve mükemmel durumda, son aylarda yaşadığı inanılmaz çalışma ritminin onda biriktirdiği hiçbir bıkkınlık veya yorgunluk yok. Bu da, demokratik Türkiye’nin en büyük şansı. Son grup toplantısında Özel’in yaydığı adrenalinin tavan yaptığı en önemli an şu cümlelerdi: “Soruyorlar, ‘Özgür Özel, neyine güvenerek bunları yapıyor ki?’ diye… Yanıt ortada: Ben milletime güveniyorum, milletime!!!” şeklinde haykırdı Özel. Hiçbir iktidarın, halka baskıyla tedirginlik yaşatıp, kendi ülkesinde tutsakmışçasına bir düşünceye sevk etmesi düşünülemez, kabul edilemez, affedilemez…
Source: Bedri Baykam
Modern çağın yeni dinleri – Mahmut Aslan
İnsanlığın başlangıcından beri, bilinmeyene duyulan korku; mitleri, ritüelleri ve kurumsal dinleri yaratmıştır. Aydınlanma çağıyla birlikte aklın özgürleşmesi ve bilimin hızla gelişmesi, insanın doğaya egemen olmasını sağlamış; bunun sonucunda da Bertrand Russell’ın Din ve Bilim kitabında belirttiği gibi, geleneksel inançlar sarsılmaya başlamıştır. Ancak modern çağda, bilimin sunduğu açıklamalara rağmen, akıl dışı inanışlar ve bilimsel dayanaktan yoksun spiritüel akımlar geleneksel dinlerin bıraktığı boşluğu doldurarak hızla yayılmaktadır. Bu durum tesadüf değildir. Kapitalist sistemin bireyi yalnızlaştıran, rekabetçi ve belirsizliklerle dolu yapısı, modern insanın anlam arayışını derinleştirmiştir. Geleneksel dinlerin zayıfladığı bir ortamda; astroloji, nefes koçluğu veya kuantum şifa gibi akımlar, bu boşluğu doldurma vaadiyle sahneye çıkmıştır. Bireylerin anlam arayışına cevap verme iddiasındaki burçlardan kuantum şifaya, aile diziminden “evrene sipariş” öğretilerine kadar uzanan bu geniş yelpaze, özellikle eğitimli beyaz yakalı kesimi hedef almakta; onların umutlarını ve çaresizliklerini sömürmekte, eleştirel düşünceyi zayıflatmaktadır. Peki, bu “yeni dinleri” neden eleştirmeliyiz? MODERN DİNLERİN YENİ İDEOLOJİK GÜCÜ Tarih boyunca dinler, toplumsal düzeni sağlama ve bireylere anlam verme işlevi görmüştür. Ancak zamanla din adamları eliyle kurumsal dinler, birer otoriter araca dönüşebilmişlerdir. Papalık müessesi buna en iyi örnektir. Bugünün “yeni dinleri” de benzer bir potansiyel taşımaktadır. Özellikle “kişisel gelişim” ve “spiritüel uyanış” gibi cazip söylemlerle, takipçilerini eleştirel düşünceden uzaklaştırmakta ve sorgulamayan bir bağlılık yaratmaktadır. Kendi aklını kullanma cesaretini yitiren bireyler, bu yeni otoritelere kolayca kanmaktadır. BİLİMİN REDDİ VE AKIL TUTULMASI Bu “yeni dinlerin” en belirgin özelliği, bilime sırt çevirmeleridir. Kişisel “sezgiler” ve “deneyimler”, bilimsel yöntemin yerine konulmakta; duygular, gerçeğin ölçütü kabul edilmektedir. Örneğin, astrolojinin bilimsel geçerliliği, Journal of Consciousness Studies gibi hakemli dergilerde yayımlanan çalışmalarla defalarca çürütülmüştür. Buna rağmen, 2023’te yapılan bir YouGov anketine göre, Türkiye’de her dört kişiden biri düzenli olarak burç yorumlarını takip ettiğini belirtmektedir. Amerikalı bilim tarihçisi Michael Shermer’ın dediği gibi: “Bilim, bilmediğimizi itiraf ettiğimizde başlar. Sözde bilim ise bildiğimizi iddia ettiğimizde başlar.” Yeni dinler de bilimin sorgulayıcı ve kanıta dayalı yaklaşımını reddederek, takipçilerini bir tür akıl tutulmasına sürüklemektedir. CEHALET EKONOMİSİ Akıl dışı inançların bu kadar kolay alıcı bulması, yalnızca bireysel zayıflıklarla açıklanamaz. Aslında bu, sistematik olarak körüklenen bir cehalet ekonomisinin ürünüdür. İngiliz filozof Terry Eagleton’ın şu sözleri durumu çarpıcı biçimde özetler: “Tanrı’nın ölümü, sadece Tanrı’ya değil, onun yerine geçen tüm metafizik inançlara olan ihtiyacı da açığa çıkardı.” İşte bu metafizik ihtiyaç, akıl dışı “yeni dinler” tarafından istismar edilmektedir. Türkiye’de de bu “yeni dinler”, özellikle eğitimli ve şehirli beyaz yakalı kesimi hedef alarak devasa bir ekonomik sektöre dönüşmüştür. Bilimsel dayanağı olmayan uygulamalar, akıl almaz ücretlerle pazarlanmaktadır. Bu ekonomik sömürünün çarpıcı bir örneği Göbeklitepe seanslarıdır. 2024 yılında, 69 bin TL gibi astronomik bir ücretle sunulan bu “Göbeklitepe enerjisi” temalı spiritüel seanslar, tarihî miraslarımız üzerinden modern “yeni din” sektörünün nasıl büyüdüğünü göstermektedir. Bu tür uygulamalar, kültürel ve bilimsel gerçeklerin ötesinde, mistik pazarlama yöntemleriyle insanları aldatmakta ve yüksek kazançlar sağlamaktadır. Bu ticari faaliyetler, modern insanın kaygılarını ve arayışlarını sömürmekten başka bir amaca hizmet etmemektedir. 2022’de küresel “kişisel gelişim” pazarının değeri 40 milyar doları aşmıştır (Statista, 2022). Gerçek bilgiye erişmek uzun, zor ve emek isteyen bir süreçken, sahte bilgi, kapitalist sistemin metalaşmış ürünleri gibi hızla yayılmakta ve egemen ideoloji tarafından sorgulanmamaktadır. Bu durum, bireylerin eleştirel düşünce yeteneklerini köreltmekte ve onları sömürü düzeninin gönüllü bir parçası haline getirerek, egemen ideolojinin rızasının üretilmesine katkıda bulunmaktadır. İşte bu yüzden hızla yayılır, bir salgın gibi. Ama unutulmamalı: Yaygın olmak, doğru olmak anlamına gelmez. Bu “yeni dinlere” karşı eleştirel bir duruş sergilememizin temel nedenlerinden biri de laiklik ilkesinin korunmasıdır. Laiklik, aklın ve bilimin özgürce işlemesinin güvencesidir. Devletin ve toplumun dogmatik inançlardan arındırılması, bireylerin eleştirel düşünceye dayalı kararlar alabilmesi için zorunludur. Aksi takdirde, akıl dışı inanışlar toplumsal hayatta giderek daha fazla yer kaplar ve rasyonel çözümlerin önünü tıkar. Laikliğin zayıfladığı bir toplumda, eğitim politikaları, sağlık tercihleri, hatta ekonomi bile dogmatik reflekslerle şekillenebilir. GERÇEĞİN YOLU “Yeni dinleri” eleştirmeliyiz çünkü bunlar bilimsel dayanaktan yoksundur, eleştirel düşünceyi zayıflatır, yüksek kazançlı bir ekonomik sömürüye hizmet eder ve laikliğin temel prensiplerini aşındırır. Anlam arayışındaki modern insan için daha sahici yollar mevcuttur: Felsefenin derinlikli sorgulamaları, edebiyatın insan ruhunu yansıtan aynası, kolektif sanatın birleştirici gücü ve bilimin evreni anlama çabası… Unutmamalıyız ki karanlığı dağıtacak en güçlü ışık, sorgulayan akıldır. Immanuel Kant’ın yüzyıllar öncesinden gelen çağrısı hâlâ geçerliliğini koruyor: “Aklını kullanmaya cesaret et! (Sapere Aude!)” Aydınlanmanın bu cesur parolası, yeniçağın yanıltıcı siren seslerine karşı en güvenilir rehberimiz olmaya devam edecektir. MAHMUT ASLAN YAZAR
Source: Olaylar Ve Görüşler
Uçuş tazminatı 10 günle sınırlı, ‘operasyon tazminatı’ yok, ‘ikinci sınıf personel’ muamelesi görüyorlar: “Ormancı” adeta dert küpü
Tarım Orman-İş Sendikası Genel Başkanı Yusuf Kurt, söndürmede görevli yangın hava araçlarında 5 kişinin görev yaptığına işaret etti. Bunlardan birisinin Orman Genel Müdürlüğü’ne bağlı idare temsilcisi olduğuna dikkat çeken Kurt, “Bunlar genelde orman mühendisi ya da orman muhafaza memuru oluyor. Uçuş ekibi icerisinde yer alarak yangın söndürme çalışmalarında yerden aldığı talimatları uçuş ekibine iletiyor. Uçuş ekibinin herşeyini ise yer hizmetlerini ihale ettikleri firma karşılıyor. Oteline lokantasına kadar. Ancak hava aracındaki idare temsilcisi bu haklardan yararlanamıyor” dedi. ‘İKİNCİ SINIF MUAMELE’ İşçi, memur ve mühendislerden oluşan ormancıların “ikinci sınıf” muamele gördüklerini dile getiren Kurt, şunları söyledi: “Aynı helikopterde uçan pilotlara ve teknisyenlere otel ve yemek hizmeti Orman Genel Müdürlüğü tarafından ihale edilen bir firma tarafından sağlanırken, aynı personel ile uçan, görevi aynı risklerle yerine getiren idare temsilcisi orman memurlarına ise bu hak tanınmamaktadır. Onlardan bu ihtiyaçlarını, günlük 600 TL gibi yetersiz bir harcırahla karşılamaları beklenmektedir. Ne yazık ki, helikopterden birlikte inen ve dışardan hizmet alımıyla çalışan pilot ve teknisyen otele götürülürken, ormancı ortada bırakılmakta, bu da hem moral hem motivasyon açısından büyük kırgınlığa yol açmaktadır. Bu durum ormancının emeğini değersizleştirmekte, fedakârlığını gölgede bırakmaktadır.” 10 GÜNLE SINIRLI Uçuş tazminatlarının da aylık 10 gün ile sınırlandığına işaret eden Kurt, şöyle devam etti: “Hava araçlarındaki idare temsilcisi bir günde isterse bir kez uçsun, isterse on kez uçsun. Sadece bir günlük uçuş tazminatı alabiliyorlar. Bu da ayda 10 gün ile sınırlı. Yani ayda 15 gün uçsa da, 20 gün de uçsa sadece 10 günlük uçuş tazminatı alabiliyor. Ayrıca ayda 6-7 kez uçarsa da 6-7 günlük tazminat alıyor. Bunun bedeli de günlük yaklaşık bin lira, 10 günlük de 10 bin lira. Bir de bundan vergi kesiyorlar. 8 bin 500 liraya düşüyor.” ‘OPERASYON TAZMİNATI VERİLMELİ’ Kurt, ayrıca bütün personele yangın fazla mesaisi adı altında aylık yaklaşık 5 bin 700 lira ödeme yapıldığını söyledi. Dış görevlere gidenlere de günlük yaklaşık 600 lira harcırah verildiğini dile getiren Kurt, şöyle devam etti: “Asıl sorun ise şu: Yangınla 7/24 mücadele eden orman personeli var. Bu kişilere herhangi bir ek tazminat verilmiyor. 800 derece ateşin karşısında bu insanlar. Sadece maaş alıyorlar. Günlerce uykusuz, hayatlarını riske atarak cansiperhane yangınla mücadele ediyorlar. Birçok çalışan yaralanıyor; kimi zaman ölümle burun buruna geliyorlar. Ancak bu büyük özverinin karşılığı ne yazık ki hak ettiği gibi verilmiyor. Güvenlik güçleri operasyon tazminatı alıyor, sağlıkçılar döner sermayeden pay alıyor. Peki, yangının içine yürüyen ormancının hakkı nerede ? Bugün ormancıya aylık ödenen yangın fazla mesai ücreti en fazla 5 bin 700 TL. Bu meblağ, yaşanılan fedakârlığın yanında ‘çerez parası’ bile değil. Üstelik yangında bizzat çalışsın çalışmasın taşra birimlerinde çalışan herkes için sabit. Bu kabul edilemez. Tüm yangın operasyon ve koordinasyon ekibine, riskin ve emeğin karşılığı olan gerçek bir ‘operasyon tazminatı’ mutlaka verilmelidir. Çünkü motivasyonu kalmayan, değersiz hisseden bir ormancı yalnızca kendi geleceğini değil, hepimizin ormanlarını da kaybetmiş olur.”
Source: Mustafa Çakır
Kültürel kimlik ile siyasal kimlik farkı
Sevgili okurlarım, her toplum, sahip olduğu üretim teknolojisi ve ilişkileri bağlamında örgütlenir ve bir kimlik üretir. Bu çerçevede bugün herkesin, üçü “Kültürel” biri “Hukuki/Anayasal”, en az dört kimlik sahibi olduğu görülür. (Elbette bunlara, çeşitli meslek kimlikleri, sporcu, sanatçı, bilim insanı ve yazar kimlikleri gibi kimlikler de eklenebilir.) *** 1) İnsanlığın ilk zamanlarındaki ilkel toplum, toplayıcılık ve avcılıkla geçinir, aile ve sürü halinde yaşar ve insanın ilk kimliğini, “Aile/Aşiret Kimliği” olarak üretir. Türkiye’de, “Nerelisin” , sorusundan sonra “Kimlerdensin” diye sorulan soruya verilen yanıttır “Aile/ Aşiret Kimliği” . İnsanlar bu “Kültürel Kimliği” , zaten soyadı veya baba adı olarak taşırlar. 2) Tarım Devrimi döneminde, toplum yerleşik düzene geçer, tarımla geçinmeye başlar. Bu dönemde, Tek Tanrılı dinler egemen olur. İnsanların içine doğdukları ailenin, toplumun din ve mezhep inanışı onların ikinci “Kültürel Kimliğini” oluşturur. 3) Endüstri Devrimi döneminde, fabrikalarda da üretim başlar. Birlikte çalışan insanlar ortak dil kullanmaya başlayınca, ırk ve milliyet kimliği ortaya çıkar. Böylece insanların içine doğdukları ailenin, toplumun, ırkı ve milliyeti, onların üçüncü “Kültürel Kimliğini” oluşturur. “Kültürel Kimlik” niteliği taşıyan ve doğuştan, bizim tercihlerimize, irademize ve seçimimize bağlı olmadan gelen bu üç kimliğin hepsi “Kutsal Kimlikler” olarak kabul edilir. 4) Günümüzdeki Bilişim Devrimi döneminde ise bu üç kimliğin hepsini eşit kullanan bir üretim ve ilişki yapısı, bu yapıya koşut olarak gelişen insanlığın örgütsel ve düşünsel evrimi, İnsan Hakları kavramını ortaya çıkarır ve bütün bu “Kültürel Kimlikleri” eşit sayan Demokratik ve Laik anlayış, eşitliğe dayalı “Anayasal ve Hukuksal bir Kimlik” oluşturur. İnsanlığın ulaştığı bu dördüncü “Anayasal Kimlik” anlayışı, hukuksal ve siyasal olarak bütün “Kültürel Kimlikleri” eşit sayan bir “Eşit Vatandaşlık” kavramı üzerine dayalıdır. Bilişim Devrimi Dönemi’nde insanlığın ulaştığı bu Çağdaş Devlet yapısı, kendi “Vatandaşlarının” hepsini, doğuştan gelen “Kültürel Kimlikleri” ne olursa olsun, eşit sayar ve onlara eşit muamele eder. Bu niteliği ile, doğuştan gelen “Kültürel Kimliklerden” farklı bir “Hukuksal ve Siyasal Nitelik” taşıyan, “Anayasal Eşit Vatandaşlık” kimliği oluşturur: Bu “Hukuksal ve Siyasal Nitelik”, ülke vatandaşlığına bağlı olarak, bütün “Kültürel Kimliklerin”, “Anayasal Vatandaşlık Kimliği” içinde “Eşitlenmesine” dayalıdır. *** Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, İktidarın bütün müdahalelerine ve “Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti” ni, “Şahsım Devleti” haline getirme ve onu dinsel ve etnik “Kültürel Kimlikler” bağlamında bölerek yönlendirme çabalarına rağmen, “Anayasal Vatandaşlığa” bağlı olan “Eşitlik” anlayışını hâlâ korumaya ve sürdürmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda, Anayasamız, hâlâ, yukarıda anlattığım, üç “Kültürel Kimliği” , dördüncü ve bir Hukuksal/ Siyasal nitelik taşıyan “Anayasal Eşit Vatandaşlık” kimliği ile dengeleyerek bütünleştirmeye ve barış içinde birlikte yaşama koşullarını olanaklı kılmaya çalışmaktadır. *** Şimdi sorun, siyasal ömrü sona ermiş olan İktidarın, kendi siyasal ömrünü uzatmak için: “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığında” “Hukuken ve Siyasal” olarak eşitlenmiş olan farklı “Kültürel Kimliklere”… “Birbirinden Farklı ve Ayrı Siyasal ve Hukuksal Özerk Yapı Nitelikleri” kazandırmaya yönelik olarak “Mikro Dincilik/Mezhepçilik ve “Mikro Milliyetçilik/ Etnikçilik” bağlamında, Emperyalizmin de desteğiyle, Devlet Yapısını değiştirmek istemesidir!
Source: Emre Kongar
Sivas 93: İç barışa kibrit!
Sivas katliamının 32. yılını iç barış arayışları içinde olduğumuz bir süreçte andık! 2 Temmuz 1993, yakın tarihimizin en acı sayfalarından biridir. Büyük umutlarla başlayan DYPSHP koalisyonunun terör olaylarıyla sarsıldığı günlerdi. 17 Nisan 1993’te 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal ’ın ölümünün ardından 16 Mayıs’ta Başbakan Süleyman Demirel onun koltuğuna oturmuştu. Tansu Çiller DYP genel başkanı ve başbakan olmuştu. SHP genel başkanı ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü koltuğu bırakmaya hazırlanıyordu. Böylesi bir siyasal iklimde Sivas’ta yapılan Pir Sultan Abdal şenlikleri provokatörlerin oyun alanı oldu. Sanki şenlikler dine karşı bir hareketmiş gibi bir ortam oluştu. Şenliklere katılan aydınların kaldığı Madımak Oteli ateşe verilirken göstericiler, “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak” sloganı atıyordu. 3 Temmuz Pazar sabahı gün ağarırken Türkiye tarifsiz bir karanlığa gömülüyordu. *** Aslında 1993’e bütün bakınca tablo daha da netleşiyor. 24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu ’nun öldürülmesi tüm ülkeyi sarstı. “Kalpaksız kuvvacı” Mumcu, Türkiye’yi ayakta tutan pek çok sütunun taşıyıcısıydı, savunucusuydu… Mumcu’nun acısı dinmeden 17 Şubat 1993’te dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis ’i taşıyan uçak Ankara’da kalkıştan hemen sonra düştü. Bitlis’le birlikte 5 kişi şehit oldu. Resmi açıklama uçağın kanatlarının buzlandığını söylüyordu ama yapımcı firma kanıtlarıyla birlikte bunun mümkün olmadığını açıklıyordu. Bitlis, terörle mücadelenin kıyasıya sürdüğü o günlerde, “Bölge halkını kazanmadan hiçbir mücadeleyi kazanamayız” görüşünü fiili bir doktrin olarak kurumla paylaşmıştı. 24 Mayıs 1993’te ise Bingöl-Elazığ karayolunda 33 silahsız Mehmetçiği taşıyan otobüs durduruldu. Terör örgütü 33 eri kurşuna dizdi. O günler her şeye karşın koalisyonun demokratikleşmeyi konuştuğu günlerdi. Bu saldırıdan sonra bir SHP’li bakanın şunu mırıldandığını anımsıyoruz: “Bu koşullarda artık demokratikleşmeden söz etmek çok zor!” Uğur’suz yıl bununla bitmedi. 2 Temmuz 1993’te Madımak yangını karanlığı koyulaştırdı. Daha Madımak’ın dumanı tüterken 5 Temmuz’da terör örgütü Erzincan’ın Kemaliye ilçesi Başbağlar köyüne indi. Akşam namazını kılan cemaati camiden çıkarıp köy meydanında kurşuna dizdi. 33 kişi orada can verdi. Pir Sultan şenliklerini aleve ve dumana boğanlar bunun hangi sinir uçlarına dokunacağını biliyordu. Akşam namazını kılanları kurşuna dizenler hangi sinir uçlarına dokunacağını biliyordu. İşte 1993 iç barışa bombanın koyulduğu, kurşunun atıldığı, kibritin çakıldığı bir yıl oldu. *** 32 yıl sonra yine 32 kısım tekmili birden iç barışı konuşuruz. Koalisyon ortakları Demirel ve İnönü daha hükümet birinci ayını doldurmadan 8 Aralık 1991’de Diyarbakır’a gitmişti. Demirel orada yurttaşlara şöyle seslenmişti: “Kürt realitesini tanıyoruz!” Arkası yukarıda özetlediğimiz 1993! Bugün “terörsüz Türkiye” diye tanımlanan, içinin nasıl doldurulacağı tam olarak bilinmeyen bir sürecin içindeyiz. Talihten ders alınması en büyük dileğimiz. Aradan aylar geçti; söylemleri bir yana koyarsak hâlâ 22 Ekim’deyiz! İç barış bir partinin ya da sadece siyasi iktidarın tek başına gerçekleştirebileceği bir hedef değil! İktidar, “Terörü bitireyim ama yanına muhalefeti de koyup gömeyim” mantığında ısrar ettiği sürece işimiz çok zor! Bereket, toplum siyasetten daha ileride, bir arada yaşamanın bilincinde!
Source: Mustafa Balbay
Örümceğin ağları CHP için örülüyor
30 Haziran’da kurultay mahkemesinin 8 Eylül’e ertelenmesi derken ertesi gün mahkemeye yargılama yetkisi, derken bir karikatürü bahane ederek kullanışlı bir dinci grubun yallah sokağa salınması, hemen ertesinde İzmir Belediyesi’nde 150 küsur kişiye gözaltı kararı… Hepsi birbiri ardına, saat kurulmuş ve takvime göre harekete geçirilmiş. Tamam, LeMan çizerleri, yanlış anlamaya hazır provokatif grupların varlığını gözeterek, yahu bunlar şimdi Hz. Peygamberi karikatürize ettiğimizi sanır düşüncesiyle dikkatli olmak zorunluğunu bilmeliler ve buna fırsat vermemeliler. Anlatmakta zorlanırsınız. Kimse Gazze’ye sahip çıktığını düşünmez. Zaten LeMan da okumazlar, bilmezler. Hiçbiri 60 bin Filistinliyi öldüren katillerin önüne, LeMan’a yaptıkları gibi çıkmamıştır (Çıksınlar demiyorum, çünkü bunlar linç kültürünün elemanları). KAOTİK ZAMANLAR Çok kaotik bir zamanda yaşıyoruz. Havadan nem kapmaya ve derhal operasyon yapmaya ve ülkeyi karıştırmaya, muhalefete alabildiğine yüklenmeye hazır bir iktidar ve kullanışlı araçlar var. İktidar gücü, eteğindeki türlü çeşitli canlı araçlar, yapılanın içeriğine değil, acaba ben bunu kendi amaçlarım için kullanabilir miyim, yaklaşımı içinde. Kimse LeMan’a söyle bakalım bunu neden yaptın ne anlatmak istedin gibi soru yöneltmeyecek, zaten yöneltmiyor, kendi algısı ve amacı doğrultusunda hareket ederek saldırıyor. Ve LeMan çalışanlarına yönelik en onur kırıcı utanç verici muameleyi yapmayı kendilerinde hak görüyor. Demek istediğim, bu fırsatı vermemek gerekir. SÜREKLİ KAOS Evet ülkenin yüzde 36’lar oy oranı ile birinci partisi ve iktidar adayı olan bir “düşman” CHP var karşılarında. Elindeki yargı, polis ve devleti tüm güçleriyle saldırarak CHP’yi ufalamaya çalışıyor ve çalışacak. Tartışmasız. Saray işareti veriyor önceden. Ve bu kez İzmir’e üstelik çok büyük bir ölçekte çöküyorlar. Önce İstanbul, sonra CHP arkasından İzmir… İzmir’de sular biraz durulunca artık Ankara mı, Adana mı, Balıkesir mi Antalya mı… bilinmez, CHP’yi sürekli bir kaos ve kargaşanın içine sürükleyerek ve mümkünse dip kuyularında tutarak kendini, varlığını savunmaktan başka bir şey yapamaz duruma getirecekler. Erken seçime kadar, iki yıla yakın böyle sürebilir. Özgür Özel için düzenlenen fezleke de Meclis’e gelir ve oylanırsa, doğrudan yargılanma yolunu da açarlar. NELER OLUR BİLİNMEZ CHP’yi “esir alarak” istedikleri politikaların parçası haline getirmeyi planladıklarını varsayabilirsiniz. Ya bizdensin ya da düşman, yani içeridesin. Yok ya o kadar da olmaz, kimse demesin… Şunu demiyorum CHP bu şantajlara boyun eğer… Saray bir kez düğmeye bastı ve sonuna kadar gidecek. Mutlaka iktidarda kalmak hırsı, her şeyi yaptırır. Öyle bir düzene-sürece girildiğini hissediyorum. CHP’nin kargaşa ve parçalanmışlık içinde tutulmasına ve iktidara yeniden seçilme yolunun açılmasına yardımcı olacak kimseler eksik değil. Saray da demiyor mu, bunlar kendi kendilerini ihbar edip yiyorlar diye. Evet, yeni politikalar ve halkın gündeminden de hiç kopmamak gerekiyor.
Source: Orhan Bursalı
Siyaset bilimciler Türkiye’deki siyasal İslamcılık hakkında açıklamalarda bulundu: Linç girişimine kapı aralandı
Mizah dergisi LeMan’a yönelik gerici gruplar tarafından yapılan saldırıyla beraber 1 Temmuz’da İstanbul Beyoğlu’ndaki eylem yasağına karşın şeriat sloganları yükselmesine alan açılması, Türkiye’de siyasal islamcılık konusunu yeniden gündeme taşıdı. Süreci Cumhuriyet’e değerlendiren Siyaset Bilimci Prof. Dr. Emre Erdoğan, laik-dindar ayrımının Türkiye’nin en önemli fay hattı olduğunu belirtirken, “Türkiye siyasi tarihini sadece bu fay hattı üzerinden yorumlamak mümkün” dedi. “Erdoğan, “O karikatürden bir toplumsal infial yaratmak ve o akşam gördüğümüz sahnelerin sergilenmesine yol açmak iyi niyetli bir hareket ya da ‘toplumsal hassasiyetler’ olarak yorumlanamaz. Hele ki söz konusu hassasiyet bu ülkede çoğunluğu oluşturanların hassasiyetiyse, zayıfın sesini duyurma çabasından bahsedemeyiz” ifadelerini kullandı. Siyaset bilimci Doç. Dr. Fatih Yaşlı ise yaşananları, “Bir mizah dergisi; sosyal medya trolleri, yandaş gazeteciler ve siyasetçilerden, bakanlardan oluşan bir ‘network’ aracılığıyla hedef gösterildi. Bir linç girişimine kapı aralandı” cümlesiyle özetledi. “GÖZDAĞI MESAJI” AKP iktidarının uzun süredir hegemonyasını yeniden tesis etmekte ve kitlelerin rızasını almakta zorlandığını belirten Yaşlı, “Bu nedenle çubuğu giderek zora doğru büküyor. ‘Milletimizin hassasiyeti’ diye sunulan; kendiliğinden ortaya çıkan ya da geniş kitlelerin katıldığı bir tepki değildi. Örgütlü bir grup şeriatçı, derginin önünde organize bir şekilde eylem yaptı ve iktidar buna göz yumdu, hatta teşvik etti. Bunun üzerinden de aslında giderek yükselen toplumsal hoşnutsuzluk ortamında alanların, meydanların siyaset yapılan yerler olmasına karşı bir gözdağı mesajı verildi. Tüm bunları Türkiye’de fiilen sandıksız, seçimsiz bir rejim inşa etme çabalarından ayrı olarak görmek mümkün değil. Türkiye’de otoriterleşme ve dinselleşme uzunca bir süredir el ele ilerliyordu, şimdi ise yükselen kriz ortamında bunun giderek derinleştiğini, gözle görülür hale geldiğini görüyoruz” değerlendirmesini paylaştı.
Source: Elif Özge Yalçın
Amerika’yı sallayan Müslüman sosyalist Mamdani Trump’ın boy hedefi oldu
ABD’de Demokrat Parti’nin New York Belediye Başkanlığı ön seçimlerini geçtiğimiz hafta kazanarak hem kendi partisi içinde hem de ülke çapında sansasyon yaratan Zohran Kwame Mamdani, bir yandan sosyalist seçim vaatleriyle diğer yandan da Müslüman olması sebebiyle hedefe oturtulmuş durumda.‘KOMÜNİST MANYAK’Demokrat Parti ön seçimlerini kazanmasıyla birlikte yıldızı parlayan Mamdani, ABD Başkanı Donald Trump’ın da radarına girdi. Salı günü şayet Mamdani Belediye Başkanı olur ve yasadışı göçmenlerin sınır dışı edilmesini engellerse, kendisini “tutuklatacağını” ve “sınırdışı edeceğini” söyleyen Trump dün de sosyal medya hesabından, “ABD Başkanı olarak bu komünist manyağın New York’u mahvetmesine izin vermeyeceğim” diye yazdı. Kendisine “sosyalist” diyen Mamdani, barınma krizine karşı kira tavanı uygulamasını savunuyor. Polis bütçesinin azaltılarak sosyal hizmetlere yönlendirilmesini istiyor. Toplu taşımayı ücretsiz hale getirmeyi, 6 ay-5 yaş arası çocukların bakımını üstlenmeyi ve enerji şirketlerinin kamulaştırılmasını öneriyor. Mamdani ayrıca dolar milyarderlerinin olmaması gerektiğine inanıyor.‘GÖZDAĞINI KABUL ETMİYORUZ’Mamdani, Başkan Trump’ın kendisine yönelik yaptığı sınır dışı tehdidine sert sözlerle karşılık verdi. Trump’ın söz konusu tehdidini herhangi bir yasa ihlaline değil, ICE’ın (Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi) New York’ta uyguladığı politikaları reddetmesine bağlayan Mamdani, “Herhangi bir yasa çiğnemedim. Ama ICE’ın şehrimizi terörize etmesine izin vermeyeceğim” dedi. Mamdani, bu tehdidin yalnızca kendisine değil, tüm New Yorklulara verilmiş bir gözdağı olduğunu savunarak “Bu gözdağını kabul etmiyoruz” dedi.Mamdani’nin ön seçim zaferinin ardından, kendisine yönelik Müslüman karşıtı nefret paylaşımlarında da dikkat çekici bir artış yaşandı.İSLAMOFOBİK SALDIRILAR ARTTIAralarında ölüm tehditlerinin de bulunduğu yüzlerce mesaj, Mamdani’nin adaylığını 11 Eylül saldırılarına benzeten ifadelerle sosyal medyada yayıldı. Amerikan-İslam İlişkileri Konseyi’ne (CAIR) bağlı CAIR Action adlı kuruluş, seçimden sonraki ilk 24 saat içinde Mamdani veya kampanyasına yönelik en az 127 şiddet içerikli nefret vakası tespit ettiklerini duyurdu. Cumhuriyetçi Kongre Üyesi Andy Ogles, Mamdani’yi “küçük Muhammed” diye aşağılayıp, vatandaşlığının iptal edilmesini ve sınırdışı edilmesini istedi. Laura Loomer, Charlie Kirk gibi ABD’nin tanınan radikal sosyal medya yorumcuları ise Mamdani’yi “Hamas’ı destekleyen terörist” olarak yaftaladı.‘NETANYAHU’YU TUTUKLATIRIM’Mamdani, uzun süredir Filistin halkının özgürlük mücadelesine açık destek veren bir siyasetçi. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını “soykırım” olarak nitelendiren Mamdani, ABD’nin İsrail’e yaptığı askeri yardımların derhal durdurulması çağrısında bulunmuştu. Mamdani, geçen yıl bir röportajında, Belediye Başkanı seçilmesi halinde, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hakkında tutuklama kararı çıkardığı İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun şehre gelmesi durumunda tutuklatacağını söylemişti.DEMOKRATLARI DA BÖLDÜDaha birkaç ay öncesine kadar ismi dahi bilinmeyen 33 yaşındaki siyasetçi Queens bölgesinden New York Belediye Meclis üyeliği yapıyordu. Şii mezhebine bağlı bir Müslüman olan Mamdani’nin hızlı yükselişi, Demokrat Parti içindeki derin ayrışmayı da gün yüzüne çıkardı. Alexandria Ocasio-Cortez gibi isimlerin başını çektiği daha ilerici kanat, Mamdani’yi “yeni nesil lider” olarak görüp, genç ve işçi sınıfı seçmenleri birliktelik hissiyle kazanacak bir fırsat olarak değerlendiriyor. Ancak partinin “ılımlı” olarak görülen isimleri, Mamdani’nin Filistin yanlısı açıklamaları ve özellikle Netanyahu’yu New York’ta tutuklatma vaadi gibi sert pozisyonları nedeniyle “aşırı uç” kaygısı taşıyor.AĞIR TOPLAR SESSİZMamdani’nin ön seçim zaferine rağmen, New York’taki Demokrat Parti’nin ağır topları hâlâ desteğini açıklamış değil. Bu isimlerin arasında Senato Çoğunluk Lideri Chuck Schumer, Temsilciler Meclisi Azınlık Lideri Hakeem Jeffries ve New York Valisi Kathy Hochul gibi partinin en üst düzey isimleri bulunuyor. Gözden Kaçmasın Trump: İsrail ateşkesi kabul etti! Haberi görüntüle Mamdani’nin zaferi, özellikle göçmen, genç ve düşük gelirli seçmen gruplarında yankı buldu. Adayın sosyalist vaatleri ve sisteme karşı açık tavrı, geleneksel siyaset anlayışına tepki duyan kesimlerde karşılık buluyor. Mamdani’nin yükselişi, sadece New York siyaseti için değil, 2026 ara seçimleri ve 2028 başkanlık yarışları için de belirleyici bir sinyal olabilir. Beyaz Saray çevresi ve Demokrat Parti kurmayları gelişmeleri yakından izliyor. Gözden Kaçmasın Trump”ın yeni Alcatraz”ı: Bizzat kendisi denetledi Haberi görüntüle
Source: Yunus Paksoy
Ateşkes muamması
İsrail”in barbar soykırım katliamlarını sürdürdüğü Gazze”de beklenen ateşkes konusunda ilk resmi açıklama ABD Başkanı Donald Trump”tan geldi. Trump, İsrail”in Gazze Şeridi”nde 60 günlük ateşkesi kabul ettiğini bildirdi. Hamas”ın henüz teklife yanıt vermediğini kaydeden Trump, teklifin kabul edilmesi gerektiği yoksa Gazze”deki durumun giderek kötüleşeceği konusunda uyarı yaptı. Truth Social platformunda yaptığı paylaşımda, temsilcilerinin İsrailli yetkililerle “uzun ve verimli” bir görüşme gerçekleştirdiğini kaydeden Trump, “İsrail, 60 günlük ateşkesin sonuçlandırılması için gerekli koşulları kabul etti. Bu süre zarfında savaşın sona erdirilmesi için tüm taraflarla birlikte çalışacağız” ifadelerini kullandı. NİHAİ TEKLİF Trump, ateşkes görüşmelerine arabuluculuk yapan Katar ve Mısır”ın Hamas”a “nihai teklifi” sunacağını kaydetti. Başkan Trump, “Ortadoğu”nun iyiliği için umarım Hamas bu anlaşmayı kabul eder. Aksi halde bu daha iyi olmayacak, sadece daha kötü olacak” değerlendirmesinde bulundu. Trump, daha önce yaptığı açıklamada, gelecek hafta İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile Washington”da bir araya geleceğini ve Gazze ile İran konularını ele alacaklarını duyurmuştu. Öte yandan Trump”ın açıkladığı ve İsrail”in de kabul ettiğini söylediği ateşkes kararına rağmen Gazze”de vahşi katliamlar dün de sürdü. İsrail 10″u insani yardım bekleyen Filistinliler olmak üzere 30 Filistinliyi daha katletti. HAPİSHANELERDE ÇOCUK MAHKÛMLAR İsrail”in hapishane ve gözaltı merkezlerinde aralarında kadın, çocuk, yaşlı ve hastaların da bulunduğu 10 bin 400″den fazla Filistinli, zor şartlar altında tutuluyor. Esirler Medya Ofisi”nden yapılan açıklamada, İsrail hapishanelerinde tutulan Filistinlilerin durumuna ilişkin bilgi verildi. Açıklamaya göre, İsrail”in 26″dan fazla cezaevi ve gözaltı merkezlerinde 10 bin 400″den fazla Filistinli tutuluyor ve bunların 47″si kadın. İsrail”in hapsettiği Filistinli kadınlardan 2″si Gazze Şeridi”nden ve biri 66 yaşında. Filistinli kadın tutuklular arasında 15 anne, 2 kız çocuğu, 10 yargılama veya suçlama olmadan alıkonulan idari tutuklu, 2 hamile kadın, ölümle mücadele eden 2 kanser hastası ve İsrail”in 7 Ekim 2023″ten önce alıkoyup esir takaslarıyla bırakılmasına müsaade etmediği, Filistin direnişinin sembollerinden Şatilla Ebu Ayyade ve Aya el-Hatib de bulunuyor. İsrail hapishanelerinde tutulanlardan 440″ı çocuk yaşta. Bu çocuklardan 100″ü suçlanma veya yargılama olmadan idari tutuklu olarak hapishanede tutuluyor. ABD”NİN BM RAPORTÖRÜ TAKINTISI ABD, Birleşmiş Milletler (BM) Filistin Özel Raportörü Francesca Albanese”nin son dönemde “antisemitik” ve “İsrail karşıtı” söylemlerini artırdığını öne sürerek, Albanese”nin kınanmasını ve görevden alınmasını talep etti. Albanese”nin soykırım iddialarının da asılsız olduğu öne süren ABD, Albanese”nin “kötü niyetli antisemitizmi” ve “terörizme verdiği destek” nedeniyle bu göreve uygun olmadığını iddia etti.
Source: Sabah
Ödemeyenler için kolaylık! Faturalar için yeni dönem
Tüketiciler Birliği Mahmut Şahin düzenlenen basın toplantısında yaptığı açıklamada elektrik, su ve doğal gaz faturalarında tıpkı kredi kartlarındaki gibi kısmi ödeme yapılabilmesini teklif etti. Abonelik yapılırken kurumlara depozito verildiğini hatırlatan Şahin önerisini şu şekilde savundu: “Milyarlarca para tutan depozitolar var. Biz bunu bunlara bahşiş olarak mı verdik. Ödeme olmazsa yerine konulsun diye verdik” dedi. Faturalarının tamamını ödemekte sıkıntı yaşayan vatandaşlara kısmi ödeme hakkının da sunulmasının gerektiğini savunarak kurumların ya tam ödeme ya da ödeme yapılmaması yönündeki zorlamanın doğru olmadığını söyledi. Faturalar için yeni dönem Tüketiciler Birliği Genel Merkezi’nde basın toplantısı düzenleyen Tüketiciler Birliği Genel Başkanı Mahmut Şahin, elektrik, su ve doğalgaz faturalarına kısmi ödeme getirilmesi gerektiğini söyledi. Şahin, “Bir vatandaş elektrik faturasını ödemeye gidiyor. 10 bin TL faturası var ve ödemenin son günü. Ancak cebinde 9 bin 500 TL parası var. Karşı taraf bu duruma ‘ya tam ödeyeceksiniz ya da hiç’ diyor. Bizim tüketici olarak o kurumlara ödediğimiz bir depozitoda var. Biz o depozitoyu neden verdik? Milyarlarca para tutan depozitolar var. Biz bunu bunlara bahşiş olarak mı verdik. Ödeme olmazsa yerine konulsun diye verdik” dedi. Başkan Şahin, “Oraya depozitomuzdan koyarsınız, faiz işletmezsiniz ve kalan tutarı tamamlayın diye bir süre verirsiniz. Adeta depozitoyu biz onlara bahşiş vermişiz gibi sayıyorlar ve vatandaşın kısmi ödemesini kabul etmiyorlar. Bunu niye yapmıyorsunuz? diye sorduğumda ‘çok uğraştırır’ diyorlar. Uğraşın, siz oraya yan gelip, yatmaya mı geldiniz? Bu ülkede eğer bir hukuk varsa müdahale edeceğiz ve o gününde yatıramayan vatandaşlara depozitosu olmasına rağmen faiz ödenmesinin iptalinin talep edeceğiz. Vatandaşın kısmi ödemesi kabul edilsin. Mevzuatta basit bir düzenleme yapılsın. Niye vatandaşa eziyet ediyorsunuz? Niye faizci gibi çalışıyorsunuz? Elektrik, doğalgaz ve su kurumlarında faiz geliri diye bir gelir mi var? Bu zulme son verilsin” ifadelerini kullandı.
Source: Internet Haber
CHP”den TÜİK”in açıkladığı enflasyona ilk tepki: Sandık çağrısı yaptı!
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) haziran ayı enflasyon verilerini açıkladı. Buna göre, Tüketici fiyat endeksi (TÜFE) aylık yüzde 1,37 oranında artış gösterirken, yıllık enflasyon yüzde 35,05 oldu. Enflasyon Araştırma Grubu”na göre ise (ENAG) E-TÜFE, haziran ayında yüzde 3.05 arttı. E-TÜFE’nin son 12 aylık artışı ise yüzde 68.68 olarak gerçekleşti. ARADAKİ FARK EMEKÇİNİN YAŞAMINDAN ÇALINDI CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır , TÜİK”in açıkladığı enflasyona tepki gösterdi. Başarır, TÜİK, açlık sınırının altında yaşayan emeklinin, çalışma motivasyonu kalmamış memurun Temmuz zammı düşük kalsın diye enflasyonu yıllık %35,05″e indirdi! ifadelerini kullandı. X hesabından paylaşım yapan Başarır, şunları kaydetti: TÜİK, açlık sınırının altında yaşayan emeklinin, çalışma motivasyonu kalmamış memurun Temmuz zammı düşük kalsın diye enflasyonu yıllık %35,05″e indirdi! Oysa ENAG’a göre gerçek enflasyon %68,68! Aradaki fark; emeklinin, memurun, emekçinin cebinden, sofrasından, yaşamından çalınandır! Halkın cebini boşaltan, emeğini sömüren, çocuklarımızın geleceğini enflasyon canavarına yediren bu iktidardır! Bu çürümüş düzenin çaresi sandıktır!
Source: Haber Merkezi
Şanlıurfa”da koca dehşeti: Eşini sokak ortasında dövdü!
Olay Haliliye ilçesine bağlı Bağlarbaşı Mahallesi Açıksu Caddesi üzerinde yaşandı. Bir kişi, sokak ortasında eşine yumruk attı. Şahıs, olaya tepki gösteren bir sürücüye de çıkıştı. Kadının saldırıya uğradığı anlar cep telefonu kamerasıyla kaydedildi. VATANDAŞLAR ŞİDDET OLAYINA TEPKİ GÖSTERDİ Kadına yönelik şiddete tepki gösteren Nurgül Ayebe, “Kadına yönelik şiddetin her türlüsünü kınıyorum. Dünyada bu kadar değerli bir varlık olan kadına nasıl kıyabiliyorlar anlam veremiyorum” dedi. Şiddetin her türlüsünü kınayan Halil İbrahim Şahin ise, “Kadınlarımıza yönelik şiddetin her türlüsünü kınıyoruz. Annemiz var, bacımız var, kimse öyle sokak ortasında eşini dövemez” ifadelerini kullandı.
Source: