Anne sütü satışı yasaklandı, karar sonrası uzmanlar ikiye ayrıldı: ‘Suç derin yoksullukta’
Cumhuriyet, konu hakkında Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Seyhan Öznur Tenç ve İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu başkanı ve çocuk hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu ile konuştu. Tenç, “Kararın, kadınların çaresizliğini düzenlemeye değil de bastırmaya yönelik olduğunu düşünüyoruz. Sütünü satmak hiçbir kadın için ilk seçenek değil. Geçim derdiyle boğuşan, başka bir çıkış yolu bırakılmayan annelerin hayatta kalma stratejisi” dedi. “TERCİH DEĞİL, ZORUNLULUK” Kadınların yaşamış oldukları sorunlara değinen Tenç, “İş bulamıyorlar ve sosyal destekten mahrumlar. Doğum yaptıktan sonra yalnızlar. Çocuk bakımına ilişkin kamusal bir sorumluluk yok ve bu koşullarda da bazı kadınlar kendi bedeninden gelenle geçinmeye çalışıyor. Bu bir tercih değil zorunluluk” diye konuştu. Tenç sözlerini şöyle sürdürdü: “Anne sütünü ‘satılabilir’ hale getiren şey tam olarak düzenin kendisi. Kadının tek güvencesi kendi bedeni ve emeği. Ama bu beden sadece devletin istediği biçimde kullanıldığında kabul görüyor. O sütten devlet ve sermaye kazançlı çıksa bu meşru bir şey olurdu. Devlet de her zamanki gibi bu emeği istediği şekilde yönlendirmek istiyor ve bunu ahlakçı bir yerden yapıyor. Suçu, yoksulluğu üreten düzende aramak lazım. Meseleye ahlak, gıda güvenliği düzeyinde bakmak meseleyi saptırmak oluyor” diye konuştu. ‘YASAK OLMASI SON DERECE MANTIKLI’ Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu anne sütünün bebek için önemine değinerek “Anne sütü bebekler için en değerli besin. Bebeğin çeşitli hastalıklardan korunması için önemli bir faktör. Hem bebeğin hem annenin psikolojik açıdan da tatminini sağlayan bir durum” ifadelerini kullandı. Anne sütü satışının yasaklanmasını doğru bir karar olarak değerlendiren Küçükosmanoğlu, “Bu durumu organ ticareti gibi de düşünebiliriz. Yasak olması son derece mantıklı. Böyle bir şeyin ticaretinin yapılması çok masum bir iş değil. Böyle bir karar umarım layıkıyla uygulanır. Anne sütü konusunda toplumun, bilinçlendirilmesi gerekiyor. Tabii sadece annelerin omzuna da bunu yüklemek doğru değil. Tüm toplumu ilgilendiren bir konu. Babalar veya çevredeki tüm insanların sorumluluğu olan bu konuda anneler desteklenmeli” ifadelerini kullandı.
Source: Damla Polat
Ümit Özdağ sanık sandalyesinde
Yarın İstanbul Silivri’de sadece bir siyasetçi değil, bir fikir yargılanacak. Sanık sandalyesinde Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ oturuyor. Suçlama: Zincirleme şekilde halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek. Delil ise sosyal medya paylaşımları. Gündelik siyasi tartışmaların odağında yer alan sığınmacı politikalarıyla ilgili açıklamalar, kamunun kaynak kullanımına dair eleştiriler, haber linkleri, yorumlar… Tüm bunlar bir araya getirilmiş ve bir iddianameye dönüştürülmüş. Oysa süreç çok daha çarpıcı bir biçimde başlamıştı. 19 Ocak’ta Antalya’da yaptığı bir konuşma nedeniyle hakkında cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla işlem başlatılan Özdağ, Ankara’da gözaltına alındı. Gözaltına alındıktan hemen sonra İstanbul’a getirildi ve burada bambaşka bir suçlama ile karşı karşıya bırakıldı: TCK 216/1. Yani halkı kin ve düşmanlığa tahrik. Delillerse daha sonra “eklenmiş”. Savcılığın hazırladığı dokuz sayfalık iddianameyi okudum. 2020-2024 yılları arasında yapılan 34 sosyal medya paylaşımı yer alıyor. Bunların çoğu olaylardan aylar önce yapılmış, hatta bazıları hakkında daha önce takipsizlik kararı verilmiş. Bazı paylaşımlar, Zafer Partisi henüz kurulmadan önceye ait. En dikkat çekici gösterilen paylaşım, 27 Nisan 2024 tarihinde yapılmış. Özdağ, Kayseri’yle ilgili bir video paylaşmış ve altına şu notu düşmüş: “Burası Kayseri. Sakarya Muharebesi’nin ilk günlerinde TBMM’nin Kayseri’ye taşınmasının düşünüldüğü Türk şehri. Anadolu’nun ortası. 4 dakikanızı ayırın ve izleyin lütfen.” Bu paylaşım olaylardan tam 67 gün önce yapılmış. Üstelik daha önce incelenmiş ve hakkında “suç unsuru yoktur” denerek takipsizlik verilmiş. Ama şimdi aynı paylaşım iddianamede yer alıyor ve “olayları başlatan kıvılcım” olarak sunuluyor. Daha da ilginç olanı, emniyetin olaylardan “yaklaşık yedi ay sonra” hazırladığı raporda şu ifadeler kullanılmış: “Kayseri İl Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube Müdürlüğü Kamu Güvenliği Büro Amirliği tarafından tanzim edilen 21 Ocak 2025 tarihli rapora göre 30 Haziran 2024-3 Temmuz 2024 tarihinde Kayseri ilinde meydana gelen olaylarda yaklaşık 15 bin 100 kişinin protesto eylemlerine katıldığını, olayların meydana geldiği mahallelerde 263 ikamet/işyeri ve 166 araçta zarar meydana geldiği, yine olaylar neticesinde 25 Emniyet personeli ve 1 itfaiye personelinin yaralandığı, olaylara katılan şahısların yapılan değerlendirmesinde Zafer Partili ve müzahir şahıslar tarafından sosyal platformlarda yapmış oldukları paylaşımlardan etkilenmiş olduklarının değerlendirildiğinin belirtildiği…” Buradaki anahtar kelime “değerlendirildiğinin belirtildiği”. Yani bu bir tespit değil, yorum. Somut bir çağrı, yönlendirme, emir ya da suç teşkil edecek bir hareket yok. “Gidin saldırın” dememiş. “Emrediyorum yapın” dememiş. “Talimat veriyorum” dememiş. Sadece yorum yapmış. Ama bu yorum, iddianamenin temel taşı olmuş. Peki, bu iddianamede ne yok? Olayların fitilini ateşleyen gerçek neden ve gerçekten yaşananlar. Bu olayın hiçbir ayrıntısı iddianamede yer almıyor. Kayseri’deki yaşanan olaylarda bir organize hareket söz konusu ise kim organize etti nasıl organize etti bir veri yok. Özdağ’ın iddiasına göre gözaltına alınanlar arasında Zafer Partili kimse yokken Zafer Partisi genel başkanının bu olayları organize ettiği nasıl iddia edilebiliyor? Bu tür durumlarda siyasetçilerin ve toplumu yönlendirme etkisi olan kişilerin kullandığı dil kesinlikle kışkırtıcı ve toplumsal olaylara sebebiyet verecek düzeyde olmamalı. Buna katılıyorum. Ancak yaşanan bir olay hakkında da gerçeği topluma anlatmak ve olası kötü durumları engellemek ve halkı sakinleştirmek de yine toplum üzerinde etkili kişilerin görevlerinden biri değil mi? Ümit Özdağ sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda Kayseri’de yaşanan olayların faali olduğu belirtilen kişinin istismar suçu nedeniyle Kayseri 8. Ağır Ceza Mahkemesi, İ.A’ ya 24 yıl 3 ay 15 gün hapis cezası aldığını belirtti. Bir siyasetçi toplumun huzursuzluğunu dile getirdiğinde, kamuoyunu bilgilendirdiğinde bu kamu güvenliğine tehdit mi sayılacak? İktidarın sığınmacı politikalarını eleştirmek artık suç mu? Seçilmiş bir partinin genel başkanı fikir açıklamayacaksa kim açıklayacak? Üstelik bunu tahrik edici bir dil kullanmadan, “yakın, yıkın, öldürün” demeden yapmışsa. Ümit Özdağ bir akademisyendir. Kitapları üniversitelerde kaynak olarak okutulur. Aynı zamanda seçimle gelmiş bir siyasi parti lideridir. Türkiye’nin en temel sorunlarından biri olan yasadışı göç meselesine dair farklı ve net bir duruş sergileyen bir muhalefet partisinin lideridir. İddianamede yer alan paylaşımların bir kısmı haber ajanslarına ait, bazıları devlet kurumlarının açıklamalarına yapılan eleştiriler. Yani beğenilse de beğenilmese de halkı bilgilendirme, kamu denetimi ve muhalefet etme hakkı çerçevesinde yapılmış açıklamalar. Bugün Kandil’e, PKK’ye, yasadışı göçe karşı duracak sert siyasi söylemin temsilcisi olan Ümit Özdağ’ın yargı eliyle susturulması bir tesadüf değil, tercihtir. Eğer bir ülkede muhalefetin sesi kısılıyorsa, yargı bağımsızlığını kaybetmiş algısı güçleniyorsa, bu sadece bir kişinin değil, toplumun tamamının sorunudur. Yani bu dava yalnızca Ümit Özdağ’ın davası değildir. Bu dava, Türkiye’de ifade özgürlüğünün, muhalefet hakkının, siyaset yapma alanının davasıdır. Yarın Silivri’de yalnızca bir duruşma izlenmeyecek. Ya hukuk konuşacak ya da adaletsizliğe uğramış listesine bir isim daha eklenecek.
Source: Murat Ağırel
Jean Jaurès ve laik Cumhuriyet
Evrensel kültür ve uygarlığın, Cumhuriyet ve demokrasi serüveninin en yüce anıtlarından biri olan “öğretmen” Jean Jaurès ’i tanıtmak “36 kısım tekmili birden” tefrika yazmak gerekir ama biz şimdilik iki yazıyla yetineceğiz. Jean Jaurès (Tam adı: Auguste Marie Joseph Jean Léon Jaurès, d. 3 Eylül 1859, Castres-ö. 31 Temmuz 1914, Paris), Fransız sosyalist politikacı. Ailesi orta halli burjuvalardandı. Amiral olan kardeşi Louis Jaurès gibi o da Castres Koleji’nde burslu okudu. Çok parlak bir öğrenciydi. Genel müfettişlerden M. Deltour ’un dikkatini çekti. Deltour onu Paris’te SaintBarbe Koleji’ne aldırdı. Jaurès orada Fransız eğitim ve öğretiminin en önemli ocaklarından biri, birçok siyasetçi, filozof ve yazar yetiştiren Paris’teki Louis-leGrand Lisesi’nin derslerine devam etti ve Ecole Normale Superieur’e (yüksek öğretmen okuluna) hazırlandı. 1878’de okulu birincilik kazandı. 1871’de felsefe öğretmenliği sınavında üçüncü oldu, ikinci Henri Bergson , birinci Lesbazeilles idi. 1881’den 1883’e kadar Albi Lisesi’nde felsefe öğretmenliği yaptı. 1883’ten 1885’e değin Toulouse Üniversitesi’nde konferanslar verdi. Ayrıca ateşli bir biçimde siyasetle de ilgileniyordu. 1885’te Tarn milletvekili seçildi. Daha ilk günlerde mecliste ilgiyi üstüne çekti. Her ne kadar cumhuriyetçi etiketini taşıyor ve merkez solda oturduysa da çoğunlukla oyunu ileri solcularla birlikte kullanıyordu. Böylece Jaurès sosyalizme doğru yol almaya başlamış oluyordu. 1889’da seçimleri kazanamadı. Yeniden edebiyat fakültesindeki yerine döndü. Önce konferans öğretmenliği yaptı, sonra profesör oldu. Bu sırada iki doktora tezi hazırladı: Biri Fransızca De la réalité du monde sensible (Duyulan Dünyanın Gerçekliği), öbürü Latince Les Orgines du socialisme chez Luther, Kant, Fichte, Hegel (Luther, Kant, Fichte ve Hegel’de Sosyalizmin Kökenleri). Fakat siyaseti bırakmadı. Depeche gazetesine yazı yazdı. Toulouse belediye meclisine üye seçildi ve halk eğitim dairesi müdür yardımcılığına getirildi. 1892’de, Charmaux maden işçilerinin grevinden sonra, Tarn’ın geçici milletvekili seçildi. Bunun üzerine, işçiler adaylığa Jaurès’i seçtiler. 20 Ocak 1893’te milletvekili oldu. Bu kez doğrudan doğruya Sosyalist Parti’ye bağlandı. Altı ay sonra yapılan seçimlerde yeniden seçildi. Mecliste 50 kişilik sosyalist grup toplamış bulunuyordu. Fransız Parlamentosu’nda ilk kez her sorunda sosyalist öğretinin de sesi duyulur oldu. 1893-1898 yılları arasında yasama organlarında Jaurès adı iyice yerleşti. Jaurès 1898 seçimlerinde yenilgiye uğradı. Drefyus olayı da bu dönemde patlak vermişti. Jaurès yiğitçe kavgaya katıldı. Petite Republique ’te yazılar yayımladı (bu yazılar sonra ünlü bir kitapta toplandı: Les Preuves (Kanıtlar) . Milliyetçi gericiler cumhuriyeti tehdit ediyorlardı. Radikal René Waldeck-Rousseau kurduğu kabineye sosyalist Alexandre Millerand ’ı almıştı. Jaurès cumhuriyetçi bir hükümette bir sosyalistin görev almasını savunuyordu. Bu yüzden, Geuste cilerle ve Eduart Vailant ’ın yandaşlarıyla büyük tartışmalara girmek zorunda kaldı. Taktik sorunları ile ilgili aşırı görüş ayrılıkları sosyalistlerin birleşmesine yol açtı. Jaurès bu birliğin yorulmaz sanatçısı oldu. 1905’te sosyalist parti birleşti. 1902 genel seçimlerinde Jaurès yeniden seçildi. Meclisteki solcu topluluğu birleştirip canlandırdı. Topluluk, Combes kabinesinin laiklik yasalarına oy vermesini sağladı. Fakat 1904 Uluslararası Amsterdam Kurultayı’nda, hükümete katılmamak kararı alındı. Bunun üzerine Jaurès, topluluktan ayrıldı. Bundan sonraki yaşamı, kılavuz olduğu partinin yaşamıyla karışacaktır. Sosyalizm uğrunda kavgalarını yürütecek ve barış için yapılan kavga ona “kavgaların en büyüğü” sayacaktır. Bu yüzden de azgın milliyetçi (şoven) ve gericilerin öfkesini üstüne çekecekti. Hepsi hınçla ona karşı birleştiler. Sonunda bazı karşıtların (bunların en cevvali Charles Maurras idi) kışkırtmalarına kapılan Raoul Villain adlı delinin tabancasından çıkan kurşunla 31 Temmuz 1914’te öldürüldü. Birkaç saat sonra seferberlik ilan edildi. Böylece halkın bilincinde iki dram birbirine bağlandı. Sanki savaşın dünyada dilediği gibi tepinebilmesi için, bu barış havarisinin uzaklaştırılması gerekmişti. Onun için şair Anna de Noailles , orduları önünde yere düşen devden söz açarken 1914’te işçi sınıfının kafasına takılan düşünceye şairane bir biçim vermiş oluyordu. “İşte bu nedenle, bu ülkede (Fransa’da) özgürlük ilkesine ve gerçeğine dokunmadan, bu ruh özgürlüğünü laik ve ulusal eğitim ve öğretim çalışmasında yaşayan gerçek haline getirme hakkımız var. Bu nedenle, özgürlük açısından ve insan haklarının bütünlüğünden kaygı duyarak bize önerilen kurtuluş yasasına oy vereceğiz.”
Source: Özdemir İnce
Bugünü ve yarını yakalamak – DURAN GÜLDEMİR
Ülkemizde eğitimde gelinen son nokta artık “test ve tost”. Eğitim bu iki sözcüklerle anlatılamayacak kadar ciddi bir konu elbette. Ancak bugün gelinen noktada bu iki sözcüğün altında yatan gerçekleri de ciddiye almak ve bunları mutlaka dile getirmek gerekiyor. Çünkü, geleceğimiz çalınmaktadır. Öner Yağcı, Erdal Atabek’in bir yazısında (Cumhuriyet Kitap eki, 29 Mayıs 2025, sayı 1841.) “Gelecek, bir ülkenin eğitimiyle çalınır” sözünü hatırlatarak onun “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” konusundaki kaygılarını aktarmıştı. Atabek söz konusu son yazısında, “Ne oldu da ‘eğitim’ kaldırıldı da yerini ‘maarif’e bıraktı” sorusunu sorduktan sonra ve şu gerçeği dile getirmekte, “Böylece; ‘soransorgulayan düşünen-tartışan insan’ yerine, ‘sormayansorgulamayan-biat, itaat eden insan’ yetiştirilecektir” demektedir. Oysa, 21. yüzyılın ilk çeyreğini yaşadığımız şu zamanda bilimde, teknolojide ve daha birçok alanda öyle hızlı gelişmeler oluyor ki bırakın beş, on yıl öncesini, bir yıl öncesinde bile hayal edemeyeceğimiz büyük gelişmelere, başarılara tanık oluyoruz. BİLİMSEL GELİŞMEYE SEYİRCİ KALMAK Ancak bu baş döndürücü gelişmeler karşısında nedense hep geç kalıyoruz. Yani hep seyirci konumuna düşüyoruz. Marifet seyirci olmak değil tabii. Bütün bunlara katkıda bulunmak, hatta onun öncülüğünü yapmak. Bunun yolu da yordamı da belli aslında. Mustafa Kemal Atatürk yıllar önce bize o yolu göstermiş; “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyerek en doğru yolun ne olduğunu açıkça anlatmıştır. Bu düşüncesini kendisine rehber edinerek başta eğitim olmak üzere yaşamın her alanında yaptıklarıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni çağdaş ülkeler düzeyine çıkarmayı amaçlamış ve bu yolda büyük başarılara imza atmıştır. Gelişmiş toplumlar da dahil bu durumun yüzyıllar öncesine dayandığını biliyoruz ama işin asıl üzücü olan tarafı şu elbette: Yaşamımızı kolaylaştıran bunca gelişmeden sonra, bizim “seyirci” anlayışının değişmemesi… Bırakın yüzyıllar öncesini yakın tarihte bizzat tanık olduğumuz kimi olaylar bile anlatmaya yetiyor bazı gerçekleri. Amerikalı astronot Neil Armstrong, 20 Temmuz 1969 tarihinde Apollo 11 ile yaptığı uzay yolculuğunda Ay”a ilk kez ayak bastığında, küçük bir kasabada tanık olduğum o tepkileri daha dün gibi anımsıyorum. Bu olay radyodan verildiğinde, genciyle yaşlısıyla çoğu insan bunun olanaklı olamayacağını öyle yüksek sesle iddia ediyorlardı ki, o tepkiler karşısında aklı başındaki birkaç genç susmak zorunda kalmıştı. Bunun yanlış olduğu ancak yıllar sonra anlaşılmış, Anadolu insanı o günlerdeki çaresizliğini “Eller gider Ay’a, biz kaldık yaya” esprisiyle dile getirmiştir. Aynı halk bugün de aynı espri anlayışıyla “test ve tost” diyerek eğitimde yaşanan acı tabloyu gözler önüne sermektedir. EĞİTİMDE İKİ SÖZCÜK: TEST VE TOST Yıllardır yalnızca adı değişen sınavlarla ortaokul, lise ve üniversiteli milyonlarca öğrenciyi testle yarıştırıp tostla açlıklarını yatıştırmaya çalışmıyor muyuz? Nedenler bunlarla sınırlı değil ama bütün bunların sonunda karşılaşılan durum hiç de iç acıcı değil. Son yıllarda bin bir emekle düzenlendiğini bildiğimiz kitap fuarlarında, çoğu katılımcının dikkatini çeken şu ilginç saptamaya ne demeli? Fuara gelen ilkokul, ortaokul, hatta liseli gençlerin ilgi gösterdikleri kitapların başında, ünlü futbolcuların yaşamlarını anlatan kitaplar ile test kitapları gelmektedir. İşte bütün bunların sonunda eğitimde gelinen acı tablo, “test ve tost…” diye dile getiriliyor ne yazık ki. Bu bir zorunluluk olmamalı. Her alanda olduğu gibi özellikle eğitim alanında çağın koşullarına uygun bir eğitim anlayışı bir an önce yaşama geçirilmelidir. Çünkü “geleceğimiz çalınmaktadır.” Bu nedenle çocuklarımızın geleceğine, “hep birlikte” sahip çıkmalıyız. Yoksa “eller giderken Ay’a, bizim yaya kalmamız” böyle sürüp gidecek. DURAN GÜLDEMİR EĞİTİMCİ/ YAZAR
Source: Olaylar Ve Görüşler
CHP intihar mı ediyor?
Erdoğan/AKP-Bahçeli/ MHP-HÜDA PAR iktidarı, siyasal ömrünün sonuna gelmişken ve bu nedenle pervasız bir biçimde hem Demokratik Rejimi’n kalıntılarını hem de CHP’yi yok etmeye çalışırken: ABD’nin desteğiyle, Suriye’deki rejimin devrilmesinden ve Emperyalizmin emrindeki Radikal Siyasal İslamın ülkeye hâkim olmasından sonra… Suriye’nin kuzeydoğusunda kurulan ve Büyük Kürdistan’ın bir parçası olarak düşünülen bölgedeki oluşumlarla birlikte, bu oluşumlara Türkiye’nin desteğini almak için, PKK’nin tasfiyesi gündeme geldi… Ve Erdoğan uluslararası dengelerin bu sonucunu, kendi iktidarını uzatmak için “Terörsüz Türkiye” sloganı ile gündeme oturttu. *** İktidarın kurduğu, benim “Şahsım Devleti” dediğim, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” , hem “Sistemin” yetersiz ve yanlış olmasından hem de onu işletmeye çalışanların yetersiz ve yanlış kişiler olmalarından kaynaklanan bir biçimde: Ülkenin hem kaynaklarını bitirdi ve Türkiye’yi iflas ettirdi hem de ülkedeki can ve mal güvenliğini ve bunun güvencesi olan yargıyı neredeyse yok etti. Şimdi bitmiş olan ömrünü uzatmak için muhaliflerini hem hapsediyor hem de onlara “Meclis’te Ortak Komisyon” adı altında işbirliği öneriyor: “Komisyon”un adı ile oynayarak “Yeni Anayasa Komisyonu” adını “Barış Süreci Komisyonu” yapıyor ve böylece hem muhaliflerini hem de seçmeni aldatmaya çalışıyor. *** CHP Kılıçdaroğlu liderliğinde, pek çok stratejik ve taktik hata yaptı ve sonuçta, 2023 Genel Seçimlerini kaybetti. Daha önce bu sütunda da belirtilmiş ve ısrarla eleştirilmiş olan bu hataların en belli başlı olanlarını şöyle özetleyebilirim: 1) Toplumda ve özellikle de CHP seçmenleri arasında, partinin Atatürk Devrimlerine, hukuk devletine, özellikle de laikliğe yeterince sahip çıkmadığı izlenimine yol açtı. 2) Parti içi hizipler ve farklı gruplar arasındaki dengeleri korumadı, Atatürkçülerin partiden kopuşlarını engellemedi. 3) İktidarın dinci dilini kullandı; kendi dilini, mantığını ve kavramlarını oluşturamadı. 4) 2007 yılında cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin referanduma sunulmasına boyun eğdi. 5) 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ın Başbakanlıktan istifa etmeden seçime girmesini kabul etti. 6) 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra, AKP’nin Hükümet kuramaması karşısında, Erdoğan’ın, Hükümet kurma görevini kendisine vermemesine ve seçimi 1 Kasım’da yenilemesine boyun eğdi. 7) 2016’da milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına onay verdi. 8) 16 Nisan 2017’de Demokratik rejimin mantığına ve varlığına aykırı olan Halkoylamasına ve bu halkoylamasının Olağanüstü Hal altında yapılmasına boyun eğdi; yasalara aykırı olarak yapılan oy sayımına, resmi ve gerçek olmayan sonuçların “Atı alan Üsküdar’ı geçti” söylemiyle ilan edilmesine karşı, eylemsiz kaldı! 9) 2023 Seçimlerinden önce kurduğu 6’lı masanın katılımcılarını yeterince tanıyamadı ve onların oyununa gelerek hem Birinci Silivri Trajedisi’nin sorumlusu olan Adalet Bakanı’nı ve AKP’ye gönül vermiş olan kişileri Meclis’e soktu hem de kazanılması neredeyse garanti olan seçimi kaybetti. Bu büyük yenilgi, Parti Örgütü’nün silkinişiyle aşıldı ve Kurultay’da, Kılıçdaroğlu’nun yerine Özgür Özel getirilerek 2024 yerel seçimlerinde büyük bir başarı elde edildi ve CHP Türkiye’nin birinci partisi oldu. *** CHP, gerek geçmişiyle gerek ideolojisi ve programıyla, Temel Hak ve Özgürlükleri herkes için de isteyen, Demokrasiyi herkes için savunan, tek ve biricik parti niteliğindedir: Bu niteliğiyle, “Hemen seçim isterken”, yine İktidarın yörüngesine girerek, “Barış Süreci Komisyonu” diye adı değiştirilmiş olan ama aslında “Yeni Anayasa Komisyonu” olan “Komisyon”a katılması ve böylece İktidarın ömrünü uzatması, hem Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin hem de yine Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin tarihe gömülmesine yol açacaktır!
Source: Emre Kongar
Diktatör kavurma
Eğitimsiz, mesleksiz, suça eğilimli bir tipti, ülkesi bağımsızlık mücadelesi verirken, o gitti ülkesini işgal etmiş olan sömürge ordusuna katıldı, böylesine karaktersiz biriydi, “er” rütbesiyle sömürge ordusunun saflarında tetikçilik yaptı, sömürge ordusu ödül olarak bunu “çavuş” yaptı, neticede ülkesi bağımsızlığını kazandı, sömürgeciler kovuldu, bu haysiyetsiz herif tık diye saf değiştirdi, sanki pek vatansevermiş gibi kendi ülkesinin ordusuna katıldı, kendisi gibi haysiyetsizlerle birlikte ordu içinde örgüt kurdu, ilkokul diploması bile yokken kendisini “orgeneral” ilan etti, darbe yaptı, ülke yönetimini ele geçirdi, kendisini “genelkurmay başkanı” ilan etti, milli mücadeleyle sömürgecileri kovan, ülkesini bağımsız hale getiren yurtsever devlet başkanını öldürdü, yurtsever başkanın yerine kendisini “devlet başkanı” ilan etti, siyasi parti kurdu, ülkede başka parti kurmak yasaktı, bütün muhalifleri ya öldürdü ya hapse attı, güya ülkeyi seçime götürdü, 1967’den 1985’e kadar tek parti ve tek aday olarak bütün seçimleri kazandı, habire cumhurbaşkanı seçildi, 1990 yılında lütfetti, başka siyasi partiler kurulmasına izin verdi, güya demokratik anayasa hazırlanmasına izin verdi, ama, her türlü sandık hileleriyle seçilmeye devam etti, anayasaya göre 1998 yılında son kez cumhurbaşkanı seçilmişti, 2002’de aday olmaması gerekiyordu, şak, anayasayı değiştirdi, aday olma sınırlamasını ortadan kaldırdı, gene aday oldu, gene her türlü hile hurdayla seçildi, ülke halkı sürünürken, diktatörün kendi ülkesini soyarak elde ettiği 5 milyar dolar serveti vardı, bu parayla Avrupa ülkelerinde şirketler satın aldı, gayrimenkul yatırımları yaptı, 2005 yılında cumhurbaşkanıyken kalp krizi geçirdi, öldü… Ülke kurtulduğunu zannediyordu… Şak, ülkeyi 38 yıl aralıksız yöneten diktatörün yerine oğlu geçti… Ülkeyi babası yönetirken babasının partisinden milletvekiliydi, babasının hükümetinde madenlerden ve ulaştırmadan sorumlu bakandı, babasının yaptığı anayasaya göre cumhurbaşkanlığına aday olanların 40 yaşını doldurmuş olması gerekiyordu, e diktatörün oğlu 35 yaşındaydı, şak, henüz babası yaşarken sürpriz bir gelişme yaşandı, ordunun baskısıyla anayasa değiştirildi, aday olma yaşı 35’e indirildi, belli ki kalp krizi filan hikayeydi yani, babasını öldürüp oğlunu onun yerine geçirmek için anayasal kılıf hazırlanmıştı, baba kalp krizinden öldü, iktidar medyası derhal fotokopi gibi aynı cümlelerle aynı haberi servis etti, “sayın cumhurbaşkanımız ölmeden önce oğlunu kendi yerine aday göstermişti, milli ordumuz da sayın cumhurbaşkanımızla aynı fikirde” diye yayın yaptılar, güya seçim yapıldı, oğlu 36 yaşında babasının yerine cumhurbaşkanı seçildi, seçimde hile yapıldığını söyleyen muhalifler ya öldürüldü ya hapse atıldı, “bana karşı darbe planlıyorlar” diyerek kendi kardeşlerini bile tutuklattı, protesto gösterileri kanlı şekilde bastırıldı, binlerce muhalif ülkeden kaçmak zorunda kaldı, babasının partisini kapattı, kendisine yeni parti kurdu, ülkede kendisini seven bir kişi bile yoktu ama, yüksek seçim kurulu sonuçlarına göre her seçimi en az yüzde 60’la yüzde 70’le kazandığı açıklandı, muhalefetin seçim sonuçlarına yönelik itirazları anayasa mahkemesi tarafından devamlı reddedildi, 2020’deki seçimi kazanınca babasının yaptığı anayasayı değiştirdi, kendine yeni anayasa yaptı, başkanlık sistemini lağvetti, güya parlamenter sisteme geçildi, konsey başkanlığı diye bir makam icat etti, “cumhurbaşkanlığı sembolik olsun, meclisin çoğunluğunu kazanan konsey başkanı olsun, adaylık sınırlaması olmasın” dedi, yani “seçimi kazanmaya devam edersem süresiz olarak, ömrümün sonuna kadar konsey başkanı kalabileyim” dedi, üyelerini kendisinin seçtiği anayasa mahkemesi bu anayasayı kabul etti, e tabii ilk seçimde meclisin tamamını kazandığı açıklandı, konsey başkanı oldu, 38 yıl babası yönetti, 20 yıldır oğlu yönetiyor, 8 milyon nüfuslu ülke, dünyanın en cahil kalmış ülkelerinden biri, her üç kişiden ikisi okuma yazma bilmiyor, her dört kişiden üçü kabile kültürüyle ilkel şartlarda yaşıyor, menenjit, kuduz, ülkenin normali haline gelmiş vaziyette, o kadar yaygın görülüyor, ülkenin yüzde 90’ında hastane mastane yok, belediye başkanlığı seçimi yapılmıyor, şehirleri atanmış valiler yönetiyor, demiryolu yok, ülke genelinde sadece iki bin kilometre asfalt yol var, sanayi üretimi sıfır, tarımsal üretim bile yok denecek kadar az, hukuk ve basın başta olmak üzere, her türlü insani özgürlük yasak, sadece din serbest, sadece dinde özgürlük var, ülkenin yüzde 50’si hristiyan, yüzde 20’si müslüman, yüzde 30’u yerel inanışlara sahip, dini bayramlar resmi tatil, diktatör baba-oğul yarım asırdan fazla süredir bu ülkenin adeta kanını içtiler, ahali sürünürken babasının 5 milyar doları vardı, oğlunun ise özellikle ülkesindeki madenleri zimmetine geçirdiği için 10 milyar dolar serveti olduğu biliniyor, “demokrasiye saygılıyım, anayasaya bağlıyım, ülkemin ve halkımın istikrarı için 2030 yılında yeniden aday olmayı düşünüyorum” diyor, çünkü, babadan devraldığı ülkeyi toruna devretmeyi düşünüyor.
Batı Afrika ülkesi Togo.
Sayın diyanet işleri başkanlığımız, kurban bayramında, baba-oğul diktatörlerin Togo’sunda 2 bin 100 kurban keserek, Togolulara dağıttı… Türkiye’nin camilerinde kurban bağışı topladılar, yoksulluk sınırının altında yaşayan, hatta açlık sınırının altında yaşayan, ihtiyaç sahibi Türk vatandaşlarına dağıtacaklarına, götürüp, Türkiye’ye tee yedi bin kilometre uzaklıktaki dolar milyarderi diktatörün ülkesi Togo’da dağıttılar.
Peki, sadece Togo’da mı kurban keserek dağıttılar, hayır…
Mali’yi mesela, darbeci albay yönetiyor, demokrasiyi askıya aldı, seçimleri süresiz iptal etti, sayın diyanetimiz diktatörün Mali’sinde 6 bin 900 kurban keserek, dağıttı.
Nijer’i darbeci general yönetiyor, güya cumhurbaşkanlığı muhafızıydı, kendisinden önceki darbeci cumhurbaşkanına darbe yaptı, kendi kendisini “anavatanı koruma ulusal konseyi başkanı” ilan etti, sayın diyanetimiz bu Nijer’de 14 bin kurban keserek, dağıttı.
Çad’ı duayen diktatörün diktatör oğlu yönetiyor, babası 30 yıl demir yumrukla yönetti, öldürüldü, yerine oğlu geçti, kendi kendini hem mareşal ilan etti, hem devlet başkanı ilan etti, sayın diyanetimiz babadan oğluna devredilen Çad’da 7 bin kurban keserek, dağıttı.
Gabon’u 56 yıldır baba-oğul diktatörler yönetiyordu, iki yıl önce darbe oldu, şimdi darbeci general yönetiyor, ki zaten bu darbeci general de devirdiği diktatörün kuzeniydi, sülalece diktatörler yani… Sayın diyanetimiz Türkiye’nin camilerinde kurban bağışı topladı, sonra götürüp bu Gabon’da 5 bin kurban keserek, dağıttı.
Gine’yi darbeci albay yönetiyor, aslında onbaşıydı, kendi kendine albay rütbesi taktı, darbe yaptı, yönetimi ele geçirdi, kendi kendini devlet başkanı ilan etti, sayın diyanetimiz bizim ülkemizde ihtiyaç sahibi insan yokmuş gibi, Gine’de 4 bin kurban keserek dağıttı.
Ekvator Ginesi’ni 1979 yılından beri aynı kişi yönetiyor, amcası diktatördü, 1979’da amcasına karşı darbe yaptı, amcasını kurşuna dizdirerek idam etti, o günden beri 46 yıldır iktidarda oturuyor, sandıklarda hile yapıldığı için seçimlerde yüzde 97 oy alıyor, itiraz edeni öldürtüyor, ülkenin petrolünü zimmetine geçirdi, 15 milyar dolar kişisel serveti var, parasını Amerikan bankalarında tutuyor, üstelik herif bildiğin yamyam, dünya medyasında şakır şakır haber oluyor, insan beyni ve insan testisi yediği öne sürülüyor, sayın diyanetimiz bu yamyamın Ekvator Ginesi’nde 5 bin kurban keserek, dağıttı.
Kamerun’u 1982’den beri aynı kişi yönetiyor, her seçimde anayasayı değiştiriyor, işine nasıl geliyorsa anayasayı o hale sokuyor, böyle böyle 43 yıldır iktidarda oturuyor, kişisel servetinin 10 milyar dolar civarında olduğu konuşuluyor, servetini Fransa bankalarında tutuyor, Fransa’da gayrimenkuller alıyor, tatillerini de Fransa sahillerinde geçiriyor, her tatile gittiğinde beş yıldızlı otellerde 50 oda kapatıyor, günde en az bir milyon dolar harcıyor, sayın diyanetimiz bu diktatörün Kamerun’ununda 4 bin kurban keserek, dağıttı.
Kongo’yu 1979’dan beri aynı diktatör yönetiyor, 46 yıl önce ülkenin başına çöreklendi, geliş o geliş, ülkenin yeraltı zenginliklerini zimmetine geçirdi, ülkenin petrolünü ihraç ediyor, parasını kendi cebine akıtıyor, 10 milyar dolardan fazla serveti olduğu biliniyor, servetini oğlu yönetiyor, e armut dibine düşer, Fransa’da yaşayan oğlu bir ara babasının servetini zimmetine geçirmeye kalkıştı, diktatör bunu öğrenir öğrenmez Fransa’dan yardım istedi, Fransa derhal devreye girdi, diktatörün oğluna karapara soruşturması açtı, diktatörün oğlu Fransa’da tutuklanacağını anlayınca babasından çaldığı paraları babasına iade etti, diktatör bu sayede servetini kurtardı, sayın diyanetimiz camilerimizde bağış topladı, bağışları götürüp bu Kongo’da 4 bin kurban keserek, dağıttı.
Uganda’yı 1986’dan beri aynı diktatör yönetiyor, yolsuzluktan soykırıma, seçim sahtekarlığından işkenceye kadar her türlü suçu pervasızca işliyor ama, paralı askerlerden oluşturduğu polis devleti sayesinde 39 yıldır iktidarda oturmaya devam ediyor, sayın diyanetimiz bu Uganda’da 6 bin kurban keserek, dağıttı.
Daha da saymak isterdim ama, ne Afrika’daki diktatörler sığar bu sayfaya, ne de sayın diyanetimizin bu Afrika’da kesip dağıttığı kurban… Zimbabwe’yi mesela, 37 yıl boyunca tek başına yöneten ve 10 milyar dolardan fazla servet yapan diktatör, 93 yaşına gelmesine rağmen, gözü doymadığı için iktidarı bırakmıyordu, 37 yıl boyunca tetikçi olarak beslediği kendi ordusu ültimatom verdi, “ya sana sunduğumuz emeklilik paketini kabul et, ya da darbe yaparak seni asalım” dediler, emeklilik paketini kabul etti, mutlak dokunulmazlık garantisi, yani yargılanmama garantisi, yurt dışı seyahat masraflarının karşılanması, sağlık harcamalarının karşılanması, güvenlik harcamalarının karşılanması, başkanken oturduğu 25 odalı malikanenin kendisine ömür boyu tahsis edilmesi ve aylık 125 bin dolar maaş ödenmesi karşılığında, lütfetti, başkanlık görevini bıraktı, ama, emekliliği kısa sürdü, 95 yaşındayken Singapur’da öldü, bu diktatörün yerine yardımcısı geçti, ülkeyi şu anda 37 yıllık diktatörün sağ kolu yönetiyor, sayın diyanetimiz işte bu Zimbabwe’de bin 500 kurban keserek, dağıttı.
Afrika’da şu anda iktidarda oturan diktatörlerin toplam servetlerinin 180 milyar dolar olduğu tahmin ediliyorken, sayın diyanetimiz Türkiye’nin camilerinde kurban bağışı topladı, kendi vatandaşlarımıza dağıtacağına, götürüp diktatörlerin ülkelerine dağıttı.
Camilerimizde toplanan kurban bağışları “diktatör kavurma” oldu yani.
“Darbe anayasasının yerine sivil anayasa yapacağız” diyenlere, cümleten hayırlı kavurmalar dilerim.
Source: Yılmaz Özdil