İletişim çağında neden doğru ilişkiyi bulamıyoruz
Bugün sizinle, son zamanlarda çokça karşılaştığımız bir meseleyi konuşmak istiyorum. Bazen sohbetlerde, bazen yazdığınız mesajlarda, bazen de kendi hayatımda şahit olduğum bir şey: “Günümüzde insanlar neden partner bulmakta bu kadar zorlanıyor?” Oysa bakınca… İletişim araçları hiç olmadığı kadar fazla. İnsan sayısı da arttı. Sanki her şey kolaylaşmış gibi görünürken, aslında kalplere ulaşmak biraz daha zorlaşmış gibi… İşte tam da bu yüzden, bugün birlikte bu sorunun derinliklerine ineceğiz. Bunu size 4 madde ile açıklayacağım. 1- ALTERNATİF ÇOK Eskiden bir köy vardı… İnsanlar o köyde doğar, büyür, evlenir, yaşardı. Seçenek çok azdı. Ama kalbin bir şeye karar vermesi de o kadar kolaydı. Çünkü ne aradığını biliyordun. Bir çift göz bakınca, yüreğin ya “evet” derdi ya da sessizce susardı. Şimdi ise… Dünya bizim avucumuzun içinde. Sosyal medyada bir parmak hareketi ile yüzlerce insan, bir tıklamayla binlerce profil… Bütün dünya ayağımıza geldi. Ve ne gariptir ki, seçim yapmak hiç bu kadar zor olmamıştı. Çünkü insan ruhu, fazla seçenek içinde kaybolur. Ne istiyorum, kim bana iyi gelir, kalbim neye evet diyor… Bunları duymak güçleşir. Seçeneğin çok olması bir şans gibi görünse de, aslında bizi en derin yorgunluklardan birine sürüklüyor: Karar verememe yorgunluğu… Ve kalbimiz karar veremediği zaman, sevgi kapısının eşiğinde, ayaklarımız birbirine dolanıyor. 2- BEKLENTİLER ARTTI Eskiden insanlar birbirine bakınca, aradıkları şey çok daha sadeydi. “İyi kalpli olsun.” “Birlikte yaş alabileceğim biri olsun.” “Yanında huzur duyabileyim.” Bazen bir çift gözde, bazen bir tebessümde bulunurdu insan aradığı şeyi. Ve yetinmek değildi bu; kalbin hakikati böyleydi. Çünkü kalp, fazlasını istemez. Kalp, samimiyet ister, sadelik ister. Peki şimdi ne oldu? Hayat hızlandı. İmkânlar çoğaldı. Ve birlikte, beklentiler de büyüdü, büyüdü… Şimdi birini ararken içimizden şöyle listeler geçiyor: Zeki olacak. Çok komik olacak. Dış görünüşü harika olacak. Spor yapacak. Maddi olarak güçlü olacak. Sanata ilgi duyacak. Çocuk ruhlu ama olgun olacak. Sosyal olacak ama sadece benimle ilgilenecek. Özgür ruhlu olacak ama asla beni ihmal etmeyecek. Sadık olacak ama kıskanç olmayacak… Liste böyle uzayıp gidiyor. Bir insanın taşıyamayacağı kadar beklenti yüklüyoruz birbirimize. Ve unutuyoruz… İnsan, mükemmel bir tasarım değil. İnsan, bir sanat eseri gibi kusurlarıyla güzel. Eksikleriyle, hatalarıyla, bazen şaşırmalarıyla… Beklentiler büyüdükçe, karşımızdaki insanın ruhunu göremez hale geliyoruz. Onu olduğundan fazlasına çevirmek istiyoruz. Ve gerçek sevgi, böyle bir ortamda yeşeremiyor. Çünkü gerçek sevgi, bir “ideal insan” bulmak değildir. Gerçek sevgi, bir insanın kalbine, olduğu haliyle bakıp, “Sen böyleyken bile güzelsin” diyebilmektir. 3- İLETİŞİM ÇOĞALDI SAMİMİYET AZALDI Bir zamanlar, birine ulaşmak zordu. Mektuplar yazılırdı… Günlerce, haftalarca cevap beklenirdi. Bir kelime gelir, kalbin aylarca o kelimenin sıcaklığında ısınırdı. Şimdi ise… Parmaklarımızın ucunda milyonlarca insan var. Bir mesajla ulaşabiliyoruz herkese. Bir beğeniyle, bir emojili yorumla tanışmalar başlıyor. Ama bir şeyi unuttuk… Kolay ulaşmak, samimi olmak demek değil. Hızlı iletişim, derin bağ kurmak demek değil. Çünkü iletişim artınca, insanın sabrı azaldı. Anlık mesajlar, anlık beğeniler, anlık konuşmalar… Ve sonra anlık kopuşlar… Bir sorun çıktığında, eskiden insanlar konuşur, kalpten kalbe bir yol arardı. Şimdi ise, bir tıkla silip geçmek normalleşti. Dayanıklılık azaldı. Emek verme isteği azaldı. Ve belki de en önemlisi… İnsanı olduğu gibi kabul etme hali azaldı. Halbuki gerçek bir ilişki, sabırla örülür. İki yabancının, zamanla birbirine dost olmasıdır aşk. İki farklı ruhun, zamanla bir melodiyi birlikte söylemeyi öğrenmesidir. Bunu hızlıca yaşayamazsın. Bir dostluğu, bir sevgiyi, bir güveni… Ancak zamanla inşa edebilirsin. Unutmayalım: Hız, ruhun dostu değildir. Aşkın dili, aceleyle konuşulmaz. Bazen sadece beklemek gerekir. Dinlemek… Ve kalbin derinliklerinde o ince bağı hissetmek. Çünkü teknoloji her şeyi hızlandırabilir ama ruhun birbirine dokunması hâlâ zamana ihtiyaç duyar. 4- KORKULAR FAZLA İnsanın doğasında vardır… Kalbini açmak ister. Sevmek, sevilmek, bir başkasının gözlerinde kendini görmek ister. Çünkü insan, yalnızlığına bir nefes arar. Ama zamanla… Yaşadığımız acılar, yaralar, hayal kırıklıkları… Kalbimizin etrafına görünmez duvarlar ördük. Ve farkında olmadan, sevgiden çok korkuları büyüttük. Şimdi bir ilişkiye adım atmadan önce içimizden binlerce soru geçiyor: Ya aldatılırsam? Ya yeterince iyi bulunmazsam? Ya yalnız kalırsam? Ya daha iyisi varsa? Ve her “ya” kelimesiyle, kalbimiz bir adım daha geriye çekiliyor. Sevgiye değil, korkuya hizmet ediyoruz. Oysa aşk, korkuyla büyüyemez. Korkuyla yaklaşırsan, karşındaki insanı da bir tehdit gibi görürsün. Onun bir bakışı, bir susuşu bile seni endişeye sürükler. Halbuki belki de sadece yorgundu… Belki de sadece bir şeyleri içinde yaşıyordu… Ama korku, hikâyeleri çarpıtır. Ve bir bakmışsın, gözlerinin önünde açılacak olan bir sevgi çiçeğini, daha tomurcukken kurutmuşsun. Yol arkadaşım, kalbinizdeki sevgiyi büyütmek istiyorsanız, önce korkularınızla barışmanız gerekir. Bilin ki… İlişkiye atılan her adım, küçük bir cesaret hikâyesidir. Kalbini açmak, kırılma ihtimalini göze almak demektir. Ama unutmayın: Kırılmadan açılan hiçbir kapı yoktur. Ve aşk dediğimiz şey, o kırılgan kapıdan içeri usulca süzülür. Belki de hayat, bize şöyle fısıldıyor: “Sevmekten korkma… Çünkü her kalp yarası, seni gerçek aşka bir adım daha yaklaştırır.
Source: Hakan Mengüç
Sırrı Süreyya beyin sırlanması hakkında…
Sırrı Süreyya Önder vefat etti haberiyle herkesi bir hüzün kapladı. Allah rahmet eylesin. Hayattayken de herkesi çevresinde toplamayı başarabilmiş bir kimseydi, vefatı da öyle oldu, haberi alınca her kesimden taziyeler yükseldi…Her kesimden insanımızın bir araya gelip insani değerler çerçevesinde hasbihal etmeye ne kadar ihtiyacı varmış diyor insan onun ardından. Allah taksiratını affetsin, bağışlasın, ömrünü verdiği “barış” ideali inşallah inşa olur hayırlısıyla… Onun tebessümündeki keder hepimize bir ibret olur da şu yalan dünyanın gelip geçiciliğinde birbirimize zehir etmeyiz bu kısacık ömürlerimizi…İsimler kader yazarmış derler. Bir adamın ismimde hem sır hem gökler aynı anda olursa, ismi göklerin sırrı olursa, hayatta da işte böyle, hep irfanın sırlarından bahsedermiş, her sözü Anadolu bilgeliğinin sırlarından olurmuş. Öyleydi.Dünya hayatı… Der demez, demek ki başka bir hayat daha var diye düşündürüyor bizim dilbilgimiz. Rüya mıdır bu diğer hayat, hayal midir, tahattur mudur, düşünsel bir evren midir? Yoksa ahiret midir? Müslüman isek şayet bu “diğer hayat” yani dünya hayatı olmayan hayat, boynuzu kırık keçinin bile hakkının verileceği hayat, ahiret hayatıdır vesselam…İnsan yaş aldıkça; dünyaya elvedayı, daha çok düşünüyor ve her ölüm, her taziye, kendi öz yaklaşımı oluyor dünya vedasına. Burası dünya ve burada her şey yarım kalıyor zaten.Dünya hayatı bir ziyarettir diyor Hacı Bektaş Veli. Dünyada ziyaretteysek, demek ki bir de asıl evimiz var… Baba evi gibi, anayurt gibi, döneceğimiz bir ev.. Yani, eve dönücülerdeniz hepimiz, vaktimizi bekliyoruz, gemiyi bekliyoruz.Yazılarımda çok sık atıf yaptığım bir dil bilimci ve hikmetler sahibi büyük fikir insanı Ragıb el İsfehani”den bir örnek vermek geldi şimdi içimden. “Tafsilu”n Neşeteyn ve Tahsilu”s Saadeteyn” isimli eserinde, ibadetin maksadı adlı bölümde, bir köle bezirganı ile çiftlik sahibi örneğini verir Üstad. Der ki; köleler bezirganla çiftlik sahibinden çok korkarlar, hakikatteyse bu iki güçlü adam, kölelerin çalışmasına ve üretmesine muhtaçtır, köleler çalışmasa, zenginlik kazanamazlar der. Oysa der Üstad, Allah Teala ile kulları arasında böyle bir irtibat yoktur. Allah kullarının ibadetine muhtaç değildir, müstağnidir der ve hayat tarzımız için, ibadetlerimiz için, kulluğumuz için; “yol azığı” ifadesini kullanır.Sanki dönmek içindir bu hayat, eve dönüş için………………………………………………….Sırrı Süreyya beyin hayat tarzı, vicdani duruşu, kelamı ve naklettiği bilgelikte benim en çok dikkatimi çeken şey; hayatın anlamı bahsidir. Kendisi sık sık hayatın anlamı üzerinde dururdu. Şu kısacık dünya hayatının bir anlamı olmalıydı ona göre (aslında hepimize göre). İnsanların kula kulluk etmeden, eşref-i mahlukat olarak şerefle yaşayacakları, helal lokma bilinciyle, ikram ederek, paylaşarak, barış ve huzur içinde, birbirini aşağılamadan, düşmanlaşmadan yaşayabilecekleri kısacık bir hayat…İstanbul”da sümbüllerin zamanı, mor salkımların, erguvanların zamanı, manolyalar uyanıyor, yunusların Boğaz”da kıpırdanma zamanı. Diriliş, uyanış, bahar zamanı. Ölümün ve taziyelerin zıddına bir şey gibi ilk bakışta içinden geçtiğimiz mevsim. Ama aynı zamanda bir devir daimin de göstergesi. Bir umut. Ahiret. Bir büyük sorumluluk. Bir büyük buluşma. Selamlaşma ahiret.
Source: Sibel Eraslan