Ütopyanın Maskesi, Distopyanın Gölgesi

Ütopyanın Maskesi, Distopyanın Gölgesi

Bir hayal ve bir kâbus: Ütopya ve distopya. Genellikle “var olmayan dünyalar” diye tanımlanırlar. Oysa her biri, kendi çağının acılarını, korkularını ve özlemlerini satır aralarında fısıldar. Ütopyalar, ulaşamadığımız idealleri düşler; distopyalar ise, çoğu kez görmezden geldiğimiz gerçekleri çarpıtmadan haykırır. Bu yüzden her ideal bir kaçış, her felaket senaryosu ise bastırılmış bir çığlıktır. Biz bugün, o hayali âlemlerin yalnızca kurgusal olduğunu sanırken, aslında belki de bir distopyanın, irrasyonel bir dünyanın orta yerine uyanıyoruz her sabah. Zira bazen gerçek, kurgudan daha kurgusal; kabus, hayalden daha kalıcıdır. Ütopya kavramı, ilk kez İngiliz düşünür ve devlet adamı Thomas More’un 1516 tarihli “Utopia” adlı eserinde ortaya çıkar. Eski Yunanca “ou-topos” sözcüğünden türeyen bu kelime, “olmayan yer” anlamına gelir. Yani ütopya, var olmayan ama var olması gereken bir düzenin zihinsel haritasıdır. More’un Utopia’sı, döneminin çalkantılı İngiltere’sinden bir kaçıştır; adil, eşitlikçi, uyumlu bir toplumun düşsel tasarımıdır. Tıpkı Platon’un “Devlet” eserinde kurduğu ideal düzen gibi… Çalışanlar üretir, askerler korur, yöneticiler ise bilgeliğiyle rehberlik eder. Platon’a göre adil bir düzenin temel ilkesi şudur: “Her işi, o işi en iyi yapan yapmalıdır.” Devletin refahı, yönetenlerin bilgeliğiyle mümkündür. Platon’un, yönetici sınıfa filozofları koyma fikri, antik Yunan döneminden günümüze dek tartışılacaktır. Platon’un ütopyasında toplum refahının sağlanması için önce devletin kendi içinde mükemmel şekilde düzenlenmesi gerekmektedir ki bu da her işi, o işi en iyi yapanın yapması gerektiği fikriyle özdeşleşmektedir. Dolayısıyla çalışanlar sınıfı çalışkan, bekçiler yani askerler sınıfı cesur ve yönetici sınıfı da bilgili olmak zorundadır. Bu şekilde toplumun üç temel ihtiyacı olan beslenmek, korunmak ve “danışmak” en iyi şekilde karşılanabilecektir. Çalışanlar üretir, askerler korur, yöneticiler ise düşünür. Ama öyle herhangi bir yönetici değil; bilgeliği, ahlakı ve siyaset bilgisiyle donanmış filozoflar… Çünkü Platon’a göre yönetmek, sadece iktidar değil, öncelikle bilgelik ister. Filozoflar, hakikatin peşinden koşanlar olarak, yönetime en uygun kişilerdir. Onlar, “Ne yapılmalı?” sorusuna cevap ararken sadece gücü değil, iyiyi ve doğruyu da düşünürler. NE BÜYÜK BİR VİZYON DEĞİL Mİ? Tam da bugünkü gibi!(?) Aklın, erdemin, bilginin önderliğinde… Gerçek bir filozoflar meclisi tarafından! Eh, belki biraz servetle, biraz çevreyle, biraz da tanıdık kartvizitlerle bilgeleşmiş; ihale kovalayan, koltuğa tutunan, kamu malını yöneten ama kamuya hiç uğramayan “yeni tür filozoflar…” Liyakat yerine sadakat, bilgelik yerine popülizm ve otoriteye biat, düşünce yerine bağlantı… Yeter ki “yukarı”yla, saraylarla arası iyi olsun… Devletin kaderi teslim edilir. Platon’un filozofları kitaplarla yönetirdi. Bizimkiler “talimat”la. Onlar hakikatin peşinden koşardı; bizdekiler rantın. Demek ki zamanla ideal devlet fikri değil, “ideal kazanç formülü” kalmış geriye. Çünkü artık önemli olan iyi, doğru, erdemli bir şekilde yönetmek değil; koltuğu korumak. O koltuğun ısıtmalı deri döşemesinden kalkmadan, bir ömür “şanlı ve şerefli(?)” bir emeklilik maaşına ulaşmak. Siyaset, kamusal bir görev değil; kişisel bir konfor alanı artık. Kimse geleceği kurmakla ilgilenmiyor, sadece kendi geleceğini güvence altına almakla meşgul. Toplumun değil, bireyin menfaati; halkın değil, yakın çevrenin huzuru önemli. Yönetmek, bir sorumluluk değil; rahat bir yaşam inşa etmenin aracı haline gelmiş durumda. İşin kötüsü, bu düzeni sorgulamak bile “karşıtlık” sayılıyor. Oysa en tehlikeli çöküşler, çöküş gibi görünmeyen konforlar içinde başlıyor… Bugün o “olmayan yer” artık var; sadece tersten. Liyakatin yerini sadakat aldı; bilgi, küçümsenen bir ayrıcalığa, cehalet ise neredeyse bir meziyete dönüştü. Yönetenler artık aklı ve erdemiyle değil, servetiyle, çevresiyle, hangi güç odağına yakınsa onunla var oluyor. Devlet kademeleri, birikimle değil, bağlantıyla tırmanılan merdivenlere döndü. İhaleler işi bilene değil, “kime söz verdik” denilerek dağıtılıyor. En küçük sarsıntıda yıkılan binaların altında yalnızca kolonlar değil; liyakatsizliğin, rüşvetin ve denetimsizliğin ağır enkazı da gömülü. Ekonomik kriz, yoksulu açlığa, orta sınıfı hayatta kalma savaşına mahkûm etti. Paran yoksa, iktidara da yakın değilsen; adalet senin için sadece adliye koridorlarında yankılanan bir kelime… İşsiz gençler umutlarını yurt dışı ilanlarında ararken, emekliler bir kilo etin maliyetini hesaplayarak yaşıyor. Kadınlar sokakta can korkusuyla, öğrenciler üniversitelerde gelecek kaygısıyla yürüyor. Eğitim, geleceğe hazırlamak yerine kalabalıkları oyalayan bir vitrin haline geldi. Ahlaki pusula kayboldu; kopya çekmek, yolsuzluk yapmak, sahtecilik, adam kayırmak, göz yummak adeta başarı kriteri oldu. Kısacası: Platon’un ideal devleti, bilgiyle yükselirken; bizim düzen, çürümüş çıkar ilişkileriyle ayakta kalmaya çalışıyor. Platon’un filozof krallarından eser yok artık. Onların yerini ihaleci ağabeyler, yandaş müteahhitler ve çıkar ilişkileriyle örgülenmiş yönetsel simülasyonlar aldı. Bir zamanlar “olmayan yer” olarak tarif edilen ütopya, bugün “olmaması gereken” her şeyin sıradanlaştığı distopik bir gerçekliğe dönüştü. *** 1602’de Campanella, Güneş Ülkesi adlı ütopyasında doğayla uyum içinde yaşayan, erdemli bireylerden oluşan bir toplum hayal etti. Ona göre gelişim yalnızca maddi değil, manevi ve ahlaki bir sorumlulukla mümkündü. İnsan, doğayı sömürerek değil; onunla bütünleşerek ilerleyebilirdi. Bugünse o bütünlük, rant uğruna paramparça. Ormanlar artık gelecek için değil, otel temelleri için yanıyor. Kıyılar betona, dağlar madene teslim edildi; ülkenin ciğerleri sermayeye peşkeş çekilen arsalar haline geldi. Campanella’nın erdemli yurttaşları yerine, ceplerini büyütmek için ormanı ateşe veren “yeni yurttaşlar” türedi. *** Marx ve Engels’in 1848’de kaleme aldığı Komünist Manifesto , ütopyayı sınıfsız, eşit, özel mülkiyetin ortadan kalktığı bir toplum olarak tasavvur eder. Herkese ihtiyacı kadar, herkesin gücü yettiğince… Bugünse tablo tam tersi: Eşitlik bir hayal, sınıf farkı bir kader. Mülkiyet artık bir ihtiyaç değil, bir gösteri. Sahip olmak, var olmaktan önce geliyor. Kamu malları peşkeşle yok ediliyor; doğa, insan, hatta adalet bile iktidarın hükmüne yazılmış. Zenginliğin yasası yok; yoksulluğun ise cezası var. Dünya, artık Trump gibilerinin yönettiği bir yer. Tüccarların, şovmenlerin, işin ehli değil işin sahibi görünenlerin eline mahkum edilmiş zavallı bir gezegen. *** Ütopyalar umutla, distopyalar uyarıyla yazılır. Ütopyada ideal olan hayal edilir; distopyadaysa, mevcut düzenin çürümüş hali resmedilir. Orada huzur yoktur, adalet yoktur, güvenlik yoktur. Halk korkuyla terbiye edilir, sessizlikle yönetilir. Devlet ya her şeyi kontrol eder, ya da hiçbir şeyi… Ama her iki durumda da toplum çaresizdir. Distopyalar, bir sistemin gidebileceği en karanlık yönü gösteren alegorilerdir. Gözetim, özgürlük kaybı, propagandalaşmış medya, tek tipleştirilmiş birey… Kimi zaman bir teknoloji distopyanın aracıdır, kimi zaman da hukuk sisteminin ta kendisi. Bugün de bazı yerlerde, iktidara karşı çıkanlar “suç”la, düşünce sahipleri “tehlike”yle özdeşleştiriliyor. Hak, yalnızca sadık olana; özgürlük, sadece iktidar sınırları içinde tanınıyor. Teknoloji ise bilgilendirmekten çok aldatmak, izlemekten çok yönlendirmek için kullanılıyor. Yalan haber, sahte belge, manipülasyon… Gerçeklik artık bir olgu değil, bir mühendislik ürününe dönüşmüş durumda. George Orwell’ın 1984’te kurduğu distopik evren de tam olarak buydu. Her bireyin izlendiği, her sözün denetlendiği, her bilginin yeniden yazıldığı bir dünya. “Büyük Birader” her yerdeydi; ama asıl güç, onun her an orada olabilirliğindeydi. İnsanlar, ne düşüneceklerini bile başkasından öğreniyordu. Gazeteler iktidarın dediğini yazıyor, dil bile sistemin belirlediği şekilde kurgulanıyordu ve düşünmek… başlı başına bir suçtu. TANIDIK GELDİ Mİ? Ütopyalar, ulaşamadığımız bir iyiliğin hayalidir; distopyalar, içinden çıkamadığımız bir kötülüğün tasviri. Bizse bugün o arada, ütopyayla distopya arasındaki sisli eşikte yaşıyoruz. Ne tam bir kabustan uyanabiliyoruz, ne de gerçekten güzel bir geleceği düşleyebiliyoruz. Birilerinin hayali olan bu dünya, çoğumuz için çoktan bir kabusa dönüştü. Gerçeğimiz öyle flu, öyle çarpıtılmış ki, en korkunç senaryolar bile sıradanlaşmış durumda. Burası bir “olmayan yer” değil artık. Burası, olması gereken her şeyin dışlandığı bir yer. Bir ütopyanın gerçekleşemediği, distopyanın ise artık fark edilmediği… Yanlışın meşrulaştığı… Alıştığımız her şeyin, aslında kabullenilmiş bir çöküş olduğu. *** UNUTMADIK, AFFETMEDİK, KABULLENMEDİ… Bir 2 Temmuz daha geride kaldı. Tam 32 yıl önce, Sivas’ta, bir otelin içinde insanlar düşünceleriyle, kimlikleriyle, şiirleriyle diri diri yakıldı. 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanı gerici bir güruhun organize ettiği saldırıda, yanarak ya da dumandan boğularak, göz göre göre ve devletin gözleri önünde(!) katledildi. O gün sadece insanlar değil, aynı zamanda bir ülkenin vicdanı, adalet umudu ve ortak geleceği de alevler içinde kaldı. Sanıkların avukatlığını yapanlar arasında dönemin Adalet Bakanı da vardı. Refah Partili avukatlar, sonradan AK Parti ve Saadet Partisi saflarında yükseldiler; içlerinden bakan, milletvekili, yönetici olanlar çıktı. Katillerin bazıları hâlâ firari. Davanın firari 5 sanığıyla ilgili dosya, 13 Mart 2012’de “zaman aşımı” gerekçesiyle düşürüldü. 2023 Eylül ayında görülen son duruşmada ise, aralarında Murat Sonkur, Eren Ceylan ve Murat Karataş’ın da bulunduğu firari sanıklar hakkında ağırlaştırılmış müebbet istenmesine rağmen, mahkeme 30 yıllık sürenin dolduğunu öne sürerek yargılamayı tamamen sona erdirdi. Katliamın asli faillerinden olan Hayrettin Gül’ün ömür boyu hapis cezası ise Cumhurbaşkanı tarafından kaldırıldı… Bu ülkede adalet, Madımak’ta yanmaya devam ediyor. Biz biliyoruz ki o yangın, yalnızca bir oteli değil; bir toplumu da küle çevirdi. Bu ve buna benzer küllerin arasından yeni bir gelecek kurulacaksa, o geleceğin temeli ancak ve ancak adaletle, yüzleşmeyle ve utancın hafızaya kazınmasıyla atılabilir. O nedenle Madımak bir utanç müzesine dönüştürülene kadar, bu yangının hesabı sorulana kadar, mücadelemiz sürecek. 2 Temmuz 1993’te kaybettiğimiz tüm canları saygı, özlem ve öfkeyle anıyoruz. Unutmadık. Affetmedik. Kabullenmedik.

Source: Sadık Çelik