Vebal

Vebal

Kumpasların en vahşi dönemiydi. Ankara’da, GATA’daydım. Morgun kapısında. Erkekten çok kadın vardı, göz pınarları kurumuş, gözleri ağlamaktan şişmiş kadınlar, esir subayların eşleriydi, TCG Maltepe, TCG Silivri, TCG Mamak, TCG Hasdal, hüzün donanmasıydı. Getirdiler Murat’ı…… Sahte delil bavuluyla girmişti, ay-yıldızlı tabutla çıkıyordu. İmam geldi. Üç beş beylik laftan sonra malum soruyu sordu, hakkınızı helal eder misiniz? Asrın iftirasıyla hapse attık, çoluğundan çocuğundan ayrı bıraktık, kahrından öldürdük, üstüne hakkımızı helal edeceğiz öyle mi? Annesi etmedi mesela… “Hakkımı bu devlete helal etmiyorum” diye haykırdı Samiye anne… Kahraman bir evlat yetiştiren annenin bedduasını alan devlet ayakta kalabilir mi, sanmıyorum.

Gene böyle, namuslu insanları gizli tanıklarla, iftiralarla biçtikleri dönemdi, imza günüm vardı, Kaşif’in annesi geldi, gözleri dolu doluydu, ömrü boyunca Türkiye’nin gururu olan oğlunu sadece bir hafta önce tutuklayıp, Silivri’ye tıkmışlardı. “Kitabını oğluma götüreceğim, imzanla götürmek istedim” dedi. Sabır diledim, sarıldık, yanaklarından yaşlar süzüle süzüle gitti. Sonrası malum, Kaşif şehit oldu. Aradan bir yıl kadar geçti. Bir başka kitabımın imza günüydü, Kaşif’in annesi yine geldi, bu defa oğlunun kitabını bana getirmişti, rahmetli olmadan önce oğluna benim için imzalatmıştı Silivri’de… Ömrümün sonuna kadar unutmayacağım bir an’dı. “Bu iki kitap arasında sen anneni kaybettin, ben oğlumu kaybettim, oğluma sarılmak için sana geldim, sen de belki annene sarılmak istersin” dedi. Zaman denilen kavram adeta havada asılı kalmıştı. O günden beri ana-oğuluz, o günden beri manevi annemdir Belgin annem.

“Canım ailem, eğer öbür dünya varsa, ilerde orada buluşuruz, hepinizi çok seviyorum, sakın bana kızmayın, dayanacak halim yok, başınızı öne eğdirecek hiçbir şey yapmadım, başınızı dimdik tutun, ama ben, bu hukuksuzlukta yaşayamam, o deliğe bir daha girmektense mezara girmeyi tercih ederim, belki benim ölümüm bu durumda olan başkalarının aydınlığa çıkışına ışık olur, karımı ve kızımı size emanet ediyorum, beni rahmetli babamın yanına gömün…” Ali’nin veda mektubuydu bu…… Eline doğan oğlunu, eliyle toprağa verdi Satı anne.

Evlat acısı yaşayan anne için her gün ilk gündür, bu ıstırap yaşlanmaz derler… Defalarca şahit olmak zorunda kaldım bu gerçeğe.

Rize’ye bağlı Pazar ilçesinin Subaşı köyünde yaşıyorlardı, Yaşar’la Medine… Oğulları oldu. Müthiş zeki bir çocuktu, lambaya gaz bulamadıkları dönemde odun ateşinin ışığında çalışırdı, takdirlerle okudu, tıp fakültesini kazandı, profesör oldu. Anne babası olarak hep iftihar ettiler, koltukları kabardı, komşuları tebriğe geldiğinde, gururdan boğazları düğümleniyordu. Odun ateşinden lazer teknolojisine yükselen oğulları sadece kendilerinin değil, Türkiye’nin onur duyduğu, dünya çapında bilim insanı oldu, Türkiye’nin ilk böbrek naklini gerçekleştirdi, ilk karaciğer naklini gerçekleştirdi, hastane kurdu, binlerce çaresiz insanın hayatını kurtardı, üniversite kurdu, eğitim vakfı kurdu, Dünya Yanık Derneği başkanı seçildi, dünyanın en önemli tıbbi meslek birliği Amerikan Cerrahlar Koleji tarafından şeref üyeliğine seçilen ilk Türk oldu, 104 yıllık geçmişi olan bu birlik tarafından kendisine “insansever ödülü” verildi. Anne babası olarak böyle bir evlada sahip oldukları için Allah’a dua ediyorlar, vatana millete böyle hayırlı bir evlat yetiştirdikleri için mutlu oluyorlardı. Taa ki o uğursuz güne kadar… Oğullarını tutukladılar. Devlete karşı suç işlediği iftirasıyla hapse attılar. Anne-babası yıkıldı. Hayatları boyunca kendilerini onurlandıran oğullarına atılan iftirayı kaldıramadılar, peş peşe vefat ettiler. Son kez sarılamadılar bile…… Ömrü boyunca anne babasını onurlandıran oğul, cenazeye gelemedi, “kaçacak halim yok, annemdir babamdır, yanıma polis dikin” diye yalvardı, nafile, izin verilmedi, her evladın hakkı olan son görevini yapamadı, hücresinde ağlaya ağlaya Fatiha’sını mırıldandı küçük bir çocuk gibi…… Neticede oğul Mehmet hapse girdiği gibi tertemiz çıktı ama, anne babası o adalet gününü göremeden, kahrede kahrede gitti. Dünya çapında evlat yetiştirdiler, onu son kez gördükleri yer, demir parmaklıkların arkasıydı.

Meryem’in oğlu oldu, etrafa deli dolu, vurdulu kırdılı, hatta kanun tanımaz ama, ailesine hayırlıydı, kim ne derse desin, her ana gibi evladına toz kondurmazdı. Neticede yorgun kalbi dayanamadı, son nefesini vermek üzereyken, her aradığında yanına koşan oğlunu aradı gözleri, son kez sarılmak için, maalesef ilk kez yoktu, kumpas davasıyla hapisteydi, “kaçacak değilim, anamdır, yanıma polis dikin” dedi, her evlat gibi hakkıydı, izin verilmedi, hücresinde ağlaya ağlaya Fatiha’sını mırıldandı küçük bir çocuk gibi Sedat… Gazeteye ilan verdi çaresizce, “dünyanın en iyi annelerinden bir tanesi olan sevgili annemi kaybettiğimi öğrendim” diyebildi.

Ayşe’nin oğlu, vatan millet için canını ortaya koyan, ulusal kahramandı, efsane komutan sıfatıyla tanınıyordu, ailesini daima onurlandıran hayırlı bir evlattı. Ömrünü devlete adadı ama, ömrünü adadığı devlete karşı suç işlediği iftirasıyla hapse attılar. Oğlunun kendi ordusu tarafından esir alındığını gören anne, bu haksızlığa dayanamadı, gözlerini yumdu. Son kez sarılamadılar bile… Her evladın hakkı olan son görevini yapma hakkı oğluna verilmedi. Neticede, kahraman oğlu Engin, hapse girdiği gibi, madalyaları gibi tertemiz çıktı ama, annesi o adalet gününü göremeden, kahırla gitti.

Öperken kokusunu içine çektiysen, özlerken burnunun direği sızlar derler…… Profesördü Fatih, rektördü, subaydı Mustafa, yarbaydı, gizli tanık iftiralarıyla hapisteyken, oğullarını kaybettiler. Henüz 21 yaşında, aslan gibi delikanlıydılar. Babaları o en çaresiz duyguyu, evlat acısını, beton hücrelerinde yaşadılar, feryatlarını beton duvarlara haykırdılar. Neticede hapse girdikleri gibi pırıl pırıl çıktılar ama, uğradıkları hukuk cinayeti nedeniyle, evlatlarına değil, anca mermer mezar taşlarına sarılabildiler.

Bu mesleğin en namuslu insanlarından biriydi, gazeteci Doğan, kumpasla içerdeyken hayat arkadaşını kaybetti. Eşinin sağlık durumu ağırlaştığında son kez görebilmek, vedalaşmak istedi, hayırrr dediler, izin vermediler, tabutunu öperek veda edebildi anca.

Sahil güvenlikte memurdu Şenay, askeri casus iftirasıyla tutukladılar, tam içeri tıkılırken, kocasının kalbi dayanamadı, vefat etti, oğulları henüz sekiz yaşındaydı, annesi hapse babası toprağa girdi, tek başına ortada kalakaldı. Neticede içeri atıldığı gibi tertemiz çıktı Şenay ama, evinin direği artık yoktu.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin asrın iftirasına uğrayan komutanları, koramiral Deniz’in babası, orgeneral Hasan’ın annesi, korgeneral İsmail Hakkı’nın annesi, koramiral Kadir’in annesi, tümamiral Engin’in hem annesi hem babası, albay Dursun’un annesi, albay İlkay’ın babası… Orgeneral Hurşit’in kayınvalidesi, orgeneral Bilgin’in kayınpederi, tuğamiral İsmail’in kayınvalidesi…… Oğullarıyla, oğul gibi bildikleri damatlarıyla ömür boyu övündüler, özgürlüklerine kavuştuklarını göremeden, hayatlarının son deminde kahırdan gittiler.

Gene bir bayram sabahıydı, CHP milletvekili Enis’i tutuklamışlardı, hapisteyken kayınpederini kaybetti, köy enstitüsü mezunu, aydınlık savaşçısı bir öğretmendi, gazeteci kökenli damadıyla her daim onur duyuyordu, ve o bayram sabahı, herkes gibi evinde, ailesiyle birlikte olması gerekirken, 32 yıllık hayat arkadaşı Oya’yla, cenaze namazında, anca musalla başında görüşebildi.

Duayen gazeteciydi Ertuğrul, bu mesleğe kattıklarını tek tek yazmaya kalksak, sayfaya sığmaz. Boynuz kulağı geçer misali, oğluyla gurur duyuyordu, gencecik yaşında kurduğu gazetesini Türkiye’nin en güçlü yayın organı haline getiren oğlundan bahsederken, gözleri parlıyordu. Sağlıklı yaşam timsaliydi, zihnen ve bedenen mükemmel sporcuydu, nüfus kâğıdı 80, vücudu 40 yaşındaydı. Taa ki o uğursuz güne kadar…… Oğluna yönelik iftira kampanyası, sadece ruh dünyasını değil, tüm vücut dengelerini allak bullak etti, o mutlu insan gitmiş, yaşadığı her güne kahreden insan gelmişti, bu moral çöküntüsüyle, bu ıstırap duygusuyla devam edemeyeceğini biliyorduk, edemedi. Namuslu gazetecilik yaptığı için cezalandırılan oğlu, babasının cenazesine katılamadı, babasının cenaze namazını, toprağa verilişini, cep telefonundan izlemek zorunda kaldı, musalla başındaki “hakkınızı helal ediyor musunuz” sorusuna, cep telefonundan ağlaya ağlaya “helal olsun, helal olsun, helal olsun” diye, tabuta haykırdı.

Anadolu’nun küçücük kasabasından elinde bavuluyla yola çıktığında kendisi de küçücüktü Hulusi, henüz 14 yaşındaydı, askeri liseye yazıldı. Özel Kuvvetler’e seçildi, bordo bereyi taktı, paraşütçü, kurbağa adam, kar kayakçısı, sualtı savunma-taarruz uzmanı, yakın dövüş ve atış hocası oldu. Lübnan, Somali, Bosna, Arnavutluk, Kosova, Gürcistan, Irak’ta özel görevlerde bulundu. Somali’deyken, bizzat ABD Genelkurmay Başkanı tarafından “best of the best” sıfatıyla onurlandırıldı, delta force’lara örnek gösterildi. Hayatı boyunca bir kere bile olsun, Batı’daki şehirlerimizde görev yapmadı. Yüzlerce operasyona, bütün sınır ötesi harekâtlara katıldı, Hakurk, Haftanin, Zeli, Metina, Zap, Avaşin, kampların hepsine girdi, Kuzey Irak’ta aylarca kaldı. Gazi…… Bir keresinde, çatışma bölgesine gece karanlığında paraşütle atladı, kayalıklara inerken son anda ters rüzgâr yedi, çakıldı, boynundan ağır şekilde yaralandı, günlerce hastanede yattı, haber vermedi, ailesinin anca iyileştikten sonra haberi oldu. Zodyak’tan tank’a kadar, operasyonel anlamda kullanabiliyor. Gazi Üniversitesi’nde, silah ve mühimmat kazaları üzerine yüksek lisans yaptı. Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası var. Sayısız takdir beratı var. İnanılmaz kahramanlıkları ve fedakarlıkları sebebiyle, çok az insana nasip olacak şekilde, Genelkurmay’dan iki defa para ödülüne layık görüldü, almadı, kabul etmedi, devlet zaten bize maaş veriyor, üstüne niye ekstra para alayım dedi. Nerelerde bulunduğunu, kimbilir hangi dağlarda olduğunu, eşi bile bilmiyordu, ama hangi şartlarda olduğunu biliyordu, 70 kilo gönderirdim 60 kilo dönerdi diyor. Sekiz ay görüşemedikleri bile oldu. Oğlu mesela, ilkokul birinci sınıf karnesini aldığı gün, velilerin arasında alkışlayan babasını tanımadı. Kızı doğdu, gelemedi, kucağına aldığında dört aylıktı. Babasını kaybetti, gene gelemedi. Peki ya, onu doğuran ana? Oğlu hakkında “terörist” diye yakalama kararı çıktı, tutuklandı, annesi duydu, o gece, duyduğu anda kalp krizi geçirdi, vefat etti…… Ömrünü terörle mücadeleye adayan oğlunun terörist ilan edilmesine bir saniye bile dayanamadı ana yüreği.

Üsteğmendi, komando timinin komutanıydı Serdar, Silopi’de arazideydiler, bölücü örgütün tuzakladığı mayın patladı, hani böyle bir avuç kum alıp fırlattığınızı düşünün, kum gibi şarapnel parçaları suratına işte öyle isabet etti, sol gözünü kaybetti, ağır yaralandı, iki hafta komada kaldı, onlarca defa ameliyat oldu, bazı iç organlarını kaybetti, dile kolay, iki yıl hastanede yattı, ciğerinden kafatasına kadar, vücuduna saplanan 17 şarapnel parçası çıkarılamadı, onlarla birlikte yaşamak zorundaydı, gazi unvanıyla silahlı kuvvetlerden ayrılmak zorunda kaldı, malulen emekli edildi, Devlet Övünç Madalyası’yla ödüllendirildi. Karakteri savaşçıydı, mücadeleciydi, emekli oldum deyip oturmak ona göre değildi, önünde yepyeni bir hayat vardı, üniversite sınavına girdi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandı, başarıyla mezun oldu, avukat oldu. Hükümetle cemaat adeta imam nikahıyla aynı menzile yürürken, Ergenekon adı verilen kumpas süreci başladı, Ergenekon kapsamında tutuklanan albay Levent’in avukatıydı, çalıştı didindi uğraştı, Ergenekon adı verilen soruşturmanın aslında ABD tarafından yürütülen bir casusluk faaliyeti olduğunu somut kanıtlarıyla ortaya koydu, şak, avukatlık ofisi basıldı, derhal tutuklandı. Ergenekon Terör Örgütü üyesi olmakla suçlanıyordu. Bölücü terör örgütüyle mücadele etmiş bir gazi olarak, terör örgütü suçlaması ona çok ağır geldi, hapisteki hücresinde oturdu, cumhurbaşkanlığına dilekçe yazdı, “insan hem kahraman hem terörist olamaz, feda ettiğim gençliğim ve sağlığım devletime helal olsun” dedi, Devlet Övünç Madalyası’nı iade etti. Babası bu kederi taşıyamadı, gazi evladına yapılanlara dayanamadı, rahmetli oldu. Babasının vefat ettiği kendisine söylenemedi. Babasını kaybettiğinden habersiz halde, altı ay boyunca babasına mektup yazdı. Ve, gene bir bayram sabahı…… Çok özlediği babasıyla açık görüşte bayramlaşacağını düşünüyordu, o gün, annesinden öğrendi!

(Silivri’ye tıkmışlardı Serdar’ı… “Burası köpek kulübesi kadar” diyordu, kapatıldığı üç metreye dört metrelik beton hücreyi tarif ederken… Kurucu irade dedikleri Apo’ya umut hakkı isteyenler iyi okusun diye yazıyorum, köpek kulübesine tıkılmış bir gaziydi.)

Ve, yine bir bayram sabahı… Ümit’in annesini seyrediyorum televizyonda, 90 yaşında bir kadın, kara vicdanlara sesleniyor, “bundan tam 62 yıl önce 27 yaşımdayken, bir elimde 2.5 yaşındaki evladım Ümit, karnımda ikinci çocuğum, Mamak Cezaevi’nin kapısında eşimi ziyaret ediyordum, bugün 90 yaşındayım, bu kez elimden kızım tutuyor, az gören gözlerim, az duyan kulaklarımla, bu yaşımda, soğuk olur dedikleri Silivri Cezaevi’nde, 64 yaşına gelmiş evladımı ziyaret ediyorum, tüm bu haksızlıkları hukuksuzlukları yapanları, bir anne olarak Allah’a havale ediyorum” diyor.

Ve, yine bir bayram sabahı… Ekrem’in babasını seyrediyorum bu defa televizyonda, 77 yaşında ömrünün kışında bir adam, sarsıla sarsıla ağlıyor. Hayatı boyunca kendisini gururlandıran oğlu, -gazinin tarifiyle- köpek kulübesi kadar beton kutuya tıkıldı, ilk kez bir bayram sabahı ayrıyız diyor, yüreğinin yangınıyla beddua ediyor, kelimeler çaresizlikten boğazında düğümleniyor, hıçkırıyor.

İçerdekilerden fazla dışardakileri kahreden, aslında aileleri cezalandıran bir kindarlık bu… Sadece yok etmek istedikleri hedef insanları değil, duygulara işkence ederek, onları dünyaya getiren annelerini babalarını da imha etmek isteyen bir vebal bu.

Source: Yılmaz Özdil